Saturday, July 12, 2014

Dünyada Bilim Neden Ege Kıyılarında Başladı




Dünya üzerindeki ilk önemli gelişme bundan yaklaşık 10 bin önce hayvanların evcilleşmesi ve bitkilerin tarlalarda yetiştirilmesi ile başlamıştır. Tarım devrimi olarak kabul edilen bu olayların birbirlerinden bağımsız olarak Orta Doğu’da, Doğu Akdeniz’de ve Amerika’da gerçekleştiği kabul edilmektedir.
Beşbin Yıl Önce Bilinen Dünya
Beşbin yıl önce bilinen dünya küçüktü. Köylerde ürünler birlikte kaldırılır, hakça paylaşılırdı. Sonradan özel mülkiyet kavramının gelişimi ile topraklar zenginlerin ve soylu kişilerin ellerine geçti. Soylularda aslında eski bir liderin yada komutanın torunlarıydı. Yönetimde geçen yılların ardından halktan kopup soylu olmuşlardı.
 O döneme kadar savaşlarda elde edilen esirler öldürülürdü. Zaten ancak kendilerine yetecek kadar yiyecek üretebilen toplumların bir de esirleri besleyecek durumları yoktu. Mısır’da ve Mezopotamya’da insanlar daha fazla buğday üretmek için kanallar açtılar, su bentleri oluşturdular. Zamanla bereketli Nil vadisi ve Mezopotamya çok ürün vermeye başladı. Tarlada çalışacak insana gereksinim arttı. Artık esirleri öldürmemeye, tarlalarında çalıştırmaya başladılar. Böylece kölelik toplumda kendisine yer buldu. Esirlere köle değil öldürülmüş canlılar deniliyordu.

Mısır’a daha fazla üretim için esir gerekliydi. Esirde o zaman kadar ancak savaş ile elde edilebiliyordu.  Mısır ekonomisinde yarattığı artı değerle, savaşla elde edemediği esir ve malları, satın almaya başladı. Böylece esir ticareti dünyada yerini aldı. Mısır’da artan üretim  diğer toplumlarla yapılan değiş tokuşu hızlandırdı. Fenikeliler denizciydi. Doğu Akdeniz’in her limanına uğruyor ve mal alıp satıyorlardı. Mısır’ın buğdayı, Fenike’nin Sedir ağaçları, Miiletos’un yünü, Kıbrıs’ın bakırı, Toros dağlarının gümüşü en çok rağbet edilen  mallardı.
Herkülün sütunları
Fenikeliler Akdeniz’in tümüne yayılarak Cebelitarık kayalarına kadar gelmişler ve bu kayalara Melkart’ın sütunları demişlerdi.  Melkart Fenikelilerin tanrısıydı ve kimse daha ileriye gitmesin diye taşları buraya onun diktiğine inanılırdı. Daha sonra Yunanlılar bu sütunlara Herakles’in taşları, Romalılar’da Herkülün sütunları adını verdiler.
İnsanlar sınırlarını zorluyor
2,800 yıl önce Akdeniz’de ticaret ve toplumsal etkileşim çok artmıştı. Kızıldeniz yoluyla Hindistan’a ulaşılmış ve oradan saraylar için altın, gümüş, fildişi getirilmeye başlanmıştı. Denizde gidilen mesafe artmıştı ama hala kıyıya paralel gidiliyordu. Karanın izleri görülmez ise kaybolmak kaçınılmazdı. Denizde ve çölde her yer aynıydı. İnsan bu çıkmazdan havaya bakarak kurtuldu. Yıldızlar arasında yolunun işaretlerini aramaya başladı. Öğleye kadar güneş denizciyi güneye götürür, geceleri de Küçük Ayı takım yıldızları kuzey yolunu gösterirdi.
İnsanlar bir defa kendi toplumlarından çıkıp diğer ülkeleri gördükçe dünyada başla şeylerin de olduğuna şaşırıp kalmışlardı. Mısırlılar, Fırat nehrinin kuzeyden güneye doğru aktığını gördüklerinde şaşkınlıklarını bir anıt dikerek bu nehir kuzeyden güneye akar diye edebileştirmişlerdi. Çünkü tek bildikleri nehir Nil güneyden kuzeye akıyordu.  Doğal olayların dışında her toplumun farklı inanışları ve tanrıları olması da insanları şaşırtmıştı.
Resimyazı Mısır’dan Fenike’ye, Fenike’den Yunanistan’a geçti. Ve geçişte harflere dönüştü. MÖ 8. yüzyılda Fenike gemileriyle artık Avrupa’ya şarabın, buğdayın yanında alfabe de gidiyordu. Fenikeli tüccarlar Mısır’ın ve Mezopotamya’nın kültürü ve uygarlığını her yere taşıyorlardı.
Bu devirde Akdeniz’de dolaşan başka bir toplumda Yunanlılardı. Onlarda İyonya ve İtalya kıyılarındaki koloni şehirleri arasında başlattıkları ticaret faaliyetlerini diğer toplumlara da yaymışlardı. Yunan şehirlerinde zanaatkarlar arasında uzmanlaşma başlamıştı. Birisi çömlek yapıyor, diğeri boyuyor, öbürüsü de süslüyordu. Miletos yünlü kumaşlarıyla, Atina vazolarıyla ünlüydü. Yunanlılar buğday, üzüm yetiştirmek yerine dokudukları kumaşı, ürettikleri şarabı satmanın daha karlı olduğunu keşfetmişti. İnsanlar küçük dünyalarını genişletmişler, kafalarındaki sınırları aşmışlardı. Ama karşılarında büyük dünyaya tam geçişi engelleyen  bir engel vardı. Bu da ruhani dünya.
Bilim Sümerlerden, Babillilere ve Mısırlılara onlardan da Yunanlılara geçmişti. Babilliler sayıların karelerini, küplerini ve karekköklerini almayı bilirlerdi. Dairenin çevresini piramidin hacmini hesaplamayı da öğrenmişlerdi. Pi sayısını 3 olarak kabul etmişlerdi (yaklaşık 3.14). Daireyi 360 dereceye yılı 12 aya bölerlerdi. Ay 30 günden oluşuyordu. Babilliler yedi gezegen bildikleri için (güneş ve ay dahil) haftanın günlerine onların isimlerini vermişlerdi. Sonradan batı dünyası da bu adları kendi dillerine taşıyacaktır. Günün 12 saat olması bir saatin 60 dakika olması da Babillilerden kalan bilgilerdi. Babil de öğrenim gören gençler kahin olurdu. Kahinler aynı zamanda bilgin ve din adamıydı. Mısırlı kahinlerin en önemli işi ise Nil’in taşma zamanını tahmin etmekti.
Bilim ve din birbirinden ayrılmazdı ve iç içe geçmişti. Nasıl ve niçin sorularının doğadaki yanıtları henüz bulunmamıştı. O nedenle doğadaki her şeyin bir atası olduğu gibi herşeyin bir anası babası aranıyordu. Her doğal olaya bir tanrı adayarak onları da bir ailenin fertleri haline getirmişlerdi. İnsanlar kara üzerindeki coğrafi sınırlamaların olmadığı denizlerde daha uzaklara gitmeye başladıkça farklı insanlar ve onların tanrılarıyla karşılaştılar. İnsanlar ve tanrılar birbirlerine karıştılar.
Hecataeus'un haritasının yeniden çizimi
Miletoslu Hecataeus (MÖ 550–MÖ 476) zengin bir İyonya ailesindendi. Pers istilası döneminde yaşadı. Epeyce yeri gezdikten sonra kendi şehrine yerleşti, zamanını tarihi ve coğrafi çalışmalara adadı. Gezi izlenimlerini yazdığı ‘World Survey' adlı iki ciltli kitaba ’Yunanlıların fikirleri bana çelişik ve gülünç geliyor’ sözleriyle başladı. Mitolojiyi tarihsel gerçeklerden ayırmaya çalışan ilk kişilerdendi. Homeros’un sözel anlatılarının gerçekliğine inanmıyordu.
Uygarlık ile paralel bilim de gelişiyor
MÖ 600 yıllarında, Yunan uygarlığının yükselişi ile bilim gelişmeye başlamıştır. Bugünkü üniversitelere benzer Academy, Lyceum ve Museum gibi enstitüler açıldı. MÖ 6. yüzyılda, Miletos’da doğan üç İyon’ya filozofu, Thales, Anaximander ve Anaximenes, doğayı mitoloji ve din dışında, nedensellik içinde sorgulamaya başladılar. Her ne kadar Yunan bilimi Mısır ve Babil düşünce ve pratiklerinin devamı olarak kabul edilebilirse de, Yunanlılar gözlemlerinin dışında ilk genel prensipler  arayanlardı. Yunanlılar’dan önce bilim, asıl olarak gözlemlerin toplanması ve pratiğe uygulamasından ibaretti.
Eski Yunanlıların öteki uygarlıklardan en önemli farkı dinsel inançlarıydı. Eski Yunanlıların, Mezopotamya ve Mısır’ın insanlığın yeri ve kaderine ilişkin kapsamlı sorulara yanıt veren karmaşık dinleri yanında, halk öyküleri derlemesi düzeyinde kalan yalın bir dinleri vardı. Yunanlıların aklına takılan sorulara dinin kolay yanıtlar veremeyişi, felsefenin ve bilimin doğuşuna yol açmıştır.
İlk Bilimsel Eser
Bilinen ilk bilimsel eser MÖ 547 yılında Miletos’lu Anaksimandros tarafından Grekçe yazılmış ‘Doğu Hakkında’ adlı eserdir. Anaksimandros, Thales'in öğrencisi İyonlu bir filozoftur. MÖ 610 da Miletos’da doğmuş ve 64 yaşındayken 546 yılında ölmüştür.

