Monday, March 24, 2014

Akdeniz Karadeniz adı nereden geliyor


Renkler, her toplumda değişik anlamlar ifade eder. Ak renk Türk'lerde ve Çin'lilerde batıyı temsil ederken, Hint'lilerde doğuyu, Maya'larda kuzeyi temsil eder (Gabain 1968: 109). Her topluluğun yücelttiği veya sevmediği renkler olduğu gibi, bu renklerin belirttiği yönler de farklıdır. Bir toplulukça sevilen renkler, bir diğer toplulukça sevilmeyebilir. Renkler, gerçek niteliklerinin yanı sıra bazen bir değer yargısı olarak da kullanılabilmektedir (Ögel, 1991: 377). Sarı renk, Çin, Tibet gibi toplulukların kültüründe imparatorluklarının simgesi olması dolayısıyla en sevilen renk iken, Türk kültüründe önemli bir yeri olmadığı gibi, felaket, kötülük ve hastalığın sembolü olmuştur (Ögel, 1991: 31, 480).  Örneğin, "Ak", temizlik, anlık, ululuk, yaşlılık, tecrübe, büyüklük gibi yüceltici sıfatlarının yanı sıra Batı'yı temsil eden "Kara" kelimesi ise toprak, güç, kuvvet ve bazen de keder, yas ve alt tabaka anlamlarını da taşıdığı gibi Kuzey'i de temsil eder (Ögel, 1991). Modern dönemde krallığın rengi turuncunun Hollanda'daki önemi gibi.

Ayrıca dünyanın dört bölüme ayrılması ve renklere göre düzenlenmesi fikrinin de yalnız Türk'lere ve Çin'lilere mahsus olmadığı bilinmektedir. Türk'lerde, Doğu=mavi/yeşil, Batı=ak, Güney=kızıl, Kuzey=kara renkleri ile sembolleştirilmiştir. Çin'lilerin renklerle yön belirleme kültürü Türk'ler ile aynıdır.  M.Ö.  Moğolistan steplerindeki halklar, Şaman inancında olup, mavi, kırmızı, beyaz ve siyah renkleri ile Doğu, Güney, Batı ve Kuzey yönlerini belirlemişlerdir.

Hunların ordu yapısında, Hun hükümdarı dışında, hiyerarşik sırasıyla Sol ve Sağ Bilge beyi, Sol ve Sağ Kolu beyi, Sol ve Sağ general, Sol ve Sağ bölük komutanı, Sol ve Sağ Kutluk Beylerinden, tüm Sol beyleri doğuda, Sağ beyleri de batıda otururken, Hun hükümdarı da ortada oturuyordu (Ssu-ma-ch'ien ; 1975 : 2890-2891). Genelde Sol bey, Sağ beye göre büyük idi (Fen-ye, 1965 : 2944). Bu belgelere göre, Hunlar doğu yönüne önem vermekte ve bu yönün Hunlar için sol taraf olduğu anlaşılmaktadır. Bu da Göktürklerle tipik benzerlikleri olduğunu göstermektedir. Hunlar çadırlarda toplu halde iken, büyükler sırtlarını kuzeye dönerek sol tarafta otururlardı (Ssu-ma-ch'ien, 1975: 2890). Bu belgelerden Hunların güneşin doğduğu yöne, yani doğu yönüne çok önem verdiği anlaşılmaktadır. Hunlar için doğu yönü sol, batı yönü sağdır. Kuzey yönü arka, güney yönü ise ön taraftır.

Bunun dışında, Hunlar mavi, siyah, beyaz ve kırmızıdan oluşan dört renkle, dört yönü sembolleştiriyordu. Shih-chi'ye göre, M.Ö. 2000 yılında Hun hükümdarı Mete’nin ordusunda beyaz atlı askerler batı yönünde, gök atlı (yüzü ve burnu beyaz, bedeni mavi) askerleri doğu yönünde, siyah atlı askerleri kuzey yönünde, kırmızı atlı askerleri güney yönünde Çinlilerle savaşmıştır.  

Türklerin, M.Ö. 7. yy'larda renklerle yönü sembolleştirdikleri bilinmektedir. Çinliler ise M.Ö. 3. yy'larda ancak renk ile yönü özdeşleştirmeye başlamışlardır. Çinliler, Türklerden farklı olarak dört yönün ortasını temsil eden sarı rengi katmışlardır.

