Saturday, March 18, 2017

İki Kadın ve Şiir

“Şu kadarını biliyorum
Ölüm kötü bir şey:
Bak, işte tanrılardan belli.
İyi bir şey olsaydı ölüm,
Önce tanrılar ölmez miydi? ”
                                                                                         Sappho (MÖ 620-570)


Kadınların direnişini kırmak için ısrarla uğraşır, sonra da onları hoppalıkla suçlarsınız.
Kadını elde edene kadar göklere çıkarır, amacınıza ulaşınca da aşağılarsınız.
Hangisi daha zavallı; para için günah işleyen kadın mı; yoksa günah işlemek için para ödeyen erkek mi?
Hepinizin aynı derecede suçlu olduğunuz düşüncesi sizi niye bu kadar şaşırtıyor?
Ya onları ne hale getirdiyseniz o halde sevin, ya da onları sevebileceğiniz bir hale getirin.
                                                                          Sor Juana Ines De La Cruz (1651-1695)

2300 sene arayla yaşamış iki kadındılar. Hayatlarını bilime, müziğe, feminizme ve şiire adadılar. Erkek egemen toplumların, kadınların üstüne serdiği karı delen kardelenler gibi açıp çağımıza kadar unutulmadan geldiler. Yüzyıllar boyunca heykelleri sarayların salonlarını süsledi. Karanlık çağlarda aşağılandılar aydınlanma çağlarında yüceltildiler. Ama hep var oldular, hiç unutulmadılar. 

Biri aristokrat zengin bir ailenin kızıydı, diğeri fakir bir ailenin gayrimeşru çocuğuydu. Biri eski dünyadan diğeri yeni dünyadandı. İki farklı toplum katmanından gelip aynı amaç için mücadele verdiler. Kalemleri silahlarıydı. Şimdi her ikisi için üniversitelerde kürsüler açılıyor, anılarına festivaller düzenlenip her yıl yeniden hatırlanıyor. Lesbos’lu Sappho ve San Miguel Nepantla’lı Sor Juana Ines De La Cruz.

1.SAPPHO

Sappho, Lesbos(Midilli) adasında MÖ 620 yıllarında aristokrat bir ailenin kızı olarak doğdu. Hayatı hakkında çok az şey biliniyor. Antik batının en önemli lirik şairi olarak kabul edilir. Ailesi Lesbos adasındaki politik çekişmelere katılmış bu nedeniyle Sicilya'ya sürülmüş ve hayatının bir bölümünü burada sürdürmüştür. 

Sürgün dönüşünde Aphrodite'ye ve şiir sanatına bağlı bir kız okulu açıp yöneticiliğini yapmıştır. Kerkylas adlı biriyle evlenmiş, Kleis adlı bir kızı olmuştur. Bu okulda şiirin dışında dans ve müzik de öğretiliyordu. Aşk şiirlerini, genellikle kadın arkadaşları için yazmıştır. Sappho hakkında ki eşcinsellik dedikodularının kaynağını da bu okul oluşturur.

“Şu kadarını biliyorum
Ölüm kötü bir şey:
Bak, işte tanrılardan belli.
İyi bir şey olsaydı ölüm,
Önce tanrılar ölmez miydi? ”

Bir Afrodit kültü rahibesi olan Sappho, bağlı bulunduğu kültün de kendisine vermiş olduğu rahatlığa dayanarak özgürce içinden geçeni söylemiş, Açık ve yürekli bir tutum sergilemiştir. Dilindeki bu içtenlik ve açıklık sayesinde eserleri, tüm ardıllarını ve benzerlerini geride bırakarak yüzyılların ötesine geçmiş, çağlar boyu öykünülmüş, eleştirilmiştir.

Plato şöyle yazar;"Bazıları, dokuz sanat perisi olduğunu söyler, gelin sayalım onuncusu; Lesbos'lu Sappho."

Sappho, 18. yüzyılda karşılıksız kadın heterosexual isteğin sembolüyken, 20. yüzyılda kadın homoseksüelitesinin sembolü oldu. İngilizce sözcükler "sapphic" ve "lesbian" Sappho dan gelmedir.

Sappho'nun İstanbul Arkeoloji Müzesindeki Büstü

“Yakındığım yok,
Bir düş değildi esin perilerinin
Bana bağışladıkları zenginlik.
Ben ölsem de adım hiç unutulmayacak.”

“Belki de unutursun sen beni.
Ama bil ki, gelecek günlerde,
Bir takım insanlar anacak beni.”