Raffaello Santi'nin Atina Okulu adlı tablosunda solundaki Pisagor'a doğru eğilen Anaksimandros
Bir doğa filozofu ve doğa araştırıcısıdır. Bilime önderlik yapan ve evrene farklı gözle bakıp inceleyen ilk kişidir. Tarihe en büyük katkısı evren hakkında ve hayat hakkında yazdıklarıdır. O zamana kadar dünyanın göklerde bir yerlere asılı olduğu ya da bir yerden destek aldığı biçimindeki inanışı reddetmiştir. Ona göre yeryüzü şekil bakımından silindir biçiminde, ve yüksekliği genişliğinin üçte biri kadardır. Dünya evrenin merkezinde desteksiz bir konumda boşlukta durmaktadır ve hareketsizdir. Gökyüzündeki nesneleri ve depremi fizik yönünden açıklamış, Gök ölçüsü Gnomon’u bulmuş, ayrıca ilk haritayı 'sphaere' çizmiştir.
Thales’e göre maddenin ilk öğesi su
Anaksimandros’un da doğal olarak hocaları vardı. Onlardan biriside Miletos’lu tüccar, denizci ve bilgin Thales’di (MÖ 624 – MÖ 546). İlk filozoflardan olduğu için felsefenin ve bilimin öncüsü olarak adlandırılır. Ticaretle uğraşmış ve bu nedenle Mısır'da bulunmuştur.
Thales gün içinde gölgemizin bizimle aynı uzunlukta olduğu zamanı gözleyerek, piramitleri gölgelerine bakarak ölçmüştür. Aynı zamanda Nil nehrinin yükselmesinin, rüzgarın ters esmesine bağlı olduğunu bulmuştur. MÖ 28 Mayıs 585 yılında Güneş tutulması olacağını söylemiş ve izlemişti. Aynı gün Medler ve Lydialılar savaş halindeydiler. Gündüz vakti güneş tutulmasının neden olduğu hava kararmasını, Tanrıların gazabı olarak yorumlayıp çok korkmuşlar ve savaşa son verip barış ilan etmişlerdi.  
Thales, Mısırlılardan geometriyi öğrenip, geliştirerek Yunanlılara tanıtmıştır. Mısırlılar’dan yılın 365 gün olduğunu, Babillilerden ayın çapının 720 katının, ayın dünya etrafındaki yörüngesinin  çapına eşit olduğunu öğrenmişti.    İlkbaharda bir gün gökyüzünü gözetlerken o yıl zeytinin bol olacağını anlamış, bölgedeki tüm yağhaneleri kiralamıştı. Gerçekten de o yıl çok zeytin olunca yağhaneleri yüksek fiyattan kiraya vermişti. Böylece isterse filozoflarında zengin olabileceklerini göstermişti.
Ondan önce Yunanlılar doğayı ve dünyanın temel maddesini; mitoloji, Tanrılar ve kahramanlarla açıklıyorlardı. Yeryüzündeki doğa olayları tanrılarla bağdaştırılıyordu. Thales doğa olaylarının nedenlerini insan biçimli Tanrılardan çok doğanın içinde aramıştır. Mısırlıların aksine onun için güneş artık tanrı değildi. Mitolojik açıklamalar ile ussal açıklamalar arasında bir köprü kurmuştur.
Thales herşeyin içinde olan maddenin ilk öğesi olarak suyu ileri sürmüştür. Su herşeye hayat veriyordu ve su olamayan yerde hayat da yoktu. İlk öğe olduğundan dolayı toprağın suyun üzerinde bulunduğunu ve dünyanın su tarafından taşındığını söylemiştir. Bütün doğa olaylarını katı, sıvı ve gaz hallerinde bulunabilen bir tek maddenin suyun değişimleri biçiminde açıklamaya çalışmıştır. Eski Yunan geleneğine göre ilk doğa filozofudur.
Anaksimenes‘e göre herşeyin temeli hava
Anaksimandros’un öğrencisi Miletli Anaksimenes (MÖ 585-528), evreni hocasından daha farklı yorumluyordu. Ona göre dünyanın çevresinde bir gök kubbe vardı ve kubbe dünyanın çevresinde dönüyordu. Yerle gök arasında da güneş, ay ve diğer gezegenler bulunuyordu. Bu eski düşünceye geri dönüştü. Anaksimandros yıldızları gezegenlerden ayırt edememiş olmasına rağmen öğrencisi Anaksimenes gezegenlerin daha yakında olduklarını, yıldızların ise uzaklarda olduklarını farketmişti.  
Anaksimenes herşeyin çıktığı temeli sorguladı. Bu hocasının inandığı gibi su olamazdı. Dünyada herşeyi doldurabilecek herşeyin başlangıcı olabilecek bir cevher arıyordu. Hava olamaz mıydı? Hava katılaştığı zaman bulut, daha fazla yoğunlaşınca yağmur, kar oluyordu. Eğer daha soğutulabilirse toprak, taş da olabilir miydi? Eğer öyleyse aradığını bulmuştu. Topraktan da bitkiler yeşeriyordu. Anaksimenes şu sonuca vardı. Herşey sudan değil havadan meydana gelir ve havaya döner.
Ksenophanes’in yeni türküleri
Ksenophanes (MÖ 570-480) Yunanistan, İtalya ve İyonya’da elinde kytarası ile dolaşmış bir halk ozanıdır. Kolophonlu'dur (İzmir Değirmendere). Geleneklere, Yunan sporcularının yüceltilmesine, kehanetlere ve özellikle de halkının insan biçimli çoktanrıcılık anlayışına karşı çıkmıştır. Tanrılara saygı beslemek gerektiğine inanır. Tarnrıların nasıl hırsızlık ettiklerini, birbirlerini nasıl aldattıklarını anlatıyor diyerek  Homores’u aşağılar. 
Ksenophanes’e göre tanrı tekdir. Fizik olarak ve akılca ölümlü insanlara benzemez. Her şeyi görür, işitir. ‘Tanrıların bize benzediklerini sanıyosunuz, oysa öküzler yada atlarda resim çizebilseydi onlarda kendi tanrılarını kendilerine benzetirlerdi’ der.  Aslında Ksenophanes’in övdüğü yeni bir tanrıdır. Bu tanrı doğa gibi başlangıçsız ve sonsuz, uzay gibi  uçsuz bucaksızdır. Tanrı demek, tüm doğa tüm evren demektir. Ona göre ‘Tanrılar insanlara her şeyi başlangıçtan itibaren vermemişlerdir. İnsanlar araştırarak zamanla en iyiyi bulmuşlardır. Tanrılardan hakikati ve de yeryüzündeki her şeyi öğrenen olmadı asla ve olmayacaktır da. Çünkü insan bir kez doğruyu tam tuttursa bile yine de öyle olduğunu bilmeyecektir.’
Ksenophanes kibirli soylulardan ve zenginlerden nefret ederdi. Onlar da onu sevmezlerdi. Zamanla bir dağ başında yanlız yaşamaya başladı. Herşeyi kaybetmişti.Toprağını MÖ 540 yılında Anadoluyu işgal eden Persler, Atalarının inancını da aklı işgal etmişti.
Paranın ortaya çıkışıyla inanç sistemi sarsılmaya başlıyor
Miletos’un karşısındaki Samos (Sisam) adası İon uygarlığı ve zenginliğinin merkeziydi. Ada, MÖ 535’de  tiran Polycrates’in hükümdar olmasından sonra en üst konumuna gelmişti.  Samos’cular ticaret için altın ve gümüş kürecikler kullanıyordu. Daha öncesinde ise ağır Babil altın külçeleri kullanılmıştı. Sonrasında Lidyalılar küçük yuvarlark akçeleri piyasaya sürdüler. Para ortaya çıkınca tanrıya bağlanan umutlar da zayıfladı. Çok akçesi olan dilediği herşeye kavuşabiliyordu. 
Polycrates MÖ 538-522 yılları arasında tiran olarak, zenginliğiyle vatandaşlarına egemen oldu. Samos’da Hera tapınağını yaptırdı.  Başkentine su getirmek için bir km uzaklıktaki dağdaki pınardan kente Eupalinos tünelini inşa ettirdi. Tüccarlar, zanaatçılar gemi sahipleri durumlarından memnundu. Kendisine görkemli bir saray yaptırmıştı. Yönetim soylulardan ve din adamlarından tüccarlara geçmişti. Bu duruma tanrıların müdahale edeceği bekleniyordu. Nasılsa onlar Olimpos dağından her şeyi görüyorlardı. Servet ve şeref ayaktakımına geçmişti. Eski inanç sarsılmıştı. Para güç olmaya başlamıştı. Herodot’a göre Polycrates talihini döndürmek için tavsiyeye uyup mücevherlerle bezeli en değerli yüzüğünü denize atmıştı. Birkaç gün sonra bir balıkçı yakaladığı büyük bir balığı Tiran’a hediye etti. Ahçılar balığı temizlerken midesinde yüzüğü buldular. Deniz bile hediyeyi iade etmişti. Çok şanslı bir insan olan Tiran Polycrates’in herkez artık sonunun geldiğine inandı.
Pythagoras’a göre Evrenin temeli madde değil sayıdır
Bu sıralarda kurduğu tarikatına girenlere kurtuluş yolunu gösteren bir bilgeden bahsediliyordu. Tarikata girmek için zor bir sınavda başarılı olmak gerekiyordu. İnsanlar için iyi olanı ancak tanrılar, yarı tanrılar ve kahramanlar bilebilirdi. Samos’lu Bilge Pythagoras (Pisagor MÖ 570 - MÖ 495) da böyle tanrı ile insan arasından bir yüce varlıktı. Yüzük taşı yapımcısı Mnesarkhos'un oğluydu. Ticaret için babasıyla farklı şehirlere gitti. Tales'in öğrencisi oldu. Tales’in önerisiyle matematiğini geliştirmek için Mısır'a gitti. Daha sonra memleketine Samos’a döndü.
Soylu ailelerin çocukları kendisini ziyarete gelirdi. Bu toplantılardan haberdar olan Tiran Polykrates kendisini adamlarına izletiyordu. Pythagoras artan baskılardan rahatsız olarak Samos adasından ayrılıp İtalya’da çizmenin tabanındaki Kroton şehrine yerleşti. Tüm Yunan kolonilerinde egemenlik  tartışılıyordu. Zengin tüccarlar mı yoksa soylu ataların torunlarımı egemen olmalıydı? Olimpiyat oyunlarının şampiyonu güreşci Milon soyluların önderiydi. Altı kez olimpiyat şampiyonu olmuştu. Aslan postundan giysisiyle Herakles’e benzerdi. Felsefeden değil dövüşten anlardı. Krotonlular bir lider bulmuşlar ama bir de öğretmen arıyorlardı. Pythagoras o rolü üstlendi.
Olimpiyat şampiyonu Melon
Pythagoras konuşmalarında gençlere doğadaki herşeyin bir sayıya bağlı olduğunu söylüyordu. Müzik aletlerinin seslerinin bile sayıya bağlanabileceğini müzik ölçütleriyle kanıtladı. Seslerin, şekillerin,  gök cisimlerinin sırlarını açan anahtar bulunmuştu. Bu anahtar ile herşey aydınlanabilirdi.  Tanrılar her yerde değişmez bir düzen kurmuşlardı.
Pythagoros kendisi dinle mücadele edecek yerde kendisi bir dinin başı olmuştu. Orfizm mezhebiyle benzeşen kendi mezhebi vardı. Pythagoras Kroton’da bir Dostluk Derneği kurmuştu. Soylu öğrencileri burada günlerini jimnastik, matematik, müzik dersleriyle geçirirlerdi. Topluluktakiler kendilerini matematikçiler (mathematikhoi) olarak adlandırıyorlardı. Bunlar okulda yaşıyorlar ve kişisel hiçbir şeye sahip değillerdi. Topluma fazla karışmaz ve cahil topluma tepeden bakarlardı. Dernek içindeki birinci grup olan Matematikçiler daha detaylı bir eğitim görürken, ikinci grup olan Dinleyiciler Pythagoros'un yazılarının özetlerini duyabiliyorlardı. Dinleyicilerin Pythagoros'u görmeye ve mezhebin sırlarını öğrenmeye izinleri yoktu. Genelde davranış kurallarını ve erdemi öğreniyorlardı. Pythagoros, kadınların bir eşya gibi görüldüğü ve işlerinin sadece evi yönetmek olduğu bir zamanda onların toplulukta eşit şekilde çalışmalarına izin verdi.
Sonunda kentteki tüm soylular bu dernekte birleştiler. Antik Kroton şehrinde egemenlik Pythagoras’çıların elindeydi. İtalya’daki tüm kolonilerde ve Yunanistan’da dernek faaliyete geçmişti. Yönetim tarzlarını diğer şehirlere de yaymak isteyen dernek, bir bahane arıyordu. Yakındaki Sybaris şehrinden gelenlerin Kroton’da tapınaklara yerleşmesi bahane oldu. Kroton halkı Mikon yönetiminde Sybaris şehrinin üzerine yürüdü.  Şehir ele geçirilip yağmalandı, yeni düzen orada da kuruldu.
Pythagoras'ın Samos adasındaki dik açı formundaki heykeli

Dostluk Derneğindeki huzur çok sürmedi. Pythagoras’ın en iyi öğrencilerinden Gippas soyluları terk ederek halk tarafına geçti. Gippas Halk meclisinde Pythagoras ve taraftarlarının şehirden kovulmalarını istiyordu. Sonunda Pythagoras şehirden ayrılmak zorunda kaldı. Bir gece Pythagoras’çılar liderleri Milon ile birlikte, şehirde gizlice buluşup durum değerlendirmesi yaparken, düşmanları gece toplanıp evi ateşe verdiler. Milon dahil hepsi yanarak can verdi. Pythagoras yeni yerleştiği yerde gözlerden uzak yaşamını tamamladı.
Pythagoras’çıların bilim alanında en büyük başarıları astronomi deydi. İlk defa olarak yeri, evrenin merkezi olmaktan çıkarmışlar, onu küre şeklinde düşünmüşler, yerin, evrenin ortasındaki görünmeyen merkezi ateşin etrafında dolandığını söylemişlerdir. Ama bu ateşi asla Güneş olarak tanımlamamıştır. Pythagoras en çok ünlü teoremiyle bilinir. Bir dik açılı üçgende dik kenarların her birinin uzunluklarının karelerinin toplamları, hipotenüsün uzunluğunun karesine eşittir. Sayıları tek ve çift diye ayıran oydu.

