Saturday, January 16, 2016

Anadolu'daki Tarihi Eserlerin Dramı


Tarihi eserlere Batı neden Doğudan daha önce önem vermeye başladı ?

Antik çağlarda hiçbir uygarlık geliştirememiş karanlık Avrupa’nın Roma ve Helen uygarlığına sahip çıkarak ari ırklarını geçmişe bağlama çabasının nedeni neydi?

Kendi aralarında centilmenlik anlaşması yaparak İtalya ve Yunanistan’daki eserlere dokunmayan Avrupa devletleri Şark’ı nasıl yağmaladı?

30 yıl süreyle Osmanlı’da tarihi eserler konusunda tek yetkili olan Osman Hamdi Bey’in resimlerini o dönemde Fransız ve Amerikan yetkililer neden satın alıyorlardı?

Yurtdışında eğitim görmüş, Osmanlı'nın 19. yüzyıldaki en önemli entellektüel aydını olan Osman Hamdi Bey bir yandan müze müdürlüğü yapıp, tarihi eserleri korumak için sözde yönetmelikler çıkarırken, diğer yandan yakın ilişki kurduğu yabancıların tarihi mirasımızı kendi ülkelerine götürmelerine neden izin verdi?

I.  ANADOLU’DAKİ TARİHİ ESERLERİN DRAMI

Binlerce yıllık geçmişi ve kıtalar arasından bir köprü durumunda olan coğrafyasıyla, Anadolu pek çok ulusa ev sahipliği yaptı. İlkçağdan başlıyarak uygarlığın yeşerdiği Mezopotamya’ya çok yakın olmasının avantajıyla bu topraklarda çok başarılı eserler yaratıldı. Zengin kültür mozaiği içerisinde varlıklaşan toplumlar sonraki nesillere değerli anıtsal yapılar bıraktılar. Bu topraklarda en son yaşayan halklara ise bu eserler bir miras olarak kaldı.

Bir ülkenin tarihsel, kültürel, dinsel mirası kaçırılamaz, yağmalanamaz. Gerçekte ise bu değerler tüm insanlığın malı. Tarih ise daima doğduğu yerde güzeldir. Son yıllarda Unesco bu değerleri korumaya almaya başladı. Ait olduğu kültürden koparılan tarihi eserlerin bir süs objesi ya da bir biblodan daha önemli olamayacağı çok açık. Bu nedenle tarihi miras ait olduğu coğrafya ile bütünleştiğinde bir anlam taşır. En güzeli de bu eserlerin ilk yapıldıkları orijinal yerlerinde sergilenmesi. Ama geri kalmış ülkelerde bu bilinç malesef çok geç uyandı. Anadolu ve Ortadoğu’dan koparılıp götürülen kıymetler bugün batı müzelerini süslüyor. Belki böylece çok daha fazla insanın bu değerleri görmesi sağlanıyor ama bugün sadece Pergamon, Efes ya da Mısır’dan götürülen eserlerin orijinal yerlerinde sergilendiğini düşünsenize ne muhteşem bir şey olurdu. Son üç yüzyılda emperyalist batı devletleri bu eserleri kendi ülkelerine taşıdılar, eserlerin sahibi olan ülkelerin yöneticileri de arkeolojik bilinçlerinin eksikliği, ekonomik sorunlar ya da kişisel menfaatler uğruna bu talana onay verdiler.

Hiçbir silahın işlemediği Nemea Aslanı’nı boğarak öldüren Herakles’i, asasına dayanmış dinlenirken anlatan Yorgun Herakles heykelinin dünyadaki 60 replikasından biri MS 2. yüzyılda Anadolu topraklarında yapıldı. Yüzyıllar sonra Perge Antik Kenti‘nden çalınan heykelin üst kısmı onlarca yıl sonra bedenine kavuştu.

Tarihi eserlere duyduğu ilgiyle tanınan Rahmi Koç’ta Türkiye’den kaçırılmış tarihi eserler için “Onların bazıları zaman zaman Türkiye’ye dönüyor, geldiği zaman birkaç ay bir ilgi oluyor, ondan sonra yavaş yavaş bu ilgi ortadan kalkıyor ve bu güzel eserler tozlanmaya mahkum oluyor. Halbuki yurtdışında bizim malımız olarak sergilense, topraklarımızın ne kadar zengin olduğunu gösterir, Türkiye’nin imajını dünya çapında çok daha yükseltir, ülkemize olan ilgiyi artırır, diye düşünüyorum” diyor. Bu da farklı bir bakış açısı.  

Pergamon’da bulunan ve şimdi Louvre Museum’da sergilenen MÖ 2. yüzyıla ait ölülerin saklandığı vazo. Osmanlı Sultanı II.Mahmut tarafından Fransa Kralı Louis-Philippe’e 1837 yılında hediye edilmiş. Fransa’nın desteğini Mısır’a çekmek isteyen Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa, Fransa Kralı Louis-Philippe’e şimdi Paris’te Concorde meydanında sergilenen obelisk sütununu hediye edince, Mehmet Ali Paşa ile mücadele içinde olan Osmanlı Sultanı II.Mahmud’da resimdeki vazoyu hediye etmişti.

 Pergamon’da bulunup, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen büstler. Solda Büyük İskender, sağda Roma İmparatoru Augustus.

Pergamon’dan çıkarılmış Helenistik mermer küp. Hagia Sofia, Istanbul

Pergamon’dan bahseden ilk ozan Homeros, British Museum, London

I.1 Tarihi eserlere Batı neden Doğudan daha önce önem vermeye başladı ?

Arkeolojinin son 300 yılda gelişmesiyle birlikte, eskiden taş parçası olarak görülen mermer parçası artık bir değer ifade etmeye başladı. Peki neden Avrupalılar tarihi eser toplamaya diğer kıta uluslarında daha önce başladılar
  • Ekonomik alanda Sanayi devriminin Avrupa’da gerçekleşmiş olması Avrupa’da üstyapı kurumlarının da yenilenmesine neden olmuştu. Üretim araçlarının yenilenmesi, yaratıcı aklın ödüllendirilmesi, hayatın her alanında olduğu gibi, arkeolojide, tarımda, ticarette ve orduda gelişmelere neden oldu. Batılılar ortaçağda ve yeni çağın başlarında Latin Amerika ve Orta Amerika’da kültürel varlıkları talan edip, altın ve gümüş heykelleri saklamak yerine eritip külçe haline getiriyor ve bu sanatsal eserleri hazır maden olarak görüyorlardı. Avrupalılar, İnka, Maya ve Azteklerin gümüş ve altınlarıyla ciddi bir sermaye birikimine kavuştular. Böylece donanmalarını geliştirdiler, gelişmiş tüfek ve toplar geliştirdiler. Bu eşitsiz güç 100 yıl içinde neredeyse Dünya’nın her yerine egemen oldu. Birbirleriyle yarışan rekabetçi feodal beylikleri olmayan, Osmanlı, Çin, İran gibi büyük üniter devletler, Asya tipi merkezi hantallıkları nedeniyle kendilerini yenileyemedikleri için kendi bölgelerine kapanmak zorunda kaldılar. Dünyanın geri kalanının paylaşılmasına katılamadılar. Güçlü, zayıfın değerlerini elinden aldı.
  • Avrupa, Rönesans’dan sonra eğitimde araştırmayı ve sorgulamayı esas almıştı. Almanya’nın son 150 yıldır gelişen sanayisinin altında, ilkokuldan başlayan araştırmacı, doğayı ve nedensellikleri kavramaya yönelik bir eğitim anlayışı yatmaktadır. Bugünkü Amerikan biliminin temelini de oluşturan Alman bilimi 300 yıl önce ilköğretimde bile gözleme, deneyselliğe dayalı derslerle başlamıştı.
  • Üçüncü etken Homeros’un batı eğitimindeki yeridir. Osmanlı eğitim sistemi, bu topraklarda yetişen ozan Homeros’a yer vermezken Batılılar, Homeros’un eserlerini ders kitaplarına koyarak yeni nesiller yetiştirdiler. Bu durum Batılıların tarih bilincini, milattan önceki dönemlere kadar götürerek Antik Çağ ile bağ kurmalarına yardımcı oldu. Homeros’un anlattığı MÖ 8. yüzyıla ait bu Anadolu destanı, batıda yüzyıllardan beri okullarda ders olarak okutuluyordu. Osmanlı döneminde ise sadece Fatih Sultan Mehmed’in Homeros destanlarını okuduğunu biliyoruz. Çocukluğundan beri Çanakkale’nin Hisarlık Höyüğü’ndeki Troya’nın öyküsünü ezbere bilen Batılı aydınlar bu kentin yerini bulmayı, oradaki tarihi eserleri ülkelerinin müzelerine götürmeyi hayal etmeye başlamışlardı. Ülkemizde Homeros’un İlyada’sı ancak 1957 yılında Türkçeye çevrildi ve yayınlandı.
  • Dördüncü etken ise tarihimizi, Anadolu’nun Türk hakimiyetinin başladığı yıl olarak kabul ettiğimiz, 1071 ile sınırlandırmış olmamızdır. Bu tarihten öncesi ile Türk halkının ilişkisi böylece koparılmış ve geçmişle bağı kurulamamıştır. Osmanlı aydınlarının dolayısıyla halkının ne Troya’dan ne de Homeros’dan haberleri vardı. Bu toprakların destanlarını, kahramanlarını Batılılar bizlerden daha fazla biliyor ve takip ediyorlardı. Bizim için kaba bir taş onlar için tarihi bir anlam ifade etmeye başlamıştı. Böylece Doğu toplumlarının önem verilmeyen eserleri kolayca batı ülkelerine taşındılar.  
Batının erken tarih bilincine erişmiş aydınlarına örnek olarak, büyük gezgin olarak tanınan İngiliz soylusu Arundel Kontu gösterilebilir. Arundel Kontu, antikacı olarak yetiştirdiği bir din adamı olan William Petty’yi 1624 yılında Osmanlı topraklarına gönderdi. Din adamı Petty İstanbul, Bergama, Efes, Priene, Millet, İzmir ve Atina’da tarihi eserleri yok pahasına satın almaya başladı. Bu dönemde toplanan eserlerin birçoğu bugün Ashmolean Museum of Art and Archaeology’de sergilenmektedir.
İngilizleri takip eden Fransız Kralları 18. yüzyılın ortalarında İtalya’dan ve Osmanlı coğrafyasından eserler toplatmaya başladılar. Fransız konsoloslar aracılığıyla toplanan eserleri çoğu bugün Paris Louvre Müzesinde sergilenmektedir.

Avrupa’nın soylu koleksiyonerlerinin topladıkları tarihi eserleri verdikleri davetlerde dostlarına sergilemeye başlamaları zamanla Batı’da bir moda haline geldi. Önce Aristokraside başlıyan bu eğilim zamanla ortaya çıkan burjuvaziyi de etkiledi ve onlar da bu alana ilgi duymaya başladılar. Burjuvazi, koleksiyon satın almayı, sınıf atlama aracı olarak görmeye başladı. Sonuçta hem aristokratlar kem de burjuvalar, ülkelerini Osmanlı topraklarında daha fazla yeni kazı yapmaya zorlamaya başladılar. Batı Hükümetleri, ekonomik sorunlarla boğuşan ve tarihi eser bilinci gelişmemiş Osmanlı üst yönetimini kolayca ikna ederek kazı izinleri elde ettiler. 1870’lerden sonra kazıların batı devlerince finanse edilmeye başlamasıyla ülkeler arasında bir yarışa dönüştü. Eski eserlerin Osmanlı topraklarından çıkarılıp ülkelerine taşınması sırasında taşıyıcı gemilere, kazı yapan devletlerin savaş gemileri eşlik etmekteydi.

Henüz arkeoloji biliminin doğmadığı bir dönemde 1734 yılında İngiltere’de Dilettanti Cemiyeti kuruldu. Latince amatörler anlamına gelen cemiyetin kurucuları arasında sanat meraklısı doğa bilimciler, şairler, soylular ve tüccarlar vardı. Öncelikle diğer ülkelere seyahatler yapmak amacıyla kurulan Cemiyet, daha sonra Doğu ülkelerinde kazılar yapmaya ve eserler toplamaya başladı ve 1753’de British Museum’un kuruluşuna öncülük etti.

Bu yarıştan uzak kalmak istemeyen Fransızlar, British Museum’dan 40 yıl sonra 1793 tarihinde Louvre Müzesini açtılar. 1798’de Napolyon Mısır’ı işgale giderken sadece askerlerini değil, yanında sanat tarihçilerini, mimarlarını, harita mühendislerini ve ressamlarını da götürüyordu. Dünya müzelerinde sergilenen Mısır eserlerinin ilk büyük çapta taşınmasını Napolyon başlatmıştı.

Almanlar ise İngilizlerin arkeoloji cemiyetini örnek alarak ondan 164 yıl sonra, 1898’de Alman Şark Cemiyeti’ni kurdular. Cemiyetin ismindeki şark sözcüğü Osmanlı coğrafyasını hedefliyordu.

I.2 Batı tarihi eser yağmasına nasıl bir kılıf bulmuştu?

Akdenize kıyısı olmayan Batı Avrupa devletlerinin, ilkçağların parlak dönemlerine ait tarihi yerleşkeleri yoktur. İngiltere, Almanya ve Fransa’nın büyük bölümü o dönemlerde ilkel bir yaşam sürdürüyordu. Uygarlık Akdeniz sahillerinde yeşermişti. Kendilerini ari ırkın temsilcisi olarak gören beyaz Avrupalılar, sanayi devrimini, buharlı makinayı, demiryollarını yapan bir toplumun geçmişte hiçbirşey yapamamış olmasını kabullenemiyordu. Geçmişin kusursuz oranlara sahip mermer yontularını, bronz heykellerini yapanlar mutlaka kendi soylarından gelmiş olmalıydılar. Bu tezin savunucuları İtalya ve Roma’nın imparatorluk mirasıyla, Yunanistan ve Helen mirasına sahip çıkıyorlardı. Bu görüş doğrultusunda Batı edebiyatında bir çok eserin Yunan mitolojosiyle doldurulduğu görülür.

