Showing posts with label History. Show all posts
Showing posts with label History. Show all posts

Saturday, January 9, 2021

NASREDDİN HOCA MOĞOLLARA VE MEVLANA'YA KARŞI

 Her ikisi de 13. yüzyıl da Anadolu Selçuklu döneminde yaşamışlar

Biri Türkçe diğeri Farsça yazmış

Biri Akılcı iken diğeri Sezgici

Biri Türkmenlerin başkaldırısının liderliğini yapmış diğeri Moğolların yandaşlığını

Birinin eserleri yok edilirken diğerinin eserleri tüm dünya dillerine çevrilmiş

 


Anadolu Selçuklu Sultanlarının 13. yüzyılda İslami düşünürlere verdiği önem ve destek bu dönemde önemli kişilerin ortaya çıkmasını sağlayan bir ortam oluşturmuştur. Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlâna, Ahi Evren hepsi aynı dönemde Anadolu Selçuklu Anadolu’sunda yaşamış şair ve düşünürlerdi. Mevlâna hariç bu düşünürlerin hepsi halkın konuştuğu Türkçe ile eserler vermiştir. Yalnızca Mevlâna Farsça konuşmuş ve yazmıştır. Zaten etnik kökeni net olmayan Mevlâna dışındakiler Türkmen idi. Mevlâna kendi ifadesinde Türklere çok yakınım demesine karşın Farsi olduğuna inanılmaktadır.

‘Beni yabancı sanmayınız, ben bu mahalledenim. Sizin mahallenizde evimi arıyorum. Her ne kadar düşman görünüyorsam da düşman değilim. Her ne kadar Hintçe söylüyorsam da aslım Türk tür’ - Mevlâna

Gene bu dönemde yukarıdaki düşünürlerin yanında birde mizah hayatımızın öncülü olarak kabul edebileceğimiz Nasreddin Hoca yaşamıştır. Bu yazının konusu Ahi Evren ile Mevlâna arasındaki mücadeleye odaklanmakla birlikte Ahi Evren ve Nasreddin Hoca arasındaki ilişkiyi de sorgulamaktır.

Ahi Teşkilatının kurucusu Ahi Evren Anadolu’da Kayseri, Konya ve Kırşehir’de, Mevlâna Celalettin Konya’da yaşamıştır. Mevlâna 30 Eylül 1207 tarihinde bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur. Ahi Evren ise 1171 yılında Türkiye sınırına yakın İran’ın Hoy kentinde doğmuş bir süre Horasan’da bulunmuştur. Her ikisi de genç yaşlarda Anadolu’ya göç etmişlerdir. Ahi Evren, Ahmet Yesevi’nin müridi iken Mevlâna değildir. Ahi Evren Türkçeyi ön planda tutup, Moğollara karşı Anadolu’nun milli mücadeye destek verirken, Mevlâna Farsça konuşup yazıp işgalci Moğollara ve yandaşlarına destek vermiştir. Bu nedenle Ahi Evren’in aksine Mevlâna, Sultan IV. Kılıçaslan döneminden itibaren hep el üstünde tutulmuş ve özgür yaşamıştır.

Bu dönemde özellikle Orta Anadolu’da yaşayan Alevî-Bektâşî Müslüman Türkmenler arasında halkın sanat, ticaret, ekonomi gibi çeşitli meslek alanlarında yetişmelerini sağlayan, onları hem ekonomik hem de ahlaki yönden yetiştiren, çalışma yaşamını, iyi insan meziyetlerini esas alarak düzenleyen Ahilik teşkilatı yaygınlaşıyordu. Ahi Evren’de Anadolu’da Ahiliğin kurucusu ve Ahi teşkilatlarının şeyhi piridir. Hatta o ve hanımı Kadıncık Ana bu yüzden hapsedilmiş, Ahi Evren canını vermiştir. Ahi Evren’in diğer Ahi liderlerinden Hacı Bektaş’la da yakınlığı vardır.

Anadolu Selçukluları zamanında Moğolların Anadolu'yu işgal edip kendi çıkarlarına uyumlu bir yönetimi iktidara getirdikleri 1243-1335 yılları arası dönemde Ahi ve Türkmen çevrelerin Moğollara ve Moğol yanlısı iktidara karşı bir mücadele başlatıp sürdürmeleri, bu iktidarın onlar üzerinde ağır siyasi baskı ve şiddet uygulamalarına yol açmıştır. Bu ağır zulüm, şiddet sonucu pek çok Ahi ve Türkmen ileri gelenleri, fikir ve sanat erbabı kişiler öldürülmüşlerdir. Ahi ve Türkmenlerin medrese, tekke, zaviye, iş yerleri ve kurdukları vakıflar müsadereye (el koyma) tabi tutulmuş, birçok Anadolu şehirlerinde katliamlar ve tehcir (zorunlu göç) olayları meydana gelmiştir. Ahi Teşkilatı'nın baş mimarı, derici esnafının piri, devrin önde gelen fikir ve aksiyon adamı Ahi Evren Nasreddin Mahmud’da Kırşehir'de çevresindekilerle birlikte katliama uğramıştır. Öldürülmesinden sonra da talebeleri ve çevresindekiler üzerinde yaratılan sıkı takip ve ağır baskılar eserlerinin kaybolmasına, meçhul kalmasına sebep olmuştur. Selçuklular zamanında Anadolu'da Moğollara ve Moğol yanlısı iktidarlara karşı sürdürülen isyanlarda Ahi Evren, bayrak isim olduğu için bu iktidarlar onun adını unutturmak ve izini silmek için özel bir gayret göstermişlerdir.

Öte yandan fıkraları ile ünlü Nasreddin Hoca da aynı zaman diliminde yaşamıştır. Bu bilge kişinin nerede, ne zaman ve nasıl yaşadığı tam olarak bilinmemektedir. Hayatı ve çevresi hakkında da çok az bilgi bize ulaşmıştır. Ondan günümüze kalan tek şey "Letaif' denilen güldürücü ve düşündürücü fıkralardır. Onun ünü bu fıkralar ile bütün Osmanlı coğrafyasına ve Türk kentlerine yayılmış olduğu halde gerek şahsiyeti gerekse hayat hikayesi meçhul kalmıştır. Sivrihisar’ın Hortu köyünde doğduğu Akşehir’de kadılık yaptığı ve vefat ettiği iddia edilir. Kızının mezarı Sivrihisar’da oğlunun evinin de Hortu’da olduğu hakkında görüşler vardır.

Türkiye Selçukluları devrinin iki ünlü şahsiyeti, Ahi Teşkilatı’nın kurucusu Ahi Evren Hace Nasreddin Mahmud ile onun çağdaşı ünlü şair ve tasavvufçu Mevlâna Celaleddin Rumi arasındaki fikri, siyasi ve sosyal ilişkiler, gerçekten ilginçtir. Mevlâna'nın eserlerinde baş düşmanı olarak nitelediği ve aşağıladığı Ahi Evren yeterince tanınmamaktadır. Ahi Evren Hace Nasreddin Mahmud siyasilerin yani Moğolların ve Moğol yanlısı yöneticilerin ve fikren kendisine muhalif olan çevrelerin gadrine uğrayarak planlı bir şekilde tarihin karanlıklarında unutulmaya mahkûm edilmiş, eserleri planlı bir şekilde yok edilmiştir. Bundan dolayı hakkında çok az şey bilinen bir kişi olarak kalmıştır. Mevlâna eserlerinde onun hakkında çoğu olumsuz o kadar çok şeyler anlatmıştır ki, bu anlatılanlar vasıtasıyla onun hayat hikayesi, düşünce dünyası büyük ölçüde aydınlanmaktadır.

Ahilik ve Ankara Ahi Cumhuriyeti
Ahiliğin temel ilkeleri; iyi huylu ve güzel ahlaklı olmak, sözünde vefalı olmak, gözü gönlü kalbi tok olmak, işinde ve hayatında kindar olmamak, dedikodudan kaçınmak, şefkatli merhametli adaletli faziletli iffetli ve dürüst olmak, cömert olmak, alçak gönüllü gururdan sakınan olmak, ayıpları yüze vurmamak, herkese iyilik yapmak, yapılan iyiliği başa kakmamak, güler yüzlü olmak, Allah için sevmek, inanç ve ibadetlerde samimi olmak gibi iyi, erdemli insanlarda bulunması gereken huy ve davranış sahibi olmaktır. Ahiliğe; kafirler, münafıklar, müneccimler, içki içenler, sözünde durmayanlar, kasaplar, cerrahlar, avcılar, kem gözlüler, ayıp arayanlar, cimriler, dedikoducular, iftiracılar ve yalancılar kabul edilmezler.

Ankara’yı merkez edinen ve şehir çevresinde kurulan Ahi hükümeti bir derviş-esnaf cumhuriyeti olup bir bakıma Roma, Yunan site cumhuriyetlerine benzemektedir. 1290 da kurulan Ankara Ahi Cumhuriyeti, 1354’e kadar 64 yıl varlığını devam ettirmiştir. Yöneticileri halk tarafından seçilmiştir.1308’e kadar Selçukoğullarına, 1335’e kadar İlhanlılara, sonra Eratnaoğullarına, Kararamanoğullarına 1354 yılında Osmanlı devletine bağlanarak kendisini lav etmiştir. 1354'te Osmanoğlu Gazi Süleyman Paşa (Rumeli Fâtihi olan Velîahd-Şehzâde) Ankara'yı fethetmiş, Osmanlı Devleti’ne bağlamıştır. Bir ara Ankara, Karamanoğulları'nın eline geçmişse de hemen yetişen Süleyman Paşa'nın kardeşi I. Sultan Murad Ankara'yı kesin şekilde almıştır.

Ankara Ahi’leri Cihan İmparatorluğu kuracak olan Ertuğrul Gazi ve Karakeçili aşiretine Haymana ovası ve Karacabey bölgesi yurtluk olarak verilmesinin ardından, Osman Gazi’nin Ahi Şeyhi Edebali ile tanışması ve kızı Bal Hatun (Mal Hatun-Bala Hatun)’la evlenmesi zeminini oluşturarak tarihin dönüm noktalarına vesile olmuşlardır. Osman Bey Bey olarak seçilirken yanında bulunanlar arasında Şeyh Mahmut, Ahi Şemsettinzade, Ahi Hasan gibi Ahi’ler bulunmaktadır. Orhan Gazinin 1362 yılında ölümü üzerine tahta geçen l.Murad Hüdavendigar  ‘Gazi Hünkar’ ve ‘Ahi Baba’ adlarıyla anılır. Ahilerin Osmanlı Devleti’nin kurulduğu bölgelerde çok önemli roller oynadıkları, fetihlerin gerçekleşmesinde büyük gayretleri oldukları bilinmektedir. Cihat için uç bölgelere yerleşmişlerdir.

Mustafa Kemal Atatürk Ankara’nın genç Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olarak seçilmesini şöyle anlatmıştı: ‘Ben Ankara’yı coğrafya kitabından ziyade tarihten öğrendim ve cumhuriyet merkezi olarak öğrendim. Hakikaten, Selçuki idaresinin bölünmesi üzerine Anadolu’da teşekkül eden küçük hükümetlerin isimlerini okurken bir “Ankara Cumhuriyeti”ni görmüştüm. Tarih sahifelerinin bana bir cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara’ya ilk defa geldiğim o gün de gördüm ki aradan geçen asırlara rağmen Ankara’da hala o cumhuriyet kabiliyeti devam ediyor.’

Ahi Evren Kimdir
Ahi Evren’nin yakınlarından Konyalı muallim Ali bin Süleyman bin Yunus, Ahi Evren’in ölümünden bir yıl sonra 1262’de onun üç eserini içeren yayınının ilk sayfasına tam adını Şeyh Nasreddin Ebu'l-Hakayik Mahmud bin Ahmed el-Hoyi olarak kaydetmiştir. Bu kayıttaki bağlantı adından onun aslen İran Azerbaycan'ın Hoy (Türkiye’ye en yakın İran yerleşim yerlerinden) kasabasından olduğunu anlaşılıyor. Hoy ve çevresi, Sultan Tuğrul zamanından beri Türkmen yerleşim bölgesidir. Öz adı Mahmud, lakabı Nasreddin, künyesi Ebü'l-Hakayık, babasının adı Ahmed, nereli olduğunu belirten adı da Hoyi'dir. Bu yazıda ondan bahsederken kullanacağımız Ahi Evren adı değil Ahi Teşkilatındaki unvanıdır.

Türkiye Selçukluları döneminin bu çok değerli ve verimli tıp ve fikir adamı genel olarak eserlerinde adını anmamayı tercih etmiştir. Bu tutum ve uygulaması onun melamet (bir çeşit sufi inanç biçimi) anlayışından kaynaklanmıştır. Bilindiği gibi Melamilikte kişinin başarılarını, iyiliklerini gizli tutması esastır. Ahi Evren de Melamet felsefesine gönül vermiş biri olarak kendini eserlerinin yazarı olarak görmemektedir. Nitekim Tabsira adlı eserinin girişinde bu anlayışını açık olarak ifade etmiştir.

Ahi Evren'in esas mesleğinin dabbağ (derici) olduğu ve derici esnaf ve sanatkarlarının piri, Ahi Teşkilatının başı kabul edilmektedir. Aynı zamanda pozitif bilimlerde özellikle tıp alanında çalışmalar yapmış eserler vermiştir. ‘Keramat-i Ahi Evren’ adlı eserde ve bazı Ahi Secerenameleri’nde Ahi Evren'in 93 yıl yaşadığı belirtilmektedir. Bu bilgiye göre 1261’de öldürüldüğü bilindiği için 1171 yılında doğduğu ortaya çıkar. Ahi Evren’in çocukluğu ve ilk tahsil devresi, memleketi olan Hoy kentinde geçmiş, gençliğinde Horasan ve Maveraünnehir'e giderek o yöredeki büyük üstatlardan dersler almıştır. Kendisini en çok etkileyen hocası ise Afganistan’ın batısındaki Herat kentinde 20’li yaşlarda iken yanında bulunduğu ünlü Eş’ari kelamcı Herat Kadısı Fahreddin Razi'dir. 1200’lerin başında Bağdat'a gitmiştir. Anadolu Selçukluları Sultanı I. Gıyasettin Keyhüsrev ikinci kez 1204 yılında tahta geçince cülusunu Abbasi Halifesine bildirmek için hocasını sefir olarak Bağdat’a göndermiş o da dönüşünde bazı din ve bilim adamlarını beraberinde Anadolu’ya getirmiştir. Ahi Evren Şeyh Nasreddin Mahmud’un da bu kafile ile Anadolu’ya geldiği sanılmaktadır.

Ahi Evren’in Kayseri’ye yerleşmesi
Ahi Evren’in 1204-1205 yıllarında Anadolu'ya geldikten kısa bir süre sonra Kayseri'ye yerleştiği ve burada bir debbağ (deri işleme) atölyesi kurduğu, zamanla diğer debbağ atölyelerinin de sayılarının artması ile burasının Debbağlar mahallesine dönüştüğü anlaşılmaktadır. Hocası Evhadüddin Kirmani ile birlikte Kayseri'ye yerleşen Ahi Evren, Ahi Teşkilatını ilk olarak burada kurdu. Bu konuda devletin himaye ve desteği ile zanaatkârların sanatlarını icra etmeleri için bir sanayi sitesi inşa edildi. Debbağ (derici) olan Ahi Evren, bütün zanaatkârların lideri olarak burada hizmet vermekteydi. Bu yüzden tarih boyunca debbağların piri ve 32 çeşit zanaatkâr zümresinin lideri olarak kabul edilmiştir. Bu sanayi sitesinde, Debbağlar çarşısının orta yerinde bulunan cami ve hankahında (Dervişlerin sohbet ve zikir için toplandıkları, bir süre ikamet ettikleri, bazen inzivaya çekildikleri mekân) kurduğu teşkilatın mensuplarının dini ve fikri talim ve terbiyeleri ile de uğraşıyordu. I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in 1211 yılında ölümünden sonra yerine büyük oğlu I. İzzeddin Keykavus Sultan olmuş 1220 yılında ölünce Taht’a I. Alaaddin Keykubat geçmiştir. 17 yıl süren hükümdarlığı süresince Moğol istilalarına karşı tedbirler almış, Osman Bey’in babası Ertuğrul Gazi'ye Söğüt ve Domaniç’i vermiş daha sonra bu topraklarda Osmanlı Beyliği kurulmuştur. Ayrıca Ahi Teşkilatını himaye etmesi sonucu Ahilik bütün Anadolu'ya hızla yayılırken Ahi Evren'de Anadolu’nun tanınmış kişilerinden biri haline gelmiştir. Bu dönemde Ahi Evren, Bağdat’ta tanışıp bağlandığı şeyhi ve hocası Evhadüddin-i Kirmani'nin kızı Fatma Hatun ile evlendi. Hocası ölünce de Ahi teşkilatının dini lideri oldu. Kayseri'de bulunduğu sırada eşi Fatma Hatun’un liderliğinde ‘Bacıyan-ı Rum’ (Anadolu Bacıları) teşkilatını kurdu. Fatma Hatun, Bektaşiler arasında ‘Kadın Ana’, ‘Kadıncık Ana’ diye tanınmıştır. Türkmen hanımlarının sosyal hayat içerisinde aktif rol aldığının en önemli kanıtı olarak bu teşkilatın varlığını görebiliriz.

Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat 

Ahi Evren’in Konya’ya Çağrılması
1227 yılından sonra Sultan I. Alaaddin Keykubad’ın çağrısı ile Konya'ya yerleşen Ahi Evren, burada hem sanatını icra etti hem de medreselerde öğrenci yetiştirdi. Etrafında çok sayıda tanınmış ailelerden öğrenciler vardı. Sultan Alaaddin’den azami destek ve himaye gördü ve Sultan adına bazı eserler de kaleme aldı. Hizmetine tahsis edilen Hanıkah-i Lala’da Anadolu Selçuklu Sarayı'na mensup çocuklara ve Şehzadelere muallimlik yapıyordu. Bu yüzden ona Lala deniliyordu.

Ahilerin en büyük hamisi olan Sultan L Alaaddin Keykubad, 1237 yılında oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in düzenlediği suikast sonucu zehirlenerek öldü. Yerine geçen II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve veziri Sadeddin Köpek, Ahi ve Türkmen çevrelere cephe aldılar. Vezir Sadeddin Köpek, Sultana 1240 yılında düzenlediği başarısız suikast girişiminden sonra öldürüldü. Ardından Sultan iktidarını sağlamlaştırmak için kendisine karşı olduğunu bildiği Ahi ve Türkmenleri de cezalandırmaya kalktı. Ahi Evren ile birlikte pek çok Ahi ileri gelenini tutukladı. Bu olaylar 1240 yılında Ahi ve Türkmen çevreleri devlete karşı Babailer isyanı olarak bilinen isyana sevk etti. Bu isyan Anadolu Selçuklu tarihindeki en büyük Türkmen ayaklanmasıdır. Güneydoğu Anadolu’dan başlayıp Orta Anadolu’ya yayılan ayaklanmada kalabalık Türkmen grupları karşılarına çıkan Anadolu Selçuklu kuvvetlerini birçok kez yenilgiye uğrattı. En sonunda Malya Ovası’nda, Anadolu Selçuklu ordusu içinde yer alan Frenk paralı askerlerinin atılganlığı sayesinde Türkmen savaşçıların büyük çoğunluğu imha edilerek ayaklanma bastırılmıştır. Devlet büyük bir tehlikeyi bu şekilde atlatmış olmasına karşın bu başarının ağırlığı altında kalmış, Anadolu Selçuklu Devleti’nin Moğol İmparatorluğu’na bağlanmasının önünü açmıştır.

Ayaklanmayı izleyen birkaç yıl içinde Baycu Noyan komutasındaki Moğol Ordusu, Anadolu’ya girdi. Sultan II. Gıyaseddin’in topladığı 80 bin kişilik Anadolu Selçuklu Ordusu 3 Temmuz 1243’te Ağrı ili Kösedağ mevkiinde Moğol Ordusu karşısında ağır bir yenilgiye uğradı. Anadolu’da ilerlemeye devam eden Moğollar, Tokat ve Sivas’ı savaşmadan teslim aldı ve bu iki şehri yağmaladı. Kayseri’de ise karşılarında Ahileri buldular. Ahiler şehri 15 gün kahramanca savundu. Ancak Ermeni asıllı bir subaşının ihanetiyle Moğollar onun rehberliğinde şehre girmeyi başardılar. Kentte büyük bir katliam geçekleştirdiler. Bu olaylar sırasında Ahi Evren Konya’da tutuklu bulunuyordu. Ancak eşi Fatma Bacı Moğollara esir düştü. Merkezi Kayseri olan Ahi ve Bacı Teşkilatları dağıtıldı. II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in 1245 yılında çok genç bir yaşta 25 yaşında ölümünden sonra çocukları çok küçük olduğu için saltanat naipliğine getirilen Celaleddin Karatay’ın çıkardığı genel af ile beş senedir tutuklu olan Ahi Evren ve Ahi/Türkmen ileri gelenleri serbest bırakıldılar. 