Bir anlatıya göre; demirciler çalışırken örslerinden çıkan sesi duyan Pythagoras bunun çok uyumlu olduğunu düşünmüş ve "doğa kanunları buna izin veriyorsa, bu kanunlar matematikseldir" demiştir. Pythagoras, titreşen telde telin boyu ile çıkan sesin yüksekliği arasındaki ilişkiyi inceleyerek fiziksel deneyimler ile bunlara ait sayısal bağlantılar arasındaki köprüyü oluşturan  matematiksel fiziğin doğmasına yol açmıştır. Telin kısaltılmasıyla çıkardığı sesin inceldiğini keşfetmiştir. Böylece müzikte armoni ile tam sayılar arasındaki ilişki bulundu. Matematik ile böylesine yakından uğraşan Pythagoras, sayılardan edindikleri bilgileri genelleştirerek sayıları bütün varlığın ilkeleri yapmışlardır.
Bilimler akademisi niteliği taşıyan okulunda dinler ve manevi bilimlerin yanı sıra maddi bilimler (fizik, matematik, siyaset bilimi vs.) de öğretilmekteydi. Pythagoras bu bilimlere “insan bilgisinin tümünü kuşatan” anlamında “matemata”lar adını vermişti ki, matematik sözcüğü bu terimden doğmuştur.
Pythagoras Croton’da yönetici sınıfın liyakate göre atamayla seçilen bilgelerden oluştuğu yönetim modelini uygulamayı amaçlıyordu. Görüşleriyle Platon’u etkilemiştir. Yönetim için mücadele eden iki taraf da bilimi kendisine kalkan yapmaya çalışıyordu. Pythagoras’çılar eski dinin ve eski düzeni ayakta tutmak için bilimden medet umuyorlardı. Bilimi kendilerini yani soyluların menfaatlerini korusun diye geliştirmişken  bilim ilerledikçe onların duvarları yıkılıyordu. Ne yazık ki Pythagoras’çıların öğretilerinin temeli yanlıştı ve bilim için zararlıydı. Pythagoras’çılara göre ‘Sayı her şeydir. Evrenin başlangıcı ve temeli madde değil sayıdır’. Bu yanlış görüş bilimi doğru yolundan saptırıyordu.
Herakletios’a göre doğa durmadan değişip yenileşiyor ve herşey görecelidir
2,400 yıl önce değerler sarsılmıştı. İyi sayılan kötü sayılmaya başlamış. Hiçbirşeyi olmayan birden zenginleşiyor, herşeyi olan da bir gecede hepsini kaybedebiliyordu. Halktan biri saygı görürken kral yakını soylu dışlanıyordu. Pythagoras dünyada ahengin bozulamayacağından emindir. Düzen tanrılar tarafından kurulmuştur ve yaşanan kaos geçicidir, bir müddet sonra düzen yeniden kurulacaktır diye düşünür. Herakletios(MÖ 535 – MÖ 475) ise farklı düşünüyordu. Soylu bir aileye mensuptu. Ephesos’a kral olma zamanı geldiğinde bu hakkını kardeşine bırakıp, Atalarının hükümdar olduğu kentini terkedip, av tanrıçası Artemis’in tapınağının yakınlarına yerleşmişti. Sert ve aksi bir ihtiyardı. Karışık ve üstü kapalı konuşurdu. Eski tanrılara da inanmaz olmuştu. ‘Tanrıların heykellerine yalvarıp yakarmak, duvarla konuşmak demektir’ derdi. Filozoflara fazla değer vermez yalnızca Thales’i ayrı tutardı.
Herakleitos’e göre tüm evren ateşten var olmuştur ve bir süre sonra yine ateşe dönecektir. Evrenin var oluşu ve yok oluşu olayı periyodik olarak sonsuz kere yinelenecektir. ‘Ne bir tanrı ne de bir insan tarafından yaratılmış olan evren eskiden ve şimdi olduğu gibi kendi yasalarına göre yanan ve yavaş yavaş sönen canlı bir ateş olarak ileride de var olacak tek varlıktır. Evrenin ateşi söndüğü vakit dünya meydana gelir. Her şey soğur, yoğunlaşır. Sonra tüm dünyayı saran bir yangın her şeyi yeniden ateşe çevirir. Evren bir kaos olmayıp bir ahenkdir. Görünen düzensizlikte kendine özgü bir düzen vardır. ‘
Herakleitos insan aklının da bağlı olduğu evren yasası fikrini ‘Logos’ diye adlandırdı. Logos, Zeus egemenliğini devirecek Antik Yunan ve İyon kentlerinde deprem yaratacaktı. Evren zıt unsurlardan meydana gelmiştir. Karşıt olan şeyler bir araya gelir ve uzlaşmaz olanlardan en güzel uyum doğar. Her şey çatışma sonucunda meydana gelir. Varlıkların meydana gelişi ancak birbirlerine zıt olan ve bundan ötürü birbirlerini devam ettiren zıtların çatışmasına bağlıdır. Karanlık olmazsa aydınlığın, eğrilik olmazsa doğruluğun da olmayacağını anlatmaya çalışıyordu. İnsanların kendisini anlamakta zorlandıklarını biliyordu. Yaşanan dünya fiziksel olarak genişlemişti ama insanların görüşleri eskisi gibi dardı.
Herakleitos'a göre her şey akar ve sürekli değişir. Ve her şey görecelidir. Evrensel görecelilik iyinin, kötünün; doğrunun, yanlışın; adaletin, adaletsizliğin aslında göreceli kavramlar oldukları düşüncesini doğurur. Ancak Herakleitos'a göre iyiliğin var olması için kötülüğün, ışığın varolması için karanlığın, tokluğun varolması için açlığın olması gereklidir. Adaletsizlik olmasaydı adaletin adı bilinmezdi. Herakleitos hastalığın sağlığı; açlığın tokluğu; yorgunluğun dinlenmeyi hoş kıldığını söyler. Yüzyıllar sonra insanlar doğada durgunluk olmadığını doğanın durmadan değişip yenileştiğini ilk olarak Herakleitos anladı diyeceklerdi. Herakleitos'un amacı insanları Logos'a uygun davranmaya sevketmektir. En üstün amaç bilgelik ve doğruyu bulmak, doğruya uygun yaşamaktır. Mutluluk hakikati bilerek, ona uygun yaşayarak elde edilir. Mutluluk bedensel hazlardan kaynaklanmaz.
Empedokles: Hiçbir şey yok olmaz hiçbirşey de yoktan var olmaz
Empedokles’de (MÖ 490-430) Herakleitos gibi bir kral ailesindendi. Dedeleri Sicilya’da Yunan kolonisi Akragas kentinde hükümdarlık yapmıştı. Empedokles’de sarayda yetiştiği halde hükümdar olmak istememiştir. Akropol’de hükümdarlar yerine sıradan insanların yönetimde olmasını isterdi. Zaten Akragas’ı hükümdar değil birkaç soylu aile yönetiyordu. Empedokles bu soylulara düşman olup bütün özgür vatandaşların eşit olmasını istedi. Uzun bir mücadeleden sonra halk yönetim geldi. Empedokles’i yönetici seçtiler. 
Empedokles, bilginin doğal güçleri denetlemek için anahtar olduğunu, bilgiyle insanların rüzgarları durdurabileceğini, yağmur yağdırabileceğini ve hatta ölüleri Hades ülkesinden geri getirebileceğini ileri sürmüştür. Empodokles bütün birikimini insanların hizmetine vermeye başladı. Kentte pis suların karıştığı ırmak nedeniyle çıkan veba salgınını, diğer iki ırmağın suları ile kirli nehrin sularını temizleyerek  son vermişti. Dağlardan esen kötü kokulu güney rüzgarının bahçelerde yarattığı olumsuzluğu önlemek için kuzey taraftaki kayaları kırdırarak hava akımı yaratmış ve sorunu çözmüştür.  
Empodokles bir bilgeydi ve kendisinden önce Thales’in, Anaksimandros’un, Anaksimenes’in Herakleitos’un başladıkları işe devam ediyordu. Doğa düşünürlerinden biri olan Empedokles, kendinden önceki doğa düşünürlerinin evreni oluşturan temel öğe olarak belirlediği, su, ateş ve havaya, toprak öğesini de ekleyerek, hepsini bir arada kullanan ilk düşünür olmuştur. Bunların birleşmesiyle maddeler meydana gelir, ayrılmasıyla da maddeler değişirdi. Hiçbirşey yok olmaz. Hiçbirşey yoktan var olmazdı.
Toplumda eski inançlar o kadar kuvvetliydi ki tanrılara isyan eden bu filozofu halk ölümsüz bir tanrıya dönüştürdü. Filozof Empedokles bir gece dostlarıyla şölenden sonra sofra başındaki sedire uzanmış konuşurken, birden gökte bir ışık belirdi ve Empedokles’i çağıran bir ses duyuldu. Bundan sonra yeniden karanlık ve sessizlik oluştu. Gün ağardığında Empedokles’in yatağında olmadığı anlaşıldı. Çevrede aranmasına rağmen bulunamadı. Anlaşılan tanrılaşmış ve göğe yükselmişti. Bir başka söylentiye göre de kendini Etna dağının tepesindeki yanardağa atmıştı. Gerçek ise başkaydı. Akropol’de iktidarı yine soylular ele geçirmişti. Şehirden kovulan Empedokles Peloponnesos dağlarında bir sığınakta yaşıyordu. Bir dönem tanrı gibi tapılmış saygı gösterilmiş, sonrasında ise kovulup unutulmuştu. Empedokles'in kendisinden sonra gelen düşünürler arasında özellikle Aristoteles üzerinde etkisi olmuştur.
Persler ve Pers-Yunan Savaşları
MÖ 550-500 yılları arasında Persler, uzun süreler Asurluların ve Babillerin esareti altında yaşadıktan  sonra Pers İmparatorluğunun kurucusu Keyhüsrev komutasında Babil şehrini ele geçirerek tutsak yahudileri serbest bırakmış ve onlarda memleketleri olan Kudüs’e dönmüşlerdi. Persler MÖ 538 yılında Mısır’a yöneldiler, sefer sırasında  kralları Keyhüsrev öldü yerine oğlu Kambyses kral oldu ve Mısır’ı fethederek 3 bin yıldır devam eden Mısır Krallığına son verdi.
 Kambyses’den sonra Pers tahtına Dareios çıktı. Hedefi Anadolu’ydu. Orduları Batı Anadolu’daki  İyonya şehirleri dahil tüm Anadolu’yu fethettiler. İyon şehirleri Miletos’un liderliğinde isyan ettiler. Atinalılar bu isyanı donanma göndererek desteklediler. Dareios direnişi kısa sürede kırdı ve Atinalılara gereken dersi vermek için büyük bir donanma hazırlattı. Bu donanma Yunanistan açıklarında korkunç bir fırtınaya tutularak kayalıklara sürüklenerek battı. Sağlam kalan gemiler de Yunan donanması karşısında başarısız oldu.
Dareios bunun üzerine MÖ 490 yılında yeni bir donanma gönderdi. Pers filosunun bir bölümü  Atina yakınlarında Marathon denilen yerde karaya çıktı.  Artık 100,000 kişilik orduyla Atina’ya yürüyeceklerdi. Atina ordusu ise ancak 10 bin askerden oluşuyordu. Atinalı askerler sıra sıra dizilerek müthiş bir savunma hattı oluşturup, düşmanı durdurdular. Sonra Perslere saldırdılar. Atinalılar sonunda düşmanlarını yendiler. Geri çekilen Pers donanması, hedefini yeniden Atina’ya yöneltti. Denizden Atina’ya gitmek karadan gitmekten daha fazla zaman alıyordu. Atina ordusu komutanı seçtiği bir askere koşarak Atina’ya gidip haber vermesini istedi.Haberci 40 km den daha fazla bir mesafeyi hiç durmadan koştu, haberi  verdikten sonra da öldü. Atina şehri hemen hazırlıklara girişti. Atina ordusu da Pers donanmasında önce şehre gelerek hazırlıklara katıldı. Limana gelen Pers ordusu Atinalıları savunmada görünce saldırmaktan vazgeçerek memleketine geri döndü. Sonrasında Dareios çıkan bir isyanda öldü. Yerine Kserkses Pers kralı oldu.
Yeni kral Kserkses MÖ 480 yılında 1 milyon fazla kişiden oluşan ordusunun başında Yunanistan’a sefere çıktı. Ordunun bir bölümü karadan Çanakale üzerinden Yunanistan üzerine yürürken diğer bölümü gemilerle gönderildi. Yunanistan’ın kuzeyinde Termopil adlı bir dağ geçidinde Spartalı askerler Persleri durdurmaya çalıştılar. Spartalılar kahramanca mücadelelerine rağmen bir hainin gösterdiği patika yoldan geçen Perslerin tuzağına düştüler ve hepsi öldüler. Persler, zaferin ardından Atina üzerine yürüdüler. Atina yöneticisi, Persleri bir kez daha yenebileceklerini inanmıyordu bu nedenle savaşmak yerine şehri boşalttı. Tüm kent halkını bir adaya gönderdi. Askerleriyle birlikte donanma ile açıkta beklemeye başladı. Persler şehre girdiklerine bomboş bir şehir buldular. Şehri yakıp yıktılar. Ertesi sabah Atina donanmasına saldırdılar. Daha küçük ve çevik gemilere sahip olan Atinalılar Persleri bir kez daha deniz savaşında yendiler. Persler de bir daha Avrupa topraklarına ayak basmayacak şekilde memleketlerine geri döndüler.   
Bilim neden başka yerde değil de Yunan kültürünün egemen olduğu İyonya’da gelişti ?
Bilimin niçin ilk İyonya’da geliştiği noktasında pek çok neden ön plana çıkmaktadır. Yunanlılar  ve İyonyalılar denize açılan, merkezi olmayan ekonomiye sahip, şehir-devletlerde üst sınıf vatandaşlarca yönetilen insanlardı. İyon şehir devletleri ticaretten zengin olmuştu ve önemli ticaret yollarının kesiştiği noktada idiler. Ticaret nedeniyle birçok farklı toplum ile iletişim halindeydiler. Baskı rejimi ile yönetilmiyorlardı. Özgür düşünceye sahiptiler.