Eski Türkler, dört yönü dört renkle sembolleştirirken, yönlerin her biri biter sembolik hayvan tarafından temsil edilmiştir. Doğuyu mavi-koyun, Batıyı beyaz-köpek, Güney'i kırmızı-çaylak, Kuzey'i ise siyah-yaban domuzu temsil etmektedir. Çinlilerde ise Doğu tarafına ejder, Güney tarafına kuş, Batı tarafına beyaz kaplan, Kuzey tarafına da kaplumbağa bakardı. Bu bölümlerden her biri bır renkle temsil edilmekteydi. Orta kısmı sembolleştiren hayvan ise eski Türklerin Kotus (Kut=Mukaddes, Us=Öküz) dedikleri ve Uygur Türklerinin günümüzde de Kotaz dedikleri bir çeşit öküz idi (Gabain, 1968: 108).
Eski Türklerde dört yönün dört hükümdar tarafından yönetildiğini de Orhun Kitabelerinden öğrenmekteyiz. "Yir Sup" adı verilen bu hükümdarlar dört taneydi. Gök Han (Mavi Hükümdar, Doğu'da), Kızıl Han (Kırmızı Hükümdar, Güney'de) Ak Han (Beyaz Hükümdar, Bati da) ve Kara Han (Kara Hükümdar, Kuzey'de) (Celal Esad Arseven, 1987: 15).
  •           Doğu; mavi,yeşil
  •          Batı; ak (beyaz)
  •          Kuzey; kara (siyah)
  •          Güney; kızıl (al)
  •          Merkez; sarı ve altın ile ifade edilmektedir.

Dağ, deniz, şehir, vadi, çöl ve nehir isimlerinin başında yer alan renkler aynı zamanda bir yönü temsil etmektedir. Bu kapsamda; Akdeniz (Batı Denizi), Karadeniz (Kuzey Denizi), Yeşilırmak (Doğu Irmak), Ak Hunlar (Batı Hunları), Kızıl Deniz (Güney Denizi) anlamına gelmektedir. Batı’yı ifade eden Ak kelimesi Akdeniz isminin, Kuzeyi ifade eden Kara kelimesi de Karadeniz isminin kaynağını teşkil etmektedir.

Bahr-i Siyah (Karadeniz) ve Bahr-i Sefid (Akdeniz) (sefid ak demek) olarak isimlendirilen denizler, Türklerin coğrafyayı anlamlandırma olgularının derinliğini gösterdiği gibi, üzerinde yaşanılan ve uğruna mücadele edilen coğrafyanın korunması ve kollanması kadar, adlandırılması ve anlamlandırılmasının da önemli olduğunu göstermektedir. Akdeniz ve Karadeniz isimleri, özü itibarı ile Türk algılamasının ve adlandırmasının bir sonucudur.

Türk Mitolojisinde Yönler ve Anlamları 

Doğu yönünün rengi mavi, hayvanı mavi ejder (kök luu), mevsimi bahar, vakti sabah, elementi ağaç ve yıldızı Igaç Yultuz olarak adlandırılan Jüpiter'dir.

Kuzey yönünün rengi siyah, hayvanı kara yılan, mevsimi kış, vakti gece yarısı, elementi su ve yıldızı Suv Yultuz olarak adlandırılan Merkür'dür.

Güney yönünün rengi kırmızı, hayvanı kızıl saksağan (kızıl sagızgan), mevsimi yaz, vakti öğle, elementi ateş ve yıldızı Ot Yultuz olarak adlandırılan Mars'tır.

Batı yönünün rengi beyaz, hayvanı ak pars (ak bars), mevsimi güz, vakti akşam, elementi maden ve yıldızı Erklig olarak adlandırılan Venüs'tür.

Tüm yönlerin ortasında bir merkez alan bulunmaktadır. Bu merkezin rengi sarı, elementi toprak ve yıldızı Sarı Orunguluk olarak adlandırılan Satürn'dür.

Bu yönlerin mevsimler ve vakitler bakımından saat yönünde dönmekte olan bir tasarıma işaret ettiği açıktır. Sabahı öğle, öğleyi akşam, akşamı gece takip eder. Baharı yaz, yazı güz, güzü kış takip eder. Öylece, doğuyu güney, güneyi batı, batıyı kuzey takip etmektedir. Bütün bunların gökyüzü gözlemleriyle ve esasında yıldızların (daha doğrusu gezegenlerin) hareketleriyle ilgili olduğu açıktır.

Mevsimler arasındaki geçişler bu yönlerin sembolleri olan hayvanlar arasındaki etki mücadelesi ile de ilişkilidir. Örneğin, mavi ejder gökyüzünün tepesinde yükseldiğinde vakit bir bahar sabahıdır. Oysa yaz mevsiminin öğle vaktinde en yüksek noktasına çıkan hayvan kızıl saksağandır. Buna karşılık, kara yılan bu vakitte yer altının en derin noktasına inmiştir.