Sappho'nun şiirleri, tahrip edilen bir kilisede tesadüfen bulunarak, MS 1000 yılında aslına sadık kalınarak 9 kitapta toplandı. 1073'te, bu kopyalardan büyük bir bölümü, Roma'da ve İstanbul'da VIII. Papa Gregory'nin emriyle yakıldı. Bazı şiirleri de, Mısır'da Fayum'daki Crocodilepolis'te, çürümüş papirüs parçaların da bulunarak kurtarıldı. Şiirlerinden günümüze yalnızca 650 dize kalmıştır. Sappho'nun büyüklüğü biçime özü ve içeriği sokmasıdır.

Antik Yunan lirik şairi, Afrodit kültü rahibesi Sappho için üzerinde resmi bulunan paralar basılmış, heykeller, seramikler ve resimler yapılmıştır. 182 şiiri günümüze ulaşabilen Sappho MÖ 570’de ölmüştür.

Kadınların toplumun tamamen dışında, evlerine kapanık yaşamak zorunda oldukları, siyasette, felsefede, sanatta, edebiyatta, erkek hâkimiyetinin bulunduğu bir dönemde Sappho’nun şiirleri dışında neredeyse tüm Yunan edebiyatı erkekler tarafından oluşturulmuştur ve erkeklerin kadınlara bakışını yansıtmaktadır. Erkekler tarafından yazılan bu metinler, kadınların korkuları, özlemleri, aşkları, hayal kırıklıkları konusunda neredeyse hiçbir şey söylememektedir. Sappho’nun şiirleriyse okuma yazmaları olmadığı için neredeyse hiçbir Yunanlı kadın tarafından bilinmiyordu. Fahişeler dışında hiçbir kadın, erkeklerin şölenlerine alınmadığından, burada okunan şiirlerden haberleri olmuyordu. Yunanlı evli kadın, kendisine ait değildi. Babası tarafından kocasına meşru çocuklar doğurma amacıyla verildiği için yaşamının çoğunu ev işi yaparak, çocuk bakarak, dikiş dikerek geçiriyordu. Nesiller boyunca, bir âşıktan alabileceği haz konusunda fikri olmadı.

Kadının birçok yönden yok sayıldığı böyle bir toplumda Sappho’nun, kadına, tene, aşka adanmış, kadının içselliğini özümseyen aşk şiirleri yazma cesaretinde hiç kuşkusuz bir Afrodit kültü rahibesi olmasının büyük payı var. Eski Yunan’da özel olarak eğitilmiş “kurtizan”lar (aşk kadınları), aşk, güzellik ve şehvet tanrıçası Afrodit’in kızları sayılırdı. Afrodit’e adanmış kızlar genç, güzel, genellikle soylu, varlıklı ailelerden kızlardı ve özel okullarda eğitilirlerdi. Lesbos’ta diğer Yunan adalarına kıyasla, çok ileri seviyede bir genç kız, kadın eğitimi söz konusuydu. Sappho’nun yanı sıra rakipleri sayılan Ğorğo ve Andromeda gibi birkaç kadının daha yürüttüğü, genç kızların genel kültür, konuşma, davranış, yürüyüş, müzik, dans, sanat, heykel, sosyal ilişkiler gibi konularda, yani güzel ve estetik olanın alanında eğitildiği pek çok okul vardı. Ancak tüm bunların neredeyse nihai amacı, genç kızların evliliğe hazırlanmasıydı. Sappho, Tanrıça Aphrodite onuruna kurduğu okulda, yanına erken yaşlarda aldığı genç kızları evlilik çağına kadar yetiştirdi. Hem antik dünyanın önemli kadın şairleri çıktı bu okuldan, hem de kız öğrencileri Sappho’nun, kadın doğasının gizli kalmış tüm gizemini anlatan lirik şiirlerinde ebedileşti.