Her ne kadar popüler bir din yaygınsa da, katı organizasyona sahip din hiyerarşisi yoktu. Babil ve Mısır’da gerçekte dini liderlerin elinde olan bilim, İyonya’da ve Yunanistan’da sıradan insanların elindeydi. Bütün bunlar insanların düşüncelerin özgürce ifade edilmesini sağladı. Felsefi düşünceler serbestçe tartışılabiliyordu. Yaradılış kuramı Yunan dininde yoktu. Bilim bir anlamda başlangıç hakkında kuramlar üreterek, dinin rolünü oynamaktaydı. Bununla birlikte, var olan dinle filozoflar arasındaki çatışmalar özellikle MÖ 5. yüzyılda keskinleşti. Bu keskinleşme Anaxagoras’ın Atina’dan sürülmesine, Sokrat’ın öldürülmesine, Aristo’ya saldırılmasına kadar vardı.
Miletos, Hayali yeniden çizim
Küçük Asya’dan yani İyonya’dan başlayan Yunan kültürü ve bilimsel düşünme, daha sonra Yunan adalarına ve İtalya’nın güneyindeki Yunan kolonilerine kadar uzandı. İlk Yunan biliminin materyalist olduğu görülmektedir. Leucippus ve Democritus gibi atomist düşünceyi geliştirenler, madde tarafından şekillendirilmeye inandılar. Pluton okulundan etkilenen Pythagoras’cular, bilimsel düşünceyi daha metafizik yöne çevirdiler.
Bilim İyonya’dan Yunanistan’a kaçırılıyor
İlk filozoflar Ege sahillerindeki İyon şehirlerindendir. Miletos, tarihçi Heredotos’un memleketi olan Halikarnasos’dan(Bodrum) uzak değildi. Samos(Sisam),  Ephesos hepsi birbirlerine yakın şehirlerdi. Yunan bilimi işte bu bölgede MÖ 6. yüzyılda doğup gelişmişti.

MÖ 356'da yakılıncaya kadar Dünyanın yedi harikasından biri kabul edilen Ephesus Artemis tapınağı

MÖ 6. yüzyılının sonu ile 5. yüzyılın başında Persler Anadolu’yu işgal etmişti. İstilacılar şehirleri birer birer ele geçiriyorlardı. Perslerin müttefikleri Fenikeliler Ege sahillerini kontrolleri altına almışlardı. Ölümlüler arasında en mutlu insan sayılan Polykrates Persliler tarafından çarmıha gerilerek öldürülmüştü.   Miletos şehri Perslilere karşı ayaklanma çıkarmasına rağmen Atina destekli deniz filoları Perslerin müttefiki Fenike donanmasına mağlup oldu.
Pers işgali sonrasında doğudan batıya, Yunanistan’a, Sicilya’ya, Güney İtalya’ya göç başlamıştı. Göçenler arasında bilim adamları da vardı. Bunlar beraberlerinde papirus tomarlarını, haritalarını da götürüyorlardı. Bilim Anadolu’dan Yunanistan’a kaçırılıyordu. Pers zaferinin ardından Yunanistan’a refah geldi. 5. yüzyılda gemiler artık Miletos’a değil Atina’ya geliyordu. Batı Anadolu’dan kaçan bilim adamları da yeni vatanlarını bulmuşlardı. Atina’yı soylu kişiler yönetiyordu. Sonradan bunlar devrilip ikdidardan uzaklaştırıldılar. Bütün devlet işlerine Halk meclisi bakmaya başlamıştı. Halk meclisi, tüccar, zaanatkar ve gemi sahiplerinden oluşuyordu. Eski soylu ailerin, beylerin torunları da artık ticaretle uğraşmaya başlamıştı. Kar hırsı herkezi sarmıştı. Şehrin merkezi Akropol değil, Agora olmuştu.
Herodotus, çağının gerisinde kalan tarihçi
Halikanas’lı Herodotus (MÖ 484 - MÖ 425) tarihin babası olarak anılır. Gezilerinde gördüğü yerleri ve insanları anlattığı, Herodot Tarihi olarak bilinen eseriyle tanınır. Eserinin esas konusu, MÖ 492-449 yılları arasında Persler ve Yunanlar arasında gerçekleşen Pers savaşlarıdır.
Uzun süre Atina'da yaşayan Herodot'un Mısır'a gidip Assuan'a kadar indiği, Mezopotamya'yı, Filistin'i, Güney Rusya'yı gördüğü, Afrika'nın kuzey kıyılarında bulunduğu sanılmaktadır. Yaşlılığında İtalya'daki Thurii adlı Yunan kolonisine çekilmiş, kendisine "Tarihin Babası" olma ününü kazandıran eserini yazmıştır.
Heredotos’un zamanında yaşamış olan birçok bilim adamı ırmaktaki suyun güneş ışınlarının etkisiyle buharlaştığını bilirdi. Heredotos ise güneşin bir tanrı olduğuna ve gökte gezinirken susayıp ırmaktan su içtiğine inanırdı. Anaksimandros, Anaksimenes, Pythagoras yıldızların hareketlerinde bağlı oldukları yasa ve sayıları incelemişlerdi. Heredotos ise soğuk rüzgarın, güneşi yolundan saptırabileceğine inanır, bu nedenle de kışın soğuk olduğuna inanırdı. Empedokles için gök cismi olan yerde, Heredotos bir gök ruhu bir tanrı görürdü. Herodot, antik çağlar yazarlarından beri, yanlılığı, hataları ve intihalciliği dolayısıyla eleştirilmiştir.  
Perikles, Atina’ya altın çağını yaşatan lider
Perikles (MÖ 495-429) Atina’lı aristokrat bir aileye mensuptu. Çocukluğunda Anaksagoras’dan ders alarak iyi bir siyasetçi olarak yetiştirildi. Demokratlar grubundandı. MÖ 461 yılındaki seçimlerde Arhon seçildi. Atina'da dikta rejimi kurdu. MÖ 444 yılında muhalefeti yok edip, diktatör oldu.
Perikles, ülkede, sanat ve mimari eserler yaptırdı. Reformlar gerçekleştirdi, kanunları düzenledi. Atina'yı, Yunanistan'ın en önemli şehri haline getirdi. En meşhur bilginleri topladı. Yayılma siyaseti takip ederek, Spartalılar ve Perslerle mücadele etti. Spartalılarla olan ilişkileri MÖ 431'de tekrar bozuldu ve Peloponnes savaşları başladı. Perikles, savaşta başarılı olmasına rağmen, yakalandığı veba hastalığından öldü.
Atina, Akropolis, hayali maket 