Yönler ve simgeleri arasında gerçek bir üstünlük sıralaması yoktur. Ancak Türkler doğu yönünü her zaman diğer yönlerden daha farklı görmüş ve güneşin yükseldiği bu yöne diğerlerine nispeten biraz daha önem vermişlerdir. Kuzey yönünün de güneye nispetle daha fazla önemsendiği söylenebilir. Bu sonuncusunda herhâlde Çinlilerin Türkleri "Kuzeyli" olarak adlandırmasının da etkisi vardır.



KAYNAKÇA
ARSEVEN, Celal Esad, Türk Sanatı, Cem Yayınevi, 1987.
GABAİN, A.V., "Renklerin Sembolik Anlamları", Türkoloji Dergisi, Ankara, 1968.
ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 1991.
SSU, Ma-ch'ien, Shih-chi (Tarihî Hatıralar), Chung-hua, Shu-chü, Pekin, 1962.



Monday, March 17, 2014

Şair-i Azam Abdülhak Hamid ve Nazım Hikmet

Abdülhak Hamid, 1852’de İstanbul’da Bebek’teki Hekimbaşı Yalısı’nda köklü ve eski bir ulema ailesinin ferdi olarak dünyaya geldi. Babası, tarihçi ve diplomat Müverrih Hayrullah Beydir. Bebek Köşk Kapısı’ndaki Mahalle Mektebi’nin ardından bir süre Rumelihisarı Rüştiyesi’ne devam etti, daha sonra evde özel dersler alarak yetişti. Kendisine özel ders veren hocalardan Hoca Tahsin Efendi'nin üzerinde büyük etkisi oldu. 10 yaşındayken ağabeyi Nasuhi ile birlikte Paris’e Milli Eğitim Müsteşarı olarak eğitim sistemini inceleyen babasının yanına gönderildi ve eğitimine orada devam etti.

1864 yılında Paris'ten İstanbul'a döndü. Gördüğü tek düzenli tahsil, Paris’teki bir buçuk senelik okul hayatıdır. Yurda döndükten sonra Robert Kolej’e girdiyse de asıl öğrenimini evde özel hocalardan aldı. Henüz çocuk yaşta iken, usul-adap öğrenmek için bir okul vazifesi gören Bab-ı Ali Tercüme Odası’nda katip olarak çalıştı. Bir yıl sonra babasının Tahran büyükelçisi olarak atanması üzerine onunla birlikte Tahran’a gitti. Farsça öğrendi ve İran edebiyatını tanıma fırsatı buldu.


Altmışlı yaşlarında Brüksel'de Lüsyen ile tanıştı. Birlikte İstanbul'a geldiler. Lüsyen ile ilginç bir aşk hayatları oldu. Ailece dönemin önde gelen kişilerini tanıma fırsatı buldular. Atatürk, dans etti Lüsyen’le. Tevfik Fikret ona edebiyat dersi verdi. İnönü, evlerinde satranç oynadı. Nazım Hikmet, sofralarında yemek yedi. Kimler yok ki, bu belgesel romanın sayfaları arasında: Mehmet Akif’ten Victor Hugo’ya, Damat Ferid’den Oscar Wilde’a, Yahya Kemal’den Hindenburg’a, Necip Fazıl’dan, Karındeşen Jack’e, Abdülmecid’ten Namık Kemal’e, Sultan Reşad’dan Talat Paşa’ya Geçen asrın en ünlü portreleri… Ve onların arasında bir çağ yangınının tam ortasında yaşanmış inanılmaz bir aşk hikâyesi. Aşk adeta randevulaştı onlarla.


1912 baharında Belçika’da, biri Türk edebiyatının en büyük şairiydi, diğeri Brüksel’de üniversiteye hazırlanan bir öğrenci. Abdülhak Hâmid altmış yaşındaydı; Lüsyen on sekiz. Dünya, topyekün bir savaşa girmek üzereydi. Osmanlı Sarayı’nın çatırdadığı dönemde Brüksel’den Londra’ya, Viyana’dan, Budapeşte’ye,Venedik’ten İstanbul’a uzanan bir coğrafyada, tarihe nakşolmuş ama zamanla unutulmuş bir ilişki yaşadılar.