II. Gıyaseddin’in üç oğlu büyüyünce 1249 yılından itibaren Türkiye Selçuklu Devleti’ni beş yıl birlikte yönettiler. II. İzzeddin Keykavus Konya dahil Kızılırmak nehrinin batısında hüküm sürerken IV. Kılıç Arslan ve II. Alaaddin Keykubad Kızılırmak'ın doğusunda hüküm sürdüler. Ahi Evren hapisten çıktıktan sonra Devlet yönetime duyduğu kırgınlıktan dolayı Konya’dan ayrılıp Denizli’ye giden ve bir süre burada yaşayan Ahi Evren daha sonra II. İzzeddin Keykavus’un daveti ile yeniden Konya’ya döndü.

İleride Mevlana’nın hocası olacak Şems-i Tebrizi, Moğollara karşı Kayseri’de direnen Ahi ve Türkmenlere yapılan katliamdan sonra, Konya’ya gelmiş ve Mevlana ile görüşmeye başladıktan sonra Moğollar ile Mevlâna arasındaki ilişkiyi sağlamıştır. Mevlâna ve müritleri devletin başında olanlara mutlak itaati öngören, eski İrani zihniyetten kaynaklanan bağlılıkları nedeniyle Moğolların safında yer almışlar ve Moğol karşıtı olan Ahi Türkmenleri ile mücadele etmişlerdir. Bundan dolayı başta Ahi Evren olmak üzere Ahi ileri gelenleri de bu zihniyete karşı yani Şems-i Tebrizi ve Mevlâna’ya karşı cephe almışlardır.

II. İzzeddin Keykavus, 1254 yılında Mengü Han’ın çağırdığı kurultaya katılmak üzere Moğolistan'a doğru yola çıkmıştı. Sivas’a geldiğinde naip Celaleddin Karatay’ın ölüm haberini alınca yerine küçük kardeşi II. Alaaddin Keykubad’ı gönderdi. Yola çıkan II. Alaaddin Keykubad Erzurum'da düzenlenen ziyafetin sabahında yatağında ölü bulundu. Muhtemelen zehirlenmişti. İki kardeş taht kavgasına başladılar. Bu süreçte Ahiler, II. İzzeddin Keykavus’u, Mevlâna ve çevresi de Moğollara sırtını dayayan IV. Kılıçaslan’ı desteklediler. Keykavus’un veziri Kadı İzzeddin Muhammed Moğolları Anadolu’dan söküp atmaya kararlıydı. Vezirin bu doğrultudaki hazırlıkları üzerine Moğol Komutanı Baycu Noyan ikinci defa Anadolu’ya girdi. Vezir İzzeddin ve beraberindekiler Konya yakınlarında Baycu Noyan karşısında ağır bir yenilgiye uğradılar. Vezir Kadı İzzeddin ve 14 Selçuklu beyi idam edildiler.

Böylece Ahiler ve Türkmenler ikinci defa Moğollardan ağır bir darbe yemiş oldular. Hülagu Han’ın amcasının oğlu olan Baycu Noyan daha sonra Konya’ya gitti. Orada Mevlâna ile görüştü. Mevlevi kaynaklara göre Mevlâna’nın sayesinde Konya yağma edilmekten ve katliamdan kurtuldu. Bu sırada Hülagu Han Bağdat seferi hazırlıkları içinde olduğundan Baycu Noyan ve ordusunu Bağdat seferine katılmak üzere geri çağırdı. Bunu fırsat bilen II. İzzeddin Keykavus kaçtığı Denizli’den yeniden Orta Anadolu’ya döndü ve Anadolu’nun kurtuluş savaşını sürdürmeye başladı. Bu dönemde Ahi Evren’in de II. İzzzeddin Keykavus’un yanında olduğunu ve bu sultana ‘Letaif-i hikmet’ adlı eserini sunduğunu ve bir süre Akşehir’de yaşadığını biliyoruz (1257). Ahi Evren kitabında Sultanı savaşa teşvik etmekte ve onu Anadolu’nun son ümidi olarak görmektedir.

Ancak II. İzzeddin’in Moğolları Anadolu’dan çıkarma çabaları boşa çıktı. Hülagu Han, IV. Kılıçaslan’ı Anadolu’nun Sultanı olarak tanıdı ve Alıncak Noyan komutasındaki bir Moğol Ordusu’nu Anadolu’ya gönderdi. İzzeddin Keykavus Moğol Ordusu ile baş edemeyeceğini anlayınca önce Denizli’ye ardından da Antalya üzerinden deniz yoluyla Bizans’a sığınmak zorunda kaldı. Böylece IV. Kılıçaslan 1260’da Konya’da Hülagu Han’ın desteği ile tahta geçti. Savaş bitince Ahilerin nefretini azaltmak isteyen Moğollar 15 yıldır esir tuttukları Ahi Evren’in eşi Fatma Hatun’u da serbest bıraktılar. Fatma Hatun Kırşehir’de yaşayan eşinin yanına gitti.

Ali Evren Konya’da Vezir Oluyor
Ahi Evren Konya’ya döndükten sonra II. İzzeddin Keykavus tarafından vezirliğe getirildi. Yaklaşık bir buçuk sene vezirlik yaptı. Vezir olduğu 1247 yılında Mevlâna’nın hocası Şems-i Tebrizi öldürüldü. Gene bu dönemde bazı emirlerin II. İzzeddin Keykavus’u devirip yerine IV. Kılıç Arslan’ı tahta geçirmeyi planladıkları istihbaratı alındı. Sultan ve Ahi Evren 1248 yılında birlikte bir plan yaparak darbe yapmayı planlayan emirleri bir davet için saraya çağırarak tuzağa düşürdü ve hepsini öldürttü. Şems’in öldürülmesi ve Emirlerin darbe girişimin çok sert bir biçimde bastırılması olaylarının baş sorumlusu Ahi Evren görülünce O’na karşı muhalefet şiddetlendi. Bu durum karşısında Ahi Evren’de vezirliği bırakarak Konya’dan ayrılmak zorunda kaldı ve Kırşehir’e göçtü. Şüphesiz Şems’in Ahiler tarafından öldürülmesi Mevlâna ve çevresi ile Ahiler arasındaki gerginliği had safhaya ulaştırmıştır. Bu durumda devlet adamları asayişi ve emniyeti sağlamak için Ahi Evren’i Konya’dan uzaklaştırarak olayların büyümesini önlemeyi düşünmüş olmalıdır. 

Mevlâna ve Babası Bahattin Veled
Mevlâna, yalnız doğuda değil, batı da en çok ilgi uyandıran bir bilge şair. Herkes onu bir şair, bir düşünür, tasavvufla uğraşan biri olarak tanımakta. Mesnevi adlı eseri asırlardır Mevlevi dergahlarında okutulan ve genel kitlelerce okunan bir baş yapıt. Yabancılar da Mevlâna hakkında eserler kaleme almışlar. Ancak nedense Mevlâna’nın bazı ifadeleri ve düşünceleri hiç gündem olmamış.

Mevlâna’nın fikir ve düşüncesi babası Bahattin Veled’e dayanır. Onun devrinde Horasan’da, özellikle Belh’de büyük tartışmalar başlamıştı. ‘Akılcılar’ ve ‘Sezgiciler’ olarak adlandırılan gruplar neredeyse birbirine girecektiler. Düşünür Fahrettin Razi akılcıları (akıl ve pozitif bilimler yoluyla Tanrı’ya ulaşılabileceğini savunan düşünce akımının takipçileridir), Mevlâna’nın babası Bahattin Veled’de sezgicileri (sezgiye (akıl yoluyla kavranamayacak gerçeklerin derin düşünme yoluyla aranışı) akıl, zihin ve soyut düşünme karşısında hem öncelik hem de üstünlük tanıyan felsefe akımı) temsil etmekteydi. Mevlâna da babasının izinden giderek akılcılıktan çok sezgiciliğe önem verdi. Bu tartışmaların kökeni Tuğrul Bey devrinde Ebu Nasır el-Kunduri’yle İmam Kuşeyri ve onu destekleyen Cüveyni arasındaki tartışmalardan kaynaklanmıştı. Akılcılardan Nasır el-Kunduri tutuklanıp öldürülmüş, sezgicilerden Cüveyni Selçuklu Sultanı’nın itibarını kazanmıştı. Cüveyni’nin talebesi Gazali sezgiciliğin akılcılığa üstünlüğünü ilan eden “Tehafütü’l-Felasife” adlı kitabını yazdı. Mevlana’nın babası Bahattin Veled’de Gazali’nin hayranıydı. Onun kitaplarıyla büyümüştü. Bu nedenle akılcılığı savunan Fahrettin Razi’ye karşı çıktı. 

1130-1206 yılları arasında Hindistan’da yaşayan Fahrettin Mübarekşah’ın 1205 yılında yazmış olduğu Şecere-i Ensab adlı kitabının önsözünde “Türkçenin Arapçadan sonra en üstün dil olduğu” yazılıdır. Fahrettin Mübarekşah eserini Lahor Sultanı Kutbettin Aybek’e sunarken söz konusu ifadelere yer vermiştir. Onun yaşadığı yıllar Arapçanın yerine Farsçanın etkin olarak kullanılmaya başlandığı dönemdir. Hatta Şecere-i Ensab da Farsça olarak yazılmıştır. Fahrettin Mübarekşah, Muhammet Harzemşah’ın yanına, Belh’e geldiğinde, onun da bulunduğu ilmi meclis toplantısına katılmıştır. Bu toplantıda Türkçe mi üstündür, Farsça mı üstündür tartışması yapılmış. Fahrettin Mübarekşah Türkçenin Farsçaya üstünlüğünü savunmuş, Mevlâna’nın babası Bahattin Veled itiraz ederek Farsçanın Türkçeye üstünlüğünü savunmuştur. Bu ilmi meclisi yöneten Fahrettin Razi, Fahrettin Mübarekşah’ın haklı olduğunu kabul edince Muhammet Harzemşah’ın huzurunda Türkçenin Farsçaya üstünlüğü onaylanmış. Ancak Bahaddin Veled bunu itiraz ederek Fahrettin Mübarekşah’ı ve Fahrettin Razi’yi kafirlikle itham etmiştir. Bahattin Veled 1208’de gerçekleşen bu olaydan sonra vaazlarında yöneticileri yerdiği için Muhammed Harzemşah ondan ülkeyi terk etmesini istemiş, o da ailesiyle birlikte Belh’ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Bu sırada Mevlâna’nın 5-6 yaşlarında bulunduğu söylenir. Bahattin Veled memleketinden ayrıldıktan sonra Hicaz, Şam, Sivas, Akşehir ve Karaman’da kısa süreler ile bulunmuş Sultan Alâeddin Keykubad’ın daveti üzerine 1221 yılında Konya’ya yerleşmiştir. Bahaddin Veled, Konya’da Altınapa Medresesi’nde iki yıl müderrislik yaptıktan sonra 23 Şubat 1231 tarihinde vefat etmiştir. Bu sırada yirmi dört yaşında olan Mevlâna babasının yerine geçip müderrislik yapmaya başladı.

Ertesi yıl Mevlâna’nın ilk hocası, Bahaaddin Veled’in müritlerinden Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî şeyhini ziyaret etmek için geldiğinde şeyhin öldüğünü öğrenince Mevlâna’ya babasının hem zâhir (Bir nesnenin-maddenin görünen ve duyu organları ile hissedilip bilinen yönü) hem hal ilimlerinde (kitap okuyarak bilgiyi artırarak değil yaşıyarak, tadarak, hissederek elde edilen ilimdir, örneğin tasavvuf) bilgili bir şeyh olduğunu, kendisinin zâhir ilimlerinde elde ettiği üstün dereceyi hal ilimlerinde de kazanması gerektiğini söylemiş, bunun üzerine Mevlâna, Seyyid Burhâneddin’e mürit olup dokuz yıl ona hizmet etmiştir. Burhâneddin, buluştuklarından bir yıl sonra Mevlâna’yı zâhir ilimlerinde daha da ilerlemesi için Şam’a ve Halep’e göndermiş ve orada hocalar ile çalışmasını sağlamıştır. Mevlâna’nın Şam dönemi 4-7 yıl arasında gerçekleşmiştir. Mevlâna, Seyyid Burhâneddin’in vefatından beş yıl sonra Konya’da Şems-i Tebrîzî ile karşılaştı.

Mevlâna, Şems-i Tebrîzî ile karşılaştıktan sonra halkla tamamen alâkasını kesmiş, medresedeki derslerini ihmal etmiş ve müritlerine doğru yolu gösterme faaliyetlerini bir yana bırakıp bütün zamanını Şems ile sohbet ederek geçirmeye başlamıştır. Bu durum müritlerin şeyhlerini kendilerinden ayıran, kim olduğunu bilmedikleri Şems’e karşı kin beslemelerine sebep olmuştur. Mevlâna’nın vaazlarından mahrum kalan halk arasında da çeşitli dedikoduların yayılması üzerine Şems’in ansızın şehri terk ettiği, Mevlâna’yı çok üzen bu olayın ardından durumun daha da kötüleştiğini fark eden müritlerin Mevlâna’dan özür diledikleri kaydedilmektedir. Bir müddet sonra gönderdiği mektuptan Şems’in Şam’da olduğunu öğrenen Mevlâna dönmesi için ona çok içli mektuplar yazmıştır. Şems Konya’da on altı ay kadar kalmıştır. Mevlâna Dünya şiirinin zirvelerinden Dîvân-ı Kebîr’deki şiirlerin büyük bir kısmını bu devirde söylemiş, Dîvân-ı Kebîr’in tamamlanmasının ardından gelen sükûn döneminde bunu İslâm kültürünün en yaygın ve en önemli eserlerinden biri olan Mes̱nevî takip etmiştir.

Eflâkî, Mevlâna’nın bu ayrılık sırasında matem tutanların giydiği, “hindibârî” denilen kumaştan bir ferecî (önü açık hırka) yaptırdığını, başına bal renginde yünden bir külâh geçirip üzerine şekerâvîz tarzında sarık sardığını ve öteden beri dört haneli olan rebabı altı haneli yaptırarak semâ meclislerini başlattığını söyler. Sipehsâlâr ise onu semâ yapmaya Şems’in teşvik ettiğini belirtmektedir. Sultan Veled, daha sonra babasının kendisini Şam’a gönderdiğini, ısrarlı davet karşısında Şems’in Konya’ya dönmeyi kabul ettiğini ve birlikte Konya’ya döndüklerini belirtir.

Mevlana ve Hocası Şems'i Tebrizi 

Mevlâna ile Şems, bu defa Mevlâna’nın medresesindeki hücresinde altı ay boyunca Allah'ı bilme, tanıma, O'nu bütün sıfatlarıyla öğrenme, anlamaya dair sohbet ettiler. Yanlarına Sultan Veled ile Şeyh Selâhaddîn-i Zerkûb’dan başkası giremiyordu. Bu arada Şems, Mevlâna’nın evlâtlığı Kimyâ Hatun’la evlendi. Müritler ve halk tekrar dedikodu yapmaya başlayınca Şems, Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’e ilim ve irfanda eşi benzeri olmayan Mevlâna’dan kendisini ayırmak istediklerini, bu defa ortadan kaybolduktan sonra kimsenin izini bulamayacağını söyledi ve bir gün ansızın kayıplara karıştı. Şems-i Tebrîzî’nin bu ikinci kayboluşunun 1247 yılında olduğu belirtilmektedir. Bu ayrılış aslında Şems’in öldürülüşüdür.

Eflâkî, Şems-i Tebrîzî’yi hiçbir yerde bulamayan Mevlâna’nın kırk gün sonra başına beyaz sarık yerine duman renkli bir sarık sardığını, Yemen ve Hint kumaşından bir ferecî yaptırdığını ve ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti kullandığını söyler. Mevlana’nın oğlu Sultan Veled, Şems’in ikinci defa kaybolmasının ardından babasının aşkla şiirler söylemeye başladığını ve gece gündüz hiç ara vermeden semâ yaptığını belirtmektedir. Mevlâna bir müddet sonra Şems’i bulmak umuduyla Şam’a gitmiş, ancak bulamadan geri dönmüş, birkaç yıl sonra tekrar gitmiş, aylarca aradığı halde yine bulamamıştır.

Sultan Veled, Mevlâna’nın daha sonra kendisini çağırarak Selâhaddîn-i Zerkûb’a tâbi olmalarını istediğini, kendisinin şeyhlik sevdasında bulunmadığını söylediğini anlatır. Mevlâna bu defa Selâhaddîn-i Zerkûb ile sohbet etmeye başladı. Selâhaddîn-i Zerkûb on yıl sonra vefat edince Mevlâna, hilâfet makamına müritlerinden İbn Ahî Türk diye de tanınan Urmiyeli Hüsâmeddin Çelebi’yi geçirdi. Sultan Veled babasının Şems-i Tebrîzî’yi güneşe, Selâhaddîn-i Zerkûb’u aya, Hüsâmeddin Çelebi’yi de yıldıza benzettiğini ve onu meleklerle aynı mertebede gördüğünü kaydeder. Mes̱nevî’nin ortaya çıkması Hüsâmeddin Çelebi’nin teşvikiyle olmuştur. Mevlâna, Hüsâmeddin Çelebi’nin hilâfet makamına geçişinden Sultan Veled’e göre on, Sipehsâlâr’a göre dokuz yıl sonra rahatsızlanarak 17 Aralık 1273 tarihinde vefat etti. Cenazesinde ağlayıp feryat edilmemesini vasiyet etmesi ve öldüğü günü kavuşma vakti olarak tanımlaması sebebiyle ölüm gününe “şeb-i arûs” (düğün gecesi) denmiş ve ölüm yıl dönümleri bu adla anılagelmiştir. Mevlâna’nın ölümünün ardından Hüsâmeddin Çelebi on yıl daha hilâfet görevini sürdürmüş, onun vefatından sonra yerine Sultan Veled geçmiştir.


Şems-i Tebrizi Kimdir
Şems-i Tebrizi, Celalettin Rumi'yi Mevlâna yapan şahıstır. O olmasa idi Mevlâna adlı birini kimse tanımayacak, Mesnevî adlı kitabını kimse eline alıp da okumayacaktı. Şems-i Tebrizi Babaîler isyanından 3-4 yıl sonra Mevlâna Celalettin'le karşılaşır. Aralarında bir muhabbet başlar. Her an beraberlerdir.

Şems’in asıl adı Muhammed’dir ve 1186 yılı civarında Tebriz’de doğmuştur. Babasının adı Ali, dedesinin adı Melikdad'dır. Babası ticaret maksadıyla Horasan’ın Bezer vilâyetinden Tebriz’e gelip yerleşen bir kumaş tüccarıdır. Tahsil hayatı hakkındaki bilgiler karışıktır ve güvenilir de değildir. Onun 1234 yıllarında Şam'da bulunan Şeyh Cemaleddin Savi ve arkadaşları ile ilişki içinde olduğu anlaşılmaktadır. Cemaleddin Savi, Kalenderiliği ‘Cavlakiye’ adıyla yeniden organize eden ve çok da etkili olan bir kişidir. Şam'da ikamet ediyordu. Anadolu'dan da pek çok müridi vardı. Şems-i Tebrizi’de onlardan biridir. Bu nedenle Şems-i Tebrizi Anadolu' da bulunduğu dönemlerde sık sık Şam’a gitmiş, Cemaleddin Savi ve adamları ile yakın temas halinde bulunmuştur. Şems, Cavlakilerin Anadolu’daki şeyhi konumundaydı.

Şems-i Tebrizi’nin Kimya Hatun İle Evlenmesi 
Şems 1243 yılında Konya’ya gelip Mevlâna ile tanışınca çok iyi dost oldular. Mevlâna henüz 15 yaşında bulunan Kimya Hatun adındaki çok güzel olduğu rivayet edilen cariyesini Şems’e nikahladı. Bu sırada Şems 60 -65 yaşlarındaydı. Oysa Kimya Hatun Mevlâna’nın oğlu Alaaddin Çelebi’yi seviyordu. Alaaddin Çelebi’de ona aşıktı ve onunla evlenmeyi planlıyordu. Şems ile zorla evlendirilen Kimya Hatun mutsuz oldu. Zaman zaman Şems’i terk edip kentte bir yerlere gidiyordu. Mevlâna’nın yakınları her seferinde Kimya Hatunu bulup Şems’e geri getiriyorlardı. Yine bir kaçış sonrasında Kimya Hatun Mevlâna’nın eşi ve kızı tarafından bulunarak Şems’e getirilmişti. Ahmet Eflaki’nin anlattığına göre Kimya Hatun eve gelince kocası Şems’in sert bakışlarıyla bir anda çok şiddetli bir boyun ağrısına yakalandı. Boynu sağa sola dönmüyor, müthiş ıstırap çekiyordu. Genç kadın bu şiddetli ıstırap ile üç gün içinde öldü. Genç bir kadının kocasının öfkeli bakışlarıyla acı çekerek ölmesi tıbben açıklanabilir bir şey olmadığı için Kimya Hatun muhtemelen boynuna aldığı sert bir darbe ile darp edilerek ölmüştü. Nitekim Şems 16 Aralık 1246’da gerçekleşen bu üzücü olaydan hemen sonra Konya’yı terk ederek izini kaybettirmiştir. Onun bu şekilde hızla kenti terk etmesi de eşini öldürmüş olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. 