Anakagoras: Maddenin çekirdekleri
Anaksagoras (MÖ 500-428), Urla yakınlarında Klazomenai şehrinin soylu ailelerinden birine mensuptur. Bütün servetini, hayatını adadığı bilimsel araştırmalar uğruna tüketmiş olduğu rivayet edilir. Anaksagoras Atina'ya yerleşmek için gelen ilk düşünürdür. Atina’da dönemin en güçlü kişisi olan Perikles'in dostu olmuştur. Devrin başka bir önemli siması olan tragedya yazarı Evripides'le de dostluk kurmuştur. Gök cisimlerini incelemesi ve gök taşının düşmesi onu evrensel düzenle ilgili yeni kuramlar geliştirmeye itmiştir. Ay ve güneş tutulmaları, gök taşları, gök kuşağı ve büyük ışık saçan bir kütle olarak tanımladığı güneş ile ilgili bilgiler vermeye çalışmıştır. MÖ 468 yılında düşen bir gök taşını incelemiş ve onun kızgın bir taş kitlesi olduğu kanaatine varmıştı.
Kuramları halkın inançlarına ters düşmüştür. Zira o dönemde güneş Yunanlılar için bir tanrıdır ve onu bir taş olarak nitelendirmek büyük saygısızlıktır. Bu nedenle MÖ 450'de Anaksagoras, Perikles'in siyasi karşıtları tarafından, yerleşik inanca karşı geldiği gerekçesiyle mahkemeye verilmiştir. Perikles sayesinde serbest bırakılmışsa da yine de Atina'dan ayrılıp İyonya'da bulunan Lampsakos'a (Çanakkale-Lapseki) gitmeye zorlanmıştır. Orada okul kurmuş ve MÖ 428'de ölmüştür.
 Atinalı yönetici Perikles evinde organize ettiği ve soyluları çağırdığı sohbet toplantılarında, hocaları Anaksagoras konuşurdu. Perikles bu filozofa akıl danışırdı. Şölende büyük heykeltraş, ressam, mimar Phidias’da olurdu. Atina’daki görsel sanatların piri bu kişiydi. Hareketsiz mermer bloklara can veren, Tapınakları süsleyen oydu. Şehirdeki inşaatcıların başıydı. Anaksagoras’ın bir diğer öğrencisi de Euripides’di. Kadere ve tanrılara baş eğmiyordu. Euripides trajedyalarının sözleri tiyatroda seyirciyi sarsıyordu. Eserlerinde tek tek tanrılardan hesap sormuştu.
 Bütün bu insanlar Anaksagoras’ı dinlemek için toplanmışlardı. Anaksagoras evreni anlatıyor, dinleyiciler, evrende başka dünyalar da olduğunu öğreniyorlardı. Anaksagoras maddenin çekirdeklerinden bahsediyordu. Evreni oluşturan unsurlar dört değil sonsuz sayıdadır diyordu. Anaksagoras tanrılara inanmıyordu. Ama bir yüksek akılın evrene ilk itişi vermesi, kendi kendine hareketlenen oyuncağı kurar gibi kurması gerektiğini düşünüyordu. Anaksagoras yoktan hiçbir şeyin var olmayacağını ve hiçbir şeyin de yok olmayacağını düşünüyordu. Dolayısıyla ona göre mutlak anlamda bir oluş ve yok oluş yoktu.
Anaksagoras’ın öğrencileri de ev sahibi Perikles de ileri görüşlü insanlardı. Atalarının inandıklarına körü körüne inanmazlar, insan aklını herşeyin üstünde tutarlardı. Perikles hakkında anlatılan bir hikayeye göre; Perikles bir savaşta askerleriyle gemiye binmeye hazırlanırken güneş tutulması olur ve hava kararır. Herkez bunun kötü bir belirti olduğunu sanarak korkar. Perikles dümencinin korkudan denize açılmaya cesaret edemediğini görünce pelerinini dümencinin göz hizasına kaldırarak pelerinden korkuyor musun diye sorar. Dümenci hayır diye yanıtlayınca. O zaman şimdi niye korkuyorsun. Hava kararmasının nedeni güneş tutulması. Ay pelerinin yerine geçmiş durumda. Güneşin ışıklarını engelliyor.
Leukippos: Atomculuk
Leukippos, büyük olasılıkla Miletos’da doğmuş, MÖ 5. yüzyılda yaşamış Yunanlı filozoftu. Atomculuk ile ilgili çalışma yapmış ve atomculuk teorisini geliştirmişdi. Ayrıca, maddelerin gözle görülemeyecek kadar küçük bileşenlerden oluştuğunu savunmuştur. Bu teoriyi, öğrencisi Demokritos daha da ayrıntılı olarak geliştirecektir.
Aristophanes: Komedyanın büyük yazarı
Atinalı, Aristophanes (MÖ.456-MÖ.386) eski komedyanın en büyük yazarıdır. Eserlerini Perikles’in MÖ 429 da ölümünden sonraki dönemde vermiştir.   Atina demokrasisinin en parlak döneminde yaşamıştır. Perikles'in ölümünden sonra iktidar olan demokratların çıkarcı, savaş yanlısı ve ikiyüzlü davranışlarını hicveder.
Aristofanes geleneklere bağlı ve her yeniliğe tepki gösteren bir yazardı. Düşüncelerinde tutucuydu.  Aristofanes’in gözünde Sokrates gibi düşünürler tehlikeli ihtilalcilerdi. Gelenekleri yıkan, törelere saygı göstermeyen düşünürlerdi. Tutuculuğuna rağmen, bir oyununda gerçekleşeceğini umduğu barışı tesis etme görevini kadınlara verir. Bu durum, kadınların yurttaş bile sayılmadıkları Atina toplumu açısından önemli bir adımdır. Çoğunlukla oyunlarında kadın ile erkek arasındaki aşk temasını işler.
Demokritos: Atomların dansı
İnsan gün geldi evrendeki sonsuzluğu ve gökteki yıldızları ve yerdeki kum taneciklerini oluşturan en küçük zerrecikleri yani atomları da gördü. Bunu ilk anlatan büyük filozof Demokritos oldu. Adı halkın seçileni anlamına gelir. Demokritos, Selanik yakınlarında Abdera şehrinde doğdu, MÖ 460-370'lü yıllarda yaşadı. Babası kentin önemli isimlerindendi. Babasıyla Ortadoğu’ya yaptıkları bir gezi sırasında  Pers kralı Keyhüsrev evlerinde misafir oldu. Pers kralı ayrılırken maiyetindeki büyücü bilim adamlarından birkaçını misafir olduğu evde bıraktı. Demokritos çocukluğunda işte bu Pers hocalardan ders aldı. Zerdüşt dinine inanan bu insanlar, tanrılara inananları akılsız sayarlardı. Onlara göre iki dünya vardır: Büyük Dünya yani evren ve Küçük Dünya yani insan.
Demokritos’un hocası Leukippos’du. Miletos’lu filozofların öğretisini yani evrenin aslını, maddenin sağladığını Leukippos’tan öğrenmişti. Babası ölünce Demokritos’a büyük bir servet kaldı.  Yaşadığı kent Arkhon’a başkan seçildi. Demokritos şehir yöneticisi olarak yurdunda kalmadı, bilgi peşinde o zaman bilinen dünyayı dolaştı. Mısır’a, Babil’e gitti. Kahinlerle büyücülerle konuştu ama esas öğretmeni doğaydı. Demokritos uzun gezisinden şehrine servetini tüketmiş olarak döndü. Tüm parasını kiraladığı gemilere harcamıştı. Abdera halkı yönetiminden memnun değildi. Başkan seçtikleri kişi servetini ve zamanını dış ülkelerde tüketmişti. Görevi kötüye kullanmaktan mahkemeye verildi. Demokritos yargıçların önünde savunma yapacak yerde yazdığı yeni eseri ‘Büyük Dünya Düzeni’ni okumaya başladı. Yargıçlar evrenin doğuşu ve kuruluşunu anlatan kitabını ilgiyle dinlediler. Davayla ilişkisini kuramadılar ama sonunda kazandırılan eserin değerinin harcanan paradan fazla olduğunun anlayıp beraat ettirdiler. Hatta parasal ödül verilmesine ve heykelinin dikilmesine karar verdiler.
Demokritos bir süre sonra yeniden gezilere başladı. Bu kez Sokrates ve diğer filozofları tanımak için Atina’ya gitti. Anaksagoras’ı da ziyaret etmek istedi ama yaşlı Anaksagoras onu kabul etmedi. Çünkü Demokritos,  Anaksagoras’ın yüksek akıl diye yorumladığı itici güce ihtiyacın olmadığını söylemişti.  Evreni başsız ve sonsuz kabul ediyordu. Hareketin bir başlangıcı olmadığı için bir başlangıçtan bahsetmekte anlamsızdı. Bu düşünceler yaşlı Anaksagoras’a fazla cüretkar gelmişti. Ama Atinalı genç filozoflardan Demokritos’a ilgi duyanlar oldu. Demokritos şöyle diyordu: Bir cam kaba su koyun, sıkıca kapatın, sonra da kaynatın, bir süre sonra su kabı patlatacaktır. Nedeni suyun kaynamasıyla suyun içindeki atomların genişleyip içinde bulunduğu cam kabın duvarlarını patlatmasıdır ‘ diye açıklıyodu. Atomlar gözle görülemiyecek kadar küçük parçacıklardır. ‘Bir tapınaktaki altın elin zamanla neden  zayıfladığını yani aşınıp küçüldüğünü anlamıyoruz. El öperken gözle görünmeyen atomlar parçacıklar kopuyor’ diyordu.
Demokritos, Dünyanın oluşumu için; Evrenin merkezinde toplanan ağır atomlar dünyayı meydana getirdiler. Ağır atomların etrafında daha hafif olan suyun atomları yerleşti. Bunlardan daha hafif olan hava ise en dışta yer aldı. Dünyanın merkezine doğru yönelen su iki çukuru doldurdu. Biri etrafında insanların yaşadığı Akdeniz, ikinci çukur da dünyanın diğer tarafıydı. Denizlerdeki su buharlaşınca denizin dibi açıldı. Bunun için dağlarda deniz kabukları mağaralarda balık ve yunus izleri  buluyoruz.
Demokritos zamanının en akıllı insanı olmasına rağmen gene de özgür yaşamın özgür insanların hakkı olduğuna  kölelerin köle olarak kalması gerektiğine inanıyordu. Eşitlikten yanaydı ama egemenliğin toplumun en alt tabakasın geçmesine karşıydı. Ona göre yanlız atomlar aleminde değil devlette de en üst yer güçlülerin olmalıydı.
Kölelerin yaratığı düzen bozukluğu
İnsan doğaya egemen olma ve özgrlük konusunda hayli ilerlemişti. Ama kölelik hayatın içindeydi. Hiçbir Atinalı vatandaş kölesiz yaşayabileceğini düşünemez olmuştu. Köle efendinin herşeyi idi. Sözden anlayan canlı bir alet, robot gibi. İş yapmak için nasıl alete gereksinim varsa yaşam içinde köleye gereksinim vardı. Köle fiyatlarıda bir öküzün fiyatının biraz üstündeydi. Daha fazla köle için savaşmak gerekiyordu. Savaşlar maliyet demekti. Köleler Atina nüfusunun %40’ına ulaşmıştı. Köleler artıkça özgür işçiye gereksinim kalmamaya başladı. Onların işini köleler yapıyordu. Atina’da işsizlik arttı. Özgür işçiler ancak şehir meclisinin yardımlarıyla hayatlarını devam ettirmeye başladılar. Sonra buna alışıldı. Önceleri tanrıların boş gezeni, çalışmayanı sevmediği söylenirdi. Sonradan çalışma hor görülmeye başlandı. Çalışmanın ruhu ve bedeni sakatladığı düşünülmeye başlandı. Atinalılar tembelleşmişlerdi.
İnsan doğaya egemen olmaya özgürlüğe giderken, çıkmaza düşmüştü. Bu sorunun çözümü köleliğin kalkmasıydı ama insanlar bunu asla kabul etmediler ve anlamadılar. Bu durumda mevcut işsiz ve umutsuz gençlik gemilerle yeni maceralara yeni şehirlere göçmeye başladı. Dış ülkelerde koloniler kurulmaya başlandı. Atinalı özgür vatandaşlar memleketlerinden olmuşlardı çünkü memleketlerinde gereğinden fazla köle vardı.
Bir zamanlar hayat daha güzeldi
İnsanlar kölelik öncesi devri özlemeye başlamışlardı. Geçmişte daha mutlu olduklarını hatırlıyorlardı. O zaman doğruluk adalet gökte değil yerde yaşıyordu. Yeryüzünde ne kölelik vardı ne zenginler ne de yoksullar. O zaman doğaya barış egemendi. İnsanlar istediklerini topraktan kolayca alırlardı.
İnsanlık demir çağındaydı ve Atina’da durum endişe vericiydi. Memnun olmayanların şikayetleri gün geçtikce artıyordu. Hükümdar Perikles’in işi zorlaşmıştı. Halk meclisinde fırtınalar kopuyordu. Perikles soylu bir aileden olmasın karşın halk tarafına (Demokratlar) geçtiğinden beri soylular tarafından sevilmez olmuştu. Soylu kişiler iktidarı yeniden ele geçirmek isteyince halk bunların şehirden kovulmalarını istedi. Soyluların çoğu Atina’yı terkederek soyluların yönetiminin hüküm sürdüğü, eski düşüncenin hakim olduğu, Sparta’ya gittiler. Spartalılar geçimlerini zanaat ve ticaret ile değil köle çiftcilerin işlediği topraktan sağlarlardı.
Gücün topraktan alan Sparta ile gücünü deniz ticaretinden alan Atina arasındaki düşmanlık gün geçtikçe artıyordu. Sparta, Atina’ya düşman olanları, denizdeki gücünü artırmak için Atina ile savaşanları destekliyordu. Atina içinde de muhalefet mücadeleyi artırmıştı. Perikles’i doğrudan hedef alamayanlar etrafındakileri hedef seçmişlerdi. Perikles’in dostu mimar heykeltraş Phidias zindandaydı. Tanrıça Athena’nın elindeki kalkana Perikles ile birlikte kendi siluetini yansıtmakla suçlamışlardı. Sonunda Phidias zindanda öldü. Sırada Perikles’in eşi Aspasia vardı. O da eski tanrı ve törelere saygısızlıktan suçlanıyordu. Perikles kurtarmak için boşuna uğraştı.
Soylular Atina’da yeniden iktidar oluyor, Anaksagoras’u zincire vuruyorlar
Perikles düşmanları, yeniliklere düşman olan soylular sonunda meclise egemen oldu. Halk meclisinde, Atina’lıların akil adam adını verdikleri Anaksagoras, ‘Güneş ona göre tanrı değil bir taşmış, her şeyin arkasında ulvi nedenler aramak gerekirken o basit sebebler arıyormuş’ diye günahkarlıkla suçlandı. 
Son birkaç yüzyılda herşey değişmişti ama Olimpos’daki tanrılar halkın gözünde eski zamanlardaki gibi yaşıyorlardı. Sözde tanrı Zeus soyundan gelenleri Atina halkı çoktan yönetimden atmıştı ama Olimpos Tanrılarına olan inanç halkta hala devam ediyordu. Anaksagoras zindanda ölümünü beklerken birden zindan kapısı açıldı ve Perikles’in gönderdiği Anaksagoras’ın öğrencileri, hocalarını alarak limanda bekleyen yelkenliyle kaçırdılar. Anaksagoras hayatının son bölümünü yaşayacağı uzaklara gidiyordu.            
İnsan kendi felaketini hazırlıyor
İnsan özgürlüğe kavuştuğunu düşündüğü bir zamanda, kölelik gelmişti. İnsan gerçeğe yaklaştığında önüne batıl inançlardan, ön yargılardan oluşan, bir duvar çıkıyordu. İnsan zenginliğiyle övünürken bir adım sonra zenginlik fakirliği de beraberinde getirmişti. İnsan demiri işlemeyi öğrenince önce saban yaptı ardından da kılıç. İnsan evrimi süresince hem doğayla hem de hemcinsleriyle savaşmıştı. Yunanistan’da herkez birbiriyle savaşmaya başladı. Köleler köle sahipleriyle, soylular halkla, yoksullar zenginlerle, denizciler köylülerle. Komedya yazarı Aristophanes insan davranışlarını hicveden eserler yazıyordu
Şehirlerde nüfus artmış, yiyecek kıtlığı çekiliyordu. Şehrin üretimi kendisine artık yetmiyordu. Başka şehirlerden alınan buğday ile birlikte korkunç bir felakette geldi. Veba. Hastanın hafifce dokunması, nefesi bile hastalığın bulaşmasına neden oluyordu. Herkez yaşlı, genç, çocuk, zengin fakir ölüyordu. İnsanlar tapınaklarda günlerce dua ettiler. Ama Tanrılar oralı değildi. Her yer cesetlerle dolmaya başladı. Kahinler karanlık tablolar çiziyor, eski güzel günler özleniyordu. Suçlanan yeni kavramlar ve anlayışlardı. Akla tapan halk yığınları kurtuluşu batıl inançlarda aramaya başladılar.  
Tahıl tüccarları elindeki malı depolayıp saklıyor, korsanların gemilerini yağmaladığı söylentileri çıkarıp fiyat artırıyorlardı. Tarlalar yıllardır savaşlar nedeniyle doğru dürüst sürülmüyordu. Düşman tarafından kesilmiş zeytin, meyva ağaçları filizler, ürünler vermiyordu. Tüm bu belaların nedenini bazıları insanın içi kötü olduğu için bazıları da insanın değil koyduğu yasa ve düzenin kötü olduğu için, başlarına geldiğine inanıyordu. İnsanlar karşıt gruplara bölünmüş birbiriyle çatışır haldeydi. İnsan aklı acizliğe inanmış, gerçekleri anlamaktan vazgeçmişti.
Socrates gençleri nasıl yanıltı ?
Atina’da karmaşanın hüküm sürdüğü, değer yargılarının sorgulandığı, geçmiş dönemlere özlemin arttığı bir dönemde yalınayak, sırtında eski püskü bir giysi olan göbekli biri yaşıyordu. Sokrates (MÖ 469-MÖ 399) adlı bu filozofun en ünlü sözü ‘Bildiğim birşey varsa o da hiçbirşey bilmediğimdir’.  Socrates doğa bilimine inanmıyordu. Parada malda gözü yoktu, tüm filozoflar ücret karşılığında ders verdikleri halde Socrates’e herkez ücretsiz soru sorabilirdi.
Bir gün Socrates’in dostlarından biri Delphi’de Apollan tapınağına gider ve kahin kadın Pitia’ya ‘Dünyada Sokrates’den daha bilge biri var mı? Diye sorar. Pitia yok der. Dostu bunu Socrates’e anlatır. Socrates şaşırır ve ‘Bu Pitia da neler söylemiş, ben hiç de bilge biri değilim‘ der. Dünyayı dolaşarak gerçek bilgini bulmaya karar verir. Socrates, şairlere, siyasetçilere, sanatçılara sorular sorar. Anlarki herkez kendi işinin ustası, kendi sanatının bilgini. Ve gerçek bilgin olmalarına engel olanın da bu olduğuna kanaat getirir. İnsanlara soru sorarak kendilerinin doğruyu bulmalarını sağlar. 
Socrates’e göre her şeyi bilgi yönetmelidir. Sadece zenginlik, sağlamlık, kuvvet, mertlik yetmez; herşeyden önce bilgiyi hazmetmiş olmak, bilgin olmak gerekir. Ona göre ticaret insanları bozmuştur. Zanaat ve bilim ise insanlara mutluluk verir. Atina’da Halk Meclisinde yönetim ve denetim faaliyetlerini, zanaatçıların, dokumacıların, tabakçıların, çömlekcilerin yapmasını doğru bulmaz. Bu işi ancak yönetim bilimini öğrenmiş olanların yapabileceğine inanır.
Atina’lılar o dönemde özgürlükleriyle övünüyorlar ama kendileri zenginliğe tapıyorlardı. Socrates, acaba çiftci ve asker olan atalarının vasiyetlerine dönülse daha iyi olmaz mı, diyerek geçmişi över. Soylu ailelerin çocukları Socrates’in öğrencileridir. Hetereya adı verilen gizli dernek toplantılarında, soyluların yönetimde olduğu atalarının düzenine dönmeyi, tartışırlar. Atalarının düzeni ise o dönemde Mora yarımadasında yalnızca Sparta’da korunmaktaydı. Bu nedenle  gençler Sparta’ya hayrandılar. Socrates soylu bir aileden değil bir heykeltraşın oğludur. Gençliğinde kendiside heykeltraşlık yapmıştı. Zanaatçılığın ruhu zayıflattığı ve siyasetle ilgilenmeye vakit bırakmadığı gerekçesiyle mesleğini bırakmışdı.
Socrates, ‘Bilginlerin aralarında bir birlik yok hepsi başka şeyler söylüyor’ diyerek, bilginlerle alay eder. ‘Bilginler doğayı incelerler, peki istedikleri zaman yağmur yağdırabilirler mi? İnsanın aklı tanrı işlerine ermez’ diye düşünür. Tanrının işlerini değil insanların işlerini; doğayı değil insanın ruhunu incelemek gerektiğine inanır. Fikirleri zengin ve soylu sınıf arasında çok beğenilir. Bir halk sanatçısının oğlu olarak farkında olmadan kibirli ve çıkar düşkünlerinin öğretmeni olmuştur.
Sonunda Hetereya grubunun istedikleri olur. Sparta, Atina’yı savaşta yener ve Atina’lıların atadan kalma gelenek ve göreneklerine dönmeleri şartıyla, barış sağlanır. Sparta’yı destekleyen soylular iktidara gelirler. Şehri artık tüccar ve zanaatçılar değil tiran adıyla bilinen 30 soylu kişi yönetir. Bu otuzlar heyetinde Socrates’inde iki eski öğrencisi vardır. Tiranlar rakiplerini insafsızca ezerler. Socrates’e, Salamis adasına kaçmış Leont’u Atina’ya geri getirme görevi verilir. Socrates bu görevi yasaya aykırı bulduğunu söyleyerek reddeder ve yönetimdeki eski iki öğrencisini eleştirir. Bunun üzerine Tiranlar Socrates’in gençlerle konuşması yasaklarlar, ölümle tehdit ederler.
Bir müddet sonra Tiranlar yönetimden devrilir. Demokratlar iktidara gelir. Topluma barış getirmek için, Halk Meclisinde bir önceki darbeyi gerçekleştiren demokrasi düşmanları için af yasası  çıkarılır. Ama Meclis, Socrates’i bu affın dışında tutar.  Gençlerin gözünden demokratik düzeni düşürenin Socrates olduğuna inanılır.  Tiranların silahı kılıçtı, Socrates’inki ise sözleriydi ve daha keskindi. Socrates, Mecliste kabul edilen af yasası gereği demokrasi düşmanı olarak mahkum edilemeyeceğinden, gençliği kandırmak, yeni tanrılar getirmekle suçlanır.