1900'lerin başında Maçka Palas

Abdülhak Hamit zengin ve kültürlü bir ailenin çocuğu olarak doğuyor, altı yaşında Fransa'ya dil öğrenmeye gidiyor, babası hariciyeci. Onunla hem doğuyu hem batıyı tanıyor. İngiltere de 20 yıldan fazla kalıyor. kendiside hariciye mesleğini seçiyor. Sanırsın Lord. Şiir ve oyunlar yazıyor. Padişahların kızdığı dönemlerde edebiyata son verip memurluğa devam ediyor. Bencil, menfaatçi ve kendini düşünen bir adam. Devletin herşeyi kendisi için yapması gerektiğini düşünüyor. Divan edebiyatını sonlandırıp, Tanzimat edebiyatını yaratan şair. Unvanı Şair-i Azam. Şiirlerini okuduğumda bu nasıl şair diye düşündüm. Zaten Nazım Hikmet kendisine savaş açtığında şiirlerini yabancı bir dile ya da halkın konuştuğu Türkçe'ye çevirin ne kadar kötü şiirler olduğunu görürsünüz diyor. Gerçekten haklı. Kendi döneminde Osmanlıca ile yazdığı şiirleri iyiymiş ama üzerinden zaman geçince hiçbir değeri kalmamış.

Lüsyen ile de garip bir ilişkisi var. 60 yaşında iken 18 yaşındaki Lüsyen ile evleniyor, bir süre sonra Lüsyen bir başkası için şairi terkedip gidiyor. Ardından özlem mektupları yazıyor, yeniden Şair'e dönüyor. Karı koca ilişkisi ile iç içe girmiş baba kız ilişkileri var. Anlamak için Freud olmak gerek.  


Abdülhak Hamit 13 Nisan 1937 tarihinde Maçka Palas'taki evinde vefat etti.  İngiliz Radyosu vefatını dünyaya şu sözlerle duyurdu: 'Türkiye'nin büyük şairi, memleketimizde  de tanınmış bir sima idi. Osmanlı Devrinde yirmi sene İngiltere'de memleketini temsil etmişti. Kraliçe Victoria'nın şahsi dostu idi.'  14 Nisan daki cenaze töreni muhteşemdi, Hamid,  Atatürk'ün talimatıyla top arabasıyla taşındı.

Zincirlikuyu mezarlığına gömülen ilk kişi oldu. Mithat Cemal cenaze töreninden sonra şunları söylemişti: 'Namık Kemal'i bir imamla üç hamal gömdü, bu Saray devrindedir. Tevfik Fikret'in cenazesini Aşıyan'ın iki odasını dolduramayan bir zümre taşıdı. Bu meşrutiyet'tedir. Hamid'in tabutunu bir kolundan millet, bir kolundan devlet tutarak kaldırdı. Bu Cumhuriyet'tedir.

Abdülhak Hamid'in Zincirlikuyu mezarlığındaki mezarı

Hamid, Milli mücadeleye ne katılıyor, ne de karşısında yer alıyor. İstanbul işgal edilince yurt dışına gidiyor. Cumhuriyet döneminde Atatürk milletvekili seçtiriyor, İstanbul Belediyesi'de Maçka Palas'da oturması için yer tahsis ediyor. 

Abdülhak Hamid ve Nazım Hikmet
Haziran 1929 tarihli Resimli Ay dergisinde ‘Putları Yıkıyoruz’ başlıklı bir kampanya başlatıldı. Kampanya fikri, her gün 2 lira karşılığı 2,000 kötü satır okumaya mecbur olan adamdan yani düzeltmen Nazım Hikmet’ten çıkmıştır. Resimli Ay’ın, ‘Eserlerinizi nasıl yazarsınız?’ anketine ünlü yazarların verdiği cevaplara kızmıştı Nazım...Karşı masasında oturan Sabiha Sertel’e , ‘Bunların hangisi milli edip?’ diye sormuştu. ‘Kimi tek konu olarak dış alemi biliyor; kimi içinde yaşadığı burjuva çevresinin çürük tiplerini işliyor. Bu memlekette halk yok mu, işçi, köylü yok mu? Gerçekleri görmek istemiyorlar. Bu putları yıkmak lazım’. Dergini sahibi Zekeriya Sertel de bu fikre katılınca bir yazı serisi başladı.

