Monday, February 24, 2014

Kadıköy Süreyya Opereti ve Nazım Hikmet


Eski İstanbul milletvekillerinden Süreyya İlmen (Süreyya Paşa) tarafından yaptırılan ve 6 Mart 1927 tarihinde hizmete açılan Kadıköy'deki Süreyya Opereti, Kadıköy Belediyesi tarafından 2006 yılında 40 yıllığına Darüşşafaka Cemiyeti'nden kiralandı, restore edildi ve 'Kadıköy Belediyesi Süreyya Paşa Kültür Merkezi' olarak hizmet veriyor.


Süreyya Paşa, 1928 yılında Süreyya Opereti’ni kurar ve 1934’e kadar işletir. Operette rol almış sanatçılar arasında operetin primadonnası Suzan Lütfullah, daha sonraki primadonna Semiha Berksoy, Toto İrma(Karaca), Fikriye Hanım gibi ün yapmış nice isimler yer alır. 1932 yılında, 23 yaşında ölen, operetin primadonnası Suzan Lütfullah (Gülriz Sururi’nin annesi) anısına Süreyya Sinemasında ’’Suzan Gecesi’’ düzenlenir. Operetin yöneticisi Muhlis Sabahattin (Ezgi) verdiği piyano konseri sırasında Suzan Lütfullah’a ebedi hediyesi olan 'Ölen Ayşe' adlı bestesini seslendirir. Bu geceden sağlanan gelir ile yapılan Suzan Lütfullah’ın tunçtan heykelini bugün Süreyya Sineması’nın giriş holünde görebilirsiniz.

Süreyya İlmen (Süreyya Paşa) 1949 şöyle anlatır: 'Sinemamızın hol kısmı Paris’in Champs Elysee tiyatrosunun holünün aynısıdır. İç kısmı Alman tiyatrolarından kopya edilmiştir.' Sinemanın ilk müdürü Nazım Hikmet’in babası Hikmet Nazım’dır. Balo Salonu olarak yaptırılan bölüm bugün bir mağaza tarafından kullanılmaktadır. Yazlık sinema olan yerde ise Süreyya Paşa Otoparkı bulunmaktadır.
Maltepe sahilde Bakireler Anıtı
Ülkemizde denize girme geleneği 1917 yılından sonra İstanbul’a Rus Devriminden kaçanların (Beyaz Ruslar) gelmesiyle başlamıştır. Önce deniz hamamları daha sonraları plaj tesisleri yapılmıştır. Süreyya İlmen Maltepe sahilde oluşturduğu plaja bir simge olması için eski Yunan tarihlerinde Bakireler Tapınağı (Temple des Vierges) olarak bilinen anıtı yaptırır. Bakireler Tapınağına Avrupa’daki parklarda, su kenarlarında rastlanmaktadır. İnanışa göre Bakireler Tapınağını ziyaret eden gelinlik çağındaki genç kızlar koca bulmaktadırlar. Süreyya Plajında kıyıdan 50-60 metre açıkta bulunan küçük bir kayalık zeminin üzerine bu yapı tesis edilir. Sonraki yıllarda plajın simgesi haline gelen Bakireler Anıtı yaklaşık 3,5 metre çapında 4 metre yüksekliğinde 6 kolon üzerine konulmuş bir kubbe şeklinde idi. Ortasında ise Venüs heykeli bulunmaktaydı. Yunan mitolojisinde Afrodit, Roma mitolojisinde Venüs denizin köpüğünden oluşmuş, istiridye kabuğu içersinden dünyaya gelmiş bir tanrıçanın adıdır.


Bazı plajlarda soyunma kabinlerinden başka bir de aile kabinleri vardı. Bunlar bir oda büyüklüğünde olur içerisinde dinlenecek bir yatak da bulunurdu. Süreyya Plajı da böyle bir plajdı. Plaja gelen herkez kıyıdan Bakireler Anıtına kadar yüzerek gidip gelirdi.


Karacaahmet Mezarlığı
Karacaahmet Mezarlığındaki Üsküdarlı bir hanıma ait olan anıt mezar da aynen Bakireler Anıtı şeklindedir. 1947 yılında 35 yaşında ölmüş olan bu genç hanımın mezarı ise yaklaşık 3m çap ve 3,5m yükseklikte, Bakireler Anıtının ölçülerine yakın ölçülerdedir. Tek fark, buradaki anıtın ortasında aynı yükseklikte bir kaide üzerinde  heykelin yerinde mezarın bulunması. İginç olan bu hanımın Süreyya İlmen’in tanıdığı olması.

Yıllardır Süreyya Plajının simgesi, şimdi Maltepe Belediyesinin amblemi, Maltepe’deki Türkan Saylan Kültür Merkezinin modeli olan Bakireler Anıtının şeklinin aslı, Karacaahmet Mezarlığındaki bu anıt mezar olabilir mi?

Süreyya İlmen (Süreyya Paşa) (1874 - 1955)
II.Abdülhamid döneminin ünlü seraskeri Rıza Paşa ile Adviye hanımın oğlu Süreyya Paşa, Yugoslavya’daki Patgoriçe’de 1874 yılında doğar. Kuleli Asker Lisesi, Harbiye ve Erkani Harp Okullarında okur. Balkan Harbinde Tümgeneral olur. Birinci Dünya Savaşında ordudan ayrılarak iş hayatına atılır.
Türkiye’nin ilk özel, devlet yardımı almadan kurulan Süreyya Paşa Mensucat fabrikası 1914’te Balat’ta faaliyete geçer.1927-1930 yıları arasında İstanbul Milletvekilliği yapar. Maltepe’deki Süreyya Plajı’nı 1946 yılında kullanıma açar. Gazino, 42 odalı otel ve büyük bir ev inşa edilir. Ayrıca sahilden 60 metre uzakta, deniz üstünde plajın sembolü olarak Bakireler Mabedi (Temples de Vierges) inşa edilmiştir. Bu yapı, burayı ziyaret eden genç kızların çabuk koca buldukları efsanesi ile anılır. Süreyya Paşa son yıllarında Maltepe’deki Narlıdere Çiftliğini SSK’ya(SSK Süreyya Paşa Göğüs, Kalp ve Damar Cerrahisi Hastanesi), Süreyya Sineması’nı Darüşşafaka Cemiyeti’ne, plajı Maltepe Belediyesine bağışlar ve 6 Şubat 1955 yılında ölür.

Serasker Rıza Paşa Yalısı
Vaniköy Serasker Rıza Paşa Yalısı, Süreyya İlmen'in babası II.Abdülhamit dönemi Seraskeri Rıza Paşa'ya aitti.


Vaniköy’deki Serasker Rıza Paşa Yalısı, köşk benzeri son derece zarif ve bir o kadar da mütevazı bir yapıdır. Deniz kıyısında tek katlı gibi görünse de arkadaki blok iki katlıdır. Ancak bu görünen yapı aslında bugün olmayan asıl yalının bahçesine müstakil olarak yapılmış ek bir bölümden ibarettir. Bugün mevcut olmayan sahilsarayı ise bir zamanlar İttihat ve Terakki Cemiyetinin kurduğu eğitim ve propoganda amaçlı okuluna  on yıl boyunca hizmet vermişti. Bu büyük yalı 1928’de yıktırıldı. Mevcut Yalının son sahibi ise Aydın Tarlan’dır.