Napolyon’un İtalya ve Yunanistan’dan eserler toplamasının ardından tarihi eserleri koruma ihtiyacı çıktı. 1820 yılında İtalya’dan, 1827 yılında Yunanistan’dan tarihi eserlerin yurtdışına çıkarılması yasaklandı. Sümerler günyüzüne çıkmadan önce Yunan uygarlığı medeniyetin beşiği olarak kabul ediliyordu. Bu nedenle Avrupa bu ülkedeki eserlerin yerinde kalmasına göz yumdu. Ayrıca Avrupalılar Napolyon’un yağmasından sonra kendi aralarında bir centilmenlik anlaşması yaparak kendi ülkelerindeki tarihi eserlerin yerlerinde kalmasını kararlaştırdılar. Bu durumda açgözlü Avrupalıların hedefi, korunmasız durumundaki Osmanlı topraklarındaki eserler oldu. Avrupalılar, Anadolu, Trakya, Irak, Mısır, Filistin ve Suriye’den yüzeyde buldukları ya da kazarak çıkardıkları tarihi eserleri hiçbir zorlukla karşılaşmadan ülkelerine taşıdılar. Batılılar 1800’lerin ortalarına kadar aristokratlar, vakıflar ve cemiyetler aracılığıyla yürüttükleri arkeolojik kazıları bu tarihten sonra devlet politikaları gereği devletçe büyük bütçeler ayırarak gerçekleştirmeye başladılar. Osmanlı’nın idari yapısının zayıflıklarından yararlanıp kazı izinleri aldılar.

Batılılar, arkeolojik kazıları tarihlerini binlerce yıl geriye götürmelerini sağlayacak bir araç olarak görüyorlardı. Antik Yunan’ı övmek kendilerin övmek anlamına gelmeye başlamıştı.  
       
I.3 Osmanlı Yönetiminde Yetersiz Uyanış

Tarihi eser bilincinin gelişebilmesi için tarih bilincinin modern anlamda gelişmesi gerekir. Bu da ancak, tarihimizi son bin yıl ile, ilgi alanımızı İslamiyet’le sınırlamak yerine, tarihimizi binlerce yıl geriye götürerek, bu eserlerin gerçek mirasçısı olduğumuzu anlamakla mümkün olabilir. Bu konuda Halikarnas Balıkçısı(Cevat Şakir Kabaağaçlı) şöyle diyor:
‘Klasik çağlar tarihinde Anadolu sırasıyla İran, Makedonya ve Roma imparatorluklarının bir eyaleti olarak gösterilir. Oysa Anadolu Asya, Avrupa ve Afrika’nın yani üç büyük kara parçasının birleştiği yerde, bu kıtaların birinden ötekine geçenlere köprülük etmiş bir yerdir. Göç eden insan yığınları ve istila için yürüyen fetih orduları, hep Anadolu’nun üzerinden geçtiler. Buldukları halkı çoğu kez öldürmediler ama onlara hep karıştılar. Son olarak biz Türkler geldik ve onlara karıştık. Öyle ki biz, Amerikalılardan bile daha melez olduk, bundan ötürü vakit vakit Anadolu’ya gelmiş ve bu yurda kısa ya da uzun bir süre sahip olmuş ne kadar insan varsa damarlarımızda hepsinin de kanı vardır. Her ne kadar kültür sorunu, bir kan sorunu değilse de yabancımız sayarak yadırgadığımız şeylerin biz hem fiilen hem de hukuken mirasçısıyız.’

1923’e kadar geçen yaklaşık son 300 yıllık dönemde Batılı ülkeler eserlerimizi müzelerine rahatça taşıma fırsatı elde ettiler. Eserlerimizin en çok kaybedildiği bu dönemde, yönetimde, adlarının başında ‘Abdül’ olan (Mecid, Aziz, Hamid II) üç Osmanlı sultanı bulunuyordu. Osmanlı’daki üst düzey bürokratlar tarihi eserlerin önemini yeterince kavrayamamıştı. Yalnız bu konuda son derece yetkili bir durumda olan ve çoğu izni bizzat vermiş olan, batıda eğitim görmüş müze müdürü Osman Hamdi Bey’i ayrı tumamız gerekli. Osman Hamdi Bey bu değerlerin farkındaydı, ya kişisel menfaatler ya da hatırı kırılamayacak ilişkiler nedeniyle bu operasyonlara göz yummuştur. Sultan II.Abdülhamid, kendi döneminde yapılan reformları batılılara göstermek için 50 bin fotoğraflık albüm hazırlatmışken, bu albümde hiçbir antik kentin fotoğrafının olmaması bu alana yönetimin nasıl baktığının bir göstergesidir. Osmanlı yönetiminde tarihi eser bilinci yok olduğu gibi sahip olunan eserlerin değeri hakkında da hiçbir fikirleri yoktu.

19. yüzyılda arkeolojide gelişmeler olurken, Osmanlı’da dar görüşlü ulema ve devlet adamları yüzünden, arkeoloji ve tarih anlayışı ancak iki yüzyıl sonra tartışılmaya başlanıldı. Oysa biliyoruz ki, aynı coğrafyada yaşayan halkların tarihi ve kültürü süreklilik gösterir. Luvilerin, Hititlerin, Frigyalıların, Likyaların, Kapadokyalıların, İyonyalıların, Roma’nın, Doğu Roma’nın, Selçuklu’nun, Osmanlı’nın ve sonunda Cumhuriyet Türkiye’sinin, birbirinin kesintisiz ardılı ve mirasçısı olduğu gerçeğinin eğitimde yer bulması gerekmektedir.

Osmanlı yalnızca arkeolojiyi değil günlük hayatı doğrudan etkileyen iktisat bilimini de geç kavramıştır. MÖ 650 civarında ilk parayı basmış Lidya halkı ile aynı coğrafyayı paylaştığımız halde, iktisadın miladı sayılan Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği(1776) adlı eseri ülkemizde ancak 1950’lerin ortalarında Türkçeye çevrilerek basılmıştır. Dini konuları esas alan, araştırmacı düşünceye dayanmayan Osmanlı eğitim sistemi çağın çok gerisindeydi. İlmiye sınıfı belli ailelerin eline geçmişti ve bu makamlar 17. ve 18. yüzyıllarda çoğunlukla babadan oğulan geçiyordu. Bu ayrıcalıklı ailelerin çocukları 15-20 yaşlarında müderris olabiliyordu. Bunlara  neredeyse çocuk yaşta bu rütbe verildiği için beşik uleması deniyordu. Bu aileler büyük servet sahibi olmuşlardı.

Geçmişinden koparılan Anadolu insanı, tarihi eserlere yabancı kalmış, 1071 öyküsüyle tarihi güdükleşmiştir. Halkımız tarihi eserlerle kendi geçmişi arasında bağ kuramadığı için o eserler sadece sıradan bir taş parçası haline gelmiştir.

1800’lerin başında artık birçok alanda geç kalındığını fark eden Osmanlı yönetimi Avrupa ülkelerine eğitim için gençler göndermeye başladı. Bu gençler arasında hukukçular, ressamlar, sanat tarihçileri yanında arkeoloji meraklıları da vardı. Osman Hamdi beyin babası İbrahim Ethem beyde ilk gönderilen dört öğrenciden biriydi. Bunlar yurda dönünce bürokraside görev almaya başladılar. Silah koleksiyonlarının sergilendiği Aya İrini zamanla eski eserlerin sergilendiği yer haline geldi. Eserler buraya sığmamaya başlayınca Çinili Köşk müze haline getirildi. Bu dönemde Avrupalı devletler çeşitli eserleri yurtdışına götürüyordu, son olarak 1856’da İngilizlerin Bodrum Kalesi’nden altı mermer aslanı zorla götürmeleri üzerine 1868’de Babıali Müze-i Hümayun kurma kararı aldı.

İngilizlerin Selçuk’ta, Efes ve çevresindeki tarihi eserleri hoyratça taşıması ve bu konuda Aydın Valisi İsmail Paşa’nın önerileri(1869) Eski Eserler Kanunu’nun temellerini oluşturur. Bu nizammeyle, ortaya çıkan eserlerin yurtdışına çıkarılışı yasaklanırken, 6. madde ile Padişahın iziniyle yurtdışına çıkış mümkün hale getirilmiştir. Görülen eksiklikler üzerine Müze müdürü Dr. Dethiér tarafından 1874 yılında hazırlanan ‘Asar-ı Antika Nizamnamesi’ ile henüz keşfedilmemiş eserlerin mülkiyetinin devlete ait olduğu belirtilmiş ve kazılar sonucunda elde edilen eserlerin üçte birinin kazı yapana, üçte birinin devlete, üçte birinin de arazi sahibine ait olacağı belirtilmişti. Yabancılar bu kanunu kendi yararlarına kullanmak için kazı yapacakları yeri önceden satın almaya böylece üçte iki hisseye önceden sahip olmaya başladılar. Devlete bırakılacak eserleri kendilerince en değersiz olanlarından seçiyor ve varsa denetçiye rüşvet vererek çıkan eserlerin büyük kısmını kayıt altına aldırmadan ülkelerine götürüyorlardı.

Mevcut yasadaki yetersizlik üzerine 1884’de yeni bir nizamname daha çıkarıldı. Bu nizamnamede çıkan eserlerin tümü devlete ait olarak tanımlandı. Ne kazı yapan ne de arazi sahibi eser üzerinde hak iddia edemiyordu. Eserlerin yurtdışına çıkarılışı ise tamamen yasaklanmıştı. Yeni yasada küçük bir açık bulunuyordu. Bu da mülk sahibinin arazisinde inşaat amaçlı kazı yaparken keşfedeceği eserlerle ilgiliydi. Bu durumda yasa eserlerin yarısının mülk sahibine bırakıyor ama devletin de bu eserleri satın alma hakkını saklı tutuyordu. Bir diğer açık nokta da eserlerin yurtdışına çıkarılmasıyla ilgiliydi. Eserin bir benzerinin müzede bulunması durumunda yurtdışına çıkarılması izni verilebiliyordu.

1884 Nizamnamesinden sonra da başta Bergama, Millet, Priene, Magnesia, Zincirli, Karkamış gibi birçok yerde tarihi eserler yurt dışına taşınmasına devam edildi. Bu sırada Osman Hamdi Bey bu konudan tam sorumlu olarak görevdeydi.

Batı Avrupa ülkelerinin hepsinde görkemli müzelerin olduğundan etkilenen Osmanlı Yönetimi 19. yüzyılın sonlarında kendi imparatorluk müzesini kurma kararını verdi. Bu kararda Osman Hamdi Bey’in Sidon’dan çıkarttığı lahitleri koyacak yerin olmaması da etken oldu. Sonunda Maarif Nazırı Münif Paşa’nın gayreti ve Osman Hamdi Beyin öncülüğünde, Topkapı sarayı içerisinde 1891’de Müze-i Hümayun açıldı. Sultan II.Abdülhamid, Yıldız Sarayında, içi doldurulmuş kuşlardan oluşan bir koleksiyonunu yeni müzeye bağışladı. 1846’da Osmanlı’daki ilk müzenin Fethi Paşa tarafından açılmasından beri müze müdürleri hep yabancıydı. İlk Türk müdür olarak II.Abdülhamid tarafından Osman Hamdi Bey atandı. Osman Hamdi bey 30 yıl boyunca bu önemli görevde kaldı. Kültür varlıklarımızı korumakla görevli ve tek yetkili olduğu için eserlerimizi ülkelerine götürmeyi hedefleyen yabancılar, sultan ve sadrazamlardan çok Osman Hamdi Bey ile aralarını hoş tutmak yolunu seçiyorlardı. Amerikan belgelerinden Fransız, Alman, Avusturyalı, Amerikalı arkeologların ve diplomatların ‘Doğu toplumlarında yasadan çok kişisel ilişkiler önemlidir’ anlayışıyla Osman Hamdi Bey’in evinin sık davetlilerinden olduğunu anlıyoruz. Osman Hamdi Bey’in kızı Nazlı’nın anı defterini imzalayan isimlerin çoğunun, eserlerimizi ülkelerine taşıyan emperyalist ülkelerin kazı heyeti üyeleri olduğunu görüyoruz. 

Osman Hamdi Bey’in kızı Nazlı’nın anı defteri.

Osman Hamdi Bey, eserlerin yurtdışına götürülmesini yasaklayan kanunu hazırlayan ekibin içerisinde bulunması ve bu konuda neredeyse tek yetkili olmasına karşın yasakları uygulamamış ya da uygulayamamış, görevini layıkıyla yapmamış, yabancıların yağmalamasını engelleyememiştir. Görevli olduğu dönemde evine sık gelip giden arkeoloğlar ve mühendisler; C.Human, A.Conze, T.Wiegand, H.V.Hilprecht’dir. Osman Hamdi Bey başta Millet, Priene, Nagnesia, Zincirli, Begama, Assos, Trysa’nun kültürel değerlerinin götürülmesine seyirci kalmış hatta zaman zaman da onlara yardımcı bile olmuştur. II.Abdülhamid döneminin uzun, baskıcı rejimi içindeki aydın Osmanlı tiplemesi olarak öne çıkan Osman Hamdi Bey söylenceleri, İttihat Terakki yönetiminin hediyesi olarak günümüze kadar geldi.

I.4 Anadolu mu yoksa Doğu Yunanistan mı?

Batı müzelerinin bazılarında sergilenen Anadolu’dan götürülmüş eserlerin künyesinde Anadolu yerine ‘East Greek’ ifadesini görürüz. Kibirli beyaz Avrupalılar bir bölümü, Anadolu’yu East Greek olarak görme eğilimindedir. Anadolu’da yaşamış Luviler, Hititler, Kapodokyalılar, Karyalılar, Likyalılar, Lidyalılar, Frigyalılar, Urartular’ın kendi özgün dillerini ve kültürleri olan toplumları unutup, sanki bu topraklarda sadece Antik Yunanlılar yaşamış gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Batılı uzmanların Anadolu’ya Doğu Yunanistan demesindeki neden Anadolu’da yapılan pek çok kazıda yerli alfabeler yerine Helence yazılı belgelerin bulunmasıdır. Oysa günümüzde İngilizcenin yaygınlığı gibi o dönemde de Yunancanın yaygın kullanımı vardı. Halklar, kendi dilleri ve kültürleriyle yaşarken çoğu kez önemli yapıtlarının yazıtlarında geniş çevrelerce anlaşılması için Helence ifadeler kullanıyorlardı. 

Yunanlılar bir halk olarak ilkin, bugün Yunanistan olan topraklarda MÖ 2. binyılın başlangıcında tarih sahnesine çıktılar. Kendilerine Helenler, yaşadıkları topraklara da Hellas demeye başlayacaklardı. İsimlerini aldıkları efsanevi ataları Helen’in Dor, Aiol, ve Ksuthos adlı üç oğlu oldu; onların oğulları İon ve Akheus oldu; böylece Bronz Çağ sonlarına doğru Greklerin başlıca etnik grupları olan Dorlar, İyonyalılar, Aioller ve Akhalar ortaya çıktı. Grek sözcüğü, Epiros’taki bir kabileye Romalıların verdiği ad olan Latince ‘Graeci’den gelir.