Dergiye göre serinin amacı ‘Kendimize put yapıp taptığımız kimseler üzerindeki mukaddes örtüyü kaldırmak ve Türk gençlerini yanlış putlara tapmaktan kurtarmak’tı. Kampanyanın ilk hedefi Şair-i Azam Abdülhak Hamid’di. Serinin ilk yazısının girişine Şair’in çalışma masasında çekilmiş bir fotoğrafı  üzerine kırmız çarpı işareti konmuştu. Altında Nazım Hikmet’in kaleminde çıkıp imzasız yayınlanan şu satırlar vardı:‘Dahi-i Azam’ın en kuvvetli yazısını başka bir dile çevirin bakın nasıl sırıtır. Hatta bugün konuştuğumuz Türkçe’ye tercüme edin; bakın dahinin dehası nasıl sabun köpüğü gibi dağılıveriyor. Abdülhak Hamid Beyefendi dahi-i azam değildir. Azam-ı bir tarafa bırakalım, dahi olma özelliğine bile sahip değildir. Dünyanın dahileri arasında Shakespeare, Corneille, Racine varken, onların sesini taklit eden fakat bu sese yeni bir nota olsun ilave edemeyen, Abdülhak Hamid Beyfendi yoktur. Eğer Hamid bey, içinde yaşadığı toplumsal dönüşüm devresinin Şark’a, Osmanlı İmparatorluğu’na has özelliklerini evrensel bir dille ifade edebilmiş olsaydı ve bunu o zamana kadar yapılanlardan daha başarıyla yapabilseydi, dahiler galerisinde bu isimde bir Osmanlı sanatkarı bulunabilirdi. Halbuki o bunu yapamadı.Hamid bey devri için yeni, kuvvetli bir Osmanlı şairidir. İşte o kadar.

Hamid’den sonra yıkılacak putlar listesinde Namık Kemal, Tevfik Fikret, Mehmet Emin, Hamdullah Suphi, Ahmet Haşim, Halit Ziya, Yakup Kadri gibi devrin devleri vardı. Nazım hepsini birer birer tahtlarından indirmeye, edebiyat alanının yenilerin önünü tıkayan engellerden temizlemeye and içmiş gibiydi. Milli şair sayılan Mehmet Emin’i Türkçe yazmamakla istibdada karşı susmakla suçluyor, Tevfik Fikret’e küçük burjuva münevveri diyordu. Kampanya edebiyat aleminde büyük infial ve tartışma yarattı. Hatta bazı üniversiteli gençler Sertel’in ofisini bastılar. Sertel onları yatıştırırken ‘Ortada komünizm meselesi yoktur; eski ile yeninin mücadelesi vardır’ dedi.

Hamid yıkılacak putlar listesinde bir numaradaydı. Ve ilk balyozu genç neslin en iddialı kalemi vurmuştu. Ne garip O da vaktiyle, kendinden önceki mumyaları yıkarak gelmişti. Bugünün balyozlanan putlarından Yakup Kadri o günlerde Hamid için bakın ne demişti: Ey mumyalar kalkınız; sizin çürüdüğünüz bu mahzenin içinde yeni bir adam doğdu. Açın kapıları, kaldırın şu ağır kapağı; yeni adam bütün cihan önünde sizin trajedinizi tek başına oynayacak’ Yeni adam o günden sonra hep hürmetle omuzlara alınmış, nadiren eleştirildiğinde de kendisi aldırmamış, olgunlukla susmuş, hatta bazen hak verir görünmüştü.

Bir devrin putlarnı yıkıp çığır açan şair, zamanla kurduğu devrin sembolü halinde putlaşıyor ve onun putunu da bayrağı kendisinden devralan yenilikçi bir başka şair yıkıyordu. Benzerlikleri çoktu. Serbest nazmı ilk kez Nazım’ın tatbik ettiği söyleniyor, Nazım’ın bazı eserleri ise Hamid’in Nesteren’de kullandığı serbest nazma yakın hece veznini hatırlatıyordu. Bir gün Nazım şöyle yazmıştı:                      
Kalbimizin ensesinde kıvrılan
yağlı, uzun saçlarımız yok.
Güle, bülbüle, ruha, mehtaba, falan filan
karnımız tok.
Ve şimdilik
gönül işlerine vermiyoruz metelik...

Herkez Şair’i Azam’ın bu dizelere nasıl cevap vereceğini beklerken, Hamid herkezi şaşırtarak genç şairi evine yemeğe davet etti. Bir efsaneye göre tam bu sıralarda bir gece kapısını çalan polis, uyku sersemi Nazım’a Cumhurreisi Hazretlerinin Dolmabahçe sarayında kendisini beklediğini söylemiş ve hemen giyinmesini istemişti. Çünkü o gece huzurda açılan şiir sohbetinde Nazım’ın adı asrın en büyük şairi olarak anılmış, Gazi de bu genç şairi merak edip sofrasına çağırmıştı. Lakin Nazım muhalifti. İçerden yeni çıktığı ve yeniden girme ihtimali kuvvetli olduğu halde bu tür emrivakilere boyun eğmekten hoşlanmazdı. Gelen polise ‘Paşaya benden selam söyleyin ben deniz kızı Eftalya değilim' demişti. Söylenene bakılırsa bu tersleme Gazi’ye söylendiğinde, Gazi ‘Aferin çocuğa. İşte şair böyle olur ‘ demişti.