Yalının ilk sahibi Mustafa Nuri Paşa’dır. Mustafa Nuri Paşa, Sırkatibizadeler olarak bilinen meşhur bir Osmanlı Ailesi’nin kurucusudur. Asker kökenli bir devlet adamı olan Mustafa Nuri Paşa II.Mahmut tarafından saraya alınmıştı. 1823’de Sır Katibi oldu. Sır Katibi, Sadrazamlık ile padişah arasındaki yazışmaları kontrol eden görevlidir. 1877’de de ilk Meclis’te Ayan Üyeliğine atandı. Mustafa Nuri Paşa’nın ölümünden sonra yalı maiyetinde çalışan Serasker Rıza Paşa’ya geçti. Serasker Rıza Paşa II.Abdülhamit’in en sadık adamlarındandı. 1877’de Müşir (Maraşel) oldu. II.Abdülhamit döneminde 1891’den 1908’e dek seraskerlik (Genelkurmay Başkanlığı) görevini yürüttü.

Bu dönemde daha çok Çamlıca’daki köşkünde yaşayan Rıza Paşa’nın en sevdiği şey kahvaltılarını bu yalıda yapmaktı. İttihatçıların güç kazandığı 1908 devrimi üzerine görevden alınan Rıza Paşa, Ege adalarına sürgüne gönderildi. Daha sonra Fransa’ya geçti.

Bu arada iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Rıza Paşa’nın yalısına el koymuştu. İttihat Terakki Cemiyeti bu ve benzeri bazı yapılarda eğitim ve propaganda amaçlı okullar açtı. Rehber-i İttihad-ı Osmani Mektebi adıyla 1911’de Serasker Rıza Paşa Yalısı’nda kurulan bu özel okulun yemekhanesi ise paşanın bir zamanlar kahvaltı etmeye gidip dinlendiği bugünkü küçük binaydı. Serasker Rıza Paşa’nın ülkeye dönebildiği 1920 yılı, aynı zamanda okulun kapandığı yıldır. Ama Rıza Paşa yalının sefasını süremedi, kahvaltı edemeyecek kadar ağır hastaydı. Aynı yıl hayatını kaybetti.

Serasker Rıza Paşa’nın üç oğlu vardı: Süreyya Paşa, Şükrü Paşa ve Rıza Bey. Şükrü Paşa’nın büyük kızı İffet Hanım, Atatürk karşıtlığıyla tanınan Dr. Rıza Nur’la evlendi. Bu çocuklar arasında en ünlüsü ise Kadıköy semtine damgasını vurmuş Süreyya Paşa’dır.

Süreyya Paşa (İlmen), Türk Hava Kuvvetleri’ni kurmakla ünlü bir asker, tiyatro, opera ve müzikle uğraşmış  bir kişiydi. Süreyya Paşa, yıldızlarının hiç barışmadığı Enver Paşa ile sürekli tartıştığından 1916’da askerlikten istifa ederek ticarete atıldı. 1927-1930 arası TBMM milletvekili oldu. Serbest Cumhuriyet Fırkası kapatılınca siyasetten de uzaklaştı. Süreyya Paşa, Kadıköy’de Süreyya ismiyle başlayan sinema, plaj, sanatoryum gibi mekanların sahibi ve kurucusudur. Süreyya Paşa ayrıca Anadolu yakasının ilk tramvay hattını işleten şirketin de sahibiydi. Beyoğlu, İstiklal Caddesi’ndeki tarihi Halep Pasajı’nın yarısı da Süreyya Paşa’ya aitti.

Hikmet Nazım Bey ve Süreyya Opereti
Nazım Hikmet’in babası ve Süreyya Sineması’nın müdürü Hikmet Nazım Bey, 1932’de bir köpek tarafından ısırılınca kuduz aşısı yaptırır. Fakat daha birkaç gün önce yaralanmış ve tetanos aşısı da yaptırmıştır. Hikmet Bey, iki aşının uyuşmaması nedeniyle ağır hastalanır. Hikmet Bey evinde hasta yatarken patronu Süreyya Paşa yanına gidip sinemanın hesaplarıyla ilgili olarak kendisiyle konuşur. Bu konuşmadan birkaç gün sonra Hikmet Bey ölünce, Nazım Hikmet kahrolur ve o kızgınlıkla önce ‘Gece Gelen Telgraf’, bir yıl sonra da ‘Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye’ başlıklı şiiri yazar. Şiirde kendi babası ile Süreyya beyin babası Abdülhamid dönemi Seraskeri Rıza paşa’yı anlatır.

Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye
Bir varmış Bir yokmuş
Develer telalık edip satarken develeri,
Bir benim babam varmış,
Bir de zatı muhteremin pederi.
Benim babam, dazlak kafalı ufak tefek bir adam.
O bir zatı muhteremin pederi
İkinci Sultan Hamidin meşhur hırsız seraskeri .
Benim babam, dolu koymuş boş çıkmış,
bütün ömrünce çevirmiş simsiyah defterleri.
O, bir zatı muhteremin pederi-
Yemen çöllerinde açlıktan ölenlerin
               suyundan ekmeğinden çalarak ,
Kumun üstünde akan kandan
               yüzde yüz komisyon alarak
Han, hamam apartıman yapmış…
Ey zatımuhterem:
Şaire, “kısa kes, diyelim, sözlerini!”
Ölmüş sizin serasker peder .
Benim de babam öldü.
Ve dünyaya yummadan evvelışıklı çocuk gözlerini, siz onun yanındaydınız.
Son beş papelin hesabını vermeden ölmesin, diye kalbinin atışını saydınız.
Tutmuyordu, babamın öpülesi elleri.
O eller.. Babamın gözleri, artık simsiyah defterleri göremiyordu...
Fakat yine siz haklısınız: o gündü hesap günü.
Taktınız tenezzülen kendi elinizle, siz bir ölünün burnuna gözlüğünü, beş papelin hesabını istediniz.


GECE GELEN TELGRAF

Gece gelen telgraf
dört heceden ibaretti:
"VEFAT ETTİ."
İmza yok.
Bu dört hece bile çok.

Bakıyorum duvara:
duvarda bir yara-
duvarda bir resim-
vefat edenin,
elimle çizmişim.

Saat bir.
Saat üç.
Saat beş.
Polis düdükleri, saatlar...
Yatağım bozulmamış.
Çekmecemde kaatlar:
bazıları
onun el yazıları.

Gece gelen telgraf
dört heceden ibaret...
Şafak söküyor-
odam
geceden ibaret.

Avuçlarımda
ellerinin gölgesi dolaşan adam
demir parmaklıklardan gördü son gündüzünü.
Mahpushane doktoru
örterek paltosuyla upuzun yatanın yüzünü:
- Tamam!
dedi.
Bunu belki evvelki akşam
dedi.
Evvelki akşam
ben......

Satıcılar geçiyor mahalleden.

Bakıyorum
gece gelen
telgrafa.
O mükemmel bir kafa
mükemmel bir yürek,
yumruklarıyla erkek
gözleriyle çocuktu.
Hudutsuz ve Allahsız bir baştı o.
Yoldaştı o..

Düşmanlar kına yaksın
dostlar girsin saflara.
Sen gözyaşı göstermeden ağlıyacaksın
gece gelen telgraflara...

 Nazım HİKMET



Monday, February 17, 2014

Darülfünun’dan İstanbul Üniversitesi’ne

Osmanlı Devleti'nde geri kalmışlığın sebepleri arasında eğitim sisteminin yeniliklere açık olmaması ve batıda hızla gelişen bilim ve teknolojinin gerektirdiği kurumların oluşturulmaması önemli yer tutar. Osmanlı'nın ilerleme dönemlerinde, özellikle Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu medreseler din bilimlerinin yanında pozitif bilimlere de yer vermiştir ancak bu medreseler Kanuni Sultan Süleyman döneminden başlayarak yalnızca din bilimlerinin öğretildiği kurumlar haline gelmiştir. 1863’te öğretim vermeye başlayan ilk üniversiteye "fenlerin evi" anlamına gelen "darülfünun" adının verilmesi, Osmanlı’da darülfünunun, medreselerin uzantısı olarak düşünülmediğini göstermektedir.