Şems bir yıla yakın bir süre Şam’da yaşadıktan sonra nerede olduğunu öğrenen Mevlâna gelmesi için oğlu Sultan Veled’i Şam’a göndermiş ve birlikte Konya’ya dönmüşlerdir. Mevlâna, Şems’in gelişinden duyduğu sevinci anlatan birkaç şiir de yazmıştır.

‘Ayım güneşim geldi. Gözüm kulağım geldi. O saf gümüşüm geldi. Altın yatağım geldi.

Beni sarhoş edenim geldi. Gözümün nuru geldi. Başka neler istersem. O başka şeyim geldi.

Ölümden niye korkayım ki, hayat-suyu kaynağım geldi. Kınayıcılardan korkmam artık. Çünkü siperim geldi:’    

Şems Aleyhindeki Dedikodular 
Şems dönemin muhafazakâr Konya’sında toplumun değer yargılarıyla ve yöneticileriyle zaman zaman dalga geçen aykırı davranışlarda bulunmuş. Bu konuda hiçbir kimseyi dikkate almamıştır. Bu konudaki bazı örnekler şöyle sıralanabilir. 

Kimya Hatun’un gene Şems'i terk ettiği bir gün, Mevlâna Şems'i teselli etmek, can yoldaşının sıkıntısını gidermek amacıyla onun hücresine gider. Kapıyı araladığında Şems ile Kimya Hatun'un sevişmekte olduğunu görür ve hemen kapıyı çeker, geri döner. Bir zaman geçtikten sonra tekrar Şems'in hücresine gidince Şems'in yalnız oturduğunu görür. Şems'e sorar:

 Üstat az önce geldim, Kimya Hatun ile sevişiyordunuz. Kimya Hatun nerede?’.

Şems de ona:

O senin gördüğün Cenabı Allah idi. Cenab-ı Allah’ın ne kadar sevgili bir kuluyum ki, Kimya Hatun suretinde bana geldi. Onunla aşk halindeydik’ der.

Şems, Allah'ın Kimya Hatun suretinde kendisine geldiğini söylemekle Kimya Hatun'u yüceltmeye çalışmaktaydı. Şems-i Tebrizi'nin bu sözleri onun Mecusi (Zerdüşt) inanıştan kaynaklanan Hululiye (Allah’ın evren ve insanla bütünleşmesi, onların cisimlerine girmesi olarak özetlenebilecek batıl inanç sistemi) inancına sahip bulunduğunu göstermektedir. Onun bu Hululiye inancının Konya' da ona karşı bir tepki uyandırdığı muhakkaktır. O bu inancıyla Mevlâna üzerinde derin bir etki yaratmıştır ve Mevlâna'yı şiir dünyasına çekmiştir. Mevlâna’nın da bu inanç sistemine ilgi duyduğunu iddia edenler vardır. Bilindiği gibi Hulilli düşünceler kişinin hayal ve his dünyasını zenginleştirir ve renklendirir. Bu duygu ve düşünceye sahip olan aşık sevgilisinin değişik görünümleri ile tanışır. İşte Şems, Mevlâna'yı böylesine renkli ve cazibeli bir dünya ile tanıştırmıştır. Mevlâna, Şems ile tanışmadan önce hiç şiir söylemediği halde Şems ile tanıştıktan sonra içindeki şairlik yeteneği ortaya çıkmış ve bu özelliği ile büyük bir üne kavuşmuştur. 

Şems hakkındaki bir diğer olumsuz iddia ise oğlancılıkla ilgilidir. Şems-i Tebrizi'nin, kendisi gibi bir kalenderi şeyhi olan Şam'daki Ali Hariri gibi livata fiilini işlemesi de ona karşı olan muhalefetin ve dedikoduların şiddetlenmesine sebep olmaktaydı. Bu uygulamanın Selçuklular devri muhafazakâr Konya'sında büyük bir rahatsızlığa sebep olduğunu aşikardır. Bu kötü fiilin uygulayıcıları da Cavlakiler idi. 0 günün yöneticileri de bu uygulamayı toplumsal bir problem olarak görmüşlerdir.

Şems'in ayrıca Moğol iktidarı savunuculuğu yapmasının da ona karşı şiddetli bir muhalefetin meydana gelmesine yol açtığı muhakkaktır. Şems Moğollara çok güvendiği için olacak ki, son derece pervasızca hareket ediyor ve kendisine karşı gelen tepkilere aldırış etmiyor, toplumun inançlarını bozmaya çalışıyordu. Bu bakımdan onun sözlerine ve davranışlarına tahammül etmek kolay değildi. Şems-i Tebrizi'nin konuşmaları incelenince açıkça görülmektedir ki o Konya fikir dünyasında özellikle Ahi ve Türkmen çevrelerle şiddetli bir mücadele içindedir. 

Ahi Evren, Fahreddin Razi'nin Akılcılığını Anadolu'da en yüksek seviyede temsil etmekteydi. Şems, Makalat' da bazen isim de vererek Fahreddin Razi ve onun yolunda olanlara eleştiriler yöneltmektedir. Bu durum Ahi çevrelerinin ve özellikle de Ahi Evren'in nefret ve tepkilerini üzerine çekmiş olabilir. Şems-i Tebrizi'nin Konya'daki sohbet meclislerinde sürekli olarak muhalifleriyle sürtüşme halinde olduğu görülmektedir. A. Gölpınarlı’nın belirttiği gibi gerçekten Şems'in atak ve mücadeleci bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır. Şems, kitabı ‘Makalat’ta Tövbe-i Nasuh adlı bir öykü anlatmakta ve burada Nasuh dediği şahsı ağır bir şekilde hicvetmektedir. Mevlâna da aynı hikâyeyi daha detaylı bir biçime sokarak ve manzumlaştırarak ‘Mesnevi' de tekrarlamaktadır. Şems ve Mevlâna, Ahi Evren’e söylevlerinde ve yazılarında Nasuh diye hitap etmekte ve ona hakaret etmekteler. 

Ahiler ve Türkmen çevreler Sultan I. Alaaddin Keykubad'a büyük bir hayranlık duymaktaydılar. Ona iman derecesinde bir bağlılıkları vardı. Bu sultanın iktidar dönemi, Türkiye Selçukluları Devleti'nin her bakımdan en parlak ve en güçlü olduğu dönemdir. İktidarı döneminde Ahiler ve Türkmenler himaye edilmişti. Sultan, yiğitlik, mertlik, cömertlik ve diğerkâmlık gibi hususiyetler ile bir takım ahlaki vasıflara sahip olan kişileri yüksek devlet memurluklarına getirmekteydi. Ona karşı olan Şems-i Tebrizi ise, Türkmenlerin Uluğ sultan dedikleri I. Alaaddin Keykubad'ın aleyhinde konuşmakta ve şöyle demektedir: "0 hiçbir işe yaramaz, cimrinin biriydi. İki hüneri vardı. İyi ok atar ve satranç oynardı". Bu durum da gösteriyor ki, Şems, siyasi anlayışı bakımından Ahilere ve Türkmen çevrelere muhalif bir tutum içindeydi. 

Şems’in Öldürülmesi
Şems-i Tebrizi, Anadolu Selçukluları devrinin en güçlü şair, mutasavvıf ve fikir adamı olan Mevlâna Celaleddin Muhammed er-Rumi'nin hocalarından biridir. Mevlâna üzerinde derin bir etki bırakarak ona üstün bir şöhret kazandırdığı gibi kendisi de Mevlâna’ya Hoca olarak üne kavuşmuştur. Şems-i Tebrizi Mevlâna ile, Mevlâna da onunla şöhretin doruğuna yükselmiştir. Mevlâna, engin bir aşk ile ona bağlanmış, ölünceye kadar onu unutmamıştır. Bu iki mutasavvıf arasındaki bu aşk ve muhabbet yedi yüz yıldır Anadolu’da ve Anadolu dışında bir aşk destanı gibi yazılı ve sözlü olarak anlatıla gelmiş ve hala anlatılmaktadır. Şems-i Tebrizi'nin 1247 yılında Konya'da öldürülmesi olayı Mevlâna’yı yıllarca süren üzüntülere gark etmiş, ölünceye kadar bu üstadı unutamamış ve onun hasreti ile şiirler söylemiş ve bu hasreti mırıldanmıştır. Bu yüzden Şems’in öldürülmesi hadisesi Türkiye Selçukluları döneminde insanların en çok ilgilendiği ve sorguladığı sosyal olaylardan biri olmuştur.

Ahmed Eflaki’nin anlattığına göre Şems’in katli hadisesinde bardağı taşıran son damla aşağıda anlatıldığı gibi gerçekleşmiştir. Konya'da Vezir Nasreddin’nin yerinde bir tören münasebetiyle birçok şeyhler, alimler ve filozoflar bir araya gelmişlerdi. Kendi aralarında çeşitli ilimlerden, fenden konuşuyor eski bilginlerin sözlerini birbirlerine naklediyorlardı. Şems’te aralarındaydı. Şems bir ara topluluğa hitaben:

"Ne zamana kadar onun bunun sözlerini nakledip duracak ve bununla övünüp duracak, atsız eyere binip er meydanında dolaşacaksınız. İçinizde kalbim bana Rabbim ‘den bu haberi veriyor diyecek biri yok mu?"

diye sormuştur. Hiç şüphesiz onun bu sözleri ve devamındaki açıklamaları dinleyenler arasında büyük bir infial uyandırmıştır. Sözlerin birinci dereceden muhatabı Sultan II. İzzeddin Keykavus'un veziri Ahi Evren Nasreddin Mahmud'da dinleyiciler arasındadır. Bu yaşananların hemen ardından zaten eşini öldürdüğü için suçlu bulunan Şems adalet işlerinden sorumlu Emir-i Dad Nusreddin’in adamları tarafından öldürülmüştür. Bu sırada Ahi Evren vezir olduğu için Şems'in öldürülmesi olayından birinci derecede sorumlu tutulmuştur. Ahmed Eflaki, Mevlâna’nın oğlu Alaaddin Çelebi’nin Mevlâna ve çevresindekilere muhalif olan kötü kişilere uyarak, Şems'in katledilmesi hadisesinde rol almıştır derken, Mevlâna ve çevresindekilerin bir numaralı muhalifi olan Vezir Ahi Evren’i ve çevresindekileri yani Ahileri kastetmektedir. 

Sonuç itibariyle Eflaki'nin derlediği bilgilerden Şems-i Tebrizi'yi 1247 yılında vezirlik makamında bulunan Ahi Evren ile Emir-i Dad Nusreddin öldürtmüştür. Bu yüzden Eflaki, Şems'i öldürenlerin sultanın adamları olduğunu bildirmektedir. Çünkü Ahi Evren Sultan II. İzzeddin Keykavus'un veziri, Nusreddin ise, onun adliye nazırıydı. Dolayısıyla Mevlâna'nın Sultan II. Keykavus'a muhalefet etmesi buradan kaynaklanmaktadır. 

Kendisini sevdiğinden ayıran kişi olarak gördüğü Ahi Evren’i iyice düşman belleyen Mevlâna, eserlerinde Ahi Evren’i birçok kez iblis diye anmıştır. Aşağıdaki beyiti de Şems’in ölümü üzerine yazmıştır.

"0 kimse ki iblis gibi bir anda öldü. Fakat o zannediyor ki, $ems-i Tebrizi öldü. "

Görüldüğü üzere Mevlâna burada Şems'in ölümsüzleştiğini aslında iblis'in öldüğünü ifade etmekte ve bu işte Ahi Evren’i sorumlu görmektedir. 

Olayın gelişimini Eflaki şu şekilde anlatmaktadır: 'Bir gece yedi hayırsız aralarında Mevlana’nın oğlu Alaaddin Çelebi’de olduğu halde Mevlâna ile Şems'in birlikte oldukları ve sohbet ettikleri bir sırada medresenin ön kapısına gelirler. Bunlardan biri içeriye girip Şems'e dışarda kendisini bekleyenlerin bulunduğunu bildirir. Bu içeriye giren muhtemelen Alaaddin Çelebi’dir. Bunun üzerine Şems dışarıya çıkar. Tam dış kapının eşiğine gelince suikastçılar (sultanın adamları) hançerleyerek öldürürler. Cesedini de Ahi Bedreddin Güvhertaş’ın bahçesindeki kuyuya atarlar. Şems dışarı çıktığında bir ah feryadı duyulmuş ama geri dönmemiştir. Ertesi sabah eşikte birkaç damla kan izi görülmüş, fakat Şems'in akıbeti nice, nereye gitti, bir süre meçhul kalmıştır. Mevlâna oğlu Sultan Veled'e Şems'i aramalarını emretmiş ve hasretle haber beklemiştir. A. Gülpınarlı’nın da tespit ettiği gibi Sultan Veled ve hanımı Fatma Hatun durumu öğrenmiş oldukları halde bunu Mevlâna'dan bir süre gizlemişlerdir'. Muhtemelen aşağıdaki beyit tam bu sırada söylenmiştir.

"0 güzel dilber acaba nereye gitti. 0 servi boylum acaba nereye gitti."

"Gönlüm yaprak gibi titriyor bugün. Dilberim gece yarısı nereye gitti."

"Yola çık yolculara sor. O can yoldaşı nereye gitti."

"Bağa git bağbandan sor. O gül dalı nereye gitti."

Mevlâna gerçeği ancak bir ay kadar sonra öğrenmiştir. Nitekim bir şiirinde "Ey Şems, sen Yusuf gibi kuyudasın" demekte ve olayı öğrendiğini belli etmektedir. Mevlâna’nın bu sözlerinden Şems'in cesedinin bir süre kuyuda kaldığı anlaşılmaktadır. Ahmed Eflaki, Şems'in katli hadisesinin 1247 yılında bir perşembe günü vuku bulduğunu kaydetmekte fakat hangi ayda olduğunu bildirmemektedir. Bu takdirde Şems'in ölümü Kimya Hatun'un ölümünden bir sene sonradır. Dönemin veziri olan Hace Nasreddin (Ahi Evren) bu olay üzerine görevinden ayrılmak durumunda kaldı. Bu olaydan dolayı muhalifleri ile arası iyice gerginleşince de Konya'dan Kırşehir'e göçtüğü anlaşılmaktadır. Mevlâna’nın oğlu Alaaddin Çelebi’nin de onunla birlikte Kırşehir'e gittiği, Mevlâna’nın engellemeye çalıştığı fakat başaramadığı görülmektedir. O sırada Kırşehir emiri olan Seyfeddin Tuğrul'un onları himayesine aldığı bilinir. IV. Kılıçaslan iktidara gelince Şems'in cesedinin atıldığı kuyunun bulunduğu yere Gövhertaş’ın bahçesine Şems için bir türbe ve mescit inşa edildi.

Ahi Evren ile Mevlâna’nın Mücadelesi 
Ahi Evren Nasreddin Hoca ile Mevlâna arasındaki düşmanlık sadece siyasi görüş ayrılığından ve buna bağlı olarak Ahi Evren’in, Mevlâna’nın aşkla bağlı olduğu Şemsi Tebrizi’yi öldürtmesinden kaynaklanmamaktadır. Tasavvufi duyuş ve düşünüş bakımından da aralarında derin fikir ayrılıkları mevcuttur. İkisi arasındaki mücadele Mevlâna’nın babası Baha Veled ile Ahi Evren’in hocası Fahreddin-i Razi arasında Horasan’da başlayan mücadelenin Anadolu’daki uzantısıdır aslında. Bu mücadelenin diğer yönü de Mevlâna’nın hocası Şemsi Tebrizi ile Ahi Evren’in hocası ve kayınpederi Türkmen şeyh Evhadüddin Kirmani arasındaki tasavvufi meşrep farklılığından doğan ihtilafa da dayanmaktadır.

Mevlâna ile Ahi Evren arasında ki mücadele sadece siyasal bir dil üzerinden değil aynı zamanda edebi olarak da sürmüştür. Özellikle Mevlâna’nın dil yönünden eşsiz kabiliyeti ona ciddi bir avantaj sağlamıştır. Mesnevi’de Ahi Evren’in akılcılığıyla, başta olmak üzere diğer hiciv, hakaretler ve daha ağır ithamlarda bulunmuştur. Mevlâna Ahi Evren’i baş düşmanı olarak görmekte, şairlik gücü ve yeteneği ile bu düşmanına ağır hakaretler yönelterek kötülemeye ve yermeğe çalışmaktadır. Yer yer çok haysiyet kırıcı söz ve sıfatlarla ona hakaret etmektedir.

Mevlâna, “Mesnevi’ de ve “Divan-i kebir” de Hace, Cuha, Ejder, Mar, Muhannes diyerek Ahi Evren’i ağır bir biçimde tahkir etmektedir. Baş düşmanını ejder, mar (yılan), iblis, muhannes (eşcinsel), hadım, ebter (kısır), pelid (çirkef), margir (yılan avcısı), hırsız gibi kötü sıfatlarla ve tahkir edici sözlerle insafsızca kötülemektedir. Bütün bu sözlerle hep aynı kişiyi hedef aldığı açık olarak fark edilmektedir. İşte o kişi Ahi Evren diye bilinen Hace Nasreddin’dir. Mevlâna zaman zaman bu muhalifini mesleği ile de anmaktadır. Onu dabbağ (derici), Ahi, Yalancı, Danişmend (bilge) ve Hace gibi meslek bildiren sözlerle anmakta ve hicvetmektedir. 

Mevlâna’nın kızı Melike Hatun ve Şemsi Tebrizi’nin hanımı Kimya Hatun, her ikisi de Ahi Evren’in eşi Fatma Bacı (Kadıncık Ana)’nın örgütlediği Bacıyan-ı Rum’a bağlıydılar. Mevlâna Celalettin ve Şemsi Tebrizi bundan memnun değillerdi. Ayrıca Mevlâna’nın oğlu Alaattin Çelebi de Ahi Evren’e mensuptu. O, Şemsi Tebrizi’nin ölümünden sonra 1261’de, Ahiler katliamında öldürülmesine kadar sürekli olarak Kırşehir’de, Ahi Evren’in yanında bulunmuştur. 

Ahi Evren’in Öldürülmesi
Vezirlikten ayrıldıktan sonra Ahi Evren Kırşehir’e yerleşmiş ve burada Ahi Teşkilatını kurmuştur. Ömrünün son 13 yılını burada geçirecektir. Moğollar Anadolu’yu terk etmeden önce iyi ilişkiler içerisinde oldukları Mevlâna’ya ‘Şeyh-i Rum’ unvanı vermişlerdi. Bu sırada Ahi Evren doksan yaşlarındadır ve Kırşehir’de yaşamaktadır. Moğol yanlısı olan IV. Kılıç Arslan Ahi Evren’e ve Ahilere rahat vermeyeceği belli idi. Çıkardığı bir ferman ile Anadolu’daki bütün şeyhlerin ve müritlerin Mevlâna’ya bağlanmaları zorunluluğunu getirdi. Mevlâna’ya bağlanmayı kabul etmeyenlerin iş yerleri, tekke, zaviye, medrese ve kurdukları vakıflar müsadere edildi. Bu uygulamaya karşı direnenler ya öldürüldü veya göçe zorlandılar. Anadolu’nun birçok yörelerinde Ahi ve Türkmenler, IV. Kılıç Arslan iktidarına ve uygulamalarına karşı ayaklandılar. Denizli, Karaman, Çankırı, Ankara, Kırşehir, Aksaray da bu tür ayaklanmalar baş gösterdi. Sultan IV. Kılıçaslan bu isyanları bastırmaya çalıştı. İşte bu isyanların en şiddetlisi Kırşehir’de oldu. Bu isyanı Ahi Evren ve çevresindekiler tarafından yönetildiğinden şüphe yoktu. Alaaddin Çelebi’de Ahi Evren'in yanında bu isyanda yer aldı. Kırşehir'deki isyanı bastırmaya memur edilen Nureddin Caca, ordusu ile Kırşehir üzerine yürüdü. Şehir kuşatıldı. Teslim alınınca da hepsi kılıçtan geçirildiler. Ahi Evren ve Mevlâna’nın oğlu Alaaddin Çelebi’de bu katliamda hayatlarını kaybettiler.