Antik Yunan’da eşcinsel ilişkiler, üst sınıflar arasında yalnızca yaygın bir pratik olmakla kalmayıp aynı zamanda evrensel bir ilişki tarzı ve yüksek bir kültürel değer olarak algılanıyordu. Ancak bu yüceltme sadece erkekler arasındaki ilişkide geçerliydi. Hatta eşcinselliği canla başla savunanlar bile bunu yalnızca bir erkekle oğlan çocuğunun ilişkisiyle sınırlamaktaydı. Oğlancılık, genç adamları güçlü birlikteliklerle tanıştırmak için tasarlanmış toplumsal kabul gören bir kurumdu. Erkekler kamusal alanlarda eşcinsel ilişkilerini gururla yaşarken kadınlar arası romantik dostluk ilişkileri mahrem alanlara kilitlenmişti. Sappho’nun dizeleri sayesinde haberdar olduğumuz bu aşklar, cinsel olmaktan ziyade tinsel ve ruhsal boyutlarda, sevgi, özdeşleşme ve hayranlık duyma biçimlerinde yaşanıyordu. Kadınlara adanan şiirleri ve sadece genç kızlardan oluşan okulu yüzünden lezbiyen olarak anılan Sappho’nun lezbiyenliği de kimi kez bedenseldir ama öte yandan bu bedenselliğe sık sık güçlü annelik duyguları ve geç kalmışlığın hüznü karışır.

Lezbiyen olduğu söylencesine rağmen Sappho’nun Kerkylas adlı bir zenginle evli olduğu ve şiirlerinde de söz ettiği Kleis adlı bir kızı bulunduğu da bilinir. Helenistik, özellikle de Roma Dönemi’nde Ovid başta olmak üzere birçok yazar Sappho’nun Phaon adlı oldukça yakışıklı bir gence âşık olduğu, aşkına karşılık bulamadığı için de Leukos kayalığından atlayarak intihar ettiğinde ısrarcıdır. Çünkü erkek yazarlar, lezbiyen ilişkilerin geçiciliğini ya da cinsel ve tensel olmaktan çok tinsel olduğu fikrini benimsemişlerdir. Bachofen Likya’daki anaerkil sistemi; Atina’da başlangıçta varolan anaerkilliğin İon’laşmayla birlikte dişil ilkeden uzaklaşarak yerini ataerkilliğe bırakma sürecini anlatırken Lesbos’ta anaerkil ilke olarak, Sappho aracılığıyla, kadınların kendi cinslerine duyduğu sevinin tinsel güzelliğe dönüşmesini göstermiştir.

Sappho'nun Roma'daki büstü

İki Farklı şehir iki farklı toplum
O dönemi dahah iyi anlayabilmek için egemen iki şehrin özelliklerini de bilmek gerekir. Militarist Sparta ile komşusu Atina arasındaki rekabetin antik Yunan tarihindeki etkisi büyüktür. Demokrasinin doğum yeri olan Atina'da toplum çok daha hoşgörülüydü. kültüre çok az bir zaman ayıran Sparta'nın aksine Atina; felsefe, sanat ve bilimin insanlık tarihinde görülmüş en sıra dışı başarılarına ev sahipliği yapıyordu. Aristoteles, Platon ve Sokrates gibi filozofların yanı sıra Aeschylus, Aristofanes, Euripides ve Sofokles gibi oyun yazarları da milattan önce beşinci yüzyılda, şehrin altın çağında Atina'da doğmuşlardır.

Antik Yunan’ın iki rekabetçi şehri Atina ile Sparta’da iki farklı yaşam tarzı mevcuttu. Sparta'daki yaşam bireycilikten uzak toplu bir yaşam şekliydi. İnsanlar bireysel değil bir topluluk içinde yaşıyorlardı. Temel amaç hayatta kalmak ve şehrin devamlılığını sağlamak olduğu için her türlü lüksten kaçınılır; sanat, felsefe ve müzik hor görülürdü. Ticaret ve zenginliğin toplumun içinde ayrılık ve tembellik yarattığı düşünülür ve bu işler aşağılanırdı. Tedavüldeki altın parayı bile kaldırıp bunun yerine değersiz demir çubuklar kullanıldığı ileri sürülmektedir.


Atinalılar, Spartalılar gibi şehirlerine yüksek sadakat ile bağlı değildiler. Atinalı vatandaşlar arasında şehrin bireyin mutluluk ve refahı için var olduğu fikri ağır basardı. Bu çerçevede bir Atinalı vatandaşın gözünde şehir, mümkün olduğu kadar çok sayıda vatandaşa servet, soy, statüye dayalı bir ayrım yapmaksızın kamu işlerine eşit derece katılma hakkı tanıyan, içinde düzenli bir hayatın sürdürülebileceği, bireyin doğal yeteneklerinin en iyi şekilde gelişme imkânı bulabileceği bir toplumdur.

Atina'da ise demokrasi ve bireysel yaşam egemendir. Bugün Atina'ya 'demokrasinin beşiği' denmesi ve Avrupa uygarlığının evriminin başlangıcının 6. yüzyıla dayandırılması bu nedenledir.