Anatoli sözcüğü ise, Yunanca ‘güneşin doğduğu ülke’ anlamına gelir. Hem Hint-Avrupa hem de Sami dil ailelerinde Asya ismi de benzer anlama gelirken Avrupa ‘günbatımı’ ya da ‘karanlık ülke’ anlamına gelmektedir.

Yunanistan’ın antik Dodoni(Epirus) kentinden Sicilya’ya kolonist olarak gelen Yunanlılara o dönemin İtalyanları Illirianlar "Γραικοί" ("Graeki" G harifini Y olarak seslendirerek) dediler. Bir diğer iddiaya göre de Yunanistan’ın Viotia antik kentinden gelip koloni kuran Γραία ("Graia") lılar kurdukları kente Nea Polis adını verdiler. Bu kent daha sonra Napoli olacaktı.  Böylece Latinlerle Helenler yakınlaştılar ve Yunanlılara geldikleri Graia kentinden dolayı Graeci denmeye başladı. Modern Avrupa dilleri çokca Latince’den beslendiği için Graecus kelimesi Yunanistan coğrafyası ve halkı için kök kelime haline geldi.   

Hiristiyanlığın yayılmaya başlamasıyla birinci yüzyılda "Έλληνες"(Hellines) kelimesi, Hiristiyanlardan ayırmak için eski dine (putlara) tapanlara denilmeye başladı. 1832 yılında Yunanistan kuruluncaya kadar Γραικοί (Graeki) kelimesi kullanılmaya devam etti. Bu dönemde Yunanlılara Roma orijinden dolayı Ρωμιοί (Romii) da deniyordu. Bağımsızlıktan sonra Yunanlılar, antik Hellas ve Hellines kelimelerini kullanmaya başladılar.  


Yunanlılar Batı Anadolu kıyılarını, kuzeyde Çanakkale çevresine Troas, Bergama bölgesine Aiol, İzmir-Aydın çevresine İyonya, Bodrum civarın da Karya olmak üzere dört parçaya ayırıyordu. Benzer şekilde Akdeniz sahilleri de Antalya civarı Lykia, Alanya civarı Pamphylia, Çukurova bölgesi de Kilikia olarak adlandırılıyordu.

Helenleri batı Anadolu sahillerine getiren büyük göç, Bronz çağı sonunu izleyen birkaç yüzyıllık bir dönem olan Yunan dünyasının karanlık çağlarına denk gelir. Bu dönemde Yunanistan karasında nüfus çok fazla artmış, kuraklığa bağlı tarım ürünlerindeki gerileme ve kuzeyden güneye doğru hareket eden Dor istilacıların baskısı kolonizasyonu zorunlu kılmıştır. Bir lider etrafında toplanan 40-50 gençten oluşan kolonistler Delphi’deki kahinlere danışarak yerleşecekleri yerleri belirlemiş ve yerel kadınlarla evlenmişlerdir.     

Güçlü imparatorluklar, güçlü ekonomileri ve güçlü ordularının zoruyla kültürlerini, dillerini başka coğrafyalara kolayca ulaştırabiliyorlardı. Aynen İngilizcenin önce Britanya İmparatorluğunun gücü, ardından ABD’nin gücü nedeniyle son 100 yılda dünyada egemen dil olması gibi. Anadolu halkları Helen değildi ama yöneticileri baskın olan Helenceyi kullanıyorlardı. Makedonya’lı Büyük İskender’in kurduğu imparatorluk Helenceyi doğuya yaymıştı. Ardından gelen Roma İmparatorluğu da Latinceyi baskın dil haline getirdi. Anadolu’da Helencenin Roma döneminde bile Latincenin yerine kullanılmasının altındaki bir nedende Anadolulu yöneticilerin Romalıların ağır vergilerine duydukları tepki olabilir. Ayrıca Helencenin Anadolu’da yayılmasına Perslerin Anadolu’yu işgal etmesinin de rolü olmuştur. Persler Anadolu’nun tamamen işgalini MÖ 546’da tamamladılar. Tüm Anadolu’nun ele geçirilmesi 500 bin kişilik kalabalık bir orduyla 100 yıl kadar bir zaman almıştı. Pers baskısından çıkış arayan Anadolu halkı o dönemin alternatif gücü olarak gördükleri Atina Birliğine üye oldular. Çoğu Anadolu’dan 300 kent bu birliğe üye olmuştu ve kendilerini Perslerden kurtarması için bu birliğe para yağdırıyordu. Önce Yunanistan’da güçlenen birlik denizde ve karada Perslerle yaptıkları savaşları kazandılar ve sonuçta Persler Anadolu’yu terk ettiler. Birliğe üye kentlerden Atina’ya 150 yıl boyunca gelen paralar şehrin bir cazibe merkezi haline gelmesini sağladı. Batı Anadolu kentlerinin Pers baskısından kaçan aydınlarının buluşma yeri oldu. İlk olarak İyonya sahilerinde yeşeren bilim, Persler nedeniyle Atina’ya taşındı ve burada filizlendi. Millet’te, Efes’te doğan bilim Atina merkezli okullarda şekillenmeye başladı. Atina’da Doğu kültürünün katkısıyla MÖ 450’lerde Platon, Aristoteles, Sokrates gibi düşünürler ortaya çıkmaya başladı. Halikarnas(Bodrum) doğumlu Herodotos’da Atina’ya kaçan aydınlardandı.

Kentlerden gelen mali destek, bilim adamları, aydınların çabaları ve demokrasiyle Yunan uygarlığı döneme damgasını vurdu. Zaten bir kısmı Yunan kolonisi olan Anadolu kentleri kolayca Helen uygarlığının etkisi altına girdiler. Yunanistan’da Helen dilinde yazılmış eserlerden oluşan entellektüel birikimler Anadolu’ya kültür emperyalizmi olarak geri döndü. Böylece Helence birçok bölgede ortak dil oldu. Halk değil ama yöneticiler bu dili kullanmaya başladı. Aynen I. ve II.Dünya savaşı arasında Almanya’daki baskıdan kaçan Alman bilim adamlarının ABD’ye göç edip Amerika’daki bilimsel çalışmalara ve sanayiye hız vermeleri gibi.    

I.5 Anadolu’dan Yağmalar

İlk çağlarda savaş ganimeti olarak galip gelen devlet sadece kıymetli madenlerden yapılmış eserlere, silahlara, hayvan sürülerine ve tahıllara el koyarken, 19. ve 20. yüzyılda antik eserlerin yanında Leonardo da Vinci, Rembrant, Picasso, Monet, Van Gogh, Rodin gibi sanatçıların yapıtları da yağmalanmaya başladı.

Anadolu’dan tarihi eser yağmalarının ilki Homeros’un bize anlattığı Troya’nın yağmalanmasıdır. Bir diğer önemli yağma 1024’te Kudüs’e yardıma gitmek için yola çıkan Latin Haçlıların yolda fikir değiştirip Ortodoks İstanbul’u işgal edip burada 50 yıl kadar yönetimi ellerinde tuttuğu dönemde birçok eserin İstanbul’dan Avrupa kentlerine götürülmesidir. Venedik’de sergilenen dört bronz at yontusu da bu dönemde İstanbul Hipodrom girişinden götürülen eserlerdendir. Napolyon, İtalya’yı işgal ettiğinde bu atları da 1797’de Paris’e götürmüştü ama sonradan İtalyanlar bu eseri geri almayı başardılar. Geçmiş dönemden önemli bir başka çalıntı ise Noel Baba’nın kemikleridir. İtalyan tüccarlar 1087’de Myra’dan(Demre) Aziz Nikolaos’un(Noel Baba) mezarından kemiklerini çalarak ülkelerine götürdüler.   

Venedik St.Mark Katedrali’nin girişinde sergilenen İstanbul’dan götürülen at heykelleri. Sergilenenler kopya, orijinalleri müzede. Bu atlardan birinin kopyasıda İstanbul’da Sabancı Müzesinin bahçesindedir.

I.    ANADOLU’DA ARKEOLOJİK KAZI FAALİYETLERİ

20. yüzyılın başına kadar Anadolu’dan sayısız eseri memleketlerine taşıyan Batılı emperyalist devletler bunlarla yetinmeyip, herşeyi götürmenin planlarını yaptılar. Büyük Britanya Başbakanı Lord Curzon 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal ettikleri gün İngiliz kabinesindeki gizli oturumda şunları söylüyordu:
‘Paris’ten arkeoloji uzmanları getirilerek bütün tarihi eserlere kıymet konacaktır. Kıymet tespit heyetinde İngiltere adına Kumandan Hogarth, Fransa adına Prof.Cagnat, İtalya adına Sinyor Parabeni, Amerika adına ise Mr.Butler bulunacaktır. Tarihi ve artistik değeri olan mallar alınıp götürülecektir.’ 

II.1 19. ve 20. Yüzyıllarda Anadolu’daki Tarihi Eserlere Yönelik Başlıca Çalışmalar
  • Charles Texier ve ekibi 1833 ve 1843 yıllarında Fransız devleti adına iki kez Anadolu’ya geldi ve uzun yıllar tarihi eserlerin yurtdışına taşınmasını sağladı.
  • 1838-1844 yılları arasında, İngiliz devleti desteğiyle Anadolu’da bulunan Charles Fellows ve ekibi Ksanthos(Eşen, Kalkan) ve Likya eserlerini British Museum’a taşıdı.
  • 1856-1859 yılları arasında Charles Thomas Newton liderliğindeki İngiliz ekibi, Halikarnas(Bodrum), Lagina(Yatağan), Didim ve Knidos’ta(Datça) bulduğu eserleri British Museum’a taşıdı.
  • Carl Humann, 1865-1886 yılları arasında Alman devletinin desteğiyle Bergama eserlerini Berlin’e taşımaya başladı.
  • 1868-1869 yılları arasında R.P.Pullan, Priene’de(Söke) bulduğu eserleri British Museum’a taşıdı.
  • 1876’dan itibaren Troya’da yaklaşık 20 yıl kazılar yapan Heinrich Schliemann, bulduğu eserleri kaçak yollarla Berlin’e taşıdı. Ruslar, bu eserlerin çoğunu 1945’de Kızıl Ordu eliyle Berlin’den alıp Moskova’ya götürdüler.
  • 1881’de Amerikalılar Assos’ta kazılara başladılar ve eserlerin önemli bir kısmını Boston’a götürdüler. Sardes’te(Salihli), Bintepeler’de, Gordion’da(Polatlı), Amik Vadisinde kazılara devam ettiler, buldukları eserleri ülkelerine taşıdılar. 1924’te genç Cumhuriyetin yöneticileri, Amerikalılardan Sardes eserlerini geri almayı başardılar.
  • Avusturyalılar, Demre yakınlarındaki Gölbaşı’nda bulunan ünlü Trysa Anıtı’ndan, 211 metrelik mermer kabartmaların tamamını ve lahitleri 1882’de söküp götürdüler.
  • 1885’te Efes kazılarına başlayan Avusturyalılar götürdükleri eserlerle Viyana’da Ephesos Museum’u kurdular. Günümüzde Efes kazıları hala Avusturyalılarca yapılmaktadır.
  • Carl Humann’ın başında olduğu Alman ekip, başta Gaziantep-Zincirli civarındakiler olmak üzere Hitit dönemine ait tarihi eserlerimizin yanında, 1899-1913 yılları arasında Priene(Söke), Magnesia(Germencik) ve Millet’ten de eserlerimizi Almanya’ya taşıdı. Almanlar aynı yerde kazılara devam ediyorlar.
  • 1912-1914 yılları arasında İngilizleonard Woolley ve Thomas Edward Lawrence, Karkamış eserlerini British Museum’a taşıdı.

II.2 Almanlar Anadolu’da

Almanlar 19. yüzyılın ikinci yarısından Osmanlı’nın son günlerine kadar Osmanlı topraklarında çok etkin oldular. İki emperyalist güç İngiltere ve Fransa, Almanlardan önce dünyanın pek çok yerini ele geçirmişti. Almanlar bu yarışta geride kalmıştı. Ayrıca Alman ürünlerinin en büyük alıcısı Rusya’da sanayinin gelişmesiyle Almanya yeni pazarlar aramaya başladı. Bu durumda en uygun bölge Osmanlı topraklarıydı. Osmanlı bürokrasisi daha önceki dönemlerde şahit oldukları Fransa ve İngiltere’nin acımasız kapitalist sömürgeciliğinden dolayı bu devletlere mesafeli bakıyordu. Ayrıca Almanya’nın giderek artan gücü, kurtuluşun Almanya ile olabileceğine inandırmıştı. Almanlar’da 1860’dan sonra başta demiryolu olmak üzere çeşitli alanlarda imtiyazlar elde ederek doğal kaynakları sömürmeye başladılar. Almanlar demiryolu hatlarının sağındaki ve solundaki 20 km alanda her türlü maden ve tarihi eser çıkarma imtiyazını almışlardı. Hatta Bağdat demiryolu hattını kendi çıkarlarını gözetecek bir güzergahta uzatarak tasarlamışlardı. Almanya’nın ekonomik gücü gün geçtikçe artırıyordu. Almanya 1886-1910 yılları arasındaki 15 yılda, çelik üretimi %1335 oranında artmasına karşın üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya çelik üretimini aynı dönemde ancak %154 oranında artırabilmişti. Almanya’nin üretimi Büyük Britanya’nın üretiminin 8.6 katıydı.

Müze müdürü Anton Dethier’in ölümü üzerine Osman Hamdi Bey’in Müze-i Hümayun Müdürü olarak atandığı 1881 yılında Muharrem kararnamesiyle Düyun-u Umumiye’yi kabul eden Osmanlı’nın iflası resmileşmiş oldu. Osmanlı’da ekonominin yönetimi yabancıların eline geçmişti. Osmanlı’nın borçları 2 milyar frankı buluyordu. Süveyş Kanalı’nın açılışıyla birlikte İngiltere’nin Osmanlı’yı gözden çıkarması, konferans masalarında İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlıyı paylaşma çabaları, Babıaliyi Almanlara doğru yöneltti. Bu şartlar içinde Almanlar Osmanlı topraklarında kolayca kazı izinleri alabiliyorlardı. Ama eserleri taşımak, Sultan izin bile verse, yasal değildi. Meclisin onayladığı yasa yürürlükteydi ve eser çıkışları kanunen yasaktı. Buna rağmen başta Osman Hamdi Bey olmak üzere üst düzey bürokratlar eserlerin yurt dışına çıkarılmasına göz yumuyorlardı.