İleri ülkelerle karşılaştırıldığında Osmanlı’da üniversite açılmasının gecikmesinin nedeni, sivil alandaki dirençle açıklanabilir. O kadar ki, 1863’te ilk darülfünun açıldığında, "medrese kıtlığı mı var" diyerek darülfünuna karşı çıkan softa hocalar olmuştur. Zaten Osmanlı’da ilk yüksekokulların askeri alanlarda açılmasını, sivil alanda meydana gelebilecek tepkilerin öngörülmesiyle açıklamak mümkündür.
18. yüzyılın sonlarında açılan "Mühendishane"leri Osmanlı’nın ilk yükseköğretim kurumlan olarak kabul edenler bulunsa da, egemen görüş, bu okulların ancak bir lise düzeyinde olduklarıdır. 1827’de kurulan Tıbbiye, 1834’te açılan Harbiye ve 1859’da öğretime başlayan Mülkiye mektepleri, Osmanlı’nın gerçek anlamda batıya açılan ilk pencereleri olarak kabul edilebilir.
Tanzimat Dönemi ile başlayan yenileşme hareketleri eğitim sistemini de medreselerin baskısından kurtarmaya çalışıldığı dönem olmuştur. Darülfünun’dan İstanbul Üniversitesi’ne uzanan  70 yıllık süreç altı bölümde incelenebilir.
Tanzimat reformlarının bir sonucu olan Osmanlı üniversite kurumu, Darülfünun binasının Avrupa kökenli neoklasik üslubunda yansıma bulmaktadır. Ancak Darülfünun binası, üniversite işleviyle çok kısa süre kullanılabilmiştir. Bina Maliye, Adliye ve Evkaf Nezaretlerine devredilmiş, Meclis-i Mebusan tarafından kullanılmış, nihayet yanmadan önce 25 yılı aşkın bir süre Adliye Sarayı olarak hizmet vermiştir.
 Darülfünun Mimari Yapısı
Sultan Abdülmecid (1839-1861) tarafından İtalyan asıllı İsviçreli mimar kadeşler Gaspare ve Giuseppe  Fossati’ye Darülfünun (Üniversite) olarak yaptırılan bina Ayasofya’nın doğu tarafında, antik Bizans Senatosunun temelleri üzerinde yükselen Defterhane binasın yerine yapılmıştı. 1846 yılında inşasına başlanan ahşap binanın, iki yılda tamamlanacağı planlanmış, fakat 19 yıl sürmüş ancak 1865’de bitirilebilmişti.

Bina, merkezi avlulu iki kare blok ile bunları birleştiren bir giriş bölümünden oluşan üç katlı kagir bir yapıydı. Girişi U biçiminde, bir tören avlusu oluşturacak şekilde geri çekilmişti. Kuzey ve güney cephelerinde İon düzeninde başlıklı ve üçgen biçimli alınlıklar bulunuyordu. Bu kısımlar basık bir alınlıkla sonlanmaktaydı.

Bir “bilimler sarayı” olarak, gerçekten saray üslubunda inşa edilmiştir. Fossati, üzerinde büyük emek harcadığı Ayasofya’yı, hemen doğusuna dev gövdeli Darülfünun’u inşa ederek adeta perdelemiştir; belki de bu yüzden, yapının 1933’teki yanışı, hem döneminde hem de günümüzde üzüntü dolu ifadelerle anılmamaktadır.
Binanın Hizmet Fonksiyonu
Bina 19 yıl süren inşaatın ardından bitmiş fakat Darülfünun olarak açılmamıştır;
  • İlk olarak Kırım Savaşı (1853-1856) sırasında İstanbul’a gelen yaralı Fransız askerleri için hastane olarak kullanılmıştı.
  • 1863’de konferans şeklinde serbest derslere başlanmış,
  • 1865’de üniversite için büyük olduğu söylenerek Maliye Nezareti’nin kullanımına sunulmuştur.
  • 1876’da İlk Mebusan ve Ayan Meclisleri burada açılmış; büyük tören salonu Meclis-i Mebusan toplantı salonu olmuştu. 1878’de II. Abdülhamidin meclisi kapatmasıyla bina 30 yıl hizmet dışı kalır, 1908’de II. Meşrutiyetin ilanı ile birlikte Meclis-i Mebusan yine bu binada toplanır.
  • 1918 yılında itibaren 25 yıl İstanbul Adliyesi olarak kullanılır.
  • 3-4 Aralık 1933 gecesi yanarak harap olur. Büyük kısmı yanmış olan Adliye Sarayının kalıntıları kısa bir süre sonra tamamen ortadan kaldırılır.