Divan-ı kebir de Mevlâna'nın bu olayla ilgili olarak yazdığı şiirler bulunmaktadır. Mevlâna, Hace Nasreddin Ahi Evren’in öldürülüşü nedeniyle 45 beyitlik bir manzume yazmıştır. Mevlâna burada kendince Ahi Evren’in kötülüklerini sıralamakta ve bu kötülüklerinde cezayı hak ettiğini bildirmektedir. Öldürülmesinin ardından Alaaddin Çelebi'nin cenazesi Emir Nureddin Caca tarafından Konya'ya getirilmiş ve Mevlâna asi olarak nitelediği oğlunun cenaze namazını kılmamıştır. Nureddin Caca Kırşehir’e gitmeden önce Mevlâna’yı ziyaret ettiği gibi Kırşehir isyanını bastırdıktan sonra Konya'ya gelince de Mevlâna'yı ziyaret etmiş ve Mevlâna'ya bir başka Ahi lideri olan Hacı Bektaş hakkında bilgi vermiştir. Bu sohbet sırasında Mevlâna kendisine anlatılan Hacı Bektaş’ın bir kerametiyle ilgili olarak ‘O bacısı kahpe’ diye hitap ederken de Ahi Evren’in karısı olan Fatma Bacı’yı kastetmektedir. Çünkü Ahi Evren’in ölümünden sonra Hacı Bektaş’ın Fatma Bacı’yı kendisine bacı edinerek himayesine aldığını kaynaklar yazmaktadır.

Kırşehir Ahi Evren Türbesi 
Kırşehir’de Ahi Evren’in türbesi olarak bulunan yer sembolik bir yapıdır. Oradaki sandukanın altında bir mezar yoktur. I. Murad Hüdavendigar zamanında (1361) Ankara ve çevresindeki Ahi Beylerinin Ankara ve çevresini Osmanlı Devleti’ne ilhak etmelerinden sonra Kırşehir’de Osmanlı idaresi altına girmiş oldu. I. Murad bir Ahi olduğu için Ahi Evren Türbesi ile de ilgilenmiş olmalıdır. Günümüzdeki Kırşehir Ahi Evren Türbesi, Tekke ve Camii'nin II. Murad ve oğlu Fatih Sultan Mehmed zamanında inşa edilmiştir.

Nureddin Caca'nın Kırşehir’de gerçekleştirdiği ve Ahi Evren ile beraberindekilerin öldürülmesi ile neticelenen katliamdan sonra pek çok Ahi batıya (uçlara) gitmiştir. Muhtemelen Osman Gazi'nin kayınpederi Edebali ve Abdal Musa da bu katliamdan kurtulup batıya göç edenlerdendir. Nitekim halk rivayetlerine göre Ahi Evren'in ölümünden sonra Kırşehir’de dabbağlığa son verilmiş ve bir daha dericilik yapılmamıştır. Buradan da Nureddin Caca’nın Kırşehir’de Ahiliğin kökünü kazıdığını anlıyoruz. Batıya göçen Bektaşi ve Ahilerin Osmanlı Devleti'nin kurulmasında ve güçlenmesinde önemli etkileri olduğu kabul edilmektedir.

Tıp Bilgini ve Filozof Olarak Ahi Evren
Her şeyden önce Ahi Evren’in Anadolu'ya geldiği 1205’li yıllarda Anadolu'da felsefi, ilimci zihniyetin himaye ve destek gördüğü bir iktidar ve bu iktidarın yarattığı elverişli bir ortam vardı. O dönemde başta Anadolu Selçukluların Sultanları felsefeye ve felsefi düşünceye ilgi duymakta ve itibar etmekteydiler. Bu ortamın Ahi Evren'in yetişmesinde çok önemli bir etken olduğu muhakkaktır.

Ahi Evren Anadolu Selçuklular devrinin en güçlü fikir adamıdır. O Danışmend-i Rumi diye anılmaktadır. O, ünlü filozof ve tabip İbn-i Sina ile Eşari kelamcısı Fahreddin er-Razi'nin takipçisidir. Şüphesiz Ahi Evren'in İbn-i Sina'ya duyduğu hayranlık, bir eserini Farsçaya tercüme etmekten ibaret değildir. Ahi Evren, insanların kurtuluşa ermeleri ve ebedi saadete kavuşmalarının iki yolu bulunduğunu, bunlardan birinin peygamberlerin yolu (iman yolu) olduğu, diğerinin de akıl yolu, yani filozofların yolu olduğunu belirtir. Akıl gücü ile kurtuluşa erenlerin başında İbn-i Sina'yı görmekte ve onu bu yolun en büyük ve en üstün insanı saymaktadır. Ancak bu yolun tehlikeleri bulunduğundan, akli delilleri yanlış kullanma ve akil gücünün yeterli olmaması gibi sebeplerden ötürü herkesin bu yolda başarılı olamayacağını bu yüzden peygamberlere uymanın zaruri olduğuna inanır. Mevlâna ile aralarındaki ihtilaf konularından biri de bu husustur. Ahi Evren Peygamberlerin yolunun filozofların yoluna kıyasla çok emin ve kestirme olduğundan bahisle bir şiirinde şöyle demektedir.

"Tur-i Sina'ya (Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâmı peygamberlikle müjdelediği ve sonra Tevrât'ı indirdiği dağ), uçmak (Hz. Musa'ya gitmek) istiyorsan, İbn-i Sina karşısında eğilme."

"Gönlünü Muhammed'in sözüne bağla. Ey Ali'nin oğlu, Ebu Ali'ye (Gazali’nin hocası bilgin) uyman daha ne kadar sürecek?"

"Yolunu gösterecek bir göze (akıl gücüne) sahip değilsen, Kureyşli önder (Hz. Muhammed) Buharalı önderden (İbni-i Sina) daha iyidir"

 Ahi Evren'in bu felsefi kişiliğinin sanatkâr kişiliği ile birleşmesi Ahi Teşkilatının kurulmasında önemli bir etken olmuş görünüyor. Felsefi anlayışı içinde, toplumların refah seviyesini yükseltmek için sanatı yaygınlaştırmak gerektiğine ve sanatın kutsal bir meslek olduğuna olan inancı onun, sanatkarları organize etmeye ve topluma hizmet sunmaya sevk eden etkenlerden biridir. Ahi Evren'in felsefi düşüncelerinin Anadolu' da devlet tarafından himaye görmesi ise, O'na düşüncelerini uygulama fırsatı vermiştir.

Nasreddin Hoca 
Felsefi mizahın en büyük temsilcisi Nasreddin Hoca, Türk toplumuna yaklaşık sekiz asrı geçen bir süreden beri eleştirel ve çözümleyici düşünmeyi öğreten bir bilgedir. Türk halk felsefesi, gönül ve akıl olmak üzere iki bölümden oluşur. Akıl tarafını Nasreddin Hoca, Ahi Evren ve Hacı Bektaş-ı Veli, gönül tarafını da Mevlâna, Yunus Emre temsil eder. Nasreddin Hoca’nın doğduğu yer, yaşadığı dönem, doğum ve ölüm yılları, tarihî kişiliği ve ailesi hakkındaki bilgiler tartışmalıdır.

Türk-İslam Kültürü filozoflarından, büyük bilge ve gülmece ustası Nasreddin Hoca, 1208 yılında Eskişehir’in Sivrihisar İlçesine bağlı Hortu Köyünde, (şimdiki adı Nasreddin Hoca) dünya gelmiştir. İlk öğrenimini, din görevlisi olan babası Abdullah’tan alan Nasreddin Hoca daha sonraları Sivrihisar Medresesinde öğrenimine devam etmiştir. Kendi köyünde ve Sivrihisar’da imamlık ve vaizlik görevlerinde bulunmasının ardından tahsilini tamamlamak üzere Akşehir’e gitmiştir. Burada Seyyid Mahmut Hayranî, Seyyid Hacı İbrahim Veli gibi devrinin tanınmış bilgin ve arif kişilerinden dersler almıştır.



Öğrenimini tamamlamasının ardından bir süre Akşehir’de ikamet etmiş daha sonra İç Anadolu’nun çeşitli yerlerinde hocalık, katiplik, müderrislik, kadılık, mahkemelerde bilirkişilik yapmış, 1284 yılında ölmüştür. Milli kültürümüze mal olan Nasreddin Hoca Türkçe konuşulan ülkelerde, İslam Aleminde bilinir ve sevilir. Azerbaycan’da Molla Nasreddin, Kazakistan’da Koja Nasreddin, Özbekistan’da Nasreddin Efendi’dir. Nasreddin Hoca efsaneleşmiş bir halk filozofudur. Fıkralarının tamamında sağlam bir dünya görüşü vardır. Herhangi bir aşırılığa onun zıddı ile karşılık verir. Yıkıcı değil yapıcıdır. İnsanı önce güldürür, sonra düşündürür. Her sözünde bir bilgelik vardır. Günlük hayatın her safhası onun fıkralarında yer alır. Nasreddin Hoca, Türk milletinin mizah anlayışının ve zekasının sembolüdür. Bu sebeple de her çağda yeniden ortaya çıkmakta, kendisine ait olmayan fıkralar bile onun adı ile nakledilmektedir.

Sivrihisar o dönemlerde önemli düşünürler, ozanlar ve hukuk adamları yetiştirmiştir. Nasreddin Hoca, Yunus Emre, Aziz Mahmut Hüdai ve Hızır Bey Sivrihisar’da yetişmiştir. Fatih’in hocası ve İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey, Nasreddin Hoca’nın torunudur. Nasreddin Hoca’nın günümüzde ki fıkralarında Ömer isimli bir oğlundan da bahsedilmektedir. Sivrihisar Ulu Cami kütüphanesinde muhafaza edilen taş mezar sandukanın önceleri Nasreddin Hoca’nın oğlu Ömer’e ait olduğu düşünülmüş olmasına karşın Doç.Dr. Mehmet Mahur Tulum’un bilimsel incelemeleri sonucunda Nasreddin Hoca’ya ait olduğu anlaşılmıştır. Mükrimin Halil Yinanç, bir gezisi sırasında Hoca’nın oğullarına ait mezar taşlarını Sivrihisar’a yakın bir köyde gördüğünü söylemiştir. Bu konuda araştırmalar yapan Abdülbaki Gölpınarlı’da Nasreddin Hoca’nın kızlarından birine ait olduğu iddia edilen bir mezar taşının da Sivrihisar’da bulunduğunu açıklamıştır. 2003 yılında ‘1888 Ankara Salnamesinden’ yola çıkılarak Nasreddin Hoca’nın kızının mezarının Sivrihisar’daki Kumlu Yol üzerinde bulunan Tarihi Seydiler Hamamı’nın yanında olduğu tespit edilmiştir. Prof.Dr. Erol Altınsapan başkanlığındaki heyet tarafından 3 aylık kazı neticesinde kemiklerine rastlanmıştır. Uzmanların incelemeleri sonucunda kemiklerin o tarihlerde olduğu belirlenerek belgelenmiştir. Doç. Dr. Mehmet Mahur tarafından mezar taşı tekrar okundu. Nasreddin Hocanın kızının adının Hatun olduğu öğrenildi. Ayrıca Nasreddin Hocanın tam adının da Nasrüddin Hoca Nusrat olduğu tespit edildi. Bir kısmı kırık olan mezar taşı, kızı Hatun`un mezar taşının tam olarak okunmasıyla ortaya çıktı. Hoca`nın adına dahil olan Nusrat kızının taşında da yer alıyor. Nasreddin Hoca`nın babasının adı da Şemsüddin Baba olarak okundu. 

Yazıya geçirilmiş ilk Nasreddin Hoca hikayesi 1480 tarihli Sauk’un hayatını anlatan Ebu’l Hayr Rumi’nin Saltuknamesinde bulunur. ‘Saltukname’, Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem Sultan’ın şehzadeliği esnasında verdiği talimat üzerine Ebül hayr Rumi tarafından yedi senelik bir çalışma sonucunda Türk sözlü geleneğinden toplanarak 1480 yılında tamamlanmış ve kitaplaştırılmıştır. 

Fıkraları dikkatle incelendiğinde Müslüman Türk halkının mizah sembolü olan Nasreddin Hoca’nın hazırcevap, insanları kırmadan doğruyu söyleyen, yeri geldiğinde kendisiyle de alay etmeyi bilen nüktedan bir tip olduğu görülür. Fıkralarının çoğunda sıradan bir köylü gibi tarlasında, bağında çalışır, ormana odun kesmeye gider, zaman zaman da şehre iner. Bu şehir çok defa Akşehir, Sivrihisar veya Konya’dır. Ancak hocanın bazen bir âlim, bazen bir bilge kişi, bazen kadı, tabip, hoca ve elçi kişiliğine büründüğü de görülür. 

Çok yönlü bir mizah içeren Nasreddin Hoca fıkralarının genel nitelikleri güldürücü, düşündürücü, öğretici, eğlendirici ve şaşırtıcı olmalarıdır. Sözden doğan mizahın durumdan doğan mizahtan fazla oluşu bu fıkraların diğer bir özelliğidir. Hocanın mizah anlayışının dayandığı esasları şöylece sıralamak mümkündür: Güldürücü durum ve sözler, zıtlık, kelime oyunları, şaşırtıcı zekâ oyunları, ölümle alay, şaşırtıcı davranış ve sözler, abartma, ima-taşlama ve çağrışım. Bu fıkraların genel yapısında Osmanlı Türk toplumunun tarihî gelişimi içinde birlikte yaşamış olan karşıt iki sosyal çevre görülür. Biri gelenekçi, ikincisi değişmelerden yana olan çevredir. Her insanda çeşitli ölçülerde bulunan bu iki ruh hali sosyal anlamda yönetenle yönetilen arasındaki kültür çatışmasını içerir.

Nasreddin Hoca’nın fıkraları sözlü kaynaklardan derlenerek yazıya geçirilmiştir. Hocadan söz eden en eski yazma eser olan Saltuknâme’de (1480) ona ait iki fıkra yer alır. Yazılış tarihi bilinen en eski yazma (1571) Hüseyin adında birine ait olan Hikâyât-ı Kitâb-ı Nasreddin adlı eserde kırk üç fıkra vardır. Nasreddin Hoca fıkralarının resimli ilk baskısı, Letâif-i Nasreddin adıyla 1883 yılında Mehmed Tevfik (Çaylak) tarafından yapılmıştır. Bu eserde yetmiş bir fıkra mevcuttur.

Nasreddin Hoca ile Ahi Evren Aynı Kişi mi? 
Anadolu Selçukluların 1200’lü yıllarında Anadolu’da birkaç Nasreddin adlı tanınmış kişiye rastlanır. Bunlardan en meşhuru belki Nasreddin Hoca ise diğeri de Ahi Evren Şeyh Hace Nasreddin Mahmut’dur. 

Prof.Dr. Mikâil Bayram Anadolu’daki kütüphanelerdeki ve British Museum’daki el yazması eserleri tarayarak Ahi Evren Şeyh Hace Nasreddin Mahmut’a ait 25 kadar eserin mevcut olduğu tespit etmiştir. Eserlerinin incelemesinde onun teşkilatçılık ve liderlik özellikleri yanında güçlü bir fikir adamı ve bilge bir kişi olduğu anlaşılmıştır. Enteresandır ki bu bilge adam kitaplarında yer yer akıl oyunları içeren fıkralara da yer vermiştir. Sonrasında ise odağını iki Nasreddin arasındaki benzerliklere odaklamıştır.

Mikail Bayram, araştırmalarında Ahi Evren Şeyh Nasreddin Mahmud'un ‘Letaif-i hikmet’ ve ‘Letaif-i Gıyasiyye’ adlı eserlerindeki fıkraların halk arasında anlatıla gelen Nasreddin Hoca fıkraları ile birebir benzerlik taşıdığını fark etmiştir. Ayrıca bazı Nasreddin Hoca fıkralarındaki karakterlerin ve mekanların hatta konuların Ahi Evren Nasreddin Mahmud'un eserlerindeki anlatımlardan alındığı veya hayatından izler taşıdığını tespit etmiştir. Ahi Evren’in bugün üç nüshası İngiltere’deki British Museum’da yer alan mantık ve felsefi konular üzerine yazılmış içinde yer yer mizahi hikâyelerin de yer aldığı ‘’Letaif’’ isimli eserinde, halen Nasreddin Hoca fıkrası olarak anlatılan 10’dan fazla hikâyenin varlığını tespit etmiştir. Bunlara ek olarak iki Nasreddin’in de aynı zaman diliminde Akşehir’de kadılık yaptığı ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak Prof.Dr. Mikâil Bayram, Nasreddin Hoca hakkında yapılmış araştırmalar sonucunda Nasreddin Hoca ile Ahî Evren diye bilinen Hâce Nasreddin Mahmûd’un aynı kişi olduğunu belirlemiş ve bunu tüm detaylarıyla yayınladığı kitabında yayınlamıştır.

13. yüzyılda Ahi Evren Nasreddin Hoca ve Türkmenler Anadolu’yu işgal eden yağmacı bir güç olan Moğol emperyalizmine karşı savaşıp, isyanlar çıkarıp bu uğurda hapis yatıp can verirken aynı zamanda Moğolları destekleyip onlarla iyi ilişkiler içinde olan Mevlâna ve çevresinin sözel ve yazılı düşmanca saldırılarına da maruz kalmıştır. Nasreddin Hoca iktidarını Moğollara dayamış IV. Kılıçaslan döneminde işgalci düzene karşı çıkmasını canı ve tüm eserlerinin çeşitli yollardan yok edilmesi ve unutturulmasıyla ödemiştir. Nasreddin Hoca’dan geriye yalnızca fıkraları kalmıştır. 

Bir bilge ve hekim olan aynı zamanda Ahilik Teşkilatını kurup Moğollara karşı halkı örgütleyen, kadılık yapan, Anadolu Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus’un veziri Nasreddin hocanın Akşehir gölüne çaldığı maya aslında Anadolu’ya çalınan Türklük ve Müslümanlık mayasıdır.

 

KAYNAKÇA

Prof. Dr. Mikail BAYRAM              Ahi Evren-Mevlâna Mücadelesi

Fahrettin Öztoprak                         Ahi Evren ve Mevlâna Celaleddin Mücadelesi

Türk İslam Ansiklopedisi

http://nasreddinhocabirgun.blogspot.com/2011/09/nasreddin-hocann-tarihi-on-bilgi.html

 

 


Thursday, August 30, 2018

QUADRIGA ATLARININ SÜRGÜN HAYATI

Antik çağdan kalma Quadriga atları hangi dönemde yapılmıştı ?
IV.Haçlı Seferinin Quadriga atları ile ilişkisi neydi ?
Quadriga Atları neden Konstantinapolis, Venedik ve Paris’te sürgün hayatı yaşadılar ?
Venedikliler Konstantinapolis’den neler götürdüler ?
İstanbul’daki replika at heykeli nerede ?
Osmanlıyı heykel ile tanıştıran Sultan Abdülaziz’in heykel merakı !

1204 yılında Konstantinapolis, bir dönemin dünyanın en muhteşem şehri, kutsal toprakları kurtarmak hedefiyle harekete geçmiş ayni inanca sahip kişiler tarafından yaklaşık 50 yıl süreyle işgal edildi.  Tüm değerli eserleri yok edildi ya da başka ülkelere taşındı. Bu yazıda bu eserlerin izlerini süreceğiz.


İstanbul’a bilinen ilk yerleşim MÖ 680 yıllarında Fenikeden gelen kolonistlerle oldu. Bugünkü Kadıköy'de Halkedon (Kalkedon) adını verdikleri yerde bir kent kurdular ve tarım ile uğraştılar. 

MÖ 660’da Yunanistan'ın Megara kentinden genç Byzas, Delfi kahininin öğütlediği Körler ülkesinin karşısındak kuracağı yeni yerleşim yerini arıyordu. Sarayburnu’ndan Kadıköy’e bakıp da karşıda bir yerleşim olduğunu görünce doğru yere geldiğine inandı ve Sarayburnu’na yerleşti. Yerleşimine kurucusunun adı Byzas'tan dolayı, ‘Byzas'ın kenti’ anlamında Byzantion denildi.

Uzun bir süre bağımsız bir kent devleti olarak yaşayan Byzantion komşu ülkelerin tehditleri nedeniyle MÖ 146'da Roma'nın egemenliğine girdi. Byzantion’ın kaderini değiştiren kişi MS 324’de tek Roma İmparatoru olarak kalan I.Constantinus (324-337) oldu. 11 Mayıs 330 yılında Constantinus sütununun(Çemberlitaş) çevresinde düzenlenen törenle şehir Roma imparatorluğunun başkenti ilan edildi. Önceleri Nea(Yeni) Roma adı ile anılan kentin adı, 11 Mayıs 330 tarihinde Konstantinopolis olarak değiştirildi.


1. KONSTANTİNAPOLİS'İN BAZI MEYDANLARI VE HİPODROM

1.1 Konstantinus Meydanı
Konstantinus meydanının merkezinde Konstantinus sütunu ve heykeli bulunuyordu. Kuzey bölümünde Senato binası, Güney kısmında  nymphaeum adı verilen anıtsal çeşme vardı. Daha sonra 9. yüzyılda Konstantinus’a adanmış küçük bir kilisede meydana dahil edildi. Başlangıçta önemli törenler bu alanda gerçekleştiriliyordu.