II.2.1 Alman Carl Humann ve Anadolu’daki kazıları

Alman kazılarını, İngiliz ve Fransızlar gibi arkeologlarla değil daha çok inşaat mühendisi ya da mimarlarıyla yapıyorlardı. Bunun sonucunda kazılar arkeolojik disiplinden uzaklaklaşarak, inşaat kazısıymışçasına hızlı bir şekilde devam ediyordu. Carl Humann’da bir inşaat mühendisiydi. Bergama’yı, Magnesia’yı(Aydın Germencik), Priene’yi(Aydın Söke), Millet’i(Aydın Didim), Tralleis’i(Aydın), Zincirli’yi bu tarzda kazdılar. 
Carl Humann (1839-1896)

Carl Humann Berlin Kraliyet Akademisi’nden inşaat mühendisi olarak mezun olduktan sonra Samos(Sisim) Adası’ndaki Hera Tapınağı kazılarına katıldı. Kısa bir süre sonra Ephesus üzerinden Smyrna ve oradan İstanbul’a ulaştı. Burada yakın ilişki kurduğu Sadrazam Fuad Paşa himayesinde sık sık gezilere çıktı. Bu gezilerden birinde 1864-1865 kışında, Kydonias(Ayvalık) vardı. Dikili’den yürüyerek sadece beş saat mesafedeki Pergamon’u ziyaret etti. 1866 yazında Pergamon’u bir kez daha ziyaret eden Humann’ın bulduğu, bir adama saldıran aslan tasvirli büyük kabartmanın Gigantomachie(Mitolojik Yunan tanrılarıyla devlerin savaşı) olduğu Almanya’da anlaşılınca yeni sorumluluklarla görevlendirildi. 1869 yılından itibaren bölgedeki çeşitli yol inşaatlarını yönetmek için Pergamon’da bir merkez oluşturdu. Bu dönemden başlayarak tarihi eser biriktirmeye başladı.

Carl Humann’ın resmi kazıları 8 Eylül 1878’de başladı. Kazı heyetinde bölüşme komiseri olarak Vali yardımcısı Diran Efendi ile Osmanlı Bankası Müdürü W.Heintze bulunuyordu. Almanlar buluntuların üçte ikisini kendi ülkelerine götürmeyi planlamışlardı. Gigantomachie kabartmaları daha önce Almanlarca yaptırılan yol üzerinden kağnılarla Dikili limanına taşındı. Almanya, eserlerin Dikili’den İzmir’e güvenli bir biçimde taşınması için Comet zırhlısını Dikili’ye göndermişti.

Kazıya devam edilirken, Zeus tapınağının temellerine ulaşıldı. Kral II.Eumenes’in (MÖ 197-156), Galatlara karşı kazanılan bir zaferden sonra yaptırdığı sunak, başta Zeus ve Athena olmak üzere tüm tanrılara adanmıştı. Yapı kare planlıdır (36x34 metre) ve zeminden dört basamak yüksektedir. Ortada bulunan 20 basamaklı anıtsal merdiven, adak odasına çıkmaktadır. 113 metre uzunluğundaki kabartmaların yüksekliği 2.3 metredir. Bu kabartma, devler ile tanrılar arasındaki mitolojik savaşı anlatır. Kentlerin(Galyalılar) Anadolu’yı işgaliyle başlayan direnişte, Bergamalı yöneticilerin askeri zaferini sembolize eden konular seçilmiştir.

Kazı izni 6 Ağustos 1879’da sona erdi. 16 Ağustos’da Alman sefaretinden alınan telgrafta, Osmanlı Hükümetinin kendi paylarına düşen eserleri satmak istediği belirtiliyordu. 1 Eylül’de tüm Athena ve Zeus gruplarını içeren 47 sandık Dikili’de gemiye yüklenmeyi hazır bekliyordu. Comet ile İzmir limanına taşınan eserler burada Llyod Vapur İşletmesinin Aquila Imperiale gemisiyle Trieste’ye oradan da Şubat 1879’da Berlin’e ulaştı. Carl Humann’ın 1883 yılına ait notlarında Osman Hamdi beyden şöyle bahseder:
‘Osman Hamdi Bey toplanan yazıt ve mimari örnekleri zaten bize bırakmıştı, Osmanlı müzesi için ayırdığı bölümü Konstantinapolis’deki yeni düzenlenen Güzel Sanatlar Okuluna götürmüştür; Berlin’de bulunan eserlerin devamı olan parçalar zaten imtiyaz antlaşması gereği bize söz verilmişti. Osman Hamdi Ekselansları Müze-i Hümayun için ayrıca, Pazar yerinde bulunan Gigantların savaşını canlandıran dev kabartma parçalarını ve buna ilaveten tiyatrodan çıkan maske ve girlandlarla süslü baştabanı/ana kirişi de talep etmiştir. İlk üç parçayı paketleyip Konstantinapolis’e gönderdik. Sonradan Padişah’ın(Sultan II.Abdülhamid) bu çok önemli parçaları Kraliyet Müzesine bırakmasına vesile olan elçiye sonsuz teşekkürlerimizi sunarız, bunların hepsi Osman Hamdi Bey’in desteğiyle gerçekleşti. Bu yüce davranışa karşılık hediye niteliğindeki, iki adet eksiksiz sayılabilecek Bergama’da bulunmuş Ammon ve Hermafrodit yontularıyla karşılık verildi.’


Carl Humann’ın Zeus Tapınağının yakınındaki mezarı

1896’da İzmir’de öldüğü için bir kilisenin bahçesine gömülmüş olan Humann’ın mezarı 1950’lerin ortalarında Ankara’ya gelen Alman Başbakanının, Pergamon sit alanına nakledilmesi isteği üzerine, bu talep abartılarak dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in talimatıyla Zeus Sunağının yanına gömüldü.  

II.2.2 Almanların Priene-Millet Kazıları

1899-1913 arasında Alman heyetleri ülkelerine eser taşımak için Priene, Millet ve Magnesia’da kazılar yaptılar. Priene’deki kazılara 1895’te Carl Human başladı. Onun ölümü üzerine kazıya genç arkeolog Theodor Wiegand devam etti. Osman Hamdi Bey’in yakın arkadaşı olan Wiegand 1898’te kazı bitinceye kadar kazılara başkanlık etti. Buluntuları 3 yıl gibi kısa bir sürede kazıp Almanya’ya taşıtan Wiegand, arkadaşı Osman Hamdi Bey’e de sıkıntılı günler yaşatmıştı. Aynı ekip sonradan Millet kazılarına başladı.

Millet, Osmanlı dönemindeki adıyla Balat, MÖ 2000’lere uzanan tarihiyle önemli bir antik kentimizdir. Millet antik çağda bir önemli bir ticaret ve bilim merkeziydi. Bölgenin en önemli ticari kaynaklarından birisi, yörede yetiştirilen koyunlardan elde edilen yünle yapılan dokumacılıktı. Dokumacılık, boyacılığı da geliştirmiş ve böylece erguvan renkli dokumalarıyla ünlenmişti. Millet, Antik dönemlerde, Avrupa ile Asya arasındaki mal değişiminin yapıldığı, çok canlı ve işlek bir ticaret merkeziydi. Karadeniz, Mısır, Doğu Akdeniz ve Güney İtalya ile ticareti gelişmişti.

Millet’teki bu bolluk ve refah ortamı bilim ve felsefenin de gelişmesini sağlamıştı. MÖ 6. yüzyılda Millet’te, doğa bilimci Thales, Anaksimandros, Anaksimenes ve Pisagor gibi önemli düşünce adamları yaşamıştı. Bu düşünürler doğudaki Sümer, Asur ve Orta Anadolu’nun Hitit ve Mısır kültürleriyle beslenmişti. Ege’nin öte yakasında henüz bilim gelişmemişti. Millet’in Perslerin eline geçmesinin ardından Batı Anadou’dan Atina’ya kaçan bilim adamaları bilimin burada yeşermesini sağlayacaklardı.

Millet’ten götürülen eserler içinde ‘Pazaryeri Kapısı’ önemli bir yere sahiptir. Theodor Wiegand ve Hubert Knackfuss, 1903’de Pazaryeri Kapısı’nın kalıntılarına ulaştılar. Eserin eşiğine üç basamak ile ulaşılıyordu. Genişliği cephede 28,92 metredir. Bu simetrik yapıda alt kattaki sütunların üst kattakilere oranı 2/3 dür. U planı nedeniyle, ön cepheye yanlardaki lanatlar da eklenince yapının toplam boyu 33 metreyi aşar. Ortadaki başlığın tabandan yüksekliği 16,68 metredir. Üç girişinin olması tüccarların ticaretini kolaylaştırmıştır. Her iki kattada yontular bulunuyordu. Kazıda çıkan Eros ve barbarlara diz çöktüren kral yontuları duvarla birlikte sergilenmektedir. Bu yapının cephe süslemeleri MS 120’de tamamlanmıştır.

Almanlarca Berlin’e taşınan yapı 1920’da yeniden ayağa kaldırılmış ancak II.Dünya Savaşı’nda Berlin’in bombalanması sırasında büyük hasar görmüştü. Savaştan sonra tekrar onarılarak 1954’ten itibaren bugünkü haliyle sergilenmeye başlandı. Bu eser Anadolu’daki Roma dönemi mimarisinin çok önemli bir örneğidir.

II.3 Efes Antik Kenti

Küçük Menderes Nehri kentin limanını doldurmadan önce Efes Limanı dönemin en işlek ve dolayısıyla en zengin limanıydı. Kentin tarihi MÖ 6000’lere kadar uzanmaktadır. Efes’in bilinen en eski adı(MÖ 3000’lerde Orta Anadolu’ya yerleşmeye başlayan Hitit döneminde) Apassa’dır.

Perslerin Anadolu’da egemenlik kurup, kendilerine yönetim merkezi olarak Serdes’i(Salihli) seçmeleriyle birlikte en yakın liman olan Efes Koyu, Pers yönetiminin denize açıldığı ana liman oldu. Efes’ten başlayan ve ilk çağlarda ‘Kral Yolu’ diye adlandırılan ünlü ticaret yolu, yaklaşık 3 bin kilometre sonra İran Körfezi yakınlarındaki Pers İmparatorluğu’nun başkentine, oradan da Asya içlerine ulaşıyordu. Bu görkenli kent daha sonra Roma İmparatoru Augustus döneminde Asya eyaletinin başkenti oldu. İki yüzyıl süren bu dönemde halkın gönenç içersinde yaşadığını, nüfusun 300.000’e ulaşan kente ‘Asya’nın ışığı’ dendiğini biliyoruz.

Arkeolojik kazıları hep yabancılar tarafından yürütülen Efes’te, yaklaşık 150 yıl önce İngilizlerin başlattığı kazıları, onların ardından günümüze dek Avusturyalılar sürdürdüler. Efes’te günyüze çıkarılan eserler, MÖ 3. yüzyılda başlıyan çok tanrılı dönem ile tektanrılı Hiristiyan Doğu Roma dönemine ait kalıntılar içerir. 

II.3.1 Efes Artemis Tapınağı Kazıları

Efes’teki sistemli kazılar 1863’te British Museum’un desteğiyle, Mimar John Turtle Wood başkanlığında, ünlü Efes Artemis Tapınağı’nın kalıntılarının bulunduğu alanda başladı. 1858’de İzmir-Aydın demiryolu ve istasyonları inşaatında çalışan İngiliz mimarın İncil’deki ‘Efes Artemis Tapınağı’ bölümünden etkilendiği biliniyor. İncil’in(Yeni Ahit) bir bölümünde, Artemis Tapınağı’nın gümüşten yontusunu yapan kuyumcu Dimitrios ile Pavlus ve taraftarlarının çekişmesi anlatılır.
  • Birkaç kez yıkılıp yeniden yapılan Efes’teki Artemis Tapınağı(Roma dönemindeki adı Diana) ilk kez MÖ 7. yüzyılda Anadolu’nun yerli ana tanrıçasına bir sunak olarak yapılmıştı. Anadolu’daki ana tanrıça geleneğinin izlerini, Roma döneminde Kibele, daha önce Akadlar döneminde İştar, ondan önceki dönemde ise İnanna adıyla sürebiliyoruz. Helenlerle hiçbir ilgisi olmayan, onlardan çok önce Anadolu’da Doğu kökenli bir ana tanrıça geleneği vardı. Burada yükselen ilk tapınağın yapımına Amazon kadınların yardım ettiği söylenir. Kafkas kökenli Kimmerler bölgeyi yağmalayarak bu ilk tapınğı yıktılar.
  • Efes halkı hayvanların ve doğanın koruyucusu tanrıları Artemis adına büyük bir tapınak yapmak için mimar Chersiphron ile anlaştılar. İnşaat MÖ 560’da başladı; on yıl sonra Lidya’nın zengin kralı Kroisos(Karun) kenti ele geçirdi. Tanrıların gazabından korkan Kroisos, Artemis tapınağının yapımına katkı verdi ve yapı hayranlık uyandıran boyutlara ulaştı. Vitruvius’un belirtiği gibi, İyon üslubundaki tapınak iki sütun sırasıyla çevriliydi. 140x75 metre boyutundaki yapının 127 sütununun her birinin yüksekliği 20 metreyi buluyordu. Tapınağın dokunulmazlığı vardı. Bir politik muhalif ya da bir zanlı tapınağa sığınırsa, orada kaldığı sürece ona kimse dokunamazdı. Efesli ünlü filozof Herakleitos’un tapınağa sığındığını biliyoruz. Ayrıca buranın kent devletinin hazinesini korumanın yanında zenginlerin de servetlerini saklayabildikleri bir kasa odası vardı. MÖ 356’da, tapınakta oldukça büyük bir servetin saklandığı günlerde, bu yapının birkaç saat içerisinde hızla yanması, tüm çabalara karşın söndürülemesi, içeriden çalınan servetin izini silmek üzere yangının önceden planlandığı kuşkusunu doğursa da aklı eksik Herostratoa’un adını tarihe kazımak istediği için yangını çıkardığı söylendi.
  • MÖ 356’da yanan tapınağın yerine ‘Dünyanın yedi harika eserinden biri’ diye anılacak görkemli Efes Artemis tapınağı yapıldı. Bu tapınak yaklaşık 500 yıl sonra Gotların Efes’i ele geçirmesine kadar ayakta kaldı. Tektanrılı dinin tutuculuğu ve eski tapınakların Hiristiyanlarca yağmalanması nedeniyle tapınak yavaş yavaş yok oldu. Yapı malzemelerinin bir kısmı Roma’ya, bir kısmı da Doğu Roma’nın başkenti istanbu’a (başta Ayasofya olmak üzere ) çeşitli yapılara taşındı. Geri kalanları da İngilizler 1863-1879 arasında toprak altından çıkarıp Londra’ya taşıdılar. Bu kazıyı mimar J.T.Wood yürüttü.
Döneminde Dünyanın yedi harikasından biri sayılan Artemis Tapınağı

Artemis Tapınağı, ilk çağlarda dünyanın yedi harika eserinden biri sayılıyordu. Tapınağın bulunduğu alandaki İngiliz kazısı 11 yıl sürdü. İngilizler çıkardıkları eserleri ülkelerine götürdüler.