1. Darülfünun (1863 – 1865) Sultan Abdülmecit
Sultan Abdülmecit’in saltanatı zamanında Tanzimat döneminde Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliyye, Osmanlı Devleti'nde yeni bir eğitim sistemi hazırlamak gayesiyle, 1845 yılında ulema, asker ve bürokratların katıldığı yedi kişiden oluşan Meclis-i Muvakkat adında geçici bir maarif meclisi kurmuştur. Meclis-i Muvakkat bir yıllık bir çalışma sonunda Osmanlı eğitim reformunun temel kaidelerini tesbit etmiş ve eğitim sistemini ilk, orta ve yüksek eğitim olarak üçe ayırmıştır. Bu üç eğitim seviyesinde darülfünun kurulması yüksek eğitim programında yer almıştır. Meclis-i Muvakkat, eğitim işlerini takip etmek üzere Meclis-i Maarif-i Umumiyye adında bir daimi meclisin kurulmasını da öngörmüştür. 1846'da faaliyetlerine başlayan Meclis-i Maarif-i Umumiyye, darülfünun kurulması yolunda ilk adımı atmıştır. 
Bu gelişmeler üzerine 1845 yılında Darülfünun'un kurulması kararlaştırılır. Darülfünun'un kurulması Osmanlı Devleti'nin geri kalmışlıktan kurtulması, klâsik medrese eğitim anlayışından uzaklaşmak; bilim ve tekniğin eğitim ve öğretimde esas olması fikrinden doğmuştur. 
Darülfünun'a Rüşdiye'leri bitiren öğrenciler alınacağı için bu okul yüksek öğretim kurumu olmayacaktı. Darülfünun başlangıçta, üniversite düzeyinden daha çok orta öğretimin ikinci kademesi (Lise) olarak hizmet verecektir. Darülfünun, bütün masraflarının devlet tarafından karşılanacağı, talebelerin gece gündüz barınabilecekleri ve çalışacakları bir yer olarak düşünülmüştür. 
Kasım 1846'da, bir sene sonra Ayasofya’nın da renovasyonunu yapacak olan İtalyan asıllı mimar Gaspare Fossati ile İstanbul' da Darülfünun binasının inşası için mukavele yapılmış ve Ayasofya’nın doğusundaki büyük arsa üzerine üç katlı, 125 odalı, gösterişli, Avrupa üniversitelerine benzer şekilde büyük bir bina yapılması istenmiştir. Ancak inşasına hemen başlanan darülfünun binası uzun yıllar tamamlanamamıştır. 8 Mart 1865'te inşaat bittiğinde de Darülfünun olarak kullanılmamıştır.
Aynı yıl (1846) Darülfünun’a öğrenci yetiştirmek amacıyla lise seviyesinde II.Mahmut’un kız kardeşi Esma Sultan’ın sarayı’nın arsasına Dârül Maârif adıyla bir okul kuruldu. Okulun masrafları, tutucu çevrelerin tepki göstermemesi için Sultan Abdülmecit'in annesi Bezmiâlem Valide Sultan tarafından karşılanmış ve sonraki giderlerini karşılamak için de bir vakıf kurulmuştu. Bu nedenle II.Mahmut Türbesi yakınındaki okul Valide Mektebi olarak anılır (şimdi Cağaloğlu Anadolu Lisesi, çok uzun yıllar İstanbul Kız Lisesi olarak işlev gördü).
Osmanlı Devleti'nde okul olarak tasarlanıp yapılan ilk büyük binadır. 28 Nisan 1850'de padişahın da katıldığı, açılış nutkunu sadrazam Mustafa Reşit Paşa'nın yaptığı bir törenle açılmıştur. Okula, Sultan Abdülmecid de çocukları Murat Efendi ve Fatma Sultan’ı sembolik olarak kaydettirmiştir. Sultan Abdülmecid, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk sivil lisesine 546 kitap ve bir tanesi hâlâ okulda sergilenen iki adet saat hediye etmiştir.
Darülfünun binasının inşası devam ederken geçen süre içerisinde darülfünuna ders kitabı hazırlamak için 1851 de Encümen-i Daniş adıyla bir kurul oluşturulmuştur. Büyük merasimlerle açılan Encümen-i Daniş , kendisinden beklenen vazifeyi yerine getirernemiş ve 1863'te Darülfünunda derslere başlandığında burada okutulmak üzere hazırlanmış bir tek kitap bile bulunamamıştır.
1857 yılında Maarif Nezareti, Yanyalı Hoca Tahsin Efendi ve Selim Sabit Efendi’yi  Darülfüna hoca olarak yetiştirilmek için öğrenim görmeleri amacıyla Paris'e gönderdi. Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye adıyla kurulan cemiyet vasıtasıyla Darülfünun faaliyetleri desteklendi. Cemiyet, çıkardığı Mecmua-i Fünun adlı dergi ile felsefe, tarih, coğrafya, siyaset, edebiyat, kimya, jeoloji, eğitim, fotoğraf sanatı, ekonomi, astronomi ve tıp alanlarında  geniş bir yazar kadrosu ile yazılar yayınlamaktaydı. Ayrıca din ve siyasi konular hariç her türlü bilim ile ilgili orijinal kitap, tercüme basmıştır. Belirli günlerde de halka açık dersler vermişlerdir. 
Okulun o dönemlerde kendine ait bağımsız bir binası olmamış ancak Fransız kuruluşlarının da yardımıyla 4,000 kitaplık kütüphane, modern sayılabilecek laboratuvarlar kurulmuştur. İnşaatına başladıktan hemen sonra çıkan Kırım harbi(1853-1856) nedeniyle Rusya’ya karşı müttefikimiz Fransa askerleri için henüz tam bitmemiş Darülfünun binası hastahaneye dönüştürülmüştür. Benzer şekilde İngiliz askerleri içinde Selimiye kışlası içerisinde bir hastahane kurulmuştu.
1863 yılında dönemin sadrazamı Keçecizade Fuad Paşa' nın, Darülfünun binasının tamamlanmasını beklemeden binanın bitmiş olan bazı odalarında halka açık serbest konferans şeklinde dersler verilmesini uygun görmesiyle ilk Darülfünun tedrisatı başlamış oldu. 13 Ocak 1863'te İbrahim Edhem Paşa'nın nezareti altında kimyager Derviş Paşa fizik ve kimyaya dair konuşmasıyla ilk dersi verdi. Büyük ilgi uyandıran bu konferanslar halk ve devlet ileri gelenleri tarafından takip edilmekteydi. 1863 yılı boyunca bu şekilde fizik, kimya, tabii ilimler, tarih ve coğrafya konularında serbest dersler verilmiştir.Bu dönemde Hekimbaşı Salih Efendi biyoloji, Ahmet Vefik Paşa tarih dersi veriyordu. Ders verenlerin büyük bölümü kültürü sahibi yüksek devlet memurlarıydı.  Ancak konferansları takip edenlerin bilgi düzeyi dersleri anlamaya yeterli değildi. Bu ilk deneme, bir yıl devam ettikten sonra muhafazakâr çevrelerden gelen baskılar ve devlet işlerinin aksadığı gerekçesiyle sonlandı.
Yapımına on ondokuz yıl önce başlanan darülfünun binasının, 1865 yılında tamamlandıktan sonra Darülfünun için fazla geniş bulunarak Maliye Nezareti'ne  verilmesi üzerine yeni ve daha küçük bir binanın inşası kararlaştırıldı. Bu bina tamamlanıncaya kadar serbest derslere geçici olarak  Çemberlitaş civarında Divânyolu'nda II.Mahmut türbesi yakınlarında kiralanan Nüri Paşa Konağı'nda devam edildi. Konakta, mükemmel fizik ve kimya laboratuarları ve büyük bir kütüphane oluşturulmuştu. 8 Eylül 1865’teki yangında konak ile beraber laboratuarlar ve 4,000 ciltlik kütüphane de yok oldu. Büyük Hoca Paşa yangını Darülfünun’da derslerin tatil edilmesine yol açtı.
2. Darülfünun-u Osmani (1870-1872) Sultan Abbdülaziz
Yangından sonra dört sene kapalı kalan Darülfünun’u yeniden açma çalışmaları 1 Eylül 1869'da yayınlanan yeni yönetmelikle başladı. Bu yönetmeliğe göre Darülfünun Edebiyat, Hukuk, Tıp-Fen diye üç şubeden (fakülte) meydana gelecekti. Her şubenin öğrenim süresi üç yıl, tez içinde bir yıl olmak üzere dört yıl olarak belirlenmişti. Darülfünun’a 16 yaşını doldurmuş, İdadi mezunu yada o seviyede bilgisi olanlar alınacaktı. Darüfünun’un başkanı nazır unvanlı bir emin(rektör) olacaktı. Eğitim dilinin Türkçe olmasına fakat Türkçe bilmeyen öğretmenlerin Fransızca’da ders verebilmelerine izin verilmişti. Üç yıllık öğrenip sonuda öğrenciler tez vererek mezun olacaklardı. Darülfünun yeniden açılışına 1000'den fazla öğrenci başvurdu, 450 öğrenci alındı.
Okul müdürlüğüne Avrupa'ya daha önce Darülfünun hocası olarak yetiştirilmek üzere gönderilmiş ve tahsilini tamamlayıp yurda dönmüş bulunan Yanyalı Hoca Tahsin Efendi atandı. Eğitim kadrosunun çoğunluğunu askeri okullardan temin edilen hocalar oluşturuyordu. Kütüphane için Avrupa'dan kitap alındı, fizik laboratuvarı için çeşitli cihazlar sipariş edildi. Paris'ten satın alınan kitapların listesi incelendiğinde, o dönemde Batı 'daki en yaygın akımlar olan hümanizmin ve pozitivist felsefenin belli başlı eserlerinin bu listede yer aldığı görülür. Birinci darülfünun teşebbüsü sırasında ders kitaplarının telifi için Encümen-i Daniş kurulmuşken bu defa Darülfünun’da okutulacak kitapları batı dillerinden tercüme etiirmek için bir tercüme heyeti oluşturulmuştur. Ancak bu heyetin de kendisinden bekleneni yerine getirmediği anlaşılmaktadır.
1869'da Darülfünun’un bugün Basın Müzesi olarak kullanılan binası tamamlanmıştı. Darülfünun, 20 Şubat 1870'de hükümet üyelerinin katıldığı büyük bir törenle Darülfünun-u Osmani adıyla Divanyolu'nda yaptırılan binada açılarak derslere başlandı. Bu arada çeşitli konferanslar verilerek sanayi, edebiyat ve teknoloji konularındaki halkın bilgilendirilmesine çalışılıyordu. 
Eğitim başladıktan bir yıl sonra, 1871 Ramazan’ında o tarihte İstanbul'da bulunan ve Darülfünun’un açılış merasiminde de bir konuşma yapmış olan Pan-islamizmin öncülerinden Cemaleddin-i Efgani'nin bu konferansların birinde sanat hakkında yaptığı bir konuşmasın da, sanatı tarif ederken ve bölümlerini sayarken peygamberliği de bir tür sanat olarak zikretmişti. Bu sözlerin konferansa katılanlar arasında tepkiye yol açması ve çeşitli çevrelerin şiddetli itirazı sebebiyle konferanslar iptal edildi. Cemalettin Afgani İstanbul'dan uzaklaştırıldı, Tahsin Efendi müdürlükten alındı.