Meydan şehrin ikinci tepesi üzerindeydi. Dairesel formdaki meydan ana cadde olan Mese’ye bağlıydı. Orijinal taşın Roma’da Apollon tapınağından Konstantinapolis’e getirildiği sanılıyor. Sütun 330 yılında I.Konstantinus önemli imar işlerine giriştiğinde dikilmişti. Pomfir taşların üst üste konulması ile oluşturulmuş ve ek yerlerine defne dalı motifli tunç bilezikler takılmıştı. Anıt, zamanının en değerli ve en emperyal malzemesi olan ve sadece handan için kullanılan Mısır ponfir taşından, daha önce hiç görülmemiş bir ölçekte yapılmıştır. Bugün 35 metre yüksekliğinde olan sütunda 6 çember olmasına karşın ilk yapıldığında 7 çember vardı ve yüksekliği 37 metre civarındaydı. 1779 yangınından sonra temeli güçlendirmek için temele bir çember daha ilave edilmiştir.

Konstaninus sütunu ve Senato Binası

Kadim Yunanistan'ın en ünlü heykeltraşlarından Fidias'ın, Milâttan 400 yıl önce yaptığı bir Apollon heykeli, yapılan bir takım değişikliklerle Konstantin heykeli haline getirilmişti. Böylelikle Romalılar kudretli hükümdarları Büyük Konstantin'in Güneş Tanrısı’na yakıştırmış oluyorlardı. Nitekim kaidenin bir yanına Grek harfleriyle kazılmış ‘Güneş gibi parlayan Konstantin adına’ ibaresi de bunu gösteriyordu.


Bir rivayete göre, Büyük Konstantin'in annesi Imparatoriçe Eleni, Kudüs’ü ziyareti sırasında bulduğu Hazreti Isa'nın gerildiği kutsal çarmığın tahtalarını beraberinde Bizans'a getirmişti. Annesinin getirdiği bu kutsal tahtalar karşısında heyecana kapılan Büyük Konstantin bunları en emin şekilde muhafaza edebilmek gayesiyle yeraltında bir mahzene saklamayı uygun bulmuş, üzerine de taştan büyük bir kaide koydurttuktan sonra Roma'daki Apollon mâbedinden getirttiği bu sütunu diktirtmişti.

Apollon tapınağında önce Apollon'un heykelini taşıyan, İstanbul'a getirildikten sonra önce Büyük Konstantin'in heykeline kaidelik etmiş bulunan bu sütunun üzerinde daha sonraları İmparator Jülianus ile Teodos'un heykelleri görülmüştü. Milâttan sonra 330 yılında bugünkü yerine dikilen bu muhteşem sütun M.S. 407 ve 541 yıllarında Bizans'ı sarsan şiddetli depremler sırasında hasar görmüş, 1081 yılında üzerine düşen bir yıldırım da tepedeki heykel ile birlikte sütunun başlığını parçalanmıştı.


1155 yılında Roma İmparatoru Aleksi Manuel sütunun yıkılan yerlerini onarttığı gibi tepesine de yeni bir mermer başlık yaptırttıktan sonra üzerine büyük bir haç diktirtmişti. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet bu güzel sütuna el sürdürmemiş, yalnız tepesindeki yaldız kaplı büyük haçı oradan kaldırtmıştır. Sultan II. Mustafa döneminde çıkan büyük bir yangında hasar gören kaide kalın bir duvar ile takviye edilmiş, alevlerin hararetinden çatlayıp kısmen kireç haline gelmiş pomfir taşlar da demir çemberlerle birbirine bağlanmıştı. İşte bu şekilde demir çemberlerle sıkıştırılmış tarihî sütun o tarihten sonra Çemberlitaş adıyla anılmaya başlamış.

1.2 Augustaion Meydanı
Ayasofya’nın güney batı ucunda Mese (Divanyolu) caddesinin başında halka açık imparatorluk meydanıdır. Konstantinapolis dünyanın merkeziydi, o yüzden dünyanın başlangıç noktası olan Milion Anıtı, tam bu meydandaydı. Konstantinapolis'in diğer şehirlere olan mesafesinin ölçüldüğü bu anıttan kalan tek bir taş bugün Yerebatan Sarayı’nın yakınında bulunuyor.


Antik dünyanın başlangıç noktası Milion Anıtı.


Roma İmparatoru Septimus Severus bu meydanı ilk kez oluşturduğunda alanın etrafını kolonlar ile çevirmiş ve halka açık bir Pazar yeri (Agora) yapmıştı. Sonradan Justinian 532 Nika ayaklanmasının ardından bu alanın etrafında çeşitli devlet yapıları yaparak meydanı törenlerin yapıldığı bir iç avluya dönüştürmüştür. Meydan 85x65 metre boyutundaydı. Meydanın doğusunda Senato binası güneyinde Hipodrom bulunuyordu. Ayasofya’ya bağlantısı vardı. 

Jul Sezar’ın öldürülmesinden sonra tahta çıkan, yeğeni ve Roma’nın ilk imparatoru Augustus’un (MÖ 63-MS 14) anısına imparatorlara Augustus ünvanı verilmeye başladığı için bu meydan bu ad ile anılmıştır. Ortasında İmparator Justinian’ın sütunu vardı.


Justinian sütunun yüksekliği 50 metre civarındaydı. Sütun tuğladan yapılmış ve üstü bronz levhalar ile kaplanmıştı. Sütunun üstünde İmparator Justinian at binmiş heykeli vardı. Sol elinde dünyayı temsil eden bir küre tutuyor, sağ eliyle de doğuyu gösteriyordu. Sütun ve heykel fetihe kadar ayakta kalmış ama fetihten sonra yok olmuştur.

1.3  Hipodrom
Hipodrom, Roma İmparatoru Septimius Severus tarafından ikinci yüzyılın sonunda inşa edilmeye başlanmış; Constantinus 330 yılında İstanbul’u başkent ilan etmesinden sonra genişletilmiştir. Hipodrom 480x117 metrelik bir alana yayılmış 30,000 kişiyi aldığı söylenen devasa bir yapıymış. Tribünlerin zeminden yüksekliği 12 metreydi.  Giriş Milion taşına ve Ayasofya’ya bakan kuzey tarafındaydı. Hipodromın son izleri Adliye binası yapılırken yıkılmış. Sadece Sphendon denilen güney ucunun temel duvarları günümüze gelebilmiştir.


Tribün kapasitesi Roma da araba yarışlarını yapıldığı Circus Maximus dan daha büyüktür. Yarış alanı izleyicilerden Euripus denilen su ile dolu bir hendek ile ayrılmıştır. Kuzey ucunda Carceres denilen hipodroma giriş bölümü vardı. Buranın üzerinde bronz 4 at heykeli bulunmaktaydı. Heykeller gerek büyüklükleri, gerek anatomik mükemmellikleriyle çağının bir mucizesi gibiydi. Bu at heykellerinin gerisinde de bir savaş arabası (Quadriga) bulunuyordu. Mahşerin bu dört atlısının aynı zamanda dört İncil yazarını da temsil ettiği rivayet olunur. 

Hipodromun ortasında Spina denilen 200 metre uzunluğunda, hipodromun kum kaplı sahasını ikiye bölen, etrafında arabaların yarıştığı alçak bir duvar, bu duvarın üstünde de İmparatorluğun çeşitli yerlerinden getirilen abideler ve meşhur at yarışçıları ile atlarının heykelleri bulunurdu. Bunlar yunus, yumurta, aslan, deve, ayı, boğa, at gibi hayvan heykelleri ve bazı hükümdarlar heykelleridir. Bu platformda bazı ilginç heykellerde vardı; hareket eden fil heykeli; yaklaşık 10 metre yüksekliğinde devasa Herkül heykeli (dizinden ayağına uzunluğu 180 cm), güneş saati olarak kullanılan kanatları açık bronz kartal heykeli. Kucağında at ve sürücüyü tutan dev kadın heykeli. Bunların hepsi kaybolmuştur. Kalan üç eserden en iyi durumda olan Mısır Obeliskdir. 


İstanbul’daki hipodromun diğerlerinden bir farkı da tribünlerin doğu tarafında Kathisma denilen muhteşem imparatorluk tribünün bulunmasıydı. Kapalı alanı ve balkonu vardı. İmparator, yakınları ve önemli at sahipleriyle birlikte buradan yarışları izlerdi. İmparatorluk sarayı da hipodromun hemen yanındaydı. Bu locanın varlığı imparatorların yarışlara verdiği önemin bir göstergesiydi. Tribünlerin belli bölümleri de belirli gruplara ayrılmıştı. Kathisma’nın karşısındaki batı tribününde Carceres den başlayarak maviler, beyazlar, kırmızılar  ve sphendone en yakın olarak da yeşiller otururdu. Ana gruplar maviler ve yeşillerdi, zamanla diğer ikisi bu gruplara katılmıştır. Halk tuttuğu grubun renginde giyinirdi. İmparatorlar da genellikle aristokratların desteklediği mavilerin tarafında olurdu.

Atlar tarafından çekilen ve sürücünün ayakta dizginleri elleriyle tutarak manevra yapabildiği araba yarışlarına katılabilmek çok prestişli bir olaydı. Yarışlarda kullanılacak atlar da özenle seçilirdi. Daha çok, varlıklı kesim bu tür atları besler ve yetiştirerek yarışlara sokarlardı. Yarışcılar genellikle halkın alt sınıflarından gelirler, kazandıkları zaman çok ünlü ve zengin olurlardı. Yarış günü Hipodrom tamamen dolu olurdu. Büyük tezahüratlar içinde Locasına geçen İmparator, izleyicileri selamlar ve yarışma için start verme hazırlıklarına başlardı. Kadınlar yarışmaları hipodromda izleyemezlerdi; çünkü, kadınlar Roma’nın aksine hipodroma alınmazdı. Sadece saray kadınları yarışları Kathisma denilen imparator locasında, kimse tarafından görülmeyecek şekilde takip ederlerdi. 

Yarışa başlangıç yeri, Hipodromun kuzeyinde bulunan Carceres’di. İmparator locasının altındaki geçitten sonra arabalar Carceres’e gelir ve burada sıralanarak yarışa başlama konumu alırlardı. İlk önceleri 4 takım olduğu için, yarışma her biri 4 atlı 4 araba arasında yapılırken, sonradan bu sayı ikiye inecekti. İmparatorun elinde tuttuğu mendili (mappa) yere bırakmasıyla birlikte yarış başlardı. Hipodromun iki ucuna da ikişer adet sınır taşı konulmuştu ki, dönüşler buradan yapılmaktaydı. Yarış Spinanın çevresinde yedi tur ile biterdi. Yedi turun sembolik olarak haftanın günlerine tekabül ettiği; Carceres’teki 12 kapının, 12 burcu veya ayı; Hipodrom alanının da yeryüzünü temsil ettiği söylenmektedir. Yarışmayı kazanan kişi isterse, yarışmayı kaybedenle öğleden sonra arabaları ve atları değişerek yeniden yarışabilmekteydi. Böylece gerçek şampiyon belli olurdu. 

İmparator Constantinus pagan adedi olarak kabul ettiği gladyatör döğüşleri yerine araba yarışlarını tercih etmiştir.   6. yüzyılın başından  itibaren ilk yok olan spor gladyatör döğüşleri olmuştur. Hayvanlarla döğüş bir süre daha devam etmiştir. Roma da ise bu aktivitelerin sona ermesi için daha uzun bir süre gerekmiştir. Ayrıca İstanbul da ki bu döğüşlerde hem insanı hem de hayvanı korumak için ustaca kaçış noktaları yapılmıştı. Roma da ki vahşet ve kan burada daha azdı. Halk da hoşlanmıyordu. 

11. yüzyılın ortalarında imparatorlar Ayvansaray’da Blachernae sarayında yaşamaya  başlayınca eski bölgenin önemi azalmaya başladı. Hipodrom ve çevresi 1203 yılındaki yangında çok ciddi hasar gördü. Ardından 1204’de Latin işgaliyle içindeki birçok heykel yağmalandı ve yıkıldı. Harabe halindeki Hipodromun taşları Topkapı Sarayı ve İbrahim Paşa Sarayının inşaatlarında kullanıldı. 

1.3.1 Theodosius Dikilitaşı – Egyptian Obelisk
Hipodromdaki dikilitaş eski bir Mısır eseri. MÖ 1547 yıllarında Firavun III. Tuthmosis adına Karnak Amon Ra Tapınağı önünde dikilmiş. Üzerinde Hiyeroglif yazısı ile Thutmose’in zaferleri yazılmış. O zaman 60 metre uzunluğunda ve 800 ton ağırlığındaymış. Aslında iki adet olan bu taşlar Bizans İmparatoru Constantinus’un dikkatini çekmiş ve Mısırlılara bir mektup yazarak taşın birisini Roma’ya diğerini Konstantinapolis’e gönderilmesini istemiştir. Dikilitaş‘ın tepesine bronzdan büyük bir çam kozalağı konmuştu. Metal kozalak Ekim 869‘da şiddetli bir fırtına sonucu düştü ve parçalandı.

Dikilitaş’ın İstanbul’a ne zaman gönderildiği tam olarak bilinmiyor. Taş 4. yüzyılın ortalarında İstanbul’a taşınırken kırılmış yada taşıyabilmek için kesilmiş. Orijinal taşın üst üçte ikisi kalmış. Bilinen, taşın kente geldikten sonra uzun süre yerde yatması. İmparator I.Theodosius başa geçtikten sonra 390 yılında Hipodroma dikilmesini emretmiş. Kadırga limanından hipodroma kadar olan mesafede özel bir yol hazırlatılarak taşın bugünkü yerine taşınması üç gün, burada kaide üzerine dikilmesiyse 32 gün sürmüş. Kaidedeki kabartmalar üzerinde I. Theodosius, oğulları, karısı, Arkedios, Honorios ile İmparator II. Valantinianos görülür. Ayrıca Hipodrom sahneleri ve anıtın dikilişini gösteren tasvirler de vardır. Pembe granitten yekpare yapılmış 19,6 metredir, kaidesiyle birlikte 24,87 metre yüksekliğindedir.

1.3.2 Burmalı Sütun (Yılanlı Sütun) Serpent Column
I.Constantinus (324-227) döneminde getirilen Burmalı sütun(Yılanlı sütun) Hipodromun spinası üzerinde günümüze ulaşmıştır. Yunanistan’daki küçük krallıklar, ülkelerini istila eden Perslere karşı birleşerek Salamis (M.Ö. 480) ve Platea‘da (M:Ö: 479) kazandıkları zaferlerden sonra ellerine geçirdikleri savaş ganimetleri eriterek bir zafer anıtı yapmış ve bunu Delphi’deki Apollon mabedi önüne dikmişlerdir. Sütun’un sanatçısı ve yapım yeri bilinmemekle birlikte dönemi itibarı ile bronz döküm tekniği ile ünlü Yunanistan’daki Aigina Adası’nda yapılmış olmasının muhtemel olduğu ifade edilmektedir.


Bu anıtta birbirine sarılmış üç büyük yılan başları üzerinde altından bir kazanı taşıyordu. Birbirlerine sarılmış, 8 metre yüksekliğinde, 29 boğumlu, içi boş anıtta yılanların başları 36-32 kıvrımdan sonra birbirlerinden ayrılarak üç ayrı yöne bakıyorlardı. Sütunun üstüne yerleştirildiği düşünülen altın kazan, MÖ 357-346 yılları arasında savaş masraflarını karşılamak için eritilmiştir.

Gövdeleri üzerinde de savaşa katılan Yunan krallıklarının isimleri yazılı olup bugün bunlar yılanların kıvrımları üzerinde okunabilmektedir. Zaman içerisinde anıtın üstündeki kazan ve yılan başları kaybolmuştur. Günümüze yalnızca 5.30 m’lik kısmı ulaşan anıt, 6.50 m. çapında 3 m. derinliğinde, yanları duvarla örülmüş bir çukurun içerisindedir. Ayasofya’nın onarımını yapan G.Fossati, toprak hafriyatı sırasında bu yılanlardan birisine ait üst çene parçası bulmuştur. 

Günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenen yılanın üst çenesi.

Sütunun Delfi tapınağına dikildikten sonra tapınağı ve şehri yılan, akrep gibi zararlı sürüngen ve böceklere karşı koruması için güçlü büyüler yapıldığına inanılmaktaydı. Constantinapolis şehrinin kurulduktan sonra yılan ve böcek istilasına uğradığı ve İmparator Konstantin'in yeni başkenti zararlı hayvanlardan kurtarmak için sütunu şehre getirmeyi saplantı haline getirdiği söylenir.

Burmalı sütunun temsili resmi

Sütunun 1204‘te Haçlılar tarafından eritilmek veya talan edilmekten kurtulmasının sebebi çeşme olarak yararlı bir işlevi olmasından kaynaklandığı düşünülür; bu tarihten sonra daha ne kadar çeşme olarak hizmet verdiği tam olarak bilinmez.

Boş kalan Delphi’deki kaidesi

1.3.3 Constantinus Porphyrogenes Sütunu (Örme Sütun) Masonary Obelisk
Constantinus Porphyrogenes sütunu (Örme Sütun), her ne kadar bir imparatorun ismini taşıyorsa da kimin tarafından yaptırıldığı açıklık kazanamamıştır. Hipodromun ortasındaki spina üzerinde yer alan 32 m. yüksekliğindeki bu sütun değişik ölçülerdeki taşların yontulmasıyla yapılmıştır. VII. Constantinus (911-959) bu sütunu tamir ettirmiş, üzerine de babası I.Basileios’un (867-886) savaştaki başarılarını tasvir eden kabartmalarla kaplamıştır. Mermer kaidesinin bir yüzünde ‘VII. Constantinus Rodos şehrindeki dev abideyle rekabet edecek bir harika yaratmak istedi.’ yazılıdır. Günümüzde kesme taştan kütlevi bir görünümü olan dikilitaşın üzerindeki kabartmaların İstanbul’a Latinlerin yapmış olduğu istila sırasında söküldüğü, para basmak amacıyla eritildiği ileri sürülmüştür.


Aşağıdan yukarıya doğru daralan, bir zamanlar üzerindeki tunç küreyi taşıyan sütunun, üzerinde çivi ve kenet izleri açıkça görülmektedir.Taşlar üzerinde burada yapılan müsabakaları izleyenleri güneşten koruyan tente ve çadırların makara ipleri de dikkati çekmektedir. Sultanahmet Camisi’nin yapımından sonra yükselen toprak seviyesi nedeniyle bu dikilitaşın üç basamaklı, mermer kaidesi toprak altında kalmıştır. Osmanlı döneminde gençlerin tırmanma yarışmaları yaptıkları dikilitaşın keşke bir bölümü eskiden olduğu gibi prinç levhalarla kaplansa..

1.3.4 Quadriga Atları 
Latincede dört anlamına gelen quattuor kelimesinden türemiş olan quadriga, dört at ile çekilen arabadır. Quadriga, Roma İmparatorluğu'nun simgesi haline gelmiş olan zafer taklarının üzerine yerleştirilirdi. Büyük bir zafer kazanan kumandanın şerefine Senato tarafından düzenlenen büyük geçit alayına, kumandan beyaz atların çektiği süslü bir zafer arabası ile katılırdı. Quadriga, bir şekilde kazanılan zafere işaret ederdi.

Quadriga Atları

Hipodromu süsleyen anıtların en ünlüsü ise, Quadriga adı verilen zafer arabasını çeken dört bronz at heykelidir. Hipodromun, quadriga yarışlarının yapıldığı alan olması da, bu heykellerin neden buraya konulduğunu açıklamaktadır. Şüphesiz, quadriga, Hipodrom için büyük önem ve sembolik bir anlam taşıyordu.

Hiristiyanlığın yaygınlaşmasıyla birlikte Quadriga’nın sürücüsü Hz.İsa ile, arabanın dört atı ise Hz.İsa’nın öğretisini dünyaya yayan dört İncil yazarı ile özdeşleştirilmişti. Böylece quadriga, askeri, siyasal ve dinsel bir anlam kazanmıştı. Antik Dönem kabartmalarında sıkça karşılaşılan quadrigaların antikçağ’dan günümüze kalan tek örneği Konstantinopolis Hipodromunda bir zamanlar yer alan quadriga dır.

Quadriga’nın ve törenlerin parçası olan bu atların vücut oranları, belirli bir at tipine uymaz. Gövdeleri ve özellikle boyunları kısa ve kalın, bacakları uzundur. Ön ayaklarından biri yere basarken, diğeri havada adım atmaya hazırlanır gibidir. Ağızları açık olan bu atların kuyrukları bağlıdır.