Efes yakınlarındaki demiryolu inşaatında çalışan J.T.Wood, Efes’teki tarihi eserlerle ilgilenmiş, British Museum’u ikna ederek ödenek sağlamış, İngiliz elçiliğinin girişimiyle de padişahtan gerekli araştırma iznini almıştı. 5 Nisan 1863 tarihinde kazıya başladı. Artemis Tapınağı’nı bulma amacıyla gelişigüzel kazılar yapan Wood, kazılardan elde ettiği eserleri izinsiz olarak İngiltere’ye gönderdi. Wood eserleri en iyi kendisinin koruyacağını belirtiyor, eserlere sahip çıkmak isteyen nahiye müdürünü Babıali’ye şikayet ediyordu. Baskılar karşısında çaresiz kalan Osmanlı yönetimi, 1863’te Efes’te kazı yapılmasına izin veriyordu. O dönem müze kurmaya istekli olan Osmanlı yönetimi, İngilizlerin tarihi eser kaçırdığını ancak beş sene sonra öğrenecekti. Wood’un kazı izni 1868 yılında iptal edilmişse de İngilizlerin Osmanlı Devleti’ne yine baskı yapmasıyla 18 Haziran 1869’da padişahtan izin alınarak yeniden kazıya başlanmıştı. Wood, 1869 yılında Artemis Tapınağı kalıntılarına ulaşınca, dünyanın yedi harikasından birini bulan kişi olarak ünlenmiş, Troya’yı soyan Schliemann Efes’e gelerek kendisini kutlamıştı.  
     
II.3.2 Avusturya’lar Anadolu’da

Osmanlı İmparatorluğu’nun 1875 sonbaharında ekonomik iflasını ilan etmesiyle parçalanma sürecine giren Osmanlı’nın kültürel varlıklarını paylaşma yarışına Avusturya’da katıldı. Avusturyalıların gözü Efes’deydi. Sultan II.Abdülhamid ile dostluğu olan elçi Calice, Sultan’ın ikinci katibi eliyle kazı için izin aldı. Bu izinden itibaren günümüze dek 120 yıl boyunca Efes’teki kazıları Avusturyalılar sürdürdü. Avusturyalılar 1885-1909 arasında, denetim eksikliğinden de yararlanarak kazılardan çıkardıkları eserlerin hepsini Viyana’ya götürdüler. 

Efes Celcus Kütüphanesi, MS 110-135 Roma dönemi. Yaklaşık 14 bin kitaba sahipti. 

İngilizlerin ardından Efes’te çalışmaya başlayan Avusturyalılar, kazıyı Otto Benndorf’un başkanlığında sürdürüyordu. Benndorf, Osmanlı topraklarından eser götürmede deneyimli bir arkelog idi. 1875’te Samothrake(Semadirek), 1881-1882’de Trysa’yı ülkesine kazandırdıktan sonra 1895’de Efes kazılarına başladı. Efes Tiyatrosu’nun karşısına denk gelen eski limandan, pazaryerinden, tiyatrodan ve çevresindeki alanlardan bolca mermer, bronz yontu ve yapı elemanı ele geçirdiler.

Avusturyalıların Efes’te yapmış olduğu yıllarda Aşağı Pazaryeri, Celcius Kütüphanesi, Sekizgen Anıt Mezar, Mithridates kapısı ve Ruhaniler Meclisi Kilisesi’nden yeni pek çok buluntuyla devam etti. 1903’te Celcius Kütüphanesi’nin önünde bulunarak çıkarılmaya başlanan Partlar Anıtı’nın parçaları Viyana’ya 1904’te ulaştı. Viyana’ya taşınan, Celcius Kütüphanesi’nin cephesindeki dört esin perisi mermer kadın yontusunun sadece kopyaları bugün Efes’te sergilenebiliyor.

Almanların Bergama’dan götürdükleri eserleri Berlin’de Pergamon müzesinde sergilemeye başlamalarının ardından Avusturyalılar’da depolarda sakladıkları Efes eserlerini 11 Aralık 1978’te Viyana’da açtıkları Ephesus Museum’da sergilemeye başladılar.

Bronz heykel, Efes Müzesi Viyana

Çocuk ve kaz, Efes Müzesi, Viyana

Bu müzede Artemis tapınağı’ndan mimari parçalar, mermer yontular, Partlar anıtının boyu 45 metreyi bulan mermer kabartması, Sekizgen Anıt Mezar, Yuvarlak Anıt Mezar, tiyatronun parçaları olan kabartma ve yontuların yanı sıra lima bölgesinden de pek çok tarihi eser sergilenmektedir.

Partlar anıtı, Efes Müzesi Viyana

Müzede sergilenen Efes eserlerinin belki de en önemlisi, 45 metre uzunluğuyla Partlar Anıtı’dır. Özgün halinin toplum uzunluğunun 70 metre civarında olduğu sanılan bu anıt, Romalıların Partlara karşı kazandığı zaferin(MS 161-165) sonunda İmparator Lucius Verus’un şerefine MS 170 yılında yapılmıştır. Roma ordularının başkomutanı olarak Efes’te karargah kuran İmparator, kabartmalarda beş ayrı konuda betimlenmiştir:
  • Evlat edinme,
  • Romalılar ile Partların savaşları,
  • İmparatorun Roma Heyeti ile görüşmesi,
  • İmparatorun ölümünden sonra tanrılaşması,
  • Tanrılar arasında tahta oturuşu  

Partlar anıtında İmparatorun ilahlaştırılarak tanrısallaştırılması, Efes Müzesi Viyana 

Anıtın şekli tam olarak bilinmemekle birlikte Bergama Sunağı’na benzediği sanılmaktadır. Anıt, daha sonraları başka yapıların cephe süslemesi olarak birkaç kez kullanılmıştır. 

Partlar anıtında İmparator Lucius Verus ve Marcus Aurelius Kabulü, Efes Müzesi Viyana

II.4 Amerika’lılar Anadolu’da

Amerikalıların Anadolu eserlerine ilgisi, 1879’da Assos’ta(Behramkale) keşif yapmak için genç mimarlar J.T.Clarke ve F.H.Francis Bacon’ı  kazı yerine göndermeleri ile başlar.  Aynı yıl içinde Amerikan Arkeoloji Enstitüsü(AIA) kuruldu ve  Amerikalıların Anadolu’da bilinen ilk kazısı, AIA desteğiyle 1880’de Assos’da başladı.  Osmanlı coğrafyasındaki ikinci Amerikan kazısı Irak sınırları içerisindeki Nippur kazısıdır. Amerikalılar burada çivi yazılı kütüphaneye ulaşacaklarını sanıyorlardı. Kamil Paşa müzedeki fazla eserlerin satılabileceğini savunurken Osman Hamdi Bey karşı çıkıyordu. Nippur kazı başkanı Peters’in sözleri ilginçtir: ’İstanbul’da her şeyin rüşvet ilkesi üzerinden yürüdüğüne, parayla herşeyin elde edilebileceğine ve eski eserlere karşı gerçek bir ilginin değil, yalnızca yasa yoluyla yabancılardan para koparma fırsatına kavuşma arzusunun söz konusu olduğuna inanılıyordu.’   

Amerikalıların Mezopotamya’ya arkeolojik heyetler gönderme arzusu, Kutsal Kitap’taki olayları aydınlatabilecek antik metinlerin keşfine yönelik giderek artan bir ilgiden kaynaklanıyordu. Birleşik Devletler’de sanayileşme çağı, varlıklı bir iş adamları zümresi yaratmıştı. Bu kişilerin ilgi alanları, ticari uğraşlarının ötesine geçiyor; bu da, bilgiye ulaşmak için, akademisyenler ile işadamlarının ortak girişimlerde bulunması açısından ideal bir ortam oluşturuyordu.

Amerikalılar kazı izinleri konusunda yetkili olan Osman Hamdi Bey’in gönlünü hoş tutmaya çalışıyorlardı. Daha önce Fransızların yaptığı gibi, Osman Hamdi’yi onurlandırmanın ve bu yolla işbirliğinin sürdürmesini garanti altına almanın, projenin yüzde yüz çıkarına olacağı sonucuna varıyorlardı. Fransız eski eser yetkilileri, Osman Hamdi Bey’in gözüne girmek için onun resimlerini satın alarak ödüllendirmeyi seçmişlerdi.

Türbede kadınlar, Osman Hamdi Bey, 1890. Üç evliliğinden ikisi Fransız kadınlarla yapan Osman Hamdi Bey ikinci eşi Marie‘yi resimlerinde figür olarak kullandı. Resimde ayaktaki kadın evlenince adını Marie’den Naile’ye değiştiren ikinci eşi.

‘Fransa Mill Müzeler Müdürü, Osman Hamdi’nin Irak’taki bir Sümer öreninde çıkarılan önemli buluntuları Louvre Müzesi’ne devretmesinden duydukları minnetin bir ifadesi olarak, sanatçının Endüstri sarayı’nda sergilenen Türbede Kadınlar resmini 4.000 franka satın alınmasına onay vermişti. Türbede Kadınlar daha sonra Musee des Colonies’ye gönderilmiş ve hiçbir zaman sergilenmemiştir. H.Hughes ve Emily Neumeier, A.G.E., Sayfa 104)

Bu olaydan yaklaşık iki sene sonra Pennsylvania Üniversitesi Yönetim Kurulu, Osman Hamdi Bey’in bir başka resmini Fransızlardan daha yüksek bir fiyata satın almaya karar vermiştir:
‘Osman Hamdi’nin ‘Babil bölümüne hizmeti’ karşılığında ‘Cami kapısında’ yı 6.000 franka satın almaya karar veriyordu. Kurul, üniversitenin Osman Hamdi Bey’e onursal bilim doktorluğu ve müzenin saygın arkeolojik derneğine üyelik vermesini de karara bağlıyordu. Belli ki bu jestler epey etkili olmuştu. 1897’de müzenin İstanbul temsilcisi Hilbert Dekan Pepper’a mektup yazıyor ve Osman Hamdi’nin kendisine Osmanlı Müzesindeki değerli çivi yazısı tabletlerden seçme bir koleksiyonu sunacağını bildiriyordu. Osman Hamdi’nin Cami Kapısında’sı, yalnızca yaratıcısının gönlünü hoş tutmanın bir aracı olarak satın alınmıştı. Müze koleksiyonuna girdikten kısa bir süre sonra unutuldu. Çerçevesinden çıkarıldı ve rulo halinde depoya kaldırıldı.  H.Hughes ve Emily Neumeier, A.G.E., Sayfa 104’

Cami Kapısında, Osman Hamdi

Pennsylvania Üniversitesi öğretim üyeleri, Nippur’daki arkeolojik kazılar için izin alabilmek amacıyla, Asar-ı Atika Nizamnamesi’ni(Eski Eserler Yönetmeliği’ hazırlayan Müze-i Hümayun müdürü Osman Hamdi Bey’le yakın bir ilişki kurmuşlar ve onun izniyle kazı buluntularını Philadelphia’ya götürebilmişlerdi.

AIA’nın İstanbul temsilcisi John Henry Haynes, AIA Başkanı C.E.Norton’a yazdığı 4 Eylül 1885 tarihli mektupta ‘Hamdi bey gibi doğulular ilgiden her zaman hoşlanırlar. Bu insanlara ilgi gösterilirse karşılığını cömertce verirler.’   Gerek Assos kazı heyeti başkanı gerekse Nippur kazı heyeti başkanı başlangıçta Osman Hamdi Bey’e karşı saygısız davranmışlar, müzeden tarihi eser satın almayı teklif etmişler, Osman Hamdi Bey’in de hazırlanmasında etkili olduğu Asar-ı Atika Nizamnamesini eleştirmişlerdi. Osman Hamdi bu davranışlar karşısında oldukça ters bir tutum takınmış ve Amerikan kazı heyetlerine karşı olduğunu açık açık belirtmişti. Onu en çık kızdıran talep ise Assos’da sahile taşıdıkları eserleri yurt dışına çıkarmak için kendisinden izin talep etmeleri olmuştu. Hem öncesinde hiçe sayıp saygısızlık etmişler ardından da eser çıkarımı için izin talep etmişlerdi. Osman Hamdi şiddetle karşı çıkıp bunun bedelini ödeteceğini söylemişti. Ama yaklaşık bir buçuk ay sonra Haynes, 22 Ekim 1885’te, Osman Hamdi’nin evini ziyaret eden Prof.Millingen ile birlikte ziyaret ettiği günün akşamı, AIA Başkanı Norton’a gönderdiği mektupta gönlü alınan Osman Hamdi Bey’in Assos kazılarından çıkan eserlerin Amerika’ya gönderilmesi konusunda izin verdiğini müjdeler.
‘Biz Amerikalılar olarak Türkiye’de herhangi bir arkeolojik çalışma yapacaksak, Osman Hamdi Bey’in rızasını almak zorundayız. Güzel görüşmenin sonunda yanından ayrılırken, Hamdi bey kendiliğinde ‘Şu Assos’ta duran şeyleri ne zaman alacaksınız?’ diye sordu. Sorusunu ‘Ekselansları ne zaman izin veririlerse’ diye yanıtladık. Osman Hamdi Bey’in cevabı ‘Verdim bile’ oldu. John Henry Haynes’ten Charles Eliot Norton’a Mektup, 22 Ekim 1885, Osman Hamdi Bey ve Amerikalılar, Pera Müzesi Yayınları s.300.’


III. MÜZE-İ HÜMAYUN MÜDÜRÜ OSMAN HAMDİ BEY

Bir bürokrat olarak yetişip sadrazamlığa kadar yükselmiş ve Osmanlı İmparatorluğu'nun yurtdışına öğrenim görmesi için yolladığı ilk dört öğrenciden biri olan İbrahim Edhem Paşa'nın oğlu olan Osman Hamdi Bey; Osmanlı kültür, sanat ve bilim hayatında son derece önemli bir rol oynar. İbrahim Ethem Paşa’nın beş oğlundan üçü sanat ve arkeoloji alanına yöneldi. Mimar Sedat Hakkı Eldem, müzisyen Ekrem Reşit ve Cemil Reşit kardeşler bu ailenin fertleridir.