Birey bilinci : insanın içinde doğduğu doğduğu koşulların gerektirdiği yaşayış ve düşünüş çerçevelerinden kurtularak; bilinciyle, iradesiyle kendisine, yeni gereksinmelerine uygun, yeni bir yaşama yeni bir düşünüş yaratmasıdır.

Bireyci dünya, insan yaşamına, kişiliğine büyük önem verir. Kişiliğini, benliğini kitleden ayrı görmek bu dünyanın ilk ve en açık eğilimidir. İşte bu eğilim Yunan liriğini doğurmuştur. Duyguların çoşkun bir dil ile anlatıldığı tarzın(lirik) doruğunda da Sappho vardır.

Yunan şiirinde üç büyük aşamadan söz edilir: Destanlar, Lirik şiir, Tragedya

Destanlar 
Destan, milletlerin hayatında büyük yankılar uyandırmış tarihî, toplumsal (savaş, göç, istilâ gibi) veya doğal (yangın, salgın hastalık, sel, deprem gibi) olayların anlatıldığı, hayal unsurlarıyla süslenmiş uzun manzum eserlere verilen genel addır. Tarihteki ilk yazılmış destan Gılgamış destanıdır. Batı edebiyatının ilk uzun şiir formundaki destanları ise MÖ 7. Ya da 8. yüzyılda yaşadığı kabul edilen Homeros’un kaleminden çıkmış İlyada ve Odysseia’dır. İlyada’da Truva savaşları, Odysseia’da Yunan kahramanı Odysseus'u ve onun Truva'nın düşmesinden sonra evine yaptığı dönüş yolculuğunu konu edinmiştir. Homeros’un İzmir bölgesinde yaşamış olduğu sanılmaktadır.

Homeros
Lirik şiir 
Bireysel duyguların içten geldiği gibi, coşkulu, etkili bir dille anlatılmasına da lirizm denir. Lirik şiirde toplumun hemen her kesimini ilgilendiren sevinç veya acı gibi ortak duygular veya aşk, ayrılık, özlem gibi bireysel duygular coşkulu bir tarzda işlenir.

Eski Yunan edebiyatında ozanlar şiirlerini lir denen telli bir sazla söyledikleri için, bu türlü şiirlere lirik denmiştir. ilk ustaları Sappho (MÖ 612) ve Alkaeus (MÖ 6. yüzyıl) dır. Eski Yunan'da şiir koroları da vardı. Şiir, şarkı gibi besteli olarak solo ya da koro söylenirdi. Eski Yunan'da şiirin bu dönemine eolien dönemi, müziğin yanı sıra şiire toplu dansın da katıldığı ikinci dönemine dorilen dönemi, lirik şiirin yalnızca okunduğu dönemine ise İskenderiye dönemi denilmektedir.

Lirik şiirlerde “aşk, sevgi, ölüm, ayrılık” gibi bireysel ve duygusal konular ağır basar, ürik şiir, okurun duygularına, kalbine seslenir. İnsanın iç dünyasını yakalar, dolayısıyla da lirik şiir eylem, olay, etkinlik ve karşılıklı ilişki sergilemez. Ancak sadece iç dünyayı yansıtmakla kalmaz, nesnel dünyadan kaynaklanan duygu ve düşünleri de içerir. Bu şiirler okuyanı etkiler, duygulandırır. Edebî türlerin en sanatsal, en katışıksız, en yoğun olanı lirik şiirdir. Lirik şiir, okuyucuya ve dinleyiciye estetik bir haz verir.

Lirik şiir bugünkü anlamdaki niteliğine 18. yüzyılda romantizm akımı döneminde kavuşmuş, kuralları oluşmuştur. Lirik şiirler Türk edebiyatında eskiden “kopuz’ denen bir tür saz eşliğinde söylenirdi. Sonraları kopuzun yerini “saz” ve “bağlama” almıştır. Türk edebiyatımızda halk şairlerinin (âşık, ozan) söylediği şiirlerin çoğunun lirik şiir olduğu söylenebilir. Halk edebiyatında “güzelleme” türündeki koşma, semai”; divan edebiyatında ise “gazel, şarkı, murabba”; lirik şiire girer. Tanzimat döneminde de kemençeye benzer bir çeşit telli sazın adı olan “rebab’dan dolayı bu tür şiirlere “rebabî” denmiştir.