Hipodrom ve Quadriga atları - Konstantinapolis

Geçmişte Hipodromun kuzey cephesinde yer almış olan Bronz Atlar’ın Konstantinopolis’teki varlığından ilk kez, 10. yüzyılın sonlarına ait Patria Sive Origines Urbis Constantinopolitanae adlı anonim eserde söz edilir. Bu eserde, bu dört altın kaplama atın II.Theodosius (408-450) zamanında Sakız Adası’ndan getirtildiği belirtilir.

Ortaçağ’da da pek çok gezgin Hipodromdaki anıtlardan ve at heykellerinden söz etmiştir. 12 ve 13. yüzyıllarda yaşamış olan Bizanslı tarihçi Nicetas Choniates, I.Manuel Komnenos(1143-1180) döneminde Hipodrom girişinin üzerinde altın yaldız dört bronz atın bulunduğunu yazmaktadır. 


2.HAÇLI SEFERLERİ

Haçlı Seferleri, Papa liderliğinde Avrupalı Katolik Hiristiyanların, Müslümanların elindeki kutsal toprakları geri almak için düzenlemiş oldukları seferlerdir. 1095 ve 1270 yılları arasında gerçekleşmiştir. 11.yüzyıl’ın Avrupa’sına baktığımızda şiddetli kuraklığın getirdiği açlık,sefalet, salgın hastalıklar ve artan nüfus oranı gibi problemler ile iç içedir. Bu da insanların doğunun zenginliklerine kavuşma hayalleriyle Haçlı seferlerine büyük ilgi göstermelerine neden olmuştur. 1095 ile 1192 yılları arasında üç haçlı seferi düzenlenir. Geçici süreler ile kutsal topraklar Müslümanlardan temizlense bile kalıcı başarı sağlanamaz.

2.1 Kutsal Toprakları kurtarmak için başlayıp farklı bir hedefe yönelen IV.Haçlı Seferi (1202-1204)
Papa III.Innocent 1198’de yeni bir haçlı seferi için çağrıda bulunur ama ortada böyle bir seferi düzenleyecek hükümdar yoktur. Yine de çağrı Fransa, Almanya ve İtalya’da halk tarafından olumlu karşılanır ve heyecan uyandırır. Birlikler yeni sefer için belirli merkezlerde toplanmaya başlar.

Papa III.Innocent (1191-1216). Katolik mezhebi dışındaki Hiristiyanlar ve Yahudilere yaptığı zulümler ile anılan Papa.

Sefere, islam dünyasının en zayıf noktası olduğu için Mısır’dan başlanmasına karar verilir. O dönemde Haçlıları Mısır’a taşıyabilecek tek devlet Venediklilerdir. 1201’de Venedik’e gelen Haçlıların temsilcisinin teklifini Venedik Doç’u Enrico Dandolo, 20 bin askeri 85 bin gümüş para, fethedilen toprak ve ganimetlerin de yarısı karşılığında kabul edebileceğini belirtir. İki taraf anlaşır.

Venedik Doçu Enrico Dandolo (1107-1205)

Doç Enrico Dandolo, Sicilya Kralının elçisi olarak I.Manuel Komnenus zamanında Konstantinapolis’de bulunmuştur. Yaklaşık 21 yıl sonra 86 yaşında Venedik doçu olmuş ve 96 yaşında IV.Haçlı seferine katılmıştır. İki gözü de görmemesine ve yaşlı olmasına karşın enerjiktir ve parlak bir zekaya sahiptir.

2.2 Haçlı Seferinin Lojistik Sorunu 
24 Haziran 1202 günü, Avrupa’nın her tarafından Venedik’e gelen Haçlı ordusu, gemilere binmek için hazırdır. Ama ortada bir sorun vardır. Haçlılar sefer lojistiğini sağlıyacak Venedik’e vermeyi taahüt ettikleri parayı toplayamamıştır. Papa seferin tehlikeye düştüğünü görür. Verilmesi gereken 85.000 gümüş paranın yalnızca 50.000 i toplanmıştır.  Bunun üzerine Doç Enrico Dandolo Haçlılara bir teklifte bulunur. Dalmaçya kıyısındaki Venedik’e bağlı Zadar kenti Macarlar tarafından istila edilmiştir. Eğer Haçlılar Zadar’ın alınmasını sağlarsa Dandolo’da paranın geri kalanını istemiyecektir. Başka çare olmadığını gören Haçlılar teklifi kabul ederler. Böylece Venedikliler ve Haçlılardan oluşan IV.Haçlı seferi başlar. 22 Kasım 1202’de 480 gemi ile hareket ederler. Bir hafta içinde Dalmaçya kıyılarına ulaşılır. Venedik ve Haçlı birliklerinin işbirliğiyle Zadar şehri kısa sürede geri alınır.

2.3 Haçlı Seferi Hedef Değiştiriyor 
Bu sırada Bizans İmparatorluğunda İmparator II.Isaak Angelus, kardeşi III.Aleksius Angelus Komnenus tarafından tahtan indirilerek,  gözleri kör edilip, oğlu Aleksius ile birlikte Anemas zindanlarına atılmıştır. Haçlı Seferi’nin önemli destekçilerinden olan Swabia(Güney Almanya) Prensi Filip’de eski imparator II.Isaak Angelus’un kızı İrene ile evlidir. Anemas zindanlarından kaçmayı başaran Aleksius Angelus, Swabia’ya giderek kızkardeşinin eşi Filip’den yardım ister. Filip’de Aleksius’u Dalmaçya kıyılarında bulunan Haçlılara ve Venedik Doç’una yönlendirir. 
  
Eski İmparatorun oğlu Aleksius Haçlılara, eğer kendisine gerekli yardım yapılır ve Bizans tahtına babasıyla birlikte oturması sağlanırsa, Haçlıların kutsal topraklara gitmesi için gerekli parasal yardımı yapmayı ve hepsinden önemlisi de Konstantinapolis Patrikliğini Roma Kilisesi’ne bağlıyacağını vaad eder. Bu öneri tüm taraflarca kabul görür. Papa III.Innocent’in hedefi kutsal topraklar olmasına karşın Ortodoks kilisesinin kendisine bağlanacak olması cazip gelmiştir. Yeni İmparator III.Aleksius Angelus, Venedik’in ticari imtiyazları konusunda zorluklar çıkarmaktadır, Dandolo bu sorunu çözmek ister. Latinler içinde Ortodoksları doğru yola getirerek Doğu Batı Hiristiyanlığını birleştirmek  önemlidir.  Ayrıca yüzyıllardır dillerden düşmeyen Bizans’ın zenginliği, Haçlıların bu zenginliği paylaşmak arzusu ve hırsı, teklifi kabul etmelerinde etkili olur.

Venediklilerin ve Latinlerin hedefi artık Konstantinapolis’tir. İmparator III.Aleksius ise tam bir aymazlık içerisinde hiçbir tedbir almaz. Emrindeki donanma da çok kötü bir durumdadır.  24 Haziran 1203 Salı günü, İmparator ve Bizans halkı büyük bir savaş filosunun boğaza girişini ve Üsküdar önüne demir atışını şaşkınlık içerisinde seyreder. Gemilerin içerisindekilerin hiçbiri hayatlarında surların arkasında yükselen bu kadar muhteşem saraylar, kiliseler ve zenginlik görmemiştir. O dönemde Avrupa’da bir benzeri yoktur. 

Haçlılar 5 Temmuz günü Galata bölgesine çıkarma yaparlar. Böylece Konstantinapolis’in yedinci kuşatması başlar. Galata bölgesinde deniz kenarında bugün mevcut olmayan kuleyi ele geçiren Venedikliler Haliç’i kapatan zinciri indirirler. Venedik donanması hızla Haliç’e girer ve saldırı başlar. İlk iş olarak Haliç’de demirlemiş köhne Bizans donanmasını yakarlar. Latinler karadan, Venedikliler ise denizden saldırıya hazırlanırlar. Saldırı 17 Temmuz günü surların en zayıf olduğu Blachernea Sarayı’nın bulunduğu noktadan planlanır. Latinlerin karadan yaptıkları saldırı başarılı olmaz. Bizzat Enrico Dandolo’nun yönettiği Venedik donanmasının saldırısı müthiş olur. Latinler bölgedeki ahşap evleri yakınca yangın Blachernea sarayına sıçrar ve sarayın bir bölümü yanar. Büyük panik içinde olan III.Aleksius Komnenus aynı gece karısı ve çocuklarını bırakarak yanına aldığı önemli miktarda altın ve mücevher ile kaçar.

Konstantinapolis Haritası

Bizans artık liderinden yoksundur. Kardeşi tarafından kör edilen II.Isaak Angelus, Anemas zindanından alınır ve yeniden tahta çıkarılır. Bunun üzerine oğlu Aleksius şehre döner ve IV.Aleksius Angelus 1 Ağustos 1203 tarihinde babasıyla müşterek imparator ilan edilir. Yaşlı babanın yanında esas güç ve kontrol IV.Aleksius Angelus’dadır. Latinler Galata’ya çekilerek, yeni İmparator’dan Zadar’da ödemeyi taahhüt ettiği parayı vermesini beklerler. Ancak imparatorluk hazinesi bomboştur. Aleksius verdiği sözü tutmak için önce yeni vergi salmayı dener ama başarılı olamaz. Bunun üzerine kilisenin mallarına göz diker, ama alamaz.

25 Ocak 1204 gecesi din adamları ve halk Ayasofya meydanında toplanarak IV.Aleksius’un tahttan indirilmesine ve yerine V.Aleksius Dukas-Murzuflus’un geçmesine karar verirler. IV. Aleksius babasıyla birlikte yeniden Anemas zindanına kapatılır. V.Aleksius Dukas-Murzuflus, Ayasofya’da yapılan törenle taç giyer. Hızla şehir duvarlarının gece gündüz tamiratına başlar. Bu durum Latinlerin ve Venediklilerin hoşuna gitmez. Yeni imparatorun ödeme yapmaya niyeti olmadığını anlarlar. Bunun üzerine şehrin işgalini planlarlar. 

2.4 Latinlerin Konstantinapolis’i İşgali
İmparator V.Aleksius Dukas-Murzuflus ile Enrico Dandolo Nisan ayı başında Eyüp’te buluşurlar. Dandolo, İmparator’dan vaat edilmiş parayı ister. Aslında bu bir tuzaktır. Amaç İmparatoru öldürmektir. Aniden tepenin ardından çıkan atlılar Bizanslılara saldırır, ama atından inmemiş olan İmparator kaçmayı başarır. Artık ok yaydan çıkmıştır. Savaşmaktan başka bir seçenek yoktur.

Haçlı ordusu 9 Nisan 1204 Cuma günü saldırıya başlar. Seçilen yer dokuz ay önce Venediklilerin saldırdıkları ve başarılı olamadıkları Haliç’in kuzeyindeki deniz sur ve kuleleridir. İlk saldırı gene başarıyla püskürtülür. 12 Nisan 1204 Pazartesi günü saldırı daha organizedir. Bizans bir süre dirense de karşı koyamaz ve Haçlılar şehre girerler. Büyük bir katliam yaparlar ve şehri üçüncü kez yakarlar. Evlerin neredeyse yarısı yanar. Halkın büyük kısmı ve sadece 2 ay 16 gün imparatorluk yapan V.Aleksius Dukas-Murzuflus, şehirden kaçar.  Konstantinapolis’de üç gün görülmedik bir talan ve vahşet yaşanır. Dünyanın o döneme kadar yaratılmış en muhteşem eserleri acımasızca yok edilir. En büyük felaket Ayasofya’da yaşanır. 

2.5 Latin Devleti’nin Kuruluşu
Üç günlük vahşetten sonra Latin Boniface Montferrat, 16 Mayıs’ta İlk Latin İmparatoru olarak Ayasofya’da taç giyer ve I.Baldwin adını alır. Venedik’li Tomosso Morosini patrik olur. İmparatorluğun paylaşımı ile Venediklilere olan borç da ödenmiş sayılır. Bu sefer hayat Konstantinapolis halkı için çekilmez hale gelir. Latinler halkı küçümseyerek kötü davranırlar. Son İmparator V.Aleksius Dukas-Murzuflus kısa bir süre sonra Latinler tarafından yakalanarak idam edilir.

Latinlerin hakimiyetini içine sindiremeyen Trakya’daki güçlü Bizans aileleri, kurtarıcı olarak Bulgarları ülkeye davet ederler. Bulgar kralı hızla Trakya’ya doğru hareket eder. Latinler Edirne’nin tehlikede olduğunu görünce Venedikliler ile birlikte sefere çıkarlar. 14 Nisan 1205’te Edirne yakınlarında yapılan savaş Bulgarların kesin galibiyeti ile sonuçlanır. I.Baldwin esir düşer ve bir daha geri dönemez. 

Dandolo kaçarak Konstantinapolis’e gelir ve altı hafta sonra burada ölür. Ayasofya’nın üst katında duvar kenarına gömülür. I.Baldwin Flanders savaşta esir düşünce kardeşi Henri Hainolt geçici olarak Bizans yönetimini devir alır. 1206’da bir yıl sonra ise taç giyer.

1205 yılında ölen Venedik Doçu Enrico Dandolo’nun Ayasofya Müzesinin üst katındaki mezarı

3. İZNİK’TE ROMA İMPARATORLUĞU KURULUYOR

Bu arada I.Theodor Laskaris İznik’te yeni Bizans devletini kurmuştur. 1208 yılında İznik Patriği’nin elinden taç giyerek yeni Roma-Bizans imparatoru olur.  Uzun bir süredir kaçak hayatı yaşıyan eski Bizans İmparatoru III.Aleksius Angelus Komnenus, Konya’ya gelir ve Anadolu’nun önemli bir kısmına hakim olan Selçuklulara sığınır. Anadolu Selçuklu Sultanı, I.Theodor Laskaris’e ulak ileterek tahtı III.Aleksius’a terk etmesini ister. Aslında amaç savaş çıkartmaktır. İki ordu 1211’de Philadelphia’da (Manisa-Alaşehir) karşılaşır.

Bir süre başabaş giden savaşta sonradan Selçuklular etkin olmaya başlar. Savaşı kaybedeceğini anlayan I.Theodor son şansını kullanmaya karar verir ve Selçuklu Sultanını teke tek dövüşe davet eder. Güçlü bir asker ve çok iyi bir savaşçı olan Sultan I.Keyhüsrev kendine olan güveniyle daveti kabul eder. İki ordu geri çekilerek meydanı iki liderin mücadelesine bırakırlar. Önce beyaz atının üzerinde örme zırhını kuşanmış I.Keyhüsrev gözükür ardından meydana metal zırhlı giysileriyle Laskaris gelir. Birbirlerini selamlarlar ve döğüş başlar. Sultan elindeki kılıcıyla öldürücü bir darbe vurmak için Laskaris’e saldırır, ama Laskaris kalkanıyla darbeyi savuşturur ve ani hareketle kılıcını Sultanın omzuna doğru savurur. Yaralanan Sultan dengesini kaybedip atından düşer. Darbesinin öldürücü olduğunu hisseden Laskaris, yerde savunmasız kalmış Sultana yeniden saldırmaz. Sultanı selamlayarak sevinç çığlıkları atan ordusunun yanına döner. Sultan I.Keyhüsrev kan kaybından ölür. Büyük bir üzüntü ve panik içine düşen Selçuklu ordusu dağılmaya başlar. Zafer I.Theodor Laskaris’indir. Selçuklulara sığınmış III.Aleksius Angelus Komnenus savaş alanında yakalanır ve ömrünün sonuna kadar İznik’te bir manastıra kapatılır. 


4. EPIRUS’TA ROMA İMPARATORLUĞU KURULUYOR

Epirus (Batı Yunanistan ile Arnavutluk arasındaki bölge) Despotu Theodor Dukas ise damarlarında hem Dukas, hem Angelus hem de Komnenus kanı taşıdığı için Bizans’ın gerçek varisi olduğu iddiasındadır ve asla Laskaris’i Bizans imparatoru olarak kabul etmez. Giderek kuvvetlenerek, 1224’de Selanik’i ele geçirir. Ardından Ochrid Patriği tarafından taç giydirilerek Roma-Bizans İmparatoru olarak ilan edilir. Şimdi eski Bizans sınırları içerisinde ikisi Bizans biri Latin üç devlet vardır. 


5. KONSTANTİNAPOLİS’İN LATİNLERDEN GERİ ALINMASI

İznik İmparatorluğu’nda tahtta 1254’te Laskaris’in oğlu II.Theodor Laskaris vardır. Yeni imparator çok iyi eğitim görmüş kültürlü ve bilgili birisidir. İznik onun döneminde bir bilim merkezi olur. Bu dönemde iki önemli kişi vardır. Bunlardan birisi Georgios Muzalon diğeri ise komutan Mikail Palaeologus’tur. Çocukluk arkadaşı olan Mikail Palaeologus’u Theodor Laskaris’de hiç güvenmez hatta nefret eder. İmparatorun bu duygularını iyi bilen Mikail Palaeologus, Selçuklu sultanına sığınır. Sonrasında hayatı konusunda garanti verildiği takdirde imparatora bağlılıkla hizmete edeceğine yemin eder. Affedilir ve şehre döner. II.Theodor Laskaris 1258’de ölür. Yerine sekiz yaşındaki oğlu IV.İoannes Laskaris geçer. Çocuk imparatora Georgios Muzalon naip olarak atanır. Ölen İmparator içn düzenlenen ayinde Mikail Palaeologus’un adamları Muzalon ve kardeşlerini katlederler. Ardından Mikail Palaeologus naip olur. Yıl sonunda ise müşterek imparator olarak taç giyer.

Bizans İmparatoru VIII. Mikhael Palaeiologos

Artık gerçek güç Mikail Palaeologus’tadır. Her Bizanslı gibi hedefi Konstantinapolis’i yeniden ele geçirmektir. Öncelikle Galata’yı almak ister ama İznik’in donanması yoktur Mikail 1261’de Cenevizliler ile anlaşarak onlardan askeri yardım almayı garantiler. Latin Devleti ile askeri güç dengelenmeye başlamıştır.   

Konstantinapolis’in ele geçirilmesi tam bir komedidir. İznik Bizans İmparatoru VIII.Mikail Palaeologus caesar yaptığı Aleksius Strategopulos küçük bir birlik ile Silivri yakınlarındadır. Halktan, Venedik donanmasının bir sefer için şehirden ayrıldığını ve şehri koruyan garnizonunda donanmayla gittiklerini öğrenir. Şehir tamamen savunmasızdır. Bunun bir fırsat olduğunu görür, gece olunca birkaç adamıyla birlikte savunma duvarlarındaki bir kuleye tırmanır. Kulede görevli askerleri etkisiz hale getirip en yakın kapıyı açarak dışarıda bekleyen 500 askerini şehre sokar. Birlik 25 Temmuz 1261 Perşembe günü sabaha karşı Konstantinapolis sokaklarındadır. Hiçbir mukavemetle karşılaşmazlar. 


Boukoleon Sarayı, Theophilos (829-842) döneminde Marmara denizi kenarında yazlık saray olarak inşa edilmiştir. Batı duvarı 1873 yılına kadar mevcuttu, 1873’de demiryolu hattı sırasında yok oldu. Doğu duvarı hala ayaktadır.

Son Latin Kralı II.Baldwin Courtenay, Blachernae sarayında uyumaktadır. Hemen kalkıp Büyük Saray’a koşar. Bukoleon Sarayının önünde demirlemiş bir Venedik gemisine binerek şehri terk eder. Böylece 57 yıllık Latin Devleti hiç beklenmedik bir biçimde sona erer. Caesar şehrin Venediklilere ait olan bölümünü tümüyle yakar. Haberi alan Venedik donanması döndüğünde tüm evlerin yakıldığını Venediklilerin de limanda tutuklu olarak gemileri beklediğini görür. Caesar’ın kimseyi öldürmeye niyeti yoktur, isteyenin ayrılabileceğini bildirir. Nitekim 30 kadar Venedik gemisi çoğu Venedik asıllı halkı alır ve şehirden ayrılır.

Bu sırada İznik Bizans İmparatoru VIII.Mikail Palaeologus Konstantinapolis’e 200 km uzaklıkta İznik yakınlarında Nimfaion’da(Kemalpaşa) askeri bir kampta uyumaktadır. Sabah Konstantinapolis’den gelen ulak İmparatora ulaştırıldığında haberi ilk öğrenen İmparatorun ablası İrene-Eulogia olur. İmparatorun çadırına giren İrene, ayaklarını gıdıklayarak  İmparatora haberi verir. Mikail bu habere inanmaz çünkü haber inandırıcı değildir. Ona tedbiri elden bırakmamak gerektiği öğretilmiştir. Ama ikinci gelen ulak II.Baldwin’in bıraktığı tacı ve asayı beraberinde getirdiğinde inanır. 