Darülfünun bu olaydan sonra bir eğitim yılı daha faaaliyetine devam etti ve 1872' de kapatıldı. Kapanış sebebi muhafazakarlık ve  batılılaşma hareketine duyulan hoşnutsuzluk ve öğretim kadrosu ile kitap yetersizliğidir.  Kapatma kararında Viyana elçisi Şekip Efendi'nin, Avusturya'da 1848 ihtilalinde üniversitelerin monarşinin yıkılması için çaba gösterdiğini yazması, etkili olmuştur.

3. Darülfünun-u Sultani (1874-1877)

Sultan Abdülaziz’in son dönemleriyle Sultan Abdülhamid’in ilk yıllarındaki tüm olumsuz şartlara rağmen Darülfünun'un tekrar açılma çabaları devam etti. Galatasaray Sultanisi kurucusu Maarif Nazırı Mehmed Esad Saffet Paşa'nın gayretleri ile 1874 yılında Darülfünun-u Sultani adı ile yeniden açıldı. Bu kez Galatasaray Sultanisi'nin içinde açılan okulun müdürlüğüne Sava Paşa getirildi. Darüfünun masraflarının Galatasaray bünyesinden karşılanıp devlete yük olunmaması şart koşulmuştu.

Okulda Hukuk, Mühendislik ve Edebiyat şubeleri vardı. Edebiyat dışındaki dersleri Türkçe verecek öğretmen bulunamadığı için öğretim dili Fransızca olarak kabul edilmişti. Böylece yeni kurulan Darülfünun yalnız Galatasaray Sultanisi mezunlarının devam edebileceği bir okul haline dönüştü. Okulun programında Tarih, sanat ve kültüre yer verilmemişti.

Ekonomik açıdan sırtını Mekteb-i Sultaniye’ye dayayan Darülfünun, zamanla Mekteb-i Sultani'de paralı okuyan öğrencilerin sayısının azalmasıyla, bütçe sıkıntısı çekmeye başlayan Mekteb-i Sultaniye’ye yük olmaya başladı. Ve devlete bağımlı hale geldi. Okul üç defa mezun vermeyi başardı. 1877 yılında tasarruf gerekçeleri ve öğrenci bulma sorunu nedeniyle önce Hukuk ve Mühendislik şubesi, 1881 yılında da Edebiyat bölümü kapatıldı.

4. Darülfünun-u Şahane (1900-1908) Sultan Abdülhamid Baskı Dönemi

Darülfünun mutlakiyet döneminin siyasi ortamındaki belirsizlikler sebebiyle dokuz seneden fazla kapalı kaldı. 1896'da Sadrazam Mehmed Said Paşa'nın gayretleriyle yeniden açılmak istendiyse de 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı nedeniyle gerçekleşmedi.

Kısa bir müddet sonra devlet, tamamen kendi kontrolünde, ilgili bakanlıklarla organik bir bağ oluşturan yüksek okullar açma yoluna gitti. Böylece Osmanlı hukuk ve mühendislik öğretimi XX. yüzyılın başına kadar Mekteb-i Hukuk ve Mekteb-i Mülkiyye ile Mühendis Mektebi'nde bağımsız olarak devam etti. Osmanlı Devleti'nde 1900 yılına kadar ülkenin ilim ve eğitim kurumlarının yaygınlaştırılması çalışmaları arasında yeni bir Darülfünun kurma teşebbüsüne rastlanmamıştır. ilk ve orta öğretim kurumları sayıca artmış ve eğitim seviyeleri yükselmiş ; bunun yanında devletin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere mülkiye, tıp, hukuk, ticaret, sanayi, mühendislik ve mimarlık sahalarında ihtisaslaşmaya yönelik yüksek öğrenim okulları açılmıştır.

Mesleki eğitim veren bütün bu yüksek okullar dışında özellikle ilim adamı yetiştirmeye yönelik bir müessese kurulması konusunda, Sadrazam Küçük Said Paşa , 14 Şubat 1895 tarihinde ll.Abdülhamid'e sunduğu raporunda Amerika ve Avrupa üniversitelerinin fonksiyanlarına sahip ve ilim adamı yetiştirmeye yönelik beş fakülteden oluşan bir darülfünun kurulmasının gerekliliğini arzetmişti.

II.Abdülhamit'in tahta çıkışının 25. yılında, 1 Eylül 1900'de ilahiyat, matematik, fen-tıp ve edebiyat-felsefe bölümlerinden oluşan Darülfünun-u Şahane, Çağaloğlu’nda Mekteb-i Mülkiye binasında yeniden açıldı. İlave olarak ilahiyat şubesi eklenmişti. İmtihana giren ve kabul edilen talebeler, Mekteb-i Mülkiyye'nin boşaltılan bazı odalarında öğrenim görüyorlardı.

Bu dönemki Darülfü’nun Abdülhamit’in baskıcı yönetimi ve denetimi altında hiçbir konuda özerkliği olmayan, bilimsellikten uzak bir eğitim kurumuydu. Aslında Darülfünun, yüksek öğretim çağına gelen gençlerin yasağa rağmen Avrupa'ya kaçıp gitmelerine engel olmak amacıyla açılmıştı. Okul için ayrı bir bina tahsis edilmemiş, Mülkiye Mektebi ile aynı binayı paylaşmış, yönetimi de Mülkiye Mektebi müdürü tarafından yürütülmüştür. Şubelerin idari ve ilmi serbestliği kaldırılmış, her şey saray ve hükûmetin kontrolüne bırakılmıştır. Öğrenci sayısı sınırlandırılarak her sınıfda 30 öğrenci bulunması istenmiş, bütün dersleri müfettişler de dinlemişlerdir.İlahiyat şubesinin öğretim süresi dört, matematik, fen bilimleri, edebiyat şubelernin öğrenim süreleri üç yıl olacaktı. İlahiyata, pozitif bilimlere nazaran verilen önem, öğrenim sürelerinden bile belli oluyordu. Bu şubelere ilave olarak Türkçe, Arabça ve Farsça'dan başka, Fransız, İngiliz, Alman ve Rus dillerinin okutulacagi filolojiler kurulacaktı. Öğrenci sayısı sınırlandırılan ve paralı olan bu okula girebilmek için, bir orta öğretim kurumunu bitirmek yada sınavla bu düzeyde bilgi sahibi olduğunu ispatlamak gerekiyordu.

Darülfünun-ı Şahane açıldığı zaman, daha önce kurulmuş olan darülfünunların karşılaştığı ve birçok açıdan onların başarısızlıklanna sebep olan hoca, yetişmiş talebe ve Türkçe ders kitaplarının yetersizliği gibi olumsuzluklar kısmen ortadan kalkmıştı. Ancak çok sayıda müracaat olmasına rağmen belli sayıda talebe alınması, sıkı bir idari kontrolün bulunması ve derslerin daha çok teorik safhada kalması, darülfünunun olumsuz yönleri olarak kabul edilmelidir.