Tragedya
Ciddi ve hüzün verici karakterlerden kurulu ve sonu kötü biten bir dramatik tiyatro eserlerine verien addır. Konularını genellikle tarihten ve efsanelerden alır. Seyircide acıma ve korku duygulan uyandırarak ruhu tutkulardan arındırmak amacıyla yazılan oyundur.

Oyunun dramatik bölümlerini diyaloglar, lirik bölümlerini ise koro oluşturur. Konu mutluluktan mutsuzluğa, felakete doğru gelişerek sonuçlanır. Kahramanın düştüğü durum, her şeye rağmen hak ettiği bir son değildir.

İlk trajediler MÖ 6. yüzyılda eski Yunan edebiyatında yazılmıştır. Aiskhylos (MÖ 525-456), Sophokles (MÖ 495-406), Euripides (MÖ 480-406) eski Yunan edebiyatının; Corneille (1606-1684) ve Racine (1639-1690) Fransız klasik edebiyatının en önemli tragedya yazarlarıdır.


Sappho’nun şiirlerinden örnekler

ONUNLA
Onunla tatlı tatlı fısıldaşırken
sevecenlikle gülümserken ona,
büyülersin tanrılaşan erkeğini
yüreğin paramparça dağılır oysa.

Nasıl da tutulur dilim bir bilsen
sesim kısılır, kulaklarım uğuldar,
hüzünle buğulanır gözlerim,
titremeye başlar terli bedenim,
yemyeşil kesilirim otlar gibi,
küçük ölümle yüzyüze gelirim.

Ama karşında böyle umarsız kalsam da
Cesaretle katlanmalıyım tüm acılara.

APHRODİTE’YE YAKARIŞ
Ey tahtı ışıl ışıl ölümsüz Aphrodite
Ulu Zeus’un düzenci kızı
yalvarırım yüreğimi acılarla
dağlama!

Yardımıma gel gene, hani eskiden
sesimi duyunca nasıl, çıkıp
babanın sarayından kanat çırpan
kuşların

çektiği yaldızlı arabana biner;
yeryüzüne inerdin bulutsuz
mavilikten;
ölümsüz dudağında o aydınlık gülüşle
sorardın,

“Gene nen var?” derdin, “nedir gene
deli gönlünü çelen? Tılsımımla kimi
bafltan çıkarıp yollamam gerekiyor
koynuna?

Söyle, Sappho, kim seni üzen?
Kaçıyorsa kaçsın, bırak,
yakında o senin ardına
düşecek,

bugün almıyorsa verdiklerini,
yarın o sana armağanlar verecek,
seni sevmiyorsa, istemese de er geç
sevecek.”

Geleceğin varsa, şimdi gel,
kurtar beni
kuşkudan, ne diliyorsa gönlüm
yerine getir, sen de katıl benimle
savaşa.



2.SOR JUANA DE LA CRUZ

Sor Juana Ines de la Cruz, çiftçi bir kadınla Bask kökenli bir askerin evlilik dışı çocuğu olarak 1651'de San Miguel Nepantla'da doğdu. Doğumundan birkaç yıl sonra babası evi terk edince dede evinde annesiyle birlikte yaşadı. Juana'nın dahi bir çocuk olduğu çok küçük yaşta anlaşıldı. Henüz üç yaşındayken okumayı öğrendi, altı yaşına geldiğinde, kültürlü biri olan dedesinin kütüphanesindeki kitapları okuyordu. Sekiz yaşındayken ayinlerde okunan dinsel konulu ilk şiirini yazdı. Dokuz yaşındayken özel bir öğretmenden Latince dersleri almaya başladı, sadece yirmi derste ileri derecede Latince’ye hakim oldu.


Bir süre sonra dedesinin ölmesi ve annesinin de yeniden evlenmesi üzerine Meksiko şehrinde oturan teyzesinin yanına taşındı. Teyzesi ve kocası Juanna’nın yeteneğini keşfedince sarayın çalışanları arasına katılması için genç kıza baskı yaptılar.  Çaresiz kalan genç kız saraya mutfak yardımcısı olarak girdi.

1664 yılında sarayda tesadüfen Yeni İspanya Genel Valisinin eşine kendisini tanıtma şansı bulan Juana, valinin eşi tarafından nedimeliğe atandı. Juana, burada son basılan kitapları okuma ve şehrin aydınlarıyla tanışma olanağını buldu; yetenekleri, etkileyici kişiliği ve güzelliğiyle sarayın gözdesi oldu. Aynı zamanda sanat, teoloji, edebiyat, bilim gibi konularla da ilgileniyordu. Harika çocuk olarak ün kazandı.