İmparator 15 Ağustos 1261’de Ayasofya’ya da taç giyer. O andan itibaren VIII.Mikail Palaeologus Konstantinapolis’teki yeni Bizans İmparatorudur. İzmit’te bırakılan 11 yaşındaki tahtın esas sahibi müşterek imparator IV.İoannes Laskaris’in ise gözleri oyulup hapse atılarak ileride taht için bir tehlike yaratması önlenir. Latinlerin 57 yıllık macerası Bizans halkı için hiç de iyi geçmemiştir. Bizanslılar Latinlerin yaptıklarını asla unutmazlar. Yöneticileri ne karar verirse versinler Katolik kilisesi ile birlikteliği hiçbir zaman kabul etmezler.

6. QUADRIGA  AT HEYKELLERİ VE DEĞERLİ ESERLER VENEDİK’TE 

1204 yılında, Haçlılar Konstantinopolis’i ele geçirdiklerinde şehri yağmalamış, birçok sanat eserini tahrip etmiş, kutsal emanetleri ve bazı değerli sanat eserlerini Venedik’e götürmüştür. Hipodromdaki quadriga atlarıda götürülen bu eserler arasında yer almıştır. Heykeller Venedik şehrinin koruyucu azizi olan San Marco’ya adanmış olan Katedralin batı cephesindeki orta kapının üzerine yerleştirilmiştir.


San Marco Meydanı'nda yer alan San Marco Bazilikası (Bazilikanın kiliseden farkı mimari olarak ince uzun merkez koridor etrafına yerleştirilmiş iki dar koridordan oluşuyor olmasıdır), dünyada Bizans mimarisi sanatının en iyi bilinen örneklerindendir. 1096 yılında yapılan kilise bir katedraldir (Piskoposluk merkezi-Şehrin en büyük Kilisesi). Yapı Venedik Doç’un Sarayı'na bitişik ve bağlantılıdır. San Marco Katedrali’nin dış cephesi ilk yapıldığında sade bir görünüme sahipken, Venedik’in 1204’de Konstantinopolis’ten yağmaladığı heykeller, mozaikler, sütunlar ve mermer kaplamalarla çok görkemli bir hle getirilmiştir. Katedralin cephesinin yeni görünümü, adeta Venedik’in Dördüncü Haçlı Seferleri ile Akdeniz’de kazandığı büyük gücü ilan etmektedir. Bu ganimetlerden en ünlüsü Bronz Atlar’dır.

San Marco Katedralin girişinde kopya at heykelleri

Atların ve sütunların Venedik’e  Konstantinapolis’den Hipodromdan geldiği biliniyor. Sekizinci yüzyıl yazarı Nicetas Choniates, hipodromdaki atlar için şunları yazmıştı: Hipodrom’da izleyicilerin karşısında yüksek bir yapı vardı ve bu yapının üstünde de altın  kaplama bronz atlar yerleştirilmişti. Atlı araba yarışları bu yapının önünden başlardı. Atların boyunları sanki son turda birbirlerine bakıyorlarmış gibi eğikti. 

San Marco Katedrali’nin altın varaklarla, freskolar ve mozaikler ile kaplı içi

6.1 Döküm Sanatı
Bronz; heykel dökümü için en uygun ve yaygın kullanılan malzemelerden birisidir. Yapısal olarak oksitlenmeye karşı çok dayanıklı olduğundan dış mekân kullanımında ömrü çok uzundur. Dayanıklılığından dolayı Antik Yunan ve diğer uygarlıklardan günümüze kadar heykel sanatında yoğun bir biçimde kullanılmıştır. 

Bakırın kalay ile karışımından oluşan metale bronz deniyor. Pirinç bakırın çinkoyla yaptığı alaşımdır. Bronz ilk defa MÖ 3500 yıllarında Ortadoğu’da imal edilmiştir. Ancak yaygın bir şekilde kullanımı MÖ 1000 yıllarında başlar. Bu devirlerde bronz, silah ve alet yapımında bunun yanında sanat eserlerinde ve süslemelerde kullanılmıştır. Bronz, bakırdan daha serttir, daha kolay erir ve kalıba daha kolay dökülmektedir.

MÖ 2000’li yıllardan itibaren iç boşlukların elde edilmesi için pişirilmiş kilden maçalar kullanılmaya başlanmıştır. Bunun yanında kalıplamada mum modellerin kullanıldığı ve ısıtılarak eritilen mumun kalıbı terk etmesiyle kalıp boşluğunun oluşturulduğu hassas döküm yöntemi de aynı asırlarda geliştirilmiştir. 

6.2 At Heykellerinin Özellikleri
Tarihsel belgeler eski dünya da farklı kentlerde dört altın at heykelinin varlığından söz eder. Bu atlar belgelere göre değişik zamanlarda Delphi, Chios ve Roma gibi değişik yerlerde görülmüştür. Bazı tarihçiler bu heykellerin farklı heykeller olduğunu savunurken bazıları da yıllar içinde heykellerin yer değiştirmiş olabileceğini iddia eder. 


At heykellerinin hangi dönemde yapıldığını ilk merak eden İtalyan Rönesans dönemi şairi Francesco Petrarca (Petrarch) olmuştur. O dönemde yapılan araştırmalar sonucunda at heykellerini yontucusunun önce Yunan heykeltraş Phidias sonra Praxiteles ve en son olarak da  Lysippus olduğu konusunda fikir birliğine varılmış. 18. yüzyılda G. G. Winckelmann, heykellerin Yunan değil Roma dönemine ait olabileceğini iddia etmiştir. At heykellerinin Yunan yada Roma orijinli olup olmadığı hep tartışılmıştır. Eğer Yunan orijinliyseler MÖ dördüncü ya da beşinci yüzyıla ait olmalılar, eğer Roma orijinli iseler muhtemelen MS 2. yüzyıla aittirler. Bu konuda araştırmalar atların morfolojik özelliklerine (ırk, tür, kalite) ve dökümün mineral oluşumuna bakarak ilerletilebilir.


San Marco atlarının kulakları ile İskenderin atının kulaklarının neredeyse tıpa tıp aynı olması ilginçtir. Bazı tarihçiler bunu ortaya koyarak dört atın da Lysippos tarafından yapıldığını ve İmparator Nero’nun ikamet ettiği Golden Palace’ı (Domus Aurea) dekore etmek için sonradan Roma’ya getirildiğini iddia eder. 

1960’lı yıllarda heykeller Venedik Merkezi Restorasyon Enstitüsü tarafından bir dizi teknik incelemeden geçirilmiştir. Heykeller baş, gövde ve kuyruk olarak parçalar halinde dökülmüş ve lehim ile birleştirilmiştir. Tüm yazıtlarda heykellerin bronz olduğu belirtilmesine rağmen karışımda büyük oranda bakır kullanılmıştır. Heykellerin metal karışımı 98% bakır, 1% kurşun ve 1% kalaydır. Işığa daha çok maruz kalan bölümler daha yoğun altın varak ile  kaplanarak heykellerin parlaklığı artırılmıştır. Ayrıca bronzun aksine bakır altın yaldız ile kaplanabilir. Heykellerde bu metal tekniğinin kullanımı bile heykelleri Yunan değil Roma dönemi eseri olduğunu açıklayabilir.

Lysippos tarafından yapıldığına inanılan atlı Büyük İskender heykeli.

Atların gözlerinin, kulaklarının şekli, kaplama tekniğinde kullanılan kompleks yöntem heykellerin Roma İmparatoru Septimus Severus döneminde (MS 145-MS 211) antik Yunan geleneğini sürdüren Oryantel Yunan Okulu ekolünde yapılmış olduğunu düşündürtüyor. Son karbon testleri MS ikinci yüzyılda yapıldığını göstermiştir. Heykellerin Roma döneminde Yunanistan’ın Chios adasında yapıldığı ve beşinci yüzyılda Konstantinapolis’e getirildiği sanılıyor.  

San Marco Atlarına yakından bakıldığında tıknaz ve hantal olarak görüldüğü halde uzaktan bakıldığında narin ve çevik izlenimi veriyorlar. Atlara giydirilmiş boyun koşumu ayrı olarak dökülen baş ve vücudun birleşme yerlerini ustaca gizlemektedir. 

I.Dünya Savaşı süresince heykeller Roma’da güvenli bir yerde muhafaza edildiler. II.Dünya savaşı sırasında ise Praglia’da Benedictine Manastır’ında saklandılar. Savaş sonrası eski yerlerine San Marco’ya döndüler.  


7. VENEDİK’E KONSTANTİNAPOLİS’TEN GÖTÜRÜLMÜŞ DİĞER ESERLER

Konstantinapolis’den Latinlerin götürdüğü değerli şeyler sadece atlar ile sınırlı değildir. Ayasofya’dan ve özellikle yıkık durumunda olan Aziz Hagia Polyeuktos Kilisesi’nden çok sayıda sütun başlığı, sütun ve değerli mermer kaplamalar Venedik’e götürülmüştür.

7.1 Venedik’te Kanatlı Aslan Sütunu ve Amasyalı Theodore Sütunu
İkinci Haçlı seferi sırasındaki yardımlarından dolayı Bizans İmparatoru 1172 yılında Venediklilere üç adet antik granit sütun ve heykeller hediye etmişti. Üç gemi ile Venedik’e göderilen sütunlardan ikisi sağ salim şehre getirildi ve San Marco meydanına dikildi. Fakat bir tanesi gemiden meydana taşınırken devrilerek denize düştü. Yıllardır kayıp olan sütunu bulup çıkartmak için proje çalışmaları başlatıldı.


San Marco meydanının denize yakın kısmında iki sütun bulunur. Sütunların birinin üzerinde San Marco’yu temsil eden ve aynı zamanda Venedik’in sembolü olan bronz kanatlı aslan heykeli diğerinin üzerinde San Marco’dan(St Marc) önce şehrin koruyucu olan Amasyalı Aziz Theodore’nın heykeli bulunmaktadır. Aziz Theodore timsahın üstündedir ve elinde zıpkın taşımaktadır. Bugün görülen kopyasıdır, orijinali müzededir.


Kanatlı aslan heykeli MÖ 300 yıllarında Tarsus’da tanrı Sardon anısına yapılmıştı. Sonradan Konstantinapolis’e ve oradan da Venedik’e geldiği sanılıyor. Venedik’te kanatlı aslanın şehrin Aziz Theodore’dan sonraki koruyucusu evangelist Aziz Marco’yu sembolize ettiğine inanılır.



Aziz Marco(Saint Mark) İsa’nın 70 havarisinden ve dört İncil yazarında biridir. Libya’da antik Kirene’de(Cyrene) doğmuştur. Saint Barnabas ve Saint Paul ile çeşitli yerlere seyahatler yapmış Hiristiyanlığın yayılmasına öncülük etmiştir. İskenderiye bölgesinde çalışmış, kilisesini kurmuş ve 25 Nisan 68 yılında İskenderiye’de ölmüştür.

7. yüzyılda yayılan bir efsaneye göre Aziz Marco, Adriyatik kıyılarındaki halkı dinine davet etmek için  gittiği yerden dönüşte gemisi Venedik’de bataklığa saplanmış, rüyasında gördüğü bir melek Marco’ya buraya gömülmesi gerektiğini söylemiş. Bu nedenle kemikleri 828 yılında inananları tarafından İskenderiye’den, domuz fıçılarında kaçırılıp, Venedik’e getirilmiştir. Müslüman gümrük görevlilerinin domuz içeren fıçılardan uzak durmaları kaçırılışı kolaylaştırmıştır. Aziz Marco’nun kemikleri Venedik’e getirilince şehrin koruyucu artık Aziz Marco olur. İncil yazarlarından her biri bir sembol ile eşleştirilmişlerdir. Marco’nun sembolü aslan, Matthew’in insan ya da melek, Luke’un sığır, John’un kartaldır.

Şehrin Aziz Marco’dan önceki koruyucusu Amasyalı Aziz Theodore, Theodore Tiro olarak da bilinir  (Yunanca da Tyron, asker demektir) Hiristiyanlık inancı uğruna şehit olmuş bir Roma askeriydi. Antik Anadolu’da Cybele tapınağına kurban vermeyi inancı uğruna red ettiği için şehit edilmişti. Pagan tanrılara tapmayı kabul etmediği için tutuklanmış ve 17 Şubat 306 tarihinde Hiristiyan olduğu için canlı olarak yakılmıştır. Amasya yakınlarındaki Euchaite’e gömülmüştür. 10. yüzyılda köyün adı azizin adından esinlenerek Teodoropoli olarak değiştirilmiştir.

Konstantinopolis’te Aziz Theodore’a adanmış 15 kilise vardı. Venedikliler Aziz Theodore’u daha önce Roma İmparatorluğu’nun bir parçası oldukları için Konstantinapolis’e bağlılığın bir sembolü olarak görüyorlardı. Aziz Marco’yu ise bağımsızlıklarını sağlayan koruyucu olarak benimsediler.


Venedik’deki ölüm fermanlarını Dodge beyaz sütunlu sarayının ortasında yer alan iki pembe sütunun arasından açıklardı. Bu iki pembe sütun kanı temsil ediyordu. Ölüm fermanının gerçekleştirilmesi de meydanın iki yanında yer alan iki uzun sütunun arasında gerçekleştirilirdi. Bu nedenle Venedikliler bu iki sütun arasında yürümeyi uğursuzluk sayarlar.

7.2 Dörtlü Yönetim Heykeli (Four Tetrarchs)

Roma İmparatorluğu’nun bir dönem yönetim biçimi olan dörtlü yönetimi temsil eden Four Tetrarchs heykeli de Konstantinapolis’te Philadelphion’dan sökülüp Venedik’e götürülüp, San Marco Katedrali’nin köşesine yerleştirilmiştir. 


Capitolium yada Philadelphion muhtemelen Büyük Konstantin döneminde Konstantinapolis’te pagan tapınak olarak yapılmıştı. Metinlerde ilk kez 407 yılındaki yıldırım düşmesi nedeniyle önündeki sütunun devrilip kırılmasıyla yer almıştı. 425 yılında yapı yüksek öğrenime devredildi ve burası kentin en önemli kültür merkezi haline geldi.

Konstantinapolis’te Theodosius Forum’undan(Beyazid) sonra Mese yolu ikiye ayrılırdı. Birisi Aksaray, Cerrahpaşa istikametinde ilerleyip Yedikule’ye ulaşırdı. Diğeri ise Şehzadebaşı, Fatih istikametinde Edirnekapıya ulaşırdı. Philadelphion binası işte tam bu yolların çatallaştığı yerdeydi.


Dört Tetrarch heykelinde doğu ve batı hükümdarları ayrı ikililer olarak iki sütuna yerleştirilmişti. Heykel grubunun birisinde Doğu İmparatoru Augustus Diocletian ve Sezar Galerius, diğerinde ise Batı İmparatoru Augustus Maximian ve Sezar Constantinius Chlorus (Büyük Constantine’nin babası) vardı.

Dört Tetrarchs heykeli - Venedik

Heykeldeki dört figür de yönetimdeki eşitliği simgeler biçimde birbirine benzer. Bu heykel grubuna ait bir heykelin kopmuş ayak topuğu 1960 yılında İstanbul Aksaray meydanı yakınlarındaki kiliseden camiye çevrilen Bodrum camisi yakınlarında bulunmuştur ve İstanbul Arkeoloji Müzesiden sergilenmektedir.

7.3 Venedik San Marco Katedrali’nin Yapı Elemanları
San Marco Katedrali’nin sütunları, sütun başlıkları, mermerlerinin çoğu Latin işgali sırasında o dönemde yarı yıkık vaziyette olan Konstantinapolis Hagia Polyeuktos Kilisesi’nden getirilmiştir.

Konstantinapolis Hagia Polyeuktos kilisesi’nden getirilmiş iki dikdörtgen sütün – San Marco Katedrali, Venedik

San Marco’nun güneybatı köşesinde Konstantinpolis’den getirilmiş zambaklı sütun başlıkları ve sütunlar 

7.3.1 Konstantinapolis Hagia Polyeuktos Kilisesi
San Marco Katedrali’ne birçok yapı elemanını veren Polyeuktos Kilisesi, günümüzde Saraçhane semtinde, Valens su kemerinin güneybatısında, Atatürk Bulvarı ile Şehzadebaşı Caddesi’nin kesiştiği noktada yer almaktadır. O dönemde Tauri Forumu’ndan Havariyyun Kilisesi’ne giden yol üzerine konumlandırılan yapı, Ayasofya inşa edilene kadar kentin en büyük kilisesi olma özelliğini taşımaktadır.

Malatyalı Aziz Polyeuktos’a adanmış büyük kilise, Bizans hanedanının en güçlü kadınlarından, Anicia Iuliana’nın eseridir.  524-527 yılları arasında İmparator I.Justin döneminde inşası sürdürülen kilise, muhtemelen o zamana kadar Konstantinopolis’te görülen en muhteşem yapı idi. Kilise her kenarı 52 metreden biraz daha az uzunluğa sahip devasa boyutlarda kare bir anıttı. Narteksin batısında atrium ve onun da kuzeyinde vaftizhane olabilecek büyük ve karmaşık bir yapı bulunmaktaydı. Üstteki nişlerle bölünmüş ana mekan, iki temel duvarların arasında nefleri birbirinden ayıran sütun sıralarını bulunduruyordu.

Saraçhane’de 1960 yılında inşa edilen Belediye Sarayı ve 1964-1969 yıllarında yollar ve Haşim İşcan Geçidi için yapılan kazılar sırasında ortaya çıkmıştır. Mimari parçalar üzerine işlenmiş uzun bir şiir Anicia Iuliana’nın başarılarını ve soylu aile bağlarını anlatmaktadır. 6. yüzyıla ait bu çok iddialı mimaride, tavus kuşu motifleri, cam ve taş kakmalı sütunlar, yaldızlı mozaikler ve İran/Sasani etkisindeki bezemeler özellikle dikkat çekmektedir. İnşaat ve dekorasyon için Anadolu’dan, İtalya ve Tunus’tan malzeme getirilmiştir. Görkemli mimarisinin yanında, Polyeuktos Kilisesi aynı zamanda İstanbul’un Bizans çağındaki tören yolları üzerinde, imparatorların taşıdığı mumun değiştirildiği özel bir duraktır.
Aziz Polyeuktos Kilisesi temsili çizimi

Polyeuktos Kilisesi 1010 depreminde hasar görmüş, 1204’te şehre gelen Haçlılar tarafından yağmalanmıştır. Kutsal emanetler ve mimari parçalar Venedik’e götürülmüştür. Birçok yapı parçası çeşitli yerlere dağılmış, Barselona’ya, Viyana’ya taşınmıştır. İstanbul’dan giden sütunlar ve kaplama mermerleri bugün hala Venedik’te, San Marco Katedrali’nin cephelerinde görülebilmektedir. Dev boyutlu, kubbeli kiliseden günümüze sadece altyapısına ait duvarlar ve mekanlar kalmıştır. Mimarisi Justinan’ın yaptırdığı Hagia Eirene kilisesine benzer. Küresel çatısı muhtemelen ilk küresel çatı uygulamasıydı.

7.3.2 Soylu Anicia Iuliana kimdi?
Batı Roma İmparatoru Flavius Anicius Olybrius (472-473) ya da diğer adıyla III.Valentinianus’un ve karısı Liciana Eudoksia’nın kızı ‘Genç’ Placidia’nın çocuğu olarak 461 yılında Konstantinopolis’te dünyaya gelen Anicia Iuliana, muhtemelen çok iyi bir eğitim almıştı. İmparator soyundan geldiği için sarayda patricia unvanına sahipti ve dolayısıyla sarayda yapılan tüm törenlerin bir üyesi idi.

Annesi Placidia, büyük annesi Liciana Eudoksia ve büyük büyük annesi Athenais Eudokia’nın imparatoriçe olmaları ve saraydaki ihtişamlı yaşamları, muhtemelen kendisinin de imparatoriçe olma hayalleri kurmasına neden olmuştu. Bu amaçla 478’de general ve konsül Areobindus ile evlenmiş ve 512’deki generali imparator yapmaya yönelik halk girişim başarısızlıkla sonuçlanınca kocası kaçıp saklanmış, çok geçmeden ölmüş, Anicia’da büyük hayal kırıklığına uğramıştır. 

Mermer Anicia Iuliana heykeli – New York Metropolitan Müzesi

Soylu, zengin ve büyük Romalı ailelerin ikisine mensup olan Anicia, ailesinin olanaklarını kullanarak döneminin dini ve siyasi olaylarında önemli bir rol oynayacak kadar etkili bir kişilik olmuştu. 484-519 yılları arasında Ortodoks-monofizit akımların çekişmesinden doğan Akakios’un başlattığı dinsel akımda Roma ve Konstantinopolis kiliseleri arasındaki anlaşmazlıkta aktif rol alması ve kiliseler arasındaki sürtüşmeye son vermek amacıyla Papa Hormisdas ile mektuplaşması döneminin politikasına etkisini ve gücünü kanıtlamaktadır.