Osman Hamdi Bey (1842-1910)

30 Aralık 1842'de İstanbul'da doğan Osman Hamdi Bey, 1857 yılında hukuk eğitimi almak üzere Paris'e gider. Fakat güzel sanatlara duyduğu ilgi onu Hukuk eğitimiyle birlikte dönemin ünlü ressamlarından dersler alarak resim çalışmalarına yöneltir. Ayrıca eğitimi sırasında arkeoloji derslerine de katılır. Osman Hamdi Bey, 1867 Paris Dünya Sergisi’nde bugün nerede oldukları bilinmeyen “Çingenelerin Molası”, “Pusuda Zeybek “ve “Zeybeğin Ölümü” adlı üç yapıtı sergilenir. Paris’te tanışıp evlendiği Marie ile evlilikleri on yıl sürer. Bu evlilikten Fatma ve Hayriye adlı iki kızları olur.

1869 sonrasında İstanbul'a dönmesini izleyen yıllarda çeşitli devlet görevlerinde bulunur. Osman Hamdi Bey’in ilk görev yeri  Mithat Paşa’nın vali olduğu Bağdat’tır. Burada kaldığı sürede bu şehrin çeşitli görünümlerini yansıtan tablolar yapar. Bağdat tarihi ve arkeolojisi ile ilgilenir. O sırada vali Mithat Paşa’nın yardımcısı olan, geleceğin ünlü romancısı Ahmet Mithat Efendi ile de tanışıp dost olur.


İstanbul’a döndüğünde Saray Protokol Müdür Yardımcısı olan Osman Hamdi, 1873 yılında Viyana’da düzenlenen uluslararası bir sergiye komiser olarak katılır. Burada tanıştığı bir başka Fransız hanımla ikinci evliliğini yapar. Naile Hanım adını alan ikinci eşinden Melek, Leyla, Ethem, Nazlı adlı çocukları dünyaya gelir. 1875 yılından itibaren bir yıl süreyle Kadıköy’ün ilk belediye başkanlığını yapar.

Bugün İstanbul Arkeoloji Müzeleri'ni oluşturan Müze-i Hümayun'un müdürü Alman Dr. Philip Anton Dethiér' in ölümünden sonra, 4 Eylül 1881 yılında II.Abdülhamid tarafından müzeye müdür olarak atanır ve Türk müzeciliğinde yeni bir dönem başlatır. Osman Hamdi Bey'in 1910 yılına kadar devam eden 29 yıllık müdürlüğü zamanında müze, dünyanın sayılı müzeleri arasında girerek arkeoloji bilimi için pek çok önemli keşfe imza atar.

Osman Hamdi Bey'in müzenin yeni müdürü olarak atanmasındaki en önemli etkenlerden biri dönemin ilk özel gazetelerinden Ceride-i Havadis ve Ruzaname-i Ceride-i Havadis'te yazdığı, eski eserlerin değeri ve korunması hakkındaki yazılardır. Eski eserlerimizin yabancılar tarafından götürülmesini eleştiren bu yazılar dikkatleri Osman Hamdi Bey'in üzerine çeker.

Müze müdürü olduktan sonra Osman Hamdi Bey'in ilk icraatlarından biri yabancıların yaptıkları kazılarda ortaya çıkan eserlerin yurt dışına kaçırılmasının önüne geçen bir nizamname hazırlamak olmuştur. Daha önce Dr. Dethiér tarafından 1874 yılında hazırlanan "Asar-ı Atika Nizamnamesi" Osmanlı topraklarından çıkan eserlerin yurt dışına çıkarılmasını engelleyen hükümler içermemektedir. Osman Hamdi Bey tarafından kaleme alınan "1883 Asar-ı Atika Nizamnamesi" bu sorunun önüne geçer. Eserlerin yurtdışına çıkarılışı kanunen yasaklanır ama malesef çıkışlar için her seferinde bir formül bulunur.

Sayda kazılarından çıkarılan İskender Lahidi (İskender’in komutanlarından birine ait)

Sayda kazılarında bulunan Ağlayan Kadınlar lahdi. Arkeoloji binası bu lahitten esinlenilerek tasarlanmıştır.

Ülkede yapılan arkeolojik çalışmaları tek elden kontrol eden disiplinleri oluşturur ve ilk Türk kazılarını başlatır. 1883-95 yılları arasında Bergama, Nemrut Dağı, Sayda, Lagina Hekate Tapınağı ve Sayda Kral Nekropolü'nde gerçekleştirdiği kazılar ile koleksiyonu çarpıcı bir hızla geliştirir.

Sanayi-i Nefise Binası (Şimdi Eski Şark Eserleri Müzesi)

Osman Hamdi Bey müzecilik ve arkeoloji ile yoğun olarak ilgilendiği müdürlüğü sırasında resim çalışmalarını da ihmal etmez. 1 Ocak 1882’de Sultan II.Abdülhamid’in atamasıyla Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk güzel sanatlar fakültesi olan Sanayi-i Nefise'yi açarak orada da müdürlük yapar. 

Vallaury tarafından tasarlanan İstanbul Arkeoloji Müzesi

Osman Hamdi Bey, kazılar neticesinde artan eserleri sergileyebilmek için yeni bir bina arayışına girer. Aya İrini’den sonra Çinili Köşk’e taşınan eserlere yetersiz gelince, devrin yöneticilerini ikna ederek 1891 yılında bugünkü İstanbul Arkeoloji Müzesi binasını inşa ettirir. Mimarı Alexander Vallaury olan binanın ön fasatı Sayda’da çıkarılan Ağlayan Kadınlar lahdinden esinlenilerek tasarlanmıştır. Dünyada müze binası olarak inşa edilen ilk binadır.

Aynı zamanda iyi bir ressam olan Osman Hamdi Bey, figürlü kompozisyonlar ve portreler üzerinde çalışarak Türk resminde ilk kez figür kullanan ressamdır. Resimlerinde mimari detaylar ve dekorasyon oldukça yoğun olarak yer alır. Tablolarında baş karakter olarak sık sık kendine de yer verir, çeşitli kıyafet ve pozlar ile çektirdiği fotoğraflarını çizimlerinde kullanır. Resimlerini günümüzde yerli ve yabancı birçok müze koleksiyonunda görmek mümkündür.

Osman Hamdi’nin yazlık olarak kullandığı ve resimlerini yaptığı Eskihisar’daki şimdi müze olan köşkü

Türk müzecilik ve resim tarihinde pek çok önemli iz bırakmış olan Osman Hamdi Bey, 24 Şubat 1910 yılında Kuruçeşme'deki yalısında hayata gözlerini kapamasının ardından kendi vasiyeti üzerine Eskihisar'daki evinin bahçesine gömülür. Bir devlet töreni ile defnedilen Osman Hamdi Bey'in mezarının iki ucuna isimsiz Selçuklu mezar taşı dikilerek, kitabesi ayrı bir taşa işlenmiştir. Planlarını kendisinin çizdirmiş olduğu İzmit, Eskihisar' daki evi 1987 yılında müze olarak düzenlenerek ziyarete açılmıştır.

IV. BERLİN PERGAMON MÜZESİ


Adını Bergama antik kentinden alan Pergamon Müzesi, ilk olarak 1830’da açılmış, sonradan getirilen eserler sığmayınca da 1930’da genişletilmiştir. Pergamon Müzesi, Berlin’de Müze Adası diye adlandırılan yerde bulunmaktadır. Bu müze Pergamon Zeus sunağı yanında, Millet Pazar kapısını, Sümer, Asur, ve Pers medeniyetlerinden de bir çok değerli eseri bünyesinde bulundurmaktadır. Bu eserler getirilen orijinal büyüklük ve şekilleriyle aslına uygun olarak burada yeniden kurulmuşlardır. 

Pergamon Müzesi Berlin

Zeus Altarı – Pergamon Müzesi Berlin

Athena Tapınağının girişi, Pergamon Müzesi Berlin

 Pergamon Kütüphanesinden Bakire Athena heykeli MÖ 15-200, Pergamon Müzesi Berlin

Athena tapınağı Pergamon Müzesi Berlin

II.Eumenes(MÖ 197-159) dönemine ait Athena Tapınağı Propylon Girişi -  Berlin Pergamon Müzesi

Pergamon Altar MÖ 2. yüzyıl Pergamon Müzesi Berlin

Altar’ın dış cephe freskleri antik Helen dünyasının Olympos tanrıları ile devler arasındaki savaşı, iç alandaki freskler Pergamon’un kuruluş efsanesi olan Telefos efsanesini anlatır.  

Solda Zeus’un kızı Barış Tanrıçası Athena ve Zafer Tanrıçası Nike, Dev Alkyoneus ile savaşırken, sağda Yeryüzünü simgelene Tanrıça Gaiga yerden kalkmaya çalışıyor.

 Solda Dev Clytius ile ay ve gece ile ilişkilendirilmiş bakire tanrıça Hecate dövüşüyor. Sağda Avcılık ve ay tanrıçası Artemis ile Dev Otus mücadele ediyor.


Soldan sağa doğru iyi huylu tanrı Nereus, eşi Doris, bir dev ve Okyanusları temsil eden Dev(Titan) Ocenaus. Nereus Doris’in kocasıdır.

Solda Ana Tanrıça Rhea/Cybele bir aslana binmiş, sağda öç alıcı yazgı tanrıçası Andrasteia

Aydın ili Söke ilçesi Balat köyünde yapılan kazılarda bulunan Millet kentine ait eserler Sultan II.Abdülhamid’in emriyle Almanlara hediye edilmiştir. Bu kazılar sırasında bulunan MS 2. Yüzyıla ait anıtsal Millet Güney Agora’nın kapısı bugün Berlin Pergamon müzesinde sergilenmektedir.

Tiyatro terasının kuzey ucuna MÖ 3. yüzyılda Antik Yunan’da şarap ve eğlence tanrısı  Dionysos için yapılan Tapınak Roma İmparatoru Carcalla (MS 211-217) tarafından yeniden elden geçirilmiştir. İlk yapılışında andezit taşından olan tapınak Roma döneminde bütünüyle mermerle kaplanmıştır. Günümüze sunağı ile birlikte çok iyi korunarak gelebilen Dionysos Tapınağı kentin diğer tarihi eserleri gibi Berlin’deki müzede sergilenmekte.

Babylon’un ünlü Ishtar kapısı. MÖ. 575’de Kral II.Nebuchadnezzar tarafından yaptırılmıştı. Pergamon Müzesi Berlin


V. PERGAMON KRALLIĞI

Pergamon Krallığı MÖ 3. yüzyılda Büyük İskender’in ölümünden sonra, onun Yunanistan’dan Hindistan’a kadar uzanan büyük mirasının, generalleri arasında paylaşılma savaşları sonunda kurulmuş ve bundan sonraki 150 yıl boyunca Helenistik kültürün en önemli merkezlerinden biri olmuştur. İlk görkemli yapılar, kral unvanını ilk defa kullanmaya başlayan I.Attalos zamanında yapılmış ve krallığın sınırları Marmara denizi kıyılarına kadar ulaşmıştır. Pergamon’un en parlak devri ise I.Attalos’un oğlu II.Eumenos (MÖ 197-159) dönemidir. Roma yanlısı, akıllı devlet politikalarıyla Pergamon Krallığını Helenistik dönemin en güçlü devletlerinden biri haline getiren Eumenes, Akropolis’deki en güzel yapıların inşasına da önayak olmuştur. Kentte 200 bin rulo yazma yapıtın bulunduğu bir kütüphane vardı. Krallık MÖ 133’de doğrudan Roma İmparatorluğu’na, MÖ 129’da Roma İmparatorluğu’nun Asya eyaletine bağlandı. Pergamon kütüphanesindeki bütün eserler Romalı General Antonius tarafından MÖ 41’de Kleopatra’ya armağan edilmek üzere Mısır’a kaçırıldı. Ama dünyanın en büyük kütüphanesine dönüşen İskenderiye limanındaki bu bina içindekiler ile birlikte Romalı Julius Caesar tarafından yakıldı. MÖ II. yüzyılda Mısırlılar Papirus satışını durdurunca, Pergamonlılar keçi derisinden yazı malzemesi üretmeye başladılar. Parşömen ‘keçi derisinden’ anlamında Yunanca Pergamene ve Latince Pergamena sözcüklerinden türemiştir. Roma döneminde de önemini koruyan kent, Hiristiyanlıktan sonra bir piskoposluk merkezi olmuştur.

V.1. Tarihçesi
Bergama "Adın aslı Luwi dilinde Parga(u)ma ögelerinden üretilmiş, Yüksek Yerin Halkı" (nın kenti) anlamında Pargama'dır. Pergamon’a ilk yerleşimler hakkında bilgi mevcut değildir. Mitolojiye göre Pergamon adı Troy(Trojan) savaşlarına kadar geriye gidiyor. Troy’un yakılıp yıkılmasının ardından Hector’un eşi Andromache, Akhalılar(Achaens) tarafından tutsak edildi ve Achilles’in oğlu Neptolemus ile evlendirildi. Çiftin üç çocuğu oldu. Bu çocuklardan Pergamos, Pergamon’u kurdu. Şehrin ismi ilkçağda Pergamon’a sonradan da Bergama’ya dönüştü.Yüksek yer, kale anlamında.  

Antik Çağda Pergamon adı ile anılan Bergama, Helenistik dönemin en önemli kültür ve sanat merkezlerinden biridir. Helenistik Pergamon Krallığının başkenti olan şehir Roma egemenliği döneminde Asya eyaletinin merkeziydi.

MÖ 560 yılında bölge Lidya Kralı Kroisos’un kontrolü altındaydı. Birkaç yıl sonra Pers Kralı Kyros, Kroisos’u yenerek tüm Anadolu’yu ele geçirdiler. Persler Anadolu’yu dört satraplığa bölmüşlerdi: Ionia, Hellespont, Cilicia ve Lydia. Bölünmeye göre Pergamon, Lydian satraplığına bağlı Mysia eyaletine bağlıydı. Pers hakimiyeti döneminde Pergamonlular diğer kentler gibi kendi iç işlerinde tamamen özgür ve mutlu bir yaşam sürüyorlardı. Sadece ödedikleri vergiler ağırdı ve Persler’den talep geldiğinde asker temin etmek zorundaydılar.  


Balkanlardan Hindistan’a kadar uzanan Pers Krallığı

MÖ 362’de Anadolu kentlerinin bazıları Pers Kralı Artaxerxes’e karşı isyan başlattılar. Kendilerine lider olarak da Atina Kralı ile yakınlığı olan Mysia satrapı Orontes’i seçtiler. Orontes karargahını Pergamon’da kurdu önce Perslere karşı pek çok zafer kazandıysa da sonradan yenildi. 

MÖ.334'te Çanakkale üzerinden Anadolu’ya giren Makedonya kralı Büyük İskender Pers Kralı III.Darius’u Granikos ırmağı(Biga çayı) kenarında yendi ve böylece Batı Anadolu kontrolü altına girdi. Büyük İskender, Pergamon'un yönetimini savaşta ölen Pers komutanlarından Memnon'un dul eşi Barsini'ye verdi. Bu karar halkta İskender ile Barsini arasında bir ilişki olduğuna dair söylentilere neden oldu. Nitekim MÖ 310’da Pergamon’u yönetecek Heracles bu ilişkiden doğdu.