4. İstanbul Darülfünu (1908-1923) Meşrutiyet Dönemi Sultan Reşat ve Sultan Vahdettin

II.Meşrutiyet dönemi, mutlakiyet dönemi izlerini silmek, Medreselerin eğitim sistemi içindeki rollerini azaltmak ve modern eğitim sisteminin gelişmesi için çabaların arttığı dönemdir. II.Meşrutiyet sonrasında İttihat ve Terakki ile birlikte gelen siyasal ve ideolojik görüşler yüksek öğrenime hemen yansımıştır. Yüksek Okulların programları, yönetim biçimleri değiştirilmiş hemen her okulda öğrenci dernekleri kurularak eğitim yaşamı ile siyasal yaşam arasında siyasal etkileşme kanalları oluşturulmuştur.


Darülfünun'un esas gelişmesi 1908'den sonra olmuştur. Öncelikle 21 Ağustos 1909'da Mülkiye Mektebi'ndeki eski yerinden Veznecilerdeki Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın kızı Zeynep Hanımın Konağına taşındı. (Zeynep hanım konağının yerinde şimdi 1950'lerin başında yapılan İÜ Fen Edebiyat Fakültesi binası var) Eğitim programları gözden geçirilerek daha önceki dönemde siyasal nedenle programa konmayan; Tarih, Edebiyat ve Felsefe dersleri eklenmiş ve Darülfünun-u şahane ismi yerini İstanbul Darülfünu’na bırakmış ve eğitim ücretsiz hale getirilmiştir. Hukuk yeni bir şube olarak Darülfunun’a bağlanmıştır. Bu dönem Darülfünun'a öğrenci müracaatı çok fazla olmuş, öğretim araç ve gereçleri bakımından da zenginleştirilmiştir.


Zeynep Hanım konağı sonradan 28 Şubat 1942’de yanacak ve yerine mimar Sedad Hakkı Eldem - Emin Onat 1942-1952 yılları arasında Fen ve Edebiyat fakültesi binası inşa edecekti. Bu iki mimarımız, 1940-1950 arası İtalya ve Almanya’daki faşist yönetimlerin totaliter düşünceleriyle beslenen II.Milli Mimarı akımın öncüleridir.

1911’den itibaren Darülfünun'nun beş şubesinde birer Profesörler Kurulu oluşturuluyor ve şubeler kendi aralarında şube reislerini seçiyorlardı. Darülfünun’da İlahiyat, Hukuk, Fen, Tıb ve Edebiyat şubeleri vardır, ayrıca Darülmesai adında araştırma enstitüleri kurulmuştur..

1912’de çıkarılan bir yönetmelikle ile kuruma kısmi mali ve idari özerklik verildi. Şubeler fakülteye dönüştü. Muallimlere müderris unvanı verildi. Büyük kütüphaneler, laboratuvarlar kurulmaya başlandı. Sınıf usûlü terk edilerek, yerine sömestr usulü getirildi. Bağdat ve Konya Hukuk mektepleri, İstanbul’daki Dişçilik ve Eczacılık okulları Darülfünun bünyesine katıldı. Zeynep Hanım Konağı'nın yetersiz gelmesi üzerine Yerebatan'da kimya, Feyzullah Efendi Konağı'nda jeoloji, İbrahimpaşa Konağı'nda Doğu dilleri ve Saffetpaşa Konağı'nda coğrafya enstitüleri kuruldu. Darülfünun’da 1914 yılında toplam 3,019 öğrenci ve 93 öğretim elemanı vardır.

Öğrencilerin tamamı erkek olan Darülfünun’da Balkan Savaşı’ndan sonra kız öğrenciler için konferanslar düzenlendi. Kız öğrencilerin yüksek öğrenim görmelerini sağlamak için 12 Eylül 1914’te ayrı binada Edebiyat, Fen ve Tıb şubelerinden oluşan İnâs Darülfün’unu hizmete girdi. 1917’de kız öğrenciler Tıp Fakültesi’ne de kabul edilmeye başlandı ve dersleri peçesiz olarak izleyebilmeye başladılar. 1918 yılında üniversitede kız ve erkek öğrencilerin birlikte takip edebildiği konferanslar verildi. 1917'de ilk mezunlarını veren İnas Darülfünu 1920'de kapatıldı. Bunun üzerine 1921'den itibaren önce Edebiyat ve Fen fakültelerinde, ardından da Hukuk Fakültesi ile Tıp Fakültesi'nde birer yıl ara ile karma öğretime geçildi.

1914-1918 yılları arasında I.Dünya Savaşı sırasında Almanya ve Avusturya-Macaristan'dan Edebiyat, Fen ve Hukuk dalındaki bilim adamlarıyla öğretim kadrosunu güçlendirilir. Ekim 1919 tarihinde özerklik tanındı.

5. İstanbul Darülfünu (1923-1933) Cumhuriyet’in ilk yılları Mustafa Kemal
O zaman kadar Tıp Fakültesi hariç bütün Darülfünun Zeynep Hanım Konağı’nda faaliyet göstermektedir. İstanbul Üniversitesi Beyazıt’taki ana yerleşkesi daha önce Harbiye Nazırlığı olarak kullanılmaktaydı. Seraskerlik kapısı(Bugün İÜ girişi) 1864 yılında inşa edilir. Lozan Antlaşması'ndan hemen sonra İngilizler'in boşalttığı Harbiye Nazırlığı binası  12 Eylül 1923 tarihinde İstanbul Üniversitesi’ne verildi. Bu anıtsal kapı, Türkiye’de sadece İstanbul Üniversitesi’nin değil, aynı zamanda “üniversite kavramının” da sembolü. Üniversiteye girmek demek, hayallerde biraz da bu kapıdan içeri girmek demektir aslında.
Yapılan yeni düzenleme ile Darülfünun’un dört fakültenin temsilcisinin bir rektör başkanlığında toplanması ile oluşturulan senato tarafından yönetilmesi kararlaştırıldı; ilk rektör İsmail Hakkı Bey oldu. Zeynep Hanım Konağı, Fen Fakültesi ve Yüksek Muallim Mektebi’ne; Eski Jandarma Komutanlığı binası, Eczacı ve Dişçi Mektepleri’ne; Medresetü’l-Kuzat/Kadılar medresesi  binası, Darülfünun Kütüphanesi’ne tahsis edilir. Bugün Vezneciler’de, Fen Fakültesi’nin önünden geçen cadde hala Darülfünun Caddesi adını taşımaktadır.

Aynı dönemde ayrıca daha zengin bir kütüphane yaratmak için Yıldız Sarayı’nda bulunan 7,129 yazma ve 31,319 basma kitap ile Hakkı Paşa’nın 3,998 adet kitabı Darülfünun’a getirilir. Ayrıca Rıza Paşa, Halis Efendi ve Sahib Mollazade İbrahim Bey’in kitapları Darülfünun için satın alınır. Bugün İstanbul Üniversitesi, Başta Merkez Kütüphane ve Nadir Eserler Kütüphanesi olmak üzere, tüm fakülte ve birimlerinde oluşturulmuş kütüphanelerdeki kitaplarla Türkiye’nin en büyük kitap koleksiyonlarından birine sahip durumda.
1924 yılında Darülfünun’a katma bütçe ile idare edilme hakkı ve tüzel kişilik verilir. Bir de buna mali ve idari özerklik de eklenerek tam bir özerk üniversite kurulması sağlanacaktır. 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu uyarınca yüksek din mütehassısı yetiştirmek üzere Darülfünun’da bir İlahiyat Fakültesi açılması kararlaştırılır. Medreselerin kapatılması üzerine Süleymaniye Medresesi’nde lisans düzeyinde öğretim gören öğrenciler İlahiyat Fakültesi’ne nakledilir. 1924 yılında İlahiyat Fakültesi’nin kurulmasıyla Darülfünun’daki fakülte sayısı beşe çıkar.
Eczacılık Fakültesi ana girişin solunda