MÖ 399’da yargıç huzuruna, mahkemeye çıkarılır. Savunma yapmadan ‘Yaşadıkça ve gücüm yettikçe felsefeyle uğraşmaktan vazgeçmeyeceğim; yaşlıları ve gençleri bedenden ve paradan çok ruhlarını mükemmelleştirmeleri gerektiğine ikna etmekten kendimi alıkoymayacağım’ der. Yargıçlara göre Socrates suçludur, ölümüne karar verilir. Öğrencileri ve dostları kaçmasını önerirler. Hepsini reddeder. Cezaevine atılır. Dostlarıyla son kez konuştuktan sonra bir tas baldıran zehiri içerek ölür.
Socrates adil insanlar yetiştirmek isterken, demokrasi düşmanları ve vatan hainleri yetiştirmiştir. Demokrasiye karşıydı. İnsan gerçeğe, doğayı kavramaya ve ona hakim olmaya doğru gidiyordu, Socrates ise doğanın incelenmesine karşıydı . Doğayı değil içinizi inceleyin derdi. İnsanlığın ilerlemesine değil, gerilemesini yani ataların düzenine ve inancına dönmesini isteyenler hep Socrates’in öğretisine dayanmışlardır. Socrates yalnızca Platon ve öğrencilerini değil kendisinden sonra yaşamış pek çok düşünürü de yanlış yola sürüklemiştir.
Platon’un Platonik Aşkı, İdealizm
Socrates’in öğrencileri arasında demokrasi ve materyalist bilime karşı düşmanlıkta hocasını da geçen birisi vardı. Bu hayalci genç Pluton’du (MÖ.427-MÖ.347). Soylu bir aileden, asıl adı Aristokles olan düşünür, geniş omuzları ve atletik yapısı nedeniyle, Yunanca Platon (geniş) lakabı ile anıldı ve tanındı. Filozof ve matematikçiydi. Platon, hocası Sokrates ve öğrencisi Aristoteles ile birlikte batı felsefesinin temellerini attı. Batı dünyasındaki ilk yüksek öğretim kurumu olan Atina Akademisinin kurucusudur.
Rafael, freskde Pluton’u Leonardo da Vinci yüzüyle resmetmiştir.
Socrates hiç yazılı eser bırakmamıştı. Pluton ise hocası Socrates ile görüşmesinden ayrıldıktan sonra evine gelir ve konuştuklarını hemen yazıya dökerdi. Bazen de kendi görüşlerini Socrates’in ağzından konuştururdu. Ailesi de Atina’nın eski hükümdar ailelerindendi. Dışı başka içi başka bir duruşu vardı. Karşısındaki dinler görünürken içinden bambaşka şeyler düşünürdü. Bütün dikkati kendi içine dönüktü.
Demokrasiye karşı olduğu bilindiği için Atina’da kalmayı tehlikeli bulup Megara’ya kaçmıştı. Hayranı olduğu eski düzen, gelenekler yıkılmış iktidar ona göre ayak takımının, demokratların eline geçmişti. Bunun yanlışı nerede yapılmıştı ve doğrusu neydi. Bu sorularına yanıt aramak için şehir şehir ülkeleri dolaştı. Devletlerin düzenlerini ve yönetim biçimlerini inceledi, halkların yaşamlarını gözledi. Ona göre insan ailesinde hangi iş koluna doğmuşsa onu yapmalıydı. Çifti çocuğu çiftci olmalı zanaatkar çocuğu zanaatkar olmalıydı. Mısır ve Hindistan’da gördüğü Kast sisteminin hayranıydı.
Pluton’un Devlet anlayışına göre çiftcilerle zanaatçılar çalışıp üretmeli, askerler ve filozoflar da halkı koruyup yönetmelidir.   Halkın çoğunluğunun köle gibi çalışmaya ve bilgisizliğe mahkum eden böyle bir kast düzeni Pluton’a halkın egemenliğinden daha adil görünür. Pluton’a göre önemli olan koruyuculardır. Ama en iyiler en namuslu ve en doğru olanlar değildir. İdareciler devletin refahı uğruna yalan söyleyebilir, halkı aldatabilirler. Ama bir zanaatçi yalan söyler yada aldatırsa başkalarına örnek olsun diye cezalandırılmalıdır. Platon’un adaleti işte buydu.
Pluton, Tiran Dionysios’un yardımıyla, iktidarın filozofların elinde bulunduğu örnek bir devlet kurmak için Sicilya’daki Syracuse şehrine gider. Sonradan Tiran iktidarı filozoflarla paylaşmaya yanaşmaz. Pluton’un hayatı tehlikeye girer. Güç bela fidye ödeyerek oradan kurtulur, Atina’ya döner.

Bir akademi açıp eğitime başlar. Akademinin kapısında geometriden anlamazsan girme yazılıdır. Matematiğin felsefeyi anlamak için bir altyapı olduğuna inanır. Okulunda öğrencileri olan soylu gençlere matematik, astronomi, müzik ve diyalektik öğretiliyodu. Pluton öğrencilerine, dünyayı yaratmış olan ve içine dünyanın ruhunu doldurmuş olan tanrısal güçten söz eder. Her yıldızın her gezegenin ruhu vardır. Güneş, ay, yıldızlar birer tanrıdır. Gördüğünüz dünya manevi dünyanın sadece bir gölgesidir. Karşısınızda gördükleriniz eşyaların kendisi değil gölgesidir. İşitiğiniz sesi değil yankısıdır. Dürüst yaşayanların ruhları göge çıkarak orada ödüllendirilirler. Görüşleri Hiristiyanlık ve İslam felsefelerini derinden etkilemiştir. Pluton’un anlattıkları doğu ve batı halklarının eski inançlarının bir senteziydi. Bu hikayeleri bir hükümdar torunu, köleliği savunan bir aristokrat anlatıyordu. Ve bu masal ne gariptir ki kölelerin ve yolsulların tesellisi oluyordu. Yeryüzünde kurtuluş umudunu yitirenler bunu gökte aramaya başlamışlardı.
Bir zamanlar bilimle din bir bütündü. Sonraları bilim dinden ayrılarak kendi yolundan yürüdü. Pluton bunları yeniden birleştirmek istedi. Aynı şeyi Pythagoras da yapmak istemişti. Ama Pluton daha ileri giderek mevcut olan herşeyin temelinin idealar olduğunu doğanın da idealar dünyasının sadece bir bölgesi olduğunu savunarak idealizmin temelini atmıştı. Felsefede bugün de devam eden idealizm ve materyalizm kavgası Pluton zamanında başlamıştı. Engels’in deyişiyle ruhun tabiattan önce var olduğunu iddia edenler idealizm kampını meydana getiriyordu. Doğayı ilk unsur sayanlar ise materyalizm kampını.
Atina Okulu freski günümüzde Vatikan Müzeleri içinde yer alan Papalık Odaları'ndan 'Stanza della Segnatura'nın bir duvarını kaplamaktadır. Raffaello'nun başyapıtlarındandır.
1) Platon                                      2) Aristoteles.
3) Sokrates                                  4) Pisagor
5) Heraklit                                    6) Diyojen
7) Öklid                                        9) Batlamyus "Ptolemy"