17 yaşındayken Valinin çocuğunun özel öğretmeni olabilmek için düzenlenen sözlü sınavda bilgisi ve zekasıyla değerlendirmeye katılan 40 öğretmeni de hayrete düşürdü. Ve özel öğretmenliğe hak kazandı.

O dönemde, toplum içinde saygın bir yer edinmek isteyen bir kadın için iki seçenek vardı; evlilik ya da rahibelik. Juanna çalışmaları her şeyin üstünde tuttuğundan evliliği hiç düşünmedi, manastırı seçti.
Önce Yalınayak Karmelitler manastırını denedi; fakat koşulları ağır gelince San Jeronimo manastırına girdi. Burada muhasebecilik, arşivcilik ve sekreterlik gibi manastırla ilgili görevlerini sürdürürken, bir yandan da edebi, sanatsal ve bilimsel çalışmalarına devam etti. Saray soylularının istediği şiir ve komediler yanında dini ayinlerde kullanılacak şiir, şarkı ve oyunlar da yazıyordu. Ünü İspanya‘ya kadar yayılmıştı.

Din dışı konularda yazması kilise büyüklerince pek hoş karşılanmıyordu ama Vali ve eşinin desteğine sahip olduğundan kendisini engelleyemiyorlardı. 


Gene de Kilise, bir rahibenin 'iffetsiz' aşk şiirleri yazmasını hoş görmediği gibi, onun teoloji gibi erkeklere özgü sayılan bir konuda kalem oynatmasını da uygun bulmuyordu.

1690'da bir piskopos arkadaşına yazdığı mektupta bir vaazı eleştirmesi kilisedeki düşmanlarının eline büyük bir koz vermiş oldu. Piskopos, bu mektubu abartarak yayınladı ve kilise çevrelerinde kıyamet koptu.

Sor Juana, bu suçlamaya 1691'de yayınladığı (Sor Filotea'ya Yanıt) isimli uzun mektubuyla cevap verdi. Mektupta; Kadınların eğitim görme ve entelektüel faaliyetlerde bulunma hakkını savunuyordu.
Kadınların eğitim görmesinin engellenmesinin dinin yanlış yorumlanmasından kaynaklandığını; kadınların da erkekler gibi öğrenmeye hakkı olduğunu; eğitimli kadınların topluma neler kazandırabileceğini ve bildiklerini kadınlara özgü olduğu kabul edilen başka beceriler gibi kuşaktan kuşağa aktarabileceklerini son derece etkileyici bir dille anlatıyor ; erkek egemen toplumu ve bunun bir uzantısı olan kiliseyi de kıyasıya eleştiriyordu. Sor Juana, bu açıdan feminizmin öncülerinden biri sayılıyor.


1692'de tanıştığı ikinci valinin de görevden ayrılması, Sor Juana'yı kilise karşısında bütünüyle savunmasız bıraktı. İspanya’ya geri dönen vali ve eşi yanlarından basılması için Juana’nın şiirlerinide taşıyorlardı. Şiirler İspanya’da kitap olarak basıldı.

Başpiskopos yazmasını engellemek için engizisyon ile tehdit edince pes eden Sor Juana kendi kanıyla imzaladığı pişmanlık bildiren bir itirafname yazdı; 4 bin kitabını, müzik aletlerini, teknik araç gerecini satarak parasını yoksullara dağıttı. Yazmaya son verip ibadet ve hayır işleri gibi sadece rahibeler için uygun görülen görevleri yapmaya başladı.

1695'te şehri saran bir veba salgını sırasında öldü. Her sene National Museum of Mexican Art tarafından anısına düzenlenen bir festival ile anılıyor.


Kadınların direnişini kırmak için ısrarla uğraşır, sonra da onları hoppalıkla suçlarsınız.

Kadını elde edene kadar göklere çıkarır, amacınıza ulaşınca da aşağılarsınız.

Hangisi daha zavallı; para için günah işleyen kadın mı; yoksa günah işlemek için para ödeyen erkek mi?

Hepinizin aynı derecede suçlu olduğunuz düşüncesi sizi niye bu kadar şaşırtıyor?

Ya onları ne hale getirdiyseniz o halde sevin, ya da onları sevebileceğiniz bir hale getirin.

No comments:

Post a Comment