Darülfünun kütüphanesi, Caminin arkasında

1924’te Cumhuriyet yönetimi özerk darülfünunu tüzel kişilikle güçlendirmiş, ancak darülfünun kendisinden beklenen görevleri yerine getirememiştir. Darülfünun özerkliği, fildişi kulesine çekilmek ve denetimsizlik olarak algılamıştır. Atatürk darülfünuna müdahale etmemeye özen göstermiştir. Zaten toplumsal yaşamın her alanında büyük devrimler yapılırken darülfünuna 10 yıl gibi uzun bir süre dokunulmaması, darülfünunun özerkliğine duyulan saygıyla açıklanabilir. Cumhuriyet Döneminde Avrupa’ya eğitim amacıyla gönderilen ilk grup, 1925 yılında yola çıkmıştı. 1928 yılında da 22 genç öğrenci Almanya, Fransa ve Belçika’da eğitime gönderildi.
6. İstanbul Üniversitesi (1933- ) Atatürk

Darülfünunun devrimler konusundaki vurdumduymazlığı, darülfünunun tümüyle yeniden ele alınması gereksinimini ortaya çıkarınca 1930 yılında Cenevre Üniversitesi pedagoji profesörü Albert Malche İstanbul'a davet edildi ve kendisinden Darülfünun’un yeniden organizasyonu konusunda bir rapor hazırlaması istendi. Malche, geniş bir inceleme sonunda Darülfünun’un mevcut durumunu ortaya koyan ve yapılması gerekenleri içeren bir rapor hazırlayarak 29 Mayıs 1932'de hükümete sundu. Malche ders programlarında fazla değişikliğe gerek görmemiş, daha çok uygulamaya yönelik tedbirler önermişti. Atatürk’ün yönlendirmesiyle TBMM’'nin 31 Mayıs 1933 tarihli oturumunda, Darülfünun ve ona bağlı kuruluşlar fesh edildi. Maarif Vekaleti’de 1 Ağustos'tan itibaren istanbul Üniversitesi'ni kurmakla görevlendirildi.

Cumhuriyet Hükümeti ile üniversiteyi karşı karşıya getiren ilk olay, 1923′te Cumhuriyet’in ilanı üzerine bir kutlama mesajı gönderilmesi teklifine, Darülfünun Talebe Birliği genel kurulunun, “üniversitenin siyasi akımların dışında kalması kanaatiyle” karşı çıkması oldu. İkinci bir olay, harf devrimi konusunda bazı Darülfünun hocalarının çekinceler ifade etmeleri idi. Ancak bardağı taşıran damla, Atatürk’ün 1930′dan itibaren benimsediği Türk tarih ve dil tezlerine Darülfünun’un ilgi göstermemesidir. 1930 Aralık ayında Darülfünun ziyareti sırasında, “Ankara, Ege, Aka, Eti, ata, arkeos, amiral, kaptan” kelimelerinin kökeni hakkında sınadığı bazı profesörlerin kuşkucu yaklaşımları, Atatürk’ü kızdırmıştır. 1932 Türk Tarih Kongresinde, bazı profesörlerin (Mehmet Ali Ayni ve Zeki Velidi Togan gibi) açıkça, bazılarının tevil ve yumuşatma yoluyla Gazi’nin tezlerine karşı çıkmaları, Darülfünun’un sonunu getirdi.

Yeni üniversitenin kadro işleriyle doğrudan Maarif Vekili Reşid Galib ilgilendi. Darülfünun kadrosundan toplam 61 öğretim elemanı yeni üniversite kadrosuna alınırken, 82 öğretim elemanı dışarıda bırakıldı. Kadro dışı bırakılanlar arasında cumhuriyetin ilk rektörü İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Ferit Kam gibi bilim adamlarının da bulunduğuna bakılırsa siyasi ve hissi sebeplerin de rol oynadığı düşünülebilir. Maarif Vekili Reşid Galib, İstanbul Üniversitesi'ni açış konuşmasında darülfünunun kapatılmasının sebeplerini açıklarken ağırlığı bu kurumun "siyasi, içtimal büyük inkılaplar karşısında bitaraf bir müşahid olarak kalmasına" veriyor, istanbul Üniversitesi'nin "en esaslı vasfının milliliği ve inkilapçılığı olacağını" ifade ediyordu. Bu tasviye, kurtuluş savaşı sırasında gereken desteği vermeyen, Atatürk inkilaplarına kayıtsız kalanlara indirilmiş bir şamardı. Üniversite reformu ile Haydarpaşa’daki Tıp Fakültesi’de Avrupa yakasına taşındı.

Üniversitenin kadrosu üç kaynaktan sağlandı. Birincisi, Darülfünundan üniversiteye geçen hocalardır. Üniversite kadrosunun ikinci kaynağını, yurtdışına eğitim için gönderilen gençler oluşturuyordu. Bu kişiler döndüklerinde doçent adayı olarak alınmışlar, daha sonra da doçent olarak atanmışlardır.

Üniversite kadrosunun bir diğer kaynağı ise yabancı profesörlerdi. Bunlar daha çok 1933’te Almanya’da iktidarı ele geçiren Hitler’in zulmünden kaçan Alman bilim adamlarıydı. Uzmanlık alanları çok farklı 142 Alman öğretim üye ve yardımcısı Türkiye’ye gelmiştir. Bu öğretim üyelerinin büyük çoğunluğu II. Dünya Savaşının sonuna kadar Türkiye’de kaldılar ve yeni üniversitenin gelişmesinde büyük rol oynadılar. Almanya’yı terk eden bilim adamları Erich Frank, Hugo Braun gibi Mikrobiyoloji’de, Friedrich Dessauer gibi Radyoloji’de, dünya çapında buluşları olan insanlardı.

1933 Reformunun başarısında Alman bilim adamlarının büyük payı vardır. Bu tarihe kadar eğitimimizde egemen olan Fransız etkisi yerini Alman etkisine bırakmıştır. Alman öğretim üyeleri Alman öğretim modelini Türkiye’de yerleştirmeye çalıştılar. Bu dönemde Alman bilim adamları sayesinde Türk biliminin bir rönesans yaşadığını söyleyenler haksız sayılmazlar.

1933 Reformuyla, Rektör Milli Eğitim Bakanı’nın önerisi üzerine Cumhurbaşkanı’nın onayı ile, dekanlar ise o fakültenin ordinaryüs ya da profesörleri arasından rektörün önerisi üzerine Milli Eğitim Bakanı’nca atanacaktı. İstanbul Üniversitesinin bilimsel özerkliği korunmakla birlikte yönetsel özerkliği büyük ölçüde sınırlandırılmıştı. Daha önce üniversite yöneticilerinin seçimle göreve gelmelerine karşılık, yeni düzenlemede görevlendirmelerin atamayla yapıldığı görülmektedir. Bunun nedenlerinden biri, Darülfünun’un özerkliği kötüye kullanmasına duyulan tepkidir. Daha önemli bir neden ise, üniversite reformu başarıya ulaşmcaya değin yetkilerin geçici bir dönem için merkezde toplanmasını sağlamaktır. Nitekim 1946 yılında üniversiteye özerkliği geri verilmiştir.İstanbul Üniversitesi’nin tarihi, Fatih Sultan Mehmet‘in İstanbul’u fethinin ertesi günü 30 Mayıs 1453‘te kadar götürülünebilir. Fatih bu tarihte Ayasofya’nin bahçesinde bir medrese kurmuştur. Böyle değerlendirince Dünyanın en eski 20, Avrupa‘nın en eski 10 üniversitesi arasındadır. Bugün İstanbul Üniversitesi, Türkiye’nin iki Tıp Fakültesi’ne Çapa ve Cerrahpaşa’da sahip tek üniversitesi. İstanbul Üniversitesi bünyesinde 20 fakülte, 3 bölüm, 8 yüksekokul, 16 enstitü, 61 uygulama ve araştırma merkezi ile devlet konservatuarı bulunuyor. Yaklaşık 5 bin akademik, 12 bin idari personel, 85 bin öğrenciye hizmet veriyor.