İdealizm Materyalizm’e karşı
Bir zamanlar insanlık masalsı bir dünyada yaşıyordu. Doğayı inceleyip kavradıkça aydınlaşma genişlemeye başladı. Filozof Pluton 4. yüzyılda insanları yeniden geriye, ruhların dünyasına götürdü. Bir öğrenci Pluton’un kitaplarını okurken muhtemelen bir başkası Demokritos’un kitaplarını okuyordu. Pluton  ile Demokritos iki karşıt görüşü temsil ediyordu. Pluton, gerçek dünya olduğunu söylediği hayali ruhlar dünyasını öne çıkarırken, Demokritos doğadan başka bir şeyin olmadığını söylüyordu.
Aslında Pluton öbür dünya hakkında masallar anlatan biriydi. İnsanları, öbür dünyada çektikleri sıkıntının ödülünü alacaklarına inandırmaya çalışıyordu. Pluton daha da ileri giderek Demokritos’un izinden gidenler idam edilmeli, vatandaşlıktan çıkarılmalı gibi dünyevi cezaları da uygun buluyordu. İdealizm ile materyalizmin savaşı başlamıştı. MÖ 4. yüzyıl civarında Atina, Yunan entellektüel aktivitesinin merkezi durumuna geldi. Antik Yunan döneminin ilk gerçek bilim filozofu Atina’da Lyceum enstitüsüne önderlik eden Aristoteles’di.
Büyük Düşünür Aristoteles
Aristoteles yada kısaca Aristo (MÖ 384 – MÖ 322) Makedonya kenti olan Stageira'da doğmuştu. Babası Büyük İskender’in dedesi Makedonya kralı II.Amyntas'ın hekimiydi. Pluton’un Atina’daki akademisinin en başarılı öğrencileri arasındaydı. Okuma tutkusuyla tanınan Aristoteles için hocası Pluton ‘Diğer öğrencilere mahmuz gerekiyorsa ona gem gerekir’ derdi. Fizik, gökbilim, felsefe, zooloji, mantık, siyaset ve biyoloji gibi konularda pek çok eser vermiştir.
Platon MÖ 347'de öldüğünde, Akademeia'nın başına Aristoteles seçilmeyince, okuldan ayrılır. Assos kenti Tiranının siyasî danışmanı olur. Orada bir okul kurar. Bu okulda yaşam üzerine çalışmalarda bulunur. O dönem ölünün vücudunun incelenmesi cinayet ile bir tutulduğu için insan vücudu hakkında çok sınırlı bilgi vardı. Aristoteles, hayvanların iç organlarına bakarak insan vücudunun yapısı hakkında fikir edinmeye çalıştı. Taş, toprak, bitki, hayvan, insan türlerinin, en üstte insan, en altta taş olmak üzere bir merdivenin basamaklarını oluşturduğunu belirtir. 
Aristoteles dünyanın bir tepsi gibi yuvarlık değil küre şeklinde olduğuna inanır. Duvarla lamba arasına konan bir elmanın gölgesinin şekliyle dünyanın şekli arasında benzerlik kurar. Ay tutulması olayında da Ay’a dünyanın gölgesinin düştüğünü bu nedenle dünyanın küre olması gerektiği iddia eder.  Devlet hakkındaki kitabını yazabilmek için 158 şehir devletin düzenini incelemiştir. MÖ 343'te  Makedonyalı Kral Philippos'un sarayına, oğlu İskender'in eğitimini üstlenmek üzere çağırılır. Sekiz sene Pella’da kalır. Philippos'un ölümüyle MÖ 335 İskender tahta çıkar. Aristoteles Atina'ya dönüp Akademeia'ya rakip olarak Lykeion'u kurar ve burada on iki sene ders verir. Öğrencilerinin de yardımı ve desteğiyle bin civarında kitap yazar. 
Büyük İskender’in ordusu Yunanistan’dan Hindistan’a kadar geniş bir alanı ele geçirmişdi. Büyük İskender bu coğrafya da Helen kültürünü yayarak, günümüzde Helenistik olarak adlandırılan kültürün doğmasına neden olmuştur. MÖ 323'te Büyük İskender'in Asya seferi esnasında ölmesi üzerine Atina'da Makedon karşıtı bir tepki oluştuğunda bundan Aristoteles'de nasibini alır. Kendisine karşı dine saygısızlık davası açılması söz konusu olur. Filozof Hermias anısına ilâhi yazarak ölümsüzleştirmekle suçlanır. Bunun üzerine Aristoteles, Atina'yı terk eder. Annesinin memleketi olan Eğriboz (Evboia) adasına sığınır. Ertesi yıl MÖ 322'de, altmış üç yaşında hayatını kaybeder.
Aristo aynı zamanda bir biyologdu. Onun deniz hayvanları üzerine gözlemleri 19. yüzyıla değin geçerliliğini korumuştur. Aristo için önemli olan kendiliğinden ortaya çıkan bütün etkinliklerin doğal oluşuydu. Bu nedenle araştırmanın uygun yöntemi sadece gözlemdi. Nesnelerin etkinliklerini ve gizli özelliklerini aydınlatmak amacıyla doğal koşulların değiştirilmesi demek olan deney,  doğal bir yöntem olmadığı için, nesnelerin özünü açığa çıkarması beklenemezdi. Buna inanıldığı için Yunan biliminde deney hiç bir zaman önemli bir yer tutmamıştır.
Günümüzde hâlâ bilimsel düşüncede rol oynayan ‘tümevarım-tümdengelim’ yöntemi Aristoteles tarafından geliştirilmiştir. Bu yönteme göre, doğanın araştırılması önce gözlemlerden genel prensiplerin çıkarılması (tümevarım) ve daha sonra genel prensiplere dayanarak gözlemlerin açıklanması (tümdengelim) aşamalarını içermektedir. Aristoteles mantık konusunda da çeşitli kitaplar yazmıştır. Aristoteles mantığına göre dünyada hiçbirşey değişmez. Diyalektik mantıkta ise bir şey hem kendisine hem de bir başka şeye eşit olabilir. Aristoteles’in 19. yüzyıla kadar doğruluğuna inanılan mantık kuramı günümüzde geçerliliğini yitirmiştir.
O dönem yaşayan enteresan filozoflarda var. Bunlardan biri de Sinoplu Diogenes. Aristoteles’in eski öğrencisi Büyük İskender, Asya seferine çıkmadan önce Korinthos’da filozof Diogenes’i evinde ziyaret etmek ister. Diogenes misafirini evine davet edememiş, çünkü bir fıçının içinde yaşıyormuş. İskender gene de gelip kendisine ne istediğini sorduğunda ‘Gölge etme başka ihsan istemem’ demiş. Bir gün Diogenes’i köle pazarında, köle olarak satılacak insanlar arasında, satılacağı sahibini beklerken müstakbel alıcısına ‘Eğer kendine köle değil de efendi almak istersen beni al’ demiş. 
Egemen sınıf düzeni
10,000 konutlu Atina zamanla büyüdü ve gelişti. Özellikle ticaretin merkezinin Pers savaşları sonrasında İyonya kıyılarından Atina’ya kayması şehre hareketlilik, refah getirdi. Köle sayısı arttı ve şehir devlet dar gelmeye başladı. Tüccarlara faizle para veren tefeciler, büyük atölye ve gemi sahipleri egemenliklerinin şehirlerinin dışına da taşırıp daha fazla hammadde ve daha fazla köleye sahip olmak istiyorlardı. Bunun için şehir devlet genişlemeliydi. İlk akınlar Sicilya adasına yapılır. Oradaki eski Yunan kolonileri Atina’ya bağlanmak istenir ama başarılı olunamaz.  MÖ 330’lu yıllarda Makedonya kralı Büyük İskender Yunan şehirlerini birleştirir.  İskender’in ölümünden sonra ise imparatorluğu dört parçaya ayrılır. İskender’in komutanları doğu’da, Mısır’da, Suriye’de, Makedonya’da kral olmuşlardır. Yeni devletler yeni bir yönetim düzenine gereksinim duyarlar. Baştakilere itaatin en yüksek erdem olduğuna, iktidarın bir kişinin elinde bulunması gerektiğine halkın inandırılması gerekiyordu. Bilimin insanlığı çıkmaza soktuğu anlatılmalı, tanrılara olan inanca dönülmeliydi.
Thales, Anaksimandros, Anaksimenes, Anaksagoras, Demokritos ilerleme yolunda birer adımdılar. Sokrates, Pluton ve onların izlerinden yürüyenler geriye dönüştür. Geçmiş zamanda insanlar tanrılarının varlığını ispata kalkışmadan, tanrıya inanırlardı. Pluton ise aynı inanca  felsefeyle bilim şekli vermeye çalışmıştır. Geçmişte insanlar neyin iyi neyin kötü olduğunu düşünmeden Tanrıların emirlerini iyilik, buna karşı gelmeyi de kötülük sayarlardı. Socrates ise ahlak kurallarını bir matematik teoremi gibi ispat etmek istemiştir. Socrates yeni tanrılar getirmekle suçlanmıştı. Ne yeni inanç ne yeni düzen eskilere benziyordu. Eskiden işleri kabilenin soylu kişileri idare ederdi. Şimdiyse iş adamları, tefeciler, diğer şehirlerle ticaret yapan tüccarlar yönetiyor. 
Theophrastus, botaniğin babası
Theophrastus (MÖ 370 - MÖ 287) Midilli(Lesbos) adasında doğmuş, oradan Atina'da Lyceum’da okumuş ve çalışmış Aristoteles'in ölümünden sonra, Lyceum'in başına geçmiştir. Onun gibi sistemci olmaktan ziyade bir gözlemci ve koleksiyoncu olarak bilinir.
Daha çok botanik dalında önemli saptamalar yapan bir doğabilimci, felsefeci Theophrastus'un 500'e yakın bitkinin morfolojik özellliklerini birçoğunu da resimleyerek ortaya koymuş ve Atina'da bir botanik bahçesinde tıbbi bitkileri yetiştirmiştir. Aristoteles'in hayvanlar dünyasıyla ilgili sınıflamasını, bitkileri de kapsayacak şekilde genişletmiştir. Theophrastus botaniğin babası olarak kabul edilir.
Makara ve suyun gücü insanın yanında
Zaman geçtikçe insan beyni gelişmiş ve yapamadığı şeylere çözüm bulmaya başlamıştı. Büyük taş bloklar el ile kaldırılamaz boyuta gelince manivela bulunmuş. Yukarıya kaldırmak gerektiğinde makara geliştirilmişti. Daha sonra makara sayılarını artırılmasıyla daha az güç harcayarak daha ağır cisimlerin kaldırılabileceği keşfedildi.
Archimedes'in geliştirdiği su burgusu