Büyük İskerder’in İmparatorluğu

Büyük İskender MÖ 323’de ölünce imparatorluğu komutanları arasında paylaşıldı. General Lysimachus Güney ve Batı Anadolu’yu aldı.
    
V.1.1. Pergamon Kralı Philetairos (MÖ 343-263)

Philetairos, MÖ 2. ve 3. yüzyıllarda Anadolu'da Toros Dağları'ndan Marmara Denizi'ne kadar uzanan bir alanda egemen olan Pergamon Krallığı'nın ve bu Krallığı yöneten Attalos Hanedanı'nın kurucusudur. 

Kral Philetairos

Büyük İskender MÖ 323'de öldüğünde Philetairos yirmi yaşındadır ve İmpatarorluk topraklarını paylaşma kavgasına düşen komutanlarında Lysimakhos Trakya’da, Antigonos Frigya’da, Seleukos Suriye’de hükümrandır. Philetairos, önce Antigonos’a hizmet eder, o savaşta öldürülünce Lysimakhos’un emri altına girer. Kısa zamanda güvenilir bir kişi olur. Lysamakhos 9.000 talent'lik, yaklaşık 2.700.000 Cumhuriyet altını değerindeki hazinesini, Pergamon kalesinde koruması için Philetairos’a teslim eder. 


İskender sonrası Lysimachos payına düşen Pergamon ve Anadolu’daki diğer krallıklar

Philetairos, Lysimachos'a MÖ 282 yılına kadar hizmet eder. Lysimachos'un üçüncü karısı Arsione ile anlaşmazlığa düşünce Suriye Kralı Seleukos'un tarafına geçer. Bir yıl sonra Seleukos Lysimachos'u Manisa yakınlarındaki Korypedion'da yenip öldürür. Birkaç ay sonra da Arsione, Trakya'da Seleukos'a tuzak kurdurur ve öldürtür.

Philetairos bu durumdan yaralanır. Seleukoslarla iyi geçinir ve Pergamon yarı otonom bir kent devleti olur. Kyzikos (Erdek), Pitane (Çandarlı), Kyme (Aliağa) gibi komşu kentlerle dayanışma içine girer. Anadolu'yu haraca kesen Galatlarla savaşır. Çevresini yavaş yavaş genişletirken Pergamon Akropolü’nü kalın ve yüksek surlarla çevirir, silah ve mühimmat depolar, paralı askerlerden güçlü bir ordu kurar.

Pergamon'a Athena kültünü getirir. Spor merkezi, Pergamon’un yakınlarında Yunt Dağları’na Anadolu’nun Ana Tanrıçası Magna Mater(Kybele) adına bir tapınak kurar. Annesi Boa onuruna, Pergamon tepesinin eteklerinde, bereket ve hasat tanrıçası Demeter’in tapınağını yaptırır.

Philetairos hiç evlenmemiştir ve çocuğu yoktur. Bu nedenle kardeşi Eumenes'in aynı adlı oğlu I.Eumenes'i evlat edinir ve onu varis yapar. Geride temelleri atılmış bir krallık bırakarak MÖ 263'de ölür.

V.1.2. Pergamon Kralı I.Eumenes(MÖ 263-241)

Pergamon Krallığı'nın ikinci yöneticisi, Attalos Hanedanı'nın kurucusu Philetairos'un varisi ve yeğenidir. Babası, kurucu Philetairos'un kardeşi Eumenes, annesi Satyra'dır. Pergamon bir krallık olacak kadar geniş alana yayılmadığından kral olarak değil bey olarak adlandırılır. Hüküm sürdüğü dönemde, küçük bir kent devletçiği olan Pergamon'un çevresine tutunmasına, komşu kentlerle dostluğun gelişmesine çalışmıştır.

V.1.3. Pergamon Kralı Attalos Soter (MÖ 241-197)

Pergamon Krallarından Attalos Hanedanı'nin üçüncü üyesi olarak MÖ 241-MÖ 197 yılları arasında hüküm sürdü. Attalos Hanedanı'ni kuran Filetairos'un küçük kardeşi Attalos'un torunudur. Babasının adı da Attalos'dur. Annesi Selevkos İmparatorluğu kızı Antakyalı prenses Antiochis'tır. Kyzikoslu Apollonis ile evlenmiş ve Eumenes, Attalos, Filetairos, Atheneaos (annesinin babasının ismi) dört oğlu olmuştur.
Pergamon Acropolis’den Kral I.Attalus(MÖ 269–197) büstü. Pergamon Museum, Berlin

Orta Anadolu'ya yerleşen ve tüm Anadolu'yu haraca kesen Galatlar'a karşı savaşmış ve büyük bir zafer kazanmıştır. Bu nedenle kendine "söter", "kurtarıcı" unvanı verilmiştir. Küçük bir kent devletçiği olan Pergamon'un sınırlarını genişletmiş ve "Kral" (basileos) unvanını almıştır.

V.1.4. Pergamon Kralı II.Eumenes (MÖ 197-159)

Pergamon Kralı I. Attalos ile Kraliçe Apollonis'in oğludur. Kapadokya Kralı IV. Ariarathes'in kızı prensesi Stratonike ile evlendi. Antakya merkezli Selevkos İmparatorluğu'nun Anadolu'daki genişlemesini müttefiki olduğu Romalıların desteği ile durdurdu. MÖ 190'da, bugünkü Manisa yakınlarındaki Magnesia ad Spyllium'daki Magnesia Savaşı'nda Selevkos İmparatoru III. Antiokus Magus'un ordusuna karşı Romalı müttefikleri ordusu komutanı Konsül Lucius Cornelius Scipio ve (Afrikali Scipio adı verilen) kardeşi Publius Cornelius Scipio komutasındaki Roma Cumhuriyeti ordusu ve müttefiki olan Bergama kralı II. Eumenes ile birlikte Romalılar çok üstün bir galibiyet kazandılar. MÖ 188'de, Afyon, Dinar yakınlarındaki Apamea'da yapılan barış antlaşmasıyla Batı Anadolu'daki egemenliğini pekiştirdi. Ama o zamana kadar büyük kısmı Selevkoslar tarafından idare edilmekte olan Anadolu'nun içişleri de tümüyle efektif olarak Romalı idaresi eline geçti.

Daha sonraki yıllarda kuzeyde Makedonyalılarla uğraştı. MÖ 172'de Roma'ya yaptığı bir görüşme gezisinden dönüşte Makedonya kralı Perseus'un Delfi yakınlarında kurduğu bir tuzak sonucunda ağır yaralandı ancak iyileşti. Fakat sonradan Romalılar II. Eumenes'in Makedonya Kralı Perseus ile gizli ilişkiler kurduğundan şüphelenmişlerdir. Bunun için Romalılar MÖ 167'de kardeşi II. Attalos'u Pregamon Krallığı tahtına geçirmek için girişime geçmişlerdir ama bunu sağlayamışlardır. II. Eumenes kendinin Roma'ya ihanette bulunmadığını Romalı idarecilere şahsen bildirmek için Roma'ya gelme izni istemiştir ama bu izin verilmemiştir.

II. Eumenes MÖ 160'da ciddi olarak hastalandı. Devlet işlerini idare etmek için kardeşi II.Attalos'u kendine ortak kral tayin etti. MÖ 159'da Bergama'da öldü. Varisi olan oğlu Attolos küçük yaşta idi. Romalıların teşviki ile kardeşi II.Attolos olarak Pergamon Krallığı tahtına çıktı ve II.Eumenes'in dul karısı Stratonike ile evlendi.

Yöneticilik yaptığı süreçte, zamanla 200.000 kitaplık bir birikime sahip olacak Pergamon Kütüphanesini büyüttü. Kuzu ve keçi derilerinden yapılan ve bugün parşömen olarak bilenen Pergamene Karte'nin geliştirilmesinin ve kullanılmasını yaygınlaştırdı. Pergamon'u bir kültür merkezi yaptı.

V.1.5. Pergamon Kralı II.Attalos (MÖ 220-138)

Pergamon kralı olarak M.Ö. 160–138 yılları arasında hüküm sürdü. Pergamon Krallarından olan, Attalos Hanedanının beşinci üyesi Κral I.Attalos ile Kraliçe Apollonis'in oğlu, II.Eumenes'in kardeşidir. Ağabeyi II. Eumenes'e olan bağlılığından ve sevgisinden dolayı "Kardeşini seven" olarak anılır. Kardeşi II.Eumenes ölünce vasisi III. Attalos küçük olduğundan, ağabeyinin karısı kraliçe Stratonike ile evlenerek kral oldu.

Krallığı sırasında Selevkos, Makedonya ve Bitinya krallıklarıyla savaştı. Bir yandan ülkesinin sınırlarını genişletirken bir yandan da ülkeyi büyüttü. Bu süreçte Romalılar ve Kappadokia Krallığıyla birlikte davrandı. Filedelfia (Alaşehir -Manisa-) ve Attalia (Antalya) kentlerini kurdu

II. Attalos'un Antalya şehir merkezinde yer alan heykeli.

Atina’daki ünlü ve görkemli Attalos Stoa’sı, iki katlı galeri, II.Attalos ve eşi Stratonike tarafından inşa edilmiş önemli yapılardan biridir. Modern zamanlarda, 1950’lerde ünlü Rockefeller ailesi tarafından restore ettirilen bu yapı, günümüz Atina’sında ayakta duran en önemli antik yapılardan biridir.

Attalos Stoa, Atina

Özgün yapıda, galerinin orta kısmının önünde, II.Attalos’u bir Quadriga, dört atlı araba üzerinde gösteren bronz bir heykel vardı. Eşi Stratonike’nin de stoa’da bir heykeli olduğu sanılıyor.

V.1.6. Pergamon Kralı III.Attalos (MÖ 170-133)

Pergamon Krallığının son Kralı, Attalos Hanedanının altıncı üyesi MÖ. 138 - MÖ. 133 yılları arasında hüküm sürdü. Κral IΙ.Eumenes ile Kraliçe Stratonike'in oğludur. Annesine olan bağlılığından ve sevgisinden dolayı "Annesini seven" olarak anılır. Amcası II.Attalos ölünce kral oldu.

Diğer Pergamon Kralları’ndan farklı olarak, kuşkucu ve zalim davranışları nedeniyle hem kendi halkı hem de komşu halklar tarafında nefret edilmesine yol açıldı. Adı kötü ve dengesize çıktığından III.Attalos'a ilişkin fantastik söylentiler, anlatılar yayılmıştı. Yazılanlara göre kraliyet bahçelerine tıbbi bitkiler ekip yetiştirip, bunların meyvelerini ve meyve sularını incelemeyi kendine iş edinmişti. Zamanla bu çabayı öyle ilerletmiştir ki, çeşitli zehirli bitkiler üzerine uzman olmuştu. Zamanla ilgisini tarımla uğraşmaktan farklı alanlarla kaydırdı, pirinç ve metale çekiçle şekiller vermekle, balmumuyla modeller yapmakla vakit geçirdi. Zaten, Justınus’a göre “annesi için bir anıt yaparken güneş çarpması sonucu hastalanıp yedinci gün ölmüştür.”

M.Ö. 133 yılında öldüğünde bir vasisi olmadığından geriye, Pergamon Krallığını Romaya bırakan bir vasiyet bırakmıştır. Strabon'un, “Kraliyet ailesine mensup saygın bir kişi” olarak tanıttığı, kendini II.Eumenes'in oğlu olduğunu söyleyen Aristonikos bu kararı tanımamış ve kendisi Pergamon Kralı III.Eumenes adını alarak Romalılara isyan etmiştir. Ancak MÖ 129’da Romalılar tarafından yakalanıp idam edilmiştir.

V.1.7. Roma ve Osmanlı Dönemi

Başta Roma Asya Eyaleti'ne bağlı bulunan Pergamon, İmparator Diocletianus dönemindeki düzenlemeyle Yeni Asya Eyaleti'ne dahil edildi. Roma imparatorluğunun ikiye ayrılması, çöküş döneminin başlangıcı oldu. Hristiyanlığın yaygınlaştığı yıllarda Batı Anadolu'daki 7 kiliseden biriydi. Bizanslılar zamanında kent, Ephesos Başpiskoposluğu'na bağlandı. 7.yüzyılda, yörede kalabalık bir Ermeni-Yahudi göçmen kolonisi bulunuyordu. Kent, 716'da Arap akınlarıyla karşı karşıya kaldı. Araplar, Akropolis'i ele geçirerek, bir yıl kadar burada kaldılar ve 717'de Pergamon'dan ayrılarak kuzeye ilerlediler. 1306'da Karesi Beyliği'nin yönetimine giren Pergamon, 1341'de Osmanlı topraklarına katıldı.

V.2. Parşömen’in hikayesi

Parşömen, üzerine yazı yazmak veya resim yapmak için kullanılan özel hazırlanmış hayvan derisidir. Parşömen ismi Pergamon'dan gelmektedir ve Pergamon Kağıdı anlamında Latince Charta Pergamena'dan türemiş ve bütün dillere de buradan geçmiştir.

İnce parşömen üzerine yazılmış 1863 tarihli İngilizce senet.

Bir efsaneye göre Mısır Kralı, Bergama Kütüphanesi'nin İskenderiye Kütüphanesininden daha fazla kitaba sahip olmaması için Anadolu'ya papirüs ihracını yasaklamış. Kâğıtsız kalan Pergamon'un Kralı II.Eumenes yeni bir kâğıt icat edecek olana büyük ödüller vaat etmiş. O zamanki Kütüphane Müdürü Krates oğlak derilerini işleyerek yazılabilecek hale getirmiş ve krala sunmuş. Parşömen MÖ II.yüzyıldan başlayarak Pergamon’dan bütün dünyaya yayılmıştır. IV. yüzyıla kadar papirüs ve parşömen birlikte kullanılmış, daha sonra XII. yüzyıla kadar tek yazı medyası olarak kültürü sonraki yüzyıllara taşımıştır. Gerektiği gibi işlendiğinde her iki yüzüne de yazılabilmesi, neredeyse yırtılamaması, yanmaması, olağanüstü dayanıklılığı, hat ve tezhip sanatına uygunluğu, üstündeki yazıların okunmasının gözü yormaması, hayvanların yaşadığı her yerde üretiliyor olması gibi birçok avantajı mevcuttur.