İstanbul Üniversitesi Beyazid Kampüsü
Bayezid meydanında eski saray kullanımından vazgeçilince buraya Yeniceri ocağı için ahşap bir yapı yapıldı. Yeniçeri ocağı 1826 da kaldırılınca burası Bab-ı Seraskeri’ye veriliyor ve bu tarihten sonra Serasker Kapısı olarak anılıyor. 1864 yılında ahşap bina yanınca yerine Fransız mimar Burgeois tarafından kagir bir bina olarak yeniden yapılıyor ve bu defa Harbiye Nezareti olarak görevine devam ediyor. Profesörler Evi, Eski Rektörlük Binası, Ana Kapı, Mercan Kapısı bu dönemde inşa edilmiştir. Süleymaniye Kapısı ise daha eskidir. Tarihi yarımadanın en büyük binalarından olan, eklektik üsluptaki yapının cephesi Neo-Rönesans Dönemi’ni anımsatır. Cumhuriyetin ilanından sonra, Harbiye Nezareti, Ankara’ya taşınınca burası Darülfünun’a, devrediliyor.

Girişteki üç adet at nalı şeklindeki kemerin yan taraftakileri Üniversite alanına giriş ve çıkışlar için kullanıyor. Gene ön cepheden giriş kapısına bakınca, üçlü girişin yanındaki, bir birine simetrik kale burcu şeklindeki iki küçük bina bugün güvenlik görevlilerine ayrılmış.

Bu nirengi taşının biraz ilerisinde taçlı kapının yirmi metre uzaklığında beyaz mermerden bir köşk var, köşkün önünde de arabaların döneceği bir göbek. Bina iki katlı, gene kemerli üçlü bir giriş kapısı, bunun yanında balkonlu simetrik pencereler. Bu binanın ikizide ana kapıdan aynı uzaklıkta ve sol tarafta. Bilindiği gibi Topkapı sarayına taşınıldıktan sonra eski saray alanının bir görevide Sultanların ve özelikle şehzadelerin talim alanı olarak kullanılmasıymış. Topkapı sarayından gelen şehzadeler girişin solundaki Şehzadeler köşkünde ağırlanırmış. Burası, Darülfünün ilk zamanlarında Rektörlük binası olarak kullanılmış. Sonra Rektörlük, Harbiye Nezareti Binasına taşınıyor. Girişin sağ tarafındaki köşk ise kayıtlarda Biniş Köşkü olarak geçiyor. Şimdi ise bu güzel köşk Profesörlerin lokali olarak hizmet veriyor.

Atatürk ve Gençlik Heykeli

İstanbul Universitesinin Taçlı Kapıyla birlikte simgesi olan bu heykel 1954 yılında açılan yarışmayı kazanan Yavuz Görey ve Hakkı Atamutlu’ya ait. Atatürk’ün Türk gençliğine eliyle ilerisini hedef gösterdiği bu tabloda, sağındaki genç kız elinde meşaleyle aydınlığı, solundaki erkek ise elindeki sancak ile ulus devleti simgeliyor. Mermer bir kaide üzerine konulmuş heykellerin arkasında iki büyük bronz kase, o devirde özel günlerde meşale yakmak için kullanılıyordu. Heykele modellik yapan genç kız 1952 Avrupa güzeli Günseli Başar, erkek ise 1953 Türkiye Vücut Geliştirme Şampiyonu Reşit Örer’dir. Heykel 19 Mayıs 1955 tarihinde açıldı.


İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası / Harbiye Nezarethanesi



Simetrik, aksiyal planlı yapıya dört cephesinden de girmek mümkündür. Ana giriş kapısı geniş bir iç avluya açılmaktadır. Tavanı camla örtülü olan bu kare planlı avlu, yapının merkezinde yer almaktadır. Bu avlunun doğu ve batı yönündeki merdivenlerle üst katlara ulaşılır. Mermer sütunlar, taş işlemeciliği ve özellikle görkemli Mavi Salon ile Pembe Salon’un duvar ve tavanlarındaki süslemeler binanın dikkat çekici özellikleridir. Oryantalist bir anlayışla tasarlanmış olan salonların duvar ve tavanları zengin süslemelerle bezenmiştir. Tavan resimleri 17. ve 18. yüzyılda uygulanmaya başlayan geleneğini yansıtmaktadır. Tavanlardaki üç boyutlu ve yoğun süsleme Barok üslubu anımsatır. Süslemelerin arasına asker ressam öğrenciler tarafından yapıldığı sanılan yağlı boya manzara resimleri yerleştirilmiştir. Barok mimari üslubun öne çıktığı ve bir kısmı kâgir bir kısmı ahşap olan bu yapıdır. Bugün içinde İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası ve İktisat ve Hukuk Fakülteri ve İdari ofisleri barındırıyor.
Binanın birinci katında Rektör ve Rektör yardımcılarının odaları var. İkinci katta, Harbiye Nezaretinin incisi Mavi ve Kırmızı Odalar bulunuyor. Duvarlar ve tavanlar yeşil ve sarı renklerin hakim olduğu üç boyutlu kabartma süslemeler ile işlenmiş. Her iki odada da büyük birer kristal avize, duvarlarda ise altın kaplamalı şamdanlar var.
Doktora Salonu / Pembe salon


Bu odalardan pembe Oda bugün İstanbul Üniversitesinin  Doktora merasimleri için kullanılıyor. Sahne bölümündeki kürsü odanın süslemelerine tıpa tıp uyum içinde   sonradan yapılmış, eski iskemleler restore edilerek kadife döşemeler ile kaplanmış, arkalarına altın yaldızlı İstanbul Üniversitesi amblemi ile süslenmiş.
Mavi salon
Kırk kişilik kapasiteli Mavi Oda ise bugün daha çok konser salonu olarak kullanılıyor



Kılınçlık Salonu

Harbiye Nezaretindeki Kılıç Kuşanma Odası terfi eden subayların kılıç kuşanma merasimi yaptıkları salondu.  
Osmanlılar zamanında kılıç kuşanma merasimi, Padişahların tahta çıktıklarında yapılan bir merasim. Sultan Yıldırım Beyazıt ile başlayan bu merasim ileride bütün Osmanlı Sultanlarının başa geçişlerinden sonra yedi gün içinde yapılması şart bir gelenek oldu. Deniz yoluyla kayıkla Haliçten Eyüp Sultana gidilir ve burada Padişah, Şeyhülislam’ın ya da Hocasının yardımı ile kılıç kuşanırdı. Yeni Padişah, Eyüp Sultan dönüşünde Fatih, Beyazıt ve Kanuni Sultan Süleymanın türbelerini ziyaret eder ve halkın içinden geçerek Topkapı sarayına gelirdi. Abdülaziz’i saltanattan indiren darbeciler yeni padişah Sultan V.Murad’a geleneğin dışında bu binada kılıç kuşandırmıştı.  
Binanın üçüncü katında yer alan on üç odadan ve bir koridordan oluşan bölümde Paris’te sanat eğitimi alırken I.Dünya Savaşı çıkınca yurda dönen sanatçılardan oluşan ve ”14′ler Kuşağı” olarak anılan ressam grubu içinde yer alan ilk Türk portre ressamı Feyhaman Duran, Türkiye’de soyut resim yapan ilk sanatçılardan biri olarak tanımlanan ressam ve heykeltıraş Selim Turan eserleri  sergilenmektedir.