Tarlaları sulamak için suyu elle taşımak zordu. Bir manivelayla döndürülen ve döndürdükçe su dolu kovanın bulunduğu ipi kendi üzerine saran bir dolap olan bocurgat geliştirildi. Ama daha fazla tarlanın sulanması için bu iş insansız da yapılamazmıydı? Bocurgatın manevalası uzatılarak dolaba at koşuldu. Sonra birinin aklına bu iş hayvansız da olamaz diye bir fikir geldi. Öyle bir çark yapıp ırmağın yanına koyalım ki suyu kendisi çıkarsın. Irmak akarken çarkın kanatlarına çarpan su kanatları itiyor böylece çark dönüyor, kanatların altındaki kovalara da su doluyor, kovalar yukarı çıkınca sular bir oluğa boşalıyor. Böylece su insan yardımı olmadan ırmaktan tarlaya kadar gider olmuştu.
Tahıl da el ile öğütülüyordu. Nüfus artıp daha fazla un gerekince büyük değirmen taşlarına ve onu döndürecek mekanizmaya gereksinim oldu. Önce değirmen taşı atla döndürüldü, sonrasında nehir kıyısına taşınarak su çarkıyla döndürülmeye başlandı. Aristoteles ‘Eğer her iş aleti bir emir ile kendi işini yapabilse örneğin dokuma tezgahı kumaşı dokuabilse o zaman ustaya çırak, efendiye köle gerekmez’ demişti. Syracuse’da bir matematikçi ve mühendis olan Archimedes yalnız yapı işlerinde ve savaşta kullanılan araçlar yapmakta kalmamış mekanikteki yasaları da açıklamıştı.
Bilim İyonya ve Yunanistan’da gelişti. Demokritos ve Aristoteles bilimi o zaman kadar görülmemiş bir seviyeye yükseltiler. Yüzyıllar sonra bilim eski yurduna, Mısır’a döndü. Atina’da köle kullanımı yaygınlaşınca emek hor görülmeye köle işi olarak algılanmaya başlandı. Yunan medeniyetinin egemen olduğu İskenderiye’de ise zanaatçılar hala çocukları ve ücretli işçilerle çalışıyorlardı. Kimse boş durmazdı. Bilim adamları da çalışıyordu. İskeriye’deki Muzeum gerçek bir bilim okuluydu. Öğretmeler arasında uzmanlaşma başlamıştı. Eukleides burada ders vermişti. Archimedes matematiği burada öğrenmişti.
Aristarkhos, Eratosthenes; Herşey ölçülmeye başlıyor
Samoslu gökbilimci Aristarkhos (MÖ 310 – MÖ 230), Ay ve Güneşin dünyadan ne kadar uzakta olduklarını ölçmüştü. Aya olan mesafeyi hemen hemen doğru ölçmüştü fakat güneş kendisine olduğundan daha yakın görünmüştü. Evrenin merkezine güneşi koyan günmerkezlilik inanışının bilinen ilk savunucularındandı. Görüşleri, 1,800 yıl boyunca geçerliliğini sürdüren Aristo ve Batlamyus'un yermerkezli teorileri karşısında rağbet görmedi ta ki Kopernik, Kepler ve Newton'un buluşlarına kadar. 
İskenderiye’li Yunan asıllı bilgin Eratosthenes (MÖ 276 - MÖ 194) matematikçi , coğrafyacı, astronom ve filozofdu. Hiçbir dağa tırmanmadan onların yükseklikleri ölçüyordu. Eratosthenes dünyanın çevresinin de dolaşmadan hesaplanacağını biliyordu. Bunun için İskenderiye’den 1,000 km uzaklıkta Güney Mısır’da Nil kenarında Swenet’e(Aswan) gitmek yeterliydi. Güneş Swenet(Aswan) üzerinde doruktayken, İskenderiye üzerinde güneş doruktan dairenin ellide biri kadar uzaktaydı. Swenet ile İskenderiye arasındaki mesafe beş bin stadiondur. Daireni ellide biri beş bin stadion olduğuna göre demek ki bütün daire, dünyanın çevresi, 250 bin stadiondur. Böylece insan gözle göremediği şeyleri bile ölçmenin yolunu bulmuştu. Erastosthenes Dünya'nın güneşe ve aya olan uzaklığını da hesaplamışdı. Ayın uzaklığını gerçeğe çok yakın olarak 804 milyon stadion olarak belirlemişti.(1 stadion 185 metre).
Eratosthenes, uzun yıllar İskenderiye Kütüphanesi'nde baş kütüphaneci olarak çalıştı. Geography kelimesini kullanan ilk kişidir. Ayrıca enlem ve boylam sistemini icat etmiştir. Bunun yanında dünyanın eksen eğikliğini hesaplayan ilk kişidir. 
MS. II yüzyılda İskenderiye’de Klaudius Ptolemaios adlı bir bilgin kitaplar yazmış, evrenin krokilerini çizmişti. Ama Aristarkhos’un dünya  dönüyor düşüncesine karşı çıkıyordu. ‘Eğer dünya dönseydi, bulutlar geride kalır. Yukarıdan bırakılan taş dünya biraz döndüğü için atıldığı noktadan biraz daha öteye düşerdi’ diyordu.  Yeryüzünde herşeyin onunla birlikte döndüğünü bilmekten çok uzaktaydı. Aristarkhos’un ölümünden yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen hala eski düşüncelere sahiptir. Dünyanın kendi etrafından ekvator hizasında saatte 1,670 km hızla, güneş etrafında da saate 108,000 km hızla hareket ettiğini bilmelerine daha epey zaman var.
Eukleides, Geometri bilimcisi  
Eukleídes (MÖ 330 – 275) İskenderiyeli matematikçi. Eukleides gelmiş geçmiş matematikçilerin içinde adı geometri ile en çok özdeştirilen kişidir.
Eğitimini Atina Akademisinde tamamladıktan sonra İskenderiye’de büyük bir matematik okulu kuran Eukleides, çağlar boyu matematikle ilgilenen hemen herkesin gözdesi olmuştur. Kendinden önceki Thales, Pythagoras, Platon, Aristoteles gibi matematikçi ve geometricilerin çalışmalarını temel alan Eukleides’in kitabı, iki bin yıl boyunca önemli bir başvuru kaynağı olarak kullanılmıştır. Eukleides geometrisi 19. yüzyılın başına kadar rakipsiz kaldı. Hatta 20. yüzyılın ortalarına kadar bile orta öğretimde geometri, Eukleides'in öğelerine bağlı olarak okutuldu.
Archimedes : Eureka eureka
Archimedes (MÖ 287 - MÖ 212), Syracuse’de doğmuştur. Evrenin büyüklüğüne dair yazdığı eseri ‘Kum Tanelerinin Sayısına Dair’dir. Uzaya ne kadar kum tanesinin sığacağını hesaplamaya çalışmıştır. Bir hamamda yıkanırken bulduğu iddia edilen suyun kaldırma kuvveti bilime en çok bilinen katkısıdır.
Archimedes fizikçi, matematikçi ve filozoftur. Gençliğinde bir süre İskenderiye'de bulunmuştu. Mısır’da tarlaları sulamakta kullanılan Archimedes burgusunu geliştirmişti. Archimedes'in mekanik alanında yapmış olduğu buluşlar arasında bileşik makaralar, hidrolik sistemler sayılabilir. İnşaatçılar için yazdığı Mesnetler kitabında sütunların taşıyabilecekleri yükün nasıl hesaplanabileceğini açıklamıştı. Ağırlığından dolayı suya indirilemeyen gemi için yardım isteyen Syracuse gemi yapımcılarına ‘Bir dayanak noktası verin dünyayı yerinden oynatayım ‘ demişti.  Archimedes'in eğri yüzeylerin alanlarını hesaplamak için geliştirdiği yöntemler, Newton ve Leibniz'in diferansiyel denklemler ve integral hesap için iyi bir temel oluşturmuştur.
Archimedes, kendi adıyla tanınan sıvıların dengesi kanununu da bulmuştur. Bir gün Syracuse Kralı Hieronymus yaptırmış olduğu altın tacın içine kuyumcunun gümüş karıştırdığından kuşkulanmış ve bu sorunun çözümünü Archimedes'e havale etmiş. Bir hayli düşünmüş olmasına rağmen sorunu bir türlü çözemeyen Archimedes, yıkanmak için bir hamama gittiğinde, havuzun içindeyken ağırlığının azaldığını hissetmiş ve "eureka, eureka" (buldum buldum) diye bağırarak hamamdan çıplak fırlamış. Bulduğu şey; su içine daldırılan bir cismin taşırdığı suyun ağırlığı kadar ağırlığını kaybetmesi ve taç için verilen altının taşırdığı su ile tacın taşırdığı su mukayese edilerek sorunun çözülebilmesi idi. Taç suya batırılınca suyun bir kısmı taşar. Bunun üzerine taç ile aynı ağırlıkta külçe saf altın bulup taşırdığı suyu bir önceki su ile karşılaştırır. Eğer saf altının taşırdığı su , tacınkine eşitse taç saf altındandır, eğer değilse tacın içine başka maden karıştırılmıştır. Gerçekten de tacın altınına gümüş karıştırıldığı ortaya çıkar.  
Roma ile Kartaca arasında gerçekleşen II.Pön savaşları sırasında Roma donanması Syracuse üzerine yürüdüğünde Syracuse Kralı eski arkadaşı Archimedes’den yardım ister. Roma generali Marcellus, Syracuse’ı kuşattığında, Archimedes’in yapmış olduğu silahlar nedeniyle şehri almakta çok zorlanmıştı. Bunların çoğu mekanik düzeneklerdi. Makaralar yardımıyla çok ağır taşlar burçlara kadar çıkarılıyor ve mancınıklarla çok uzaklara fırlatılıyordu. Hatta Archimedes'in aynalar kullanmak suretiyle Roma donanmasını yaktığı da rivayet edilmektedir. Ancak bütün bunlara karşın M.Ö. 212 yılında Romalılar Syracuse’u zapt ettiler ve şehrin diğer ileri gelenleriyle birlikte Archimedes'i de öldürdüler
Heron: İnsan su, hava ve buharı kontrol etmeye başlıyor
İlk dönemlerden beri yangın insanlar için önlenemeyen bir felaketti. Çatıdaki yangına müdahale edilemiyordu. Suya tazyik verip yangına karşı daha etkili olunamazmıydı? Bir tulumbanın iki silindirindeki pistonların bir aşağı bir yukarı gidip gelerek sıkıştırdığı suyun tazyikle uzaklara iletebileceğini gördüler. Böylece evin çatısındaki yangınlara müdahale edilebilmeye başlandı. İnsan suyu kontrolü altına almayı öğrenmişti. Onun gücünden yararlanarak sulama yapıyor, değirmende un öğütüyor, yangını söndürüyordu. Hava zaten yelkenlilerde çok uzun zamandır insanlarına emrindeydi.
İskenderiyeli bilim adamı Heron (MS 10-70), kazanda kaynattığı sudan elde ettiği buharın gücüyle borunun ucundaki küreyi döndürmeyi başarmıştı. Yaptığı bu deney 2,000 sene sonra buhar makinasının icadına neden olacaktı. Heron, mekanik ve hidroliğin temel prensiplerini kullanarak tapınağın kapılarını açan bir otomat ile para atılınca su akan bir çeşme de yapmıştı.
Klaudyos Batlamyus: Hatalı harita Amerika’nın keşfine yol açtı
Klaudyos Batlamyus (Claudius Ptolemy), İskenderiye şehrinde yaşamış gökbilimci, matematikçi, coğrafyacı ve astronom idi. Yaklaşık olarak MS 85 ve 165 yılları arasında yaşadığı kabul edilir.
 Batlamyus’un haritasının 15. yüzyıl çizimi
Batlamyus en çok astronomi çalışmalarıyla tanınır. Zamanına kadar ulaşan astronomi bilgisinin sentezini yapmış ve bunları Mathematike Syntaxis adlı yapıtında toplamıştır. Aristoteles fiziğini temel alan bu kuramda, evren küreseldir ve dünya bu evrenin merkezinde hareketsiz olarak durmaktadır. Gezegenler, Ay ve sabit yıldızlar dünyanın çevresinde, sabit hızlarla, dairesel hareketler yaparlar. Batlamyus coğrafya çalışmasında başlangıç meridyenini doğru olarak belirleyemediği için, vermiş olduğu koordinatlar hatalıdır. Ayrıca, Dünya’nın büyüklüğü hakkındaki tahmini de hatalıdır. Ancak Batlamyus’un haritasını kullanan Kristof Kolomb bu yanlış tahminden cesaret alarak Batı'ya doğru gitmiş ve Kuzey Amerika'ya ulaşmıştır.
Yunan uygarlığı ile gelişen bilim Romalılar ile hız kesiyor
MÖ 146’dan itibaren, her ne kadar Yunan gelenekleri sürdüyse de, Mısır dışında Akdeniz’in tamamı Roma egemenliğine geçti. Romalılar bilime doğrudan saldırmadılarsa da, bilim Roma egemenliği altında gelişemedi. Özellikle MS 1. yüzyıldan sonra İmparatorluk ile birlikte Romalılar da bilim geriledi. Geçmişe baktığımızda bilimin özgürlüğün ve demokrasinin yerleştiği toplumlarda geliştiğini görüyoruz. Baskıcı yönetimler ve dinin yönetimde egemen olduğu toplumlarda bilim gelişmemiş, geriye gitmiş.  Archimedes’in cahil bir Roma askeri tarafından bilinçsizce öldürülmesi, Roma egemenliği altında bilimin nasıl olduğuna çok açık bir örnektir.
 İskenderiye Kütüphanesi
Roma hakimiyetinden sonra Helenistik bilimin gelişmesinin Büyük İskender’in kurduğu ve Yunan medeniyeti ile yoğrulmuş İskenderiye’de sürdüğü görülmektedir. MS 3. yüzyıldan sonra Helenistik bilim iyice inişe geçmiştir. Bu durum, MS 395’te Helenistik dünyanın, Bizans İmparatorluğu’nun parçası haline gelmesi ile iyice kötüleşti. Hıristiyan kilisesinin yükselişi de bilimin gelişmesinde olumsuz rol oynamıştır. Kilise öğretisinin deneysel bilgiye karşı çıkması, bunun önemli nedenlerinden biridir. Platon’cu anlayışdan etkilenen Hiristiyan din adamı Piskopos Aziz Augustine’nin (MS 354-330), bütün doğal olayların ruhsal amaç içerdiği yönündeki öğretisi, doğaya bakışı derinden etkilemiştir. Bilimi dinsel inanışla olumsuz olarak ilişkilendirilmesi, İskenderiye’deki Serapis Tapınağı kütüphanesinin Ortodoks Patrik Theophilus tarafından MS 390’da yaktırılmasına ve matematikçi Hypatia’nın MS 415’de İskenderiye piskoposu Aziz Cyril tarafından öldürülmesine yol açtı. İskenderiye’deki Serapis kütüphanesi, Büyük İskenderiye Kütüphanesi Roma Diktatörü Julius Caesar tarafından MÖ 48’de yaktırılınca oluşturulan yeni kütüphaneydi.
Antik Yunan döneminde önemli bilimsel gelişmeler sağlanmışdı. O günkü birçok buluş, bugün hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Archimedes’in ve Eukleides’in buluşları buna birer örnektir. Bütün bu bilimsel gelişmeye karşın, teknolojinin, mühendisliğin aynı paralelliği gösterdiği söylenemez. Bunun en büyük nedeni, antik çağın büyük çapta köleliğe dayalı olmasıdır. Ucuz iş gücünün varlığı, yapılan işleri kolaylaştırma yönündeki isteği köreltmiş, teknolojik gelişmeleri, bilimsel gelişmelerin çok gerisine itmiştir.

MS 529’da Bizans İmparatoru Justinian İstanbul’da yeni bir Akademi kurunca, İstanbul dışındaki denetleyemediği antik çağın büyük öğrenim merkezleri Academy ve Lyceum’ı kapattı. İskenderiye Bilim Enstitüsü (Museum) yıkıldı. Bunların etkisiyle Avrupa’daki bilimsel etkinlikler hemen hemen tümüyle durdu. Hellenistik dönem ile Rönesans arasında kalan boşluğun, MS 700 ile MS 1300 arasında gelişen İslam kültürü tarafından doldurulduğu görülmektedir. Sözü edilen bu dönemde İslam uygarlığı, metamatikten astronomiye kadar bilime pek çok önemli katkılarda bulunmuştur.
Yunanlılar özgün sanatçı ve bilim insanıydı, Romalılar ise sanatı kopyalayarak çoğaltan ama bilimi mühendisliğe dönüştüren bir toplumdu. Romalılar, eğer sonraki halklar tarafından eritilen yada toprak altında çürüyen bronz Yunan heykellerinin mermer kopyalarını yapmasalardı bugün Yunan sanatında bahsetmiyor olacaktık. Romalılar sanatı yaygınlaştırdılar, evlere soktular. Yunan sanatının kaybolmamasını sağladılar.
Romalılar bilimde kötüydüler ama mühendislikte mükemmeldiler
2.7 milyon km2 alana yayılmış ilk emperyalist imparatorluk olan Romalıların askerlerini hızla uzaklara gönderebilecek, kervanların kolayca mal taşıyabileceği yollara, hanlara gereksinimleri vardı. MS 200’de toplamda 321 bin km bulan yolları geniş ve su drenajı için eğimliydi. Roma lejyonları bu yollarda günde 40 km yol katedebiliyorlardı.

Özellikle imparatorluğa dönüştükten imparatorluğun azametini göstermek için saraylar, tanrılara saygı için tapınaklar, halklarını uyutmak için döğüş ve yarış arenaları yaptılar. Roma dönemlerinde şehirlerdeki nüfuslar oldukça arttığı için su yollarına gereksinim duydular. Tüm bu gereksinimler, Romalılar döneminde mühendisliğin mükemmelleşmesine neden oldu. Tabii bu eserleri bunca yılın etkilerine, doğal afetlerine karşın hala ayakta kalabilmesi betonu keşfetmiş olmalarına ve mimaride kemeri  kullanmalarına dayanıyordu.


Kaynakça
Adıvar Abdülhak Adnan            - Tarih Boyunca İlim ve Din
Özçep Ferhat                           - Bilim ve Mühendislik: Tarihsel Gelişim ve Felsefesi
Freeman Charles                      - Mısır, Yunan ve Roma Antik Akdeniz Uygarlıkları
Ilin M. – Segal E.                      - İnsan nasıl insan oldu


2 comments:

  1. Yunan Kulturu oncesi, ayrica; Hitit+Asur+Sumer kaynaklari ele alinmali...Ayrica, Efes Kutuphanesi o, Iskenderiye degil; fotodaki...

    ReplyDelete
  2. Emeklerinize sağlık

    ReplyDelete