Herkez Nazım’ın,  Hamid’in davetine nasıl cevap vereceğini bekliyordu. Sonunda Nazım ‘Mustafa Kemal’in davetini kabul etmedim. Ama bir şairinkini reddedemem’ dedi.  Ve Maçka palasa gidip Hamid’lere misafir oldu. Kendisini kapıda Lüsyen karşıladı. Onu önce salona, sonra itinayla hazırlanmış sofraya buyur etti. Hamid, kendisine kafa tutan kabiliyetli gence anayışla yaklaştı. ‘Ben de edebiyat hayatına atıldığım zaman sizin gibi putlara savaş açmıştım. Divan edebiyatını yıktık; Tanzimat edebiyatını getirdik. Türk edebiyatında yeni hamleler yaptık. Biz onları yıktık; siz de bizi yıkacaksınız.’ Nazım hayretle dinliyordu.   Hamid ona yazmakta olduğu büyük piyesten parçalar okudu. Ama daha da etkileyicisi Nazım’ın bir şiirini ezberinden okudu. Nazım ezberinde Hamid’in tek bir şiirinin bile olmamasından utandı. Karşısındaki adamın devrilmesi gereken bir put değil, açık fikirli bir devrimci olduğuna inandı.

Nazım yemek dönüşünde merakla bekleyen arkadaşlarına ‘Hamid büyük adam' dedi. ‘Burjuva ama büyük şair. Uzun boylu olduğu için redingotla adeta bir İngiliz lordna benziyordu. Hele gözündeki monoklu ha düştü ha düşecek diye ödüm patlıyordu. Beni mükemmel bir salona götürdüler. Avizeler 14.Lui sitili bir salon takımı. Kendimi sarayda sanıyordum. Bir sofra. Londra’dan getirtilmiş Skotch viskileri, çeşitli içkiler. Masanın bir ucundan diğerine kadar mezeler. Ben sofrada mahcup bir çocuk gibiydim. Abdülhak Hamid sanat sohbeti açtı. Sanat tarihini, çeşitli edebiyat mekteplerini, şiirde, edebiyatta, tiyatroda meydana gelen değişmeleri öyle bir anlattı ki karşısında cehaletimi hissettim. Fakat ben de onun bilmediklerini, realist sanatı anlattım. Büyük bir ilgiyle dinledi. Tolerasına hayran oldum. Oysa ben çetin tartışmalar yapacağız sanmıştım.’

27 yaşındaki Nazım ayrılırken hürmetle Hamid’in elini öptü. Öpmekle kalmadı Akşam da Orhan Selim imzasıyla ‘Öptüğüm El’ başlıklı bir yazıda ‘Hamid’i şimdi anlamaya başlıyorum. Onun yürek derisini yüzerek bu sert kabuğun içinde tutuşan alevle gözlerim yeni yeni kamaşıyor’ diye yazdı. Adeta ondan özür diledi..Yazının son cümlesi:
Yaratanın yaratanını, kendi kendimi öpmüş gibi oldum..

Makber 
Makber, Abdülhak Hamit Tarhan'ın karısı Fatma Hanım'ın ölümü üzerine yazdığı şiiri. O yıllarda yeni yeni oturan Avrupai Türk Şiiri tarzının en önemli örneklerinden biri olarak yerini almış, yazılmasından onlarca yıl geçtikten sonra bile birçok şairin esin kaynağı olmuştur. Okurun duygularına seslenen eser metafizik ürpertiyi (yani ölüm korkusu) de Türk şiirine getirmiştir. 

Abdülhak Hâmit'in şiirde varabildiği son doruk noktasını Makber de görüyoruz. Hamit, Makber'dir. Şüpheleriyle, tedirginlikleriyle, umutsuzlukları isyanlariyle tezatlı karmaşık görüşleriyle korkulu keskin feryatlariyle Abdülhak Hâmit Tarhan'ı Makber'de buluruz. Ruşen Eşrefin dediği gibi; Makber kaderin, kuvvetli bir beyin vasıtasiyle çizilmiş grafiğidir. Heyecan, suçlama, şikâyet, isyan, hıçkırık, yumruk, kahkaha, susmak, sarhoşluk ve mertlik hicran!. Makber, kederin bütün bu anlarıdır... Edebiyatımızdaki mersiye tarzının, Fuzuli'den bugüne gelinceye kadar en ihtişamlı örneği.. Makber'de vardır. Karı - koca acele hazırlanıp Bombay'a giderler. Hindistan, bir masal ülkesi çibi, Hamid'i büyüler. Hindistan'da herşey değişiktir; özellikle doğa son derece güzeldir, zengindir. Fauna Hanım'm sağlık durumu da ilk zamanlarda düzelir gibi olur. Fakat bir zaman sonra eskisinden de daha kötüleşir. Şâir, hiç olmazsa vatanında ölmek istediğini ikide birde tekrarlayan eşini memnun etmek için, onu yurda getirmeye karar verir. 1885'te vapurla yola çıkarlar. Yolculuk, hasta kadını büsbütün sarsar. Beyrut'a adeta dara dar gelirler. O sırada Abdülhak Hamit'in ağabeyi Nasuhi Bey, Beyrut valisidir. Beyrut'a varışlarından iki gün sonra Fatma Hanım Nasuhi Bey'in evinde hayata gözlerini yumar. Hayatında belki de ilk ve son gerçek matemi duyan şâir, bu ölümden dolayı büyük sarsıntılar geçirir. Makber'in kompozisyonu yaşadığı bu büyük sarsıntı sonucu kafasında biçimlenir. Karısını toprağa verdikten bir, bir buçuk ay kadar sonra İstanbula döner.