Kilisenin iç mekânındaki yazıt, yapının ilk olarak Anicia Iuliana’nın büyükannesi Eudoksia tarafından 440-450 yılları yapıldığını ortaya koymuştur. Onun yaptırdığı kilise kendi sarayının yanında ve sarayıyla bağlantılı küçük bir kiliseydi ve kilise Aziz Polyeuktos’a adanmıştı. Eudokia’dan sonra bu arazi Anicia Iuliana’ya geçince 524‐527 yılları arasında günümüze ulaşamayan sarayının yanına büyükannesinin yaptırdığı kilisenin yerine ve ondan daha büyük hatta kentin I. Iustinianus döneminde inşa edilen üç büyük kiliseden biri olacak olan Polyeuktos Kilisesi’ni yaptırmıştır. 528 yılında vefat edip yaptırdığı kiliseye gömülmüştür.

Kilise, Iustinianos’un imparator olduğu yıl olan 527 yılında kapılarını halka açtığında bu olay İmparator Iustinianos için önemli bir sorunu da gündeme getirmiştir: Bir kadın nasıl olur da döneminin en gösterişli Tanrı Evi’ni inşa ettirir? Iuliana’nın büyüklüğü ve görkemi ile benzeri görülmemiş bir yapı inşa ettirmesi, kuşkusuz imparatorluğa karşı hoşnutsuzluğunu ifade etmesini sağlayan çok önemli bir araç olmuştu. İmparator dışında birisi özellikle de bir kadın böylesine görkemli bir yapı inşa ettirirse imparatorun da imajının bundan olumsuz etkileneceği açıktır. Hatta, kilise içinde kendisini ve soyunu öven böylesine önemli dizeleri sadece imparatorun kullanımı uygun görülmüşken Iuliana’nın kullanılması açıkça bir meydan okumadır. İmparator Iustinianos kentin imarına para bulabilmek için zenginlerin mal varlıklarına el koymaya başladığında o dönemde yaşlı bir kadın olan Anika tüm mal varlığını altına çevirerek İmparatora vermemek için kilisesinin kubbesini altın ile kaplamıştır. İmparator, kilisenin bitişiğindeki sarayında oturan Anika’dan, bağış istemek için geldiğinde Anika İmparatoru kiliseye götürmüş ve kubbeyi göstererek işte orada alabilirsen al demiştir.

Gururu kırılan Iustinianos bunun altında kalmayacaktı. İmparatorluğun en büyük mimarlarını ve matematikçilerini Anicia’nın yapısından çok daha büyük ve hatta şimdiye kadar yapılan ve yapılacak olan tüm yapılardan daha büyük ve görkemli bir kilise yapmak üzere görevlendirdi. Yıllar süren inşa faaliyetlerinden sonra bugün biliyoruz ki, yaptırdığı eser günümüzde bile dünyanın en önemli yapılarından birisi olarak yaşamını sürdürmektedir: Ayasofya…  

7.4 San Marco Katedrali’ndeki  Konstantinapolis’den gelen Nicopeia ikonası
Konstantinapolis’den Venedik’e getirilen çok sayıda ikonaların bir örneği altta görülmektedir.


Bu mozaik, Ayasofya’daki John II Comnenus, Eirene ve Alexios mozaiğine çok benzer.  İkona gümüş altın kaplama, değerli taşlarla süslenmiş orijinal Bizans çerçevesi içerisinde. İkonanın yüzeyi ve İsa figürü Venedikli dindar ikonaseverlerin ikonaya mücevher ve inci iliştirmelerinden dolayı çok kötü hasar görmüş vaziyettedir.  Sonradan iliştirilen değerli taşlar ikonadan çıkarılarak restore edilmiş. Meryem’in yüzü çok iyi korunmuş durumda. 


Ayasofya’da ve ikonada Meryem kucağında Hz.İsa ile merkezde, Meryem’in sağında İmparator John II Comnenos (1118-43) ve solunda İmparatoriçe Eirene resmedilmiştir. Eirene Macar Kralı I.Ladislaus’ın kızıdır. İmparator ve İmparatoriçenin kafaları Meryem’den daha büyük gösterilerek öne çıkarılmasına karşın Meryem daha yüksekçe bir yere oturur vaziyettedir. İmparator, elinde altın dolu bir torba taşımakta, İmparatoriçe ise Kiliseye bağışlayacağı toprakların tapu senetlerini tutmaktadır. Ayasofya’daki panelin bitişik duvarında ise babası tarafından müşterek İmparator ilan edilen en büyük oğulları Aleksios’un gençlik haliyle mozaiği yer alır.

Bizans kilisesi şeklinde tütsü yakıcı 

Başmelek Michele(Mikael) San Marco Bazilikası 






Hetoimasia, İsa’nın yeryüzündeki boş tahtı ve 12 havariyi temsil eden 12 koyun. San Marco Bazilikasının kuzey yüzeyinden dekor.



The Colossus of Barletta bronzdan yapılmış,  kim olduğu bilinmeyen bir Doğu Roma İmparatorunun, üç adam boyutundaki (5.11 metre) devasa heykelidir. Üçüncü ya da dördüncü yüzyılda Konstantinapolis’de yapıldığı sanılıyor. Heykelin, Venedikliler tarafından 1204 işgalinde Konstantinapolis’den getirilirken, Apulian kıyılarında fırtınadan battığı biliniyor. Devasa heykel Kutsal Roma Cermen İmparatoru II.Frederick tarafından Ravenna’da 1232 yılında yapılan kazılar sırasında bulunmuştur.

1431 yılında restore edilen heykel o dönem Venedik’e bağlı olan Barletta’da şimdiki yerine dikiliyor. Orijinal heykelden sadece baş ve gövde kalmıştır. Gerisi 1309’da Dominikan tarikatı tarafından Siponto kilisesine çan yapmak için eritilmiştir. Tuniğin altındaki ayaklar, dirsek dahil sağ kol, sol kolun görünen kısmı 1431’de yeniden dökülmüştür. Tacın üstündeki bölüm ve sağ omzundaki elbiseyi tututuran toka ise kayıptır. Sağ kolunda tuttuğu haç orijinal heykelde yoktur. Restorasyon sırasında ilave edilmiştir. Orijinalinde muhtemelen bir küre tutuyordu, şimdi kayıptır. 

8. AT HEYKELLERİ PARİS’TE

Napolyon Bonapart’ın hayali Paris’i Avrupa’nın sanat merkezi haline getirmekti. İşgal ettiği şehirlerin sanat eserlerini, resimlerini, heykellerini Paris’e topluyordu. 1797 yılında Campo Formio antlaşmasıyla, işgal etmiş olduğu Venedik’i Avusturya’ya verip karşılığında Milan Düklüğünü aldı. Fransızlar Venedik’i terk etmeden önce şehre ait pek çok eseri yanlarına alarak ülkelerine götürdüler. Dört at heykeli de bunların arasındadır.

Napolyon askerleri at heykellerini Paris’e götürmek için taşırken

8.1 At Heykelleri Paris’te
Roma imparatorluk geleneğine hayran olan Napoleon’un isteğiyle dört at heykeli, Napolyonun zaferlerini simgeleyen Paris’teki Carrousel Zafer Takı’nın üzerine yerleştirilmiştir. 1815 yılında Napoleon’un Waterloo’daki yenilgisi üzerine gerçekleşen Viyana Antlaşması sonrasında yeniden tahta geçen Bourbon hanedanı at heykellerini Avusturya’ya verdi. Avusturya İmparatoru, Kaptan Dumaresq’i atları Arc de Triomphe’dan alıp yeniden Venedik’te San Marco’daki eski yerine yerleştirmekle görevlendirdi. 1975 yılında atları doğal şartlardan korumak amacıyla orijinal atlar Marciano müzesine taşınırken yerlerine kopyaları yerleştirildi.



8.2 Mısır Luxor Obeliski Paris’te
Paris’i süsleyen yabancı eserlerden bir diğeri de Mısır’da Luxor tapınağından getirilen Luxor Obelisk dir. Kırmızı granitten yapılmış olup 22.5 metre uzunluğunda ve 227 ton ağırlığındadır. Başlangıçta iki obelisk de İngiltere’ye verilecekti fakat daha sonraki diplomatik görüşmeler sonucunda Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa tarafından Fransa’ya verilmiştir. Karşılığında da Kral Louis Philippe, Mısır’a büyük bir saat hediye etmiştir.


Anıtın orijinal kaidesinde ellerini kaldırmış dört babun maymun kabartması vardır. Antik Mısırlılar babunların güneş doğarken bu davranışı sergilediklerini gözlemlemişler ve bunu hayvanların güneşe tapınması olarak yorumlamışlardır. Her iki obeklisk kaidesinde de aynı figürler vardır. Babunların cinsel organlarının da belirgin olarak gözükmesi 1830’ların tutucu Paris için fazla açık bulunmuş ve orijinal kaide kullanılmayıp Louvre müzesine verilmiştir.


Orijinal tapınağın önünde iki adet olan obeliskler II.Ramses tarafından hazırlatılmıştı. Luxor’da yanlız kalan obelisk, Mısır 


9. EMİRGAN ATLI KÖŞK

Bugün Sabancı Üniversitesi Müzesi olan hizmet eden köşk, 1925 yılında Mısır Hidiv ailesinden Prens Mehmed Ali Hasan tarafından İtalyan mimar Edoardo De Nari'ye yaptırılmış ve Hidiv ailesinin değişik mensupları tarafından uzun yıllar yazlık konut olarak kullanılmıştır.

1966 yılında Hacı Ömer Sabancı'nın vefatından sonra Sakıp Sabancı tarafından konut olarak kullanılmaya başlanan Atlı Köşk, uzun yıllar Sakıp Sabancı'nın zengin hat ve resim koleksiyonunu barındırmış, 1998 yılında da Sabancı ailesi tarafından içindeki koleksiyon ve eşyalar ile müzeye dönüştürülmek üzere Sabancı Üniversitesi'ne bağışlanmıştır.

Sabancı Üniversitesi Müzesi – Emirgan İstanbul

9.1 Atlı Köşke adını veren Louis Doumas At Heykeli
1951 yılında Adanalı sanayici Hacı Ömer Sabancı tarafından Hidiv ailesinden satın alınan köşk, aynı yıl satın alınarak önüne yerleştirilen Fransız heykeltıraş Louis Doumas'ın 1864 yapımı at heykelinden ötürü ‘Atlı Köşk’ olarak anılmaya başlanmıştır.

Sabancı ailesine ait olan köşkün Atlı Köşk olarak anılmasına sebep olan ve bugün köşk binasının hemen önünde yer alan Şaha Kalkmış At heykeli, 1864 yılında Paris’te heykeltıraş Louis Daumas tarafından yapılmış ve Vor Thiebaut tarafından da bronza dökülmüştür. Paris’ten yola çıkan atın İstanbul’daki ilk adresi Büyükdere sırtlarındaki Abraham Paşa’nın çiftliği olmuş, ardından Mahmut Muhtar Paşa’nın Moda’daki Mermer Konağı’nın bahçesini süslemiştir. Mermer Konağın satışa çıkarılması üzerine konağı ziyaret eden Hacı Ömer Sabancı, bronz at heykelini çok beğenmiş ve satın alarak Emirgan’daki köşkünün bahçesine koydurmuştur.

9.2 San Marco Atlarının bir başka kopyası
Bugün Atlı Köşk’ün bahçesinde, ana kapı girişinde bulunan at heykeli ise, 1204 yılında 4. Haçlı Seferi sırasında Haçlı kuvvetlerince yağmalanan Hipodromdan alınarak, Venedik San Marco kilisesi önüne yerleştirilen altın kaplama 4 bronz attan birisinin kopya dökümüdür.


Hacı Ömer Sabancı’nın Bossa Fabrikası’nın makinelerini ısmarlamak için Avrupa’da araştırma gezileri yaparken uğradığı İtalya’da, buhar kazanı fabrikası sahibi Mario Pensotti’nin, Milano yakınlarındaki Legnano’daki evinin bahçesinde San Marco atlarından birinin kopyasını görüp beğenmiş ve kendi evi için de ısmarlamıştır. Heykel, 1957 yılında Bossa Fabrikası’nın yeni makineleri arasında İstanbul’a gelerek Atlı Köşk’ün ön bahçesine yerleştirilmiştir.

10. OSMANLI'DA HEYKEL

Osmanlı, Müslümanlığın etkisiyle İslam geleneğine aykırı heykel sanatına mesafeli bir duruş sergilemiştir. Osmanlı toplumunda tarihte hatırlanan ilk heykeller Sultan Süleyman döneminin Sadrazamı   Makbul İbrahim Paşa’nın Macar seferi sırasında Budapeşte’den beraberinde getirdiği Roma dönemi Herkül, Apollon  ve Diana (Yunan tanrısı Artemis’in Roma’daki karşılığı) figürleridir. İbrahim Paşa, bunları Sultanahmet meydanında bulunan sarayının önüne koydurtmuştur. Halkın tepki gösterdiği heykeller için Figani, meşhur bir Acem beyitinden esinlenerek, şöyle söyleyecektir: Dünyaya iki İbrahim geldi. Biri putları yıktı, biri putlar dikti. Burada gönderme yapılan İbrahim’lerden biri, İbrahim Peygamber, diğeri de Makbul İbrahim Paşa’dır. 

Sultan Abdülaziz’in Heykel Merakı
Osmanlı’da heykel sanatına ilgi duyan ilk Padişah Sultan Abdülaziz’dir. 1861 yılında Anadolu yakasında yazlık bir saray olarak Beylerbeyi sarayı inşaatını başlattıktan sonra bahçesini süslemek içinde Avrupa’ya heykel siparişleri vermiştir. Siparişler 1864 ve 1865 yılları arasında Paris’te Fransız heykeltıraş Pierre Louis Rouillard tarafından yönetilen bir ekibe ısmarlandı. Abdülaziz’in bu siparişi 1867’de Paris, Viyana, Londra gezisinden önce vermiş olması da heykel tarihi açısından önemlidir.

Sultan Abdülaziz heykeli, 1872 Beylerbeyi Sarayı

Abdülaziz daha sonra 1872’de İngiliz heykeltıraş C.F. Fuller’e kendisini at üzerinde gösteren bronz heykelini ayrıca mermer büstünü yaptırmıştır. Sultan Abdülaziz, hayvanlara ilgisinin sonucu Beylerbeyi Sarayı ve Çırağan Sarayı bahçelerini süslemek için ısmarlananlar; 12 tane bronz, 10 tane mermer heykel yanında ayrıca 8 tane bronz vazo ile 2 tane mermer frizden oluşmaktaydı. Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve şüpheli bir ölümle hayatını kaybetmesinin ardından heykellerin bir kısmı yerlerinden alındı. Eserlerin bazıları birşekilde kişilere geçerken diğerleri sonraki dönemlerde Yıldız Sarayı ve Dolmabahçe Sarayı’na taşındılar.

Şaha Kalkmış Özgürlük Atı

Beylerbeyi sarayı bahçesinde şaha kalkmış özgürlük atı

İki adet yaptırılan heykellerden birisi Beylerbeyi Sarayı, Ahır Köşk’ün önünde yer almaktadır. Atın sol ayağı havada ve bir şey karşısında irkilmiş şekildedir. Bir dönem Yıldız Sarayı Şale bahçesinde kullanılan heykelin diğer eşi ise birçok defa yer değiştirmiştir. Gazi Ahmet Muhtar Paşa köşkünde yer almakta iken, sonradan Hazı Ömer Sabancı tarafından satın alınmıştır. Bugün Sabancı Müzesi bahçesindeki Beyaz Köşk’ün girişindedir. 

Dövüşen Boğa Heykeli

Kadıköy Altıyol Dövüşen Boğa Heykeli

Dövüşen Boğa heykeli önce Yıldız Sarayı Şale Kasrı’nın önüne konulmuştu şimdi şimdi Kadıköy Altıyol meydanındadır. ‘Böğüren Boğa’ heykeli ise Beylerbeyi Sarayı büyük havuzu yakınında bulunuyor. ‘Dövüşen Boğa’ heykelinin saray dışına nasıl çıktığı bilinmese de, Yıldız Sarayı bahçesinden sonra ilk görüldüğü yer Enver Paşa’nın  Bilezikçi Çiftliği’dir. Enver Paşa ülkeden ayrıldıktan sonra çiftliği Mahmut Muhtar Paşa satın almıştır.  Çiftlikte çok kıymetli bronz heykelleri vardı. Bu heykeller sonraki yıllarda Feneryolu’ndaki Gazi Ahmet Muhtar Paşa Köşkü’nün bahçesinde, daha sonra Mahmut Muhtar Paşa’nın Moda daki köşk’ün bahçesinde görülür. At heykelini Hacı Ömer Sabancı (Sabancı müzesi önünde), Geyik heykelini Vehbi Koç satın alır (Elmadağ Divan Oteli önünde).

Geyik Heykelleri

Beylerbeyi Sarayı Dinleyen Geyik Heykeli

Bu seri içerisindeki en önemli eser ise Beylerbeyi Sarayı Harem bahçesinde “Dinleyen Geyik” heykelidir bir diğeri de Divan oteli önünde bulunan ‘Avlanmış Geyik’ heykelidir. 


Abdülaziz’in heykellerinin listesi
1. Şaha Kalkmış Özgürlük Atı. Heykel çift olarak üretilmiştir. Bir tanesi Sabancı Müzesi bahçesindeki Beyaz Köşk’ün önündedir. Diğeri ise Beylerbeyi Sarayı üst set bahçelerinde yer alan Ahır Köşk’ün ön tarafında bulunmaktadır.
2. Dövüşen Boğa Heykeli günümüzde Kadıköy Altıyol’da bulunmaktadır.
3. Top Tutan Aslan (İKİ ADET) Günümüzde Genelkurmay Başkanlığı’nın aslanlı kapısının girişinde bulunmaktadır.
4. Su İçen Dişi Geyik ve Yavrusu Günümüzde Emirgan Korusu’ndaki Sarı Köşk’ün bahçesinde bulunmaktadır.
5. Hamle Yıldız Parkı’nda bulunmaktadır.
6. Yılan Üstündeki Aslan Kalender Orduevi’nin bahçesinde bulunmaktadır.
7. Yavrularını Toplayan Dişi Aslan
8. Böğüren Boğa
9. Bir Kaktüsün Üzerinde Zıplayan Aslan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yanındaki parkta yer almaktadır.
10. Avda Çaresiz Durumdaki Geyiğin Çığlığı, Taksim Elmadağ’daki Divan Otel’in bahçesinde yer almaktadır.
11. Şaha Kalkmış Özgürlük Atı Beylerbeyi Sarayı bahçesinde bulunmaktadır.
12. Avda Umutsuz Durumdaki Geyik
13. Dinleyen Geyik
14. Yavrusunu Emziren Dişi Geyik
15. Yürüyen Kaplan Kral
16. Kafası Sağda Dinlenen Aslan
17. Kafası Solda Dinlenen Aslan
18. Pınarda Pusu Kurmuş Aslan
19. Kayalıkta Pusu Kurmuş Aslan
20. Oklu Kirpi Yüzünden Yaralanmış Dişi Kaplan

Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahati ve heykeller hakkında daha detaylı bilgi için..

Osman Gazi Heykeli
1916 yılında Sivas’ın Hafik ilçesinde Osman Gazi adına bir heykel yaptırılmıştı. Heykel ilçenin Zara çıkışında bugünkü Cumhuriyet İlkokulunun 300 m. uzağında bulunuyordu. Halk tarafından büyük protesto ile karşılanan heykel yerinde ancak 22 yıl kalabilmiş 1937 yılında yıktırılmıştır.

Türkiye’de batılı anlamda heykel çalışmaları
Türkiye’de batılı anlamda heykel sanatı çalışmaları 1883 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi’nin (Mimar Sinan Üniversitesi) kurulmasıyla başlamıştır. Bölümün ilk öğretmeni, Roma’da eğitim görmüş olan Yervant Oskan Efendi’dir. Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar bu okuldan yetişen sanatçılar; İhsan Özsoy, İsa Behzat, Mahir Tomruk ve Nijad Sirel olmuştur. İsa Behzat dışındakiler, Cumhuriyet döneminde de yapıt vermişler, ayrıca içinde yetiştikleri okulun geleneği uyarınca, yurt dışına gönderilmiş, kendilerinden daha sonra öğretmen olarak yararlanılmıştır.


KAYNAKÇA

Dikici Rafi - Şu Bizim Bizans
Mango Cyril - Bizans Yeni Roma İmparatorluğu
Eyice Semavi - Bizans Devrinde Boğaziçi
https://archaeology-travel.com/friday-find/the-horses-of-st-marks-basilica-in-venice/
https://www.google.com.tr/search?
q=Arc+de+Triomphe+du+Carrousel&source=lnms&tbm=isch&sa=X&ved=0ahUKEwjpqMmmyOzcAhXIyKQKHR4NDmQQ_AUICigB&biw=1634&bih=854#imgrc=_
https://www.wmf.org/sites/default/files/article/pdfs/Four_Golden_Horses_In_The_Sun.pdf