MAKBER
"Eyvah! Ne yer, ne yâr kaldı,
Gönlüm dolu ah-u zâr kaldı.
Şimdi buradaydı, gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.

Ben gittim, o haksar kaldı,
Bir köşede tarumar kaldı,
Baki o enis-i dilden, eyvah,
Beyrut'ta bir mezar kaldı.

Bildir bana nerde, nerde Yarab,
Kim attı beni bu derde Yarab?
Nerde arayayım o dil rübayı,
Kimden sorayım bi-nevayı?

Derler ki unut o aşnayı,
Gitti tutarak reh-i bekayı,
Sığsın mı hayale bu hakikat?
Görsün mü gözüm bu macerayı?

Sür'atle nasıl da değişti halim,
Almaz bunu havsalam, hayalim.
Çık Fatıma! Lahdden kıyam et,
Yadımdaki haline devam et.

Ketmetme bu razı, söyle bir söz,
Ben isterim, ah, öyle bir söz.
Güller gibi meyl-i ibtisam et,
Dağ-ı dile çare bul, meram et.

Bir tatlı bakışla, bir gülüşle,
Eyyamı hayatımı temam et,
Makber mi nedir şu gördüğüm yer?
Ya böyle reva mı ey cay-ı dilber?"


(Lüsyen – Can Dündar )

Monday, March 10, 2014

Ayastefanos Anıtı

Ayastefanos Rus Abidesi, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nda ölen Rus askerlerinin anısına yaptırılmış anıttır. Şenlikköy’de yapılan anıt 1914 de yıktırılmıştır, bugün izi dahi yoktur. Savaş sırasında yaşamını yitiren 5,000 civarında Rus askeri çok dağınık bir biçimde ve çeşitli mezarlıklara gömülmüştür. Rus hükümeti dini gerekler için bir şapel eşliğinde mezarları bir kemik gömütlüğünde birleştirmek isteğindeydi. Savaş sonunda koşulları çok ağır bir barış antlaşmasını imzalamak zorunda kalmış olan Osmanlı hükümeti, antlaşmanın yapıldığı ve Rus ordusunun savaş sırasında konakladığı Ayastefanos'ta Rus Devletine savaş tazminatı olarak anıtı yapmayı kabul etti.



Yapımına 1895'te başlanan anıt bir mezar-kilise olarak tasarlanmıştır. Aslında Rus hükümetince istenen, Rus zaferini simgeleyen bir anıtın dikilmesi idi. Gerçekleştirilen anıt, II.Abdülhamid'in itirazı üzerine varılan bir uzlaşmanın sonunda kabul edilen haliydi. Anıt üç yıldır İstanbul'da çalışmakta olan Rus mimar Bozarov tarafından tasarlanıp inşa edilir. İç dekorasyonunda St. Petersburg Akademisi’nden resim sanatçıları görev almıştır. Yapının iç yüzünde savaşta ölen askerlerin adlarının işlendiği nişler sıralanmaktaydı. Kemikler mahzende korunmakta, rahip ve muhafızlar için özel hacimleri vardır. 18 Aralık 1898’de, Rus çarının kuzeni Grandük Nikola Nikolayeviç’in, Fener Rum Patriği’nin ve Osmanlı devlet görevlilerinin hazır bulunduğu bir tören ile açılış ve takdis gerçekleşmiştir

I.Dünya savaşında, Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne 2 Kasım 1914’te savaş açmasıyla Ayastefanos anıtının yıkım süreci de başlamış oldu. Mahmut Şevket Paşa bu anıtın utanç kaynağı olduğunu düşünerek bir birlik ile yıkımdan önce; çanı indirmiş ve Askeri Müze'ye göndermişti. Binadaki yapının pirinç ve altın yaldızlı maketi Emniyete teslim edilir. İkona ve benzeri dini eşyalar Rus rahiplere verilir. 
14 Kasım 1914’te gerçekleşen yıkım, on iki kagir ayak tarafından taşındığı belirtilen son platforma yerleştirilen tahrip kalıplarıyla gerçekleştirilmiştir. Yıkılan yapı 3 ay gibi bir sürede yerinden kaldırılmıştır. Şenlikköy mahallesinde bulunan yer 1.Orduya bağlı Levazım birliği içerisinde yer almaktaydı. Anıtın bulunduğu cadde Cumhuriyet caddesidir. Anıtın kare planlı arazisi, özgün sınırlarını korur biçimde bugün askeriye tarafından kullanılmaktadır. 

Yıkım, Avusturyalı Sascha-Messter-Gesellschaft Şirketi’nin teknik desteğiyle, Fuat Uzkınay tarafından filme alınmıştır. Bu film Türkiye Siname tarihinin de ilk filmi olarak kabul edilir.



Monday, March 3, 2014

Türklerin Dünya’ya hediyesi - Roman’lar


Roman’lar, Hindistan'ın Pencap-Sind nehir havzası boyunca (Pakistan ve Afganistan) bulundukları  bölgelerden 1050 civarında İran ve Anadolu üzerinden dünyaya yayılmış Hint-Avrupa kökenli bir halktır. Avrupa da bir dönem Roman’ların Mısır orijinli olduğu kabul edildiğinden kendilerine Gypsy (yada Gipsy) yada kıpti denmiştir. Çingene kelimesi de, Yunanca “tsinganos” kelimesinden türemiştir. Romani dilinde Rom koca, Romni de karı/eş anlamındadır. Roma kelimesi ise koca ve karı kelimelerinin ortak çoğul haliydi.


(Resimde MS 1000 yılında Asya ve Avrupa devletleri. Maviyle boyalı olanlar Türk devletleri.)

18. Yüzyıl Avrupa’sın da Roman’ların Mısırlı Isis rahipleri soyundan geldikleri sanılıyordu. 1844 yılında August Friedrich Pott Romani dilinin Sanskritçenin bir kolu olduğunu kanıtladı. Son dönemde DNA testleri de bu tespiti doğruladı, böylece Romanların kuzey Hindistan orijinli oldukları ortaya çıktı.

Gazneliler – Sindh ve Penjap dan çıkış

MS 1000 civarlarında bugünün Afganistan’ında hüküm sürmekte olan Türk devleti Gazneliler, Hindistan’a doğru yayılma politikası izlediler. 1027 yılında Gazneli Mahmut, Sind ve Pencap bölgelerini işgali etti. Bu seferler sırasında 500.000 Hintli Romanı esir aldığı ve köle olarak ülkesine götürdüğü bilinmektedir. Roman’ların yerlerinden edilmeleri ve gezginlikleri böyle başlamıştır.

Büyük Selçuklular – Anadolu’ya sürülüş

1040 yılında iki Türk ve müslüman devlet Büyük Selçuklular ve Gazneliler karşı karşıya geldi. Büyük Selçuklular, Gaznelileri Dandakan savaşında yenerek Horasan bölgesine hakim oldular. Savaşta dağılan köle Hint(Roman) askerleri Doğu Ermenistan’a yerleşti.

1045'te Bizans’lılar Kars yakınındaki Ani'yi zaptedip Ermeni devletine son verince savunmasız kalan bölge, 1064'te Büyük Selçuklu sultanı Alparslan'a teslim olmuştur. Selçuklular, Hint(Roman) askerleriyle yanlarındaki aileleri ve Ermenileri Bizans’ın kontrolü altındaki Anadolu’ya sürdüler. 
1071 yılında Büyük Selçuklu Hakanı Alpaslan’ın Malazgirt zaferinin ardından Selçuklular Anadolu’ya hızla hakim oldular.

Anadolu’dan Avrupa’ya yayılış


İki yüzyıl boyunca Anadolu’da yaşayan Roman’ların bir bölümü 13. yüzyılda Boğazları geçerek Balkanlara yerleşti. 1370'te Eflak'a geçen Roman’lar  bu asrın sonlarında Erdel'e göçtüler. Almanya'da ilk olarak 1417'de, Fransa'da 1427 de, İtalya'da 1433 de görüldüler. İngiltere'ye geçişleri  14.yüzyılda,  Amerika'ya gitmeleri ise 19.yüzyıldadır.   Köleliğin kaldırıldığı 1864 yılına kadar çoğunluk köleliğin hala geçerli olduğu Balkanlarda, doğu Avrupa’da ve Romanya’da yaşıyorlardı. 


 1971 yılında Dünya Romani'ler kongresinde kabul edilen bayrakları.