Parşömen yapmak için deri kirece yatırılarak kıllarından arındırılır, fazla et ve yağları alındıktan sonra gerilir ve kurutulur. Yazım için hazırlamak üzere değişik malzemelerle zımparalanır. Son üründe derinin orijinal dokusu gayet açık görülebildiğinden hiçbir parşömen diğerinin aynı değildir. Kaliteli bir parşömen insanlığın kullandığı en mükemmel yazı malzemesidir. Bazen 40 yıl önce yazılmış bir kâğıt üzerindeki yazı zor okunurken, 1500 yıllık parşömenler sanki dün yazılmış duygusu uyandırmaktadır.


VI. PERGAMON KENTİ

Pergamon, günümüzde İzmir iline bağlı Bergama ilçesinin merkezinde kurulu antik kentin adıdır. Pergamon, eski çağlarda Misya bölgesinin önemli merkezlerinden biriydi. MÖ 282-133 arasında da Pergamon Krallığı'nın başkentiydi. Pergamon adı, bir söylence kahramanı olan Pergamos'tan gelir. Pergamos'un, Teuthrania kralını öldürdükten sonra kenti ele geçirdiği ve kendi adını verdiği sanılır. Başka bir söylenceye göre de Teuthrania Kralı Grynos savaşta Pergamos'tan yardım istemiş, zaferden sonra iki kent kurdurarak birine onun onuruna Pergamon, ötekine de Gryneion adını vermiştir.

Tepede İlkçağ kenti Pergamon’un iki yerleşkesi  Akropolis ve Aşağı (Lower) kent, Roma dönemi eserleri ve çağdaş Bergama ilçesi.

Acropolis

VI.1. Acropolis Yapıları

Yazılı belgelerde Pergamon'dan ilk kez MÖ 4. yüzyılın başlarında söz edilir. Kent daha sonra Pergamon Krallığı'nın başkenti oldu. Bu dönemde saray, tapınak, tiyatro gibi yapılarla yapıldı, kent kule ve surlarla çevrildi. Pergamon, krallığın Roma'ya bağlanmasından sonra da Batı Anadolu'nun sayılı kentlerinden biri olarak kaldı.

Eski kentin kalıntılarını, 1870'lerde Batı Anadolu'da demiryolu döşenmesinde çalışan Alman mühendis Carl Humann buldu. Pergamon'da ilk araştırma ve kazı çalışmalarına da 1878'de başlandı. Kazılar ve onarım çalışmaları günümüzde de sürmektedir. Pergamon, 2014'de UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak tescil edildi.

Pergamon kent modeli

Acropolis planı

Acropolis yapılarının günümüzdeki kalıntıları

VI.2. Athena Tapınağı

Kentin koruyucusu sayılan akıl ve savaş tanrıçası Athena adına yapılan Athena Tapınağı, Akropol'ün en önemli mekânıydı. Tiyatro’nun üzerindeki geniş terasın üzerinde bulunan bu tapınak, MÖ 4. yüzyılda Dor düzeninde yapılmıştı. Kısa kenarında 6 adet uzun kenarında 10 adet olmak üzere 16 adet Dorik sütundan oluşuyordu. Bugün sadece temelleri mevcuttur. Pergamon’un en eski tapınağıdır.


Kazılarda Athena Tapınağı’nın birçok parçası Berlin'e götürülerek aslına uygun biçimde orada yeniden kurulmuştur. Pergamon'da ise yalnızca temelleri kalmıştır. Athena Tapınağı’nın güneyindeki bir terasta Zeus Sunağı yer alıyordu.


Bölümlere ayrılmış cellası(kült odası) etrafı Dor tarzı sütunlarla çevriliydi. Tapınak, Zeus ve Kent tanrıçası Athena'ya adanmıştı. Sütunlu galeriler II.Eumenes döneminde kralın Galatlar, ve Makedonyalılara karşı kazanılan başarıların anısına yapılmıştır. İki katlı galerilerin, üst katlan İon, alt katları Dor düzenindedir. Arka duvarlarda heykel konulması için nişler vardı. Üst katlardaki mermer korkuluk yüzeylerinde, kabartma olarak düşman Galatların silahları betimlenmiştir. Yapıyı; Kral Eumenes'in Athena'ya adadığı sanılmaktadır.

VI.3. Zeus Sunağı

Zamanının muhteşem Zeus Altar’ının bulunduğu terasta bugün sizi üç çam ağacı bekliyor. Altar’ın kendisi bu topraklardan koparılarak gitmiş ama ruhu buralarda kalmış.  Bergama kentine hakim olan bu ağaçlar, rüzgarın her esişinde, bu toprakların bağrından parça parça kesilerek sürgüne götürülmüş sunağa, tanrılara ve vatanları Bergama’nın çalınmış kültür ve tarihine sessiz sessiz, ağlar gibidirler…


Zeus Altar’ının bulunduğu alan Athena Tapınağı’nın güneyinde bir alt terasta yer alıyordu. Alter’ın yapısı etrafı sütunlarla çevrili 70x77 metrelik bir dikdörtgen formundaydı. Bergama kralı II.Eumenos (MÖ 197-159) döneminde prestij ve tapınma amaçlı mermerden inşa edilen bu muhteşem sunak, sanat değeri emsalsiz heykel duvar kaplamalarıyla antik çağdan kalan anıtsal mimari yapılar arasında çok önemli bir yere sahiptir. Bu sunak aslında bir zafer anıtıdır. Pergamon krallarının Galatlara karşı MÖ 165-156 yılları arasında kazandıkları zaferleri ölümsüzleştirmek için yapılmış ve Baş tanrı Zeus ile onun savaş ve akıl tanrıçası sevgili kızı Athena’ya adanmıştır.

MÖ 4. yüzyılda Fransa üzerinden Balkanlara göç eden barbar Galatlar(Keltler), MÖ 277’de Anadolu’ya saldırdı. Bütün Batı Anadolu kentlerine korkulu günler yaşattıktan sonra, Ankara yöresinde kendi adlarını verdikleri Galatya’ya yerleşti. Galatlar kent yaşamını pek sevmeyen, gaddar ama alçak gönüllü göçebe bir kavimdi. Yüncülük, çadır dokumacılığı ve içki yapımıyla ünlüydüler. Özellikle et kurutma işinde rakipsizdiler. Yaptıkları kendilerine özgü çok lezzetli ekmek türüne Galat Ekmeği adı verilmişti.

Zeus Sunağı’nı çevreleyen harikulade kabartmalarda tanrılarla devlerin savaşları konu edilmiştir. Bu kabartmalar sanki Yunan mitolojisindeki devlerin ve tanrıların bir resmigeçididir. Bu kabartmalarda yıldırımlar yağdıran baş tanrı Zeus’un yanında, hayvan ve avcıların tanrısı Artemis’i, denizler tanrısı Poseidon’u, hatta devlerle çarpışmayı göze alan güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit’i bile görebilirsiniz.

Zeus Altarı – Pergamon Müzesi Berlin

120 m uzunluğunda 1.20 m yüksekliğinde bu kabartmalarda tanrılar ve devler, mitolojideki bütün özellikleri taşımaktadır. Sakallı, yılan bacaklı ya da kanatlı ellerinde taş ve sopalar bulunan son derece vahşi ve saldırgan devlerle, okları, yayları, baltaları, aslan, kartal ve köpekleri ile Tanrılar, kıyasıya savaşmaktadırlar. Kazanan tanrılar Pergamonları, kaybeden devler ise düşman Galatları simgelemektedir. Merdiven önü ve yanlarındaki frizler 2.30 metre yüksekliğindedir. Helenistik heykelin en tipik özellikleri olan, kıvrılıp bükülen vücutları, acı hüzün ve keder gibi duyguları ifade eden tutkulu yüz ifadeleriyle başta Zeus olmak üzere hemen hemen bütün Yunan tanrıları bu muhteşem heykel frizinde yer almaktadır.

Sunağın içindeki kabartmalarda ise Pergamon’un efsanevi kurucusu Telephos’un yaşam öyküsü anlatılmaktadır. Hiristiyanlığın ilk devresinde ve Bizans devrinde bu büyük eser önemini yitirmiş taşları kent duvarının tahkimatında kullanılmıştır. Anıtsal yapı, üçlü podyum üstündeki mermeri çevreleyen at nalı biçiminde sütunlu galeriden oluşmaktadır.

VI.4. Kutsal mezarlık Heroon

Büyük bir kale görünümündeki Akropol’ün ana kapısına varmadan solda Heroon'un kalıntıları vardır. Boyutları 18x21 metre boyutlarındaydı. I.Attalos ve II.Eumenes’i onurlandırmak için yapılmıştı. 

Kutsal mezarlık Heroon kalıntıları

Heroon, Antik Yunanistan'da bir kahraman ya da yarı tanrı adına yapılmış ve çevresi sütunlu bir galeriyle çevrili kutsal mezar yerlerinin adıydı. Heroon’da, dinsel törenin yapıldığı oda (6x2 m boyutlarda kült odası) geniş bir ön galerinin arkasındaydı. Heroon’un kuzeyinde Helenistik dönemden kalma bir dizi dükkândan oluşan uzun bir yapı bulunuyordu.Ana girişi güney batıdadır; ayrıca kuzeybatı da bir kapısı daha vardır. Asıl odası, avludan ayrılmış geniş bir ön galerinin arkasındadır. Roma döneminde duvarları mermer ile kaplanmıştır. Heroon da gömüte rastlanılmamıştır. 

VI.5. Kütüphane

Athena Tapınağı'nın kuzeyinde dört salonlu bir kütüphane vardı. Burası Helenistik dönemin en büyük kitaplıklarından biriydi. Kütüphanede "Pergamon derisi" olarak adlandırılan parşömen üstüne yazılmış 200 bin kitap bulunduğu bilinmektedir. Romalı asker ve devlet adamı Marcus Antonius, MÖ 41'de kitapların tümünü Mısır Kraliçesi Kleopatra'ya armağan etmiştir.

Pergamon kütüphanesinin hayali çizimi

II.Eumenes, kuzey galerinin doğusuna Helenistik Dönemin'in en büyük kitaplıklarından birini yaptırdı. Girişi kuzey galerinin ikinci katındaydı, dışarıya açılmıyordu. Günümüzde ki kalıntılar da, kitaplığın birinci katı ile galerinin ikinci katı belirgindir. Kitaplığın doğusunda ki bölüm okuma salonudur. Korunabilmiş olan kuzey ve doğu duvarlarında, döşemeden 50 cm yüksekliğe kadar kimi delikler görülür. Bunlar ahşap rafların kenet delikl Kuzey duvarın ortasında ki podyumda, Berlin'deki Pergamon müzesinde saklanan Athena Parthenos Heykelinin bir küçük örneği durmaktaydı. Okuma salonu ahşap damlıydı; duvarle üst bölümündeki pencerelerden ışık alıyordu. Antik kayıtlara göre, Antonius I. O. 41 de 200 ruloyu içeren büyük kitaplıktaki yapıtları, Kleopatra'ya armağan etmiştir.

VI.6. Yukarı Agora

Zeus sunağının güneyinde, bir teras aşağıdadır. Agora kare biçimindedir; güney ve kuzey doğusunda Dor düzeninde sütunlu galerilerle çevrili L şeklinde bir yapıdır. Agora'daki yapılardan ancak batısındaki küçük tapınak ile sunak günümüze gelebilmiştir. Mimari parçalara göre tapınak, prosrylos planlı ve karmaşık düzendedir. Kuzeyde, yolun agora dan çıktığı, niş biçimli yapının altında, Zeus Sunağını bulan Carl Humann'ın ( 1839 - 1869 ) gömütü vardır. 

Agora tapınak kalıntıları

Agora'da toplanan halk, siyaset ve ticaretle ilgili konuları yönetimle görüşüp konuşuyordu. Agora’nın kuzeybatısında Agora Tapınağı bulunuyordu. Akropol'ün en yüksek yerinde Pergamon krallarının sarayları yükseliyordu. Günümüze bu sarayların yalnızca zemini ve temelleri ulaşmıştır. Sade görünümlü bu yapılarda odalar sütunlu bir avlu çevresine sıralanıyordu.

VI.7. Saraylar

Şehre sur kapısından giridiğinizde solda Athena Tapınağı ve Trajan Tapınağı, sağda şehir duvarları boyunca Krallık sarayları yer alır. Roma döneminde saraylar bir din merkezi haline gelince yıktırıldı. Trajan Tapınağı’nın yapımı sırasında da saraylar zarar görmüş ve bazı kısımları tapınağın alında kalmıştır. Helenistik dönemde evlerde Peristyle denilen sütunlarla çevrili orta avlu olması çok yaygındı. 40 meter boyutlarındaki peristyle ların etrafı oturma odaları, yemek odası ve yatak odasıyla çevrili olurdu. Sarayların iç duvarları freskolar ve mozaiklerle süslüyken dış yüzeyleri çok sadeydi. Dış duvarlarda pencere olmazdı eve ışık sadece merkezdeki perstyle dan girerdi. Philetairos, I.Attalos, II.Eumenes ve II.Attalos’un sarayları sıra halindeydi. 

 Pergamon Saray kalıntıları

VI.8. Dionysos Tapınağı

Tiyatro terasındadır. 25 basamaklı podyum üstündeki tapınak, iyon düzenindedir. Yalnız ön yüzünde sütunlar bulunan andezitten yapılan tapınak daha sonra mermere çevrilmiştir. 



MÖ 2. yüzyılda yapılmış ve Roma döneminde de kullanılmıştır. Üzerindeki meyilli arazide tiyatro yer almaktaydı. Tapınak güneye bakmaktaydı.Dionysus eğlence tanrısıydı ve Tapınak bu nedenle tiyatronun yakınına inşa edilmiştir.

VI.9. Demeter Kutsal Alanı


100x50 m'lik alana kuruludur. Philetarios ve kardeşi Eumenes anneleri Boa için yaptıımışlardır. Templum in antis planlı andezitten inşaa edilmiş olan tapınak, Roma döneminde mermer ekle prostylos plana dönüşmüştür. Andezit sunağın iki yanı, kabartma kıvrımlarla bezelidir. Helenist galeriye Roma döneminde Krinth yada lon düzeninde ekler konulmuştur. Galerinin doğusunda, dinsel oturma törenlerin izlenmesi için 800 kişilik oturma yeri bulunmaktadır.

VI.10. Hera Kutsal Alanı

Hara kutsal alanı Gymnasion'un kuzeyinde, iki teras üstündedir. Ön odanın baş tabanındaki yazıttan, II.Attalos döneminde Hera Basilea için yapılmıştır. Tapınak, podium üstünde, iki yanı korkuluklarla çevrili dört sütunlu Dor düzeninde ve yapının ön yüzü güneye dönüktür. Kült odasında Zeus’un ya da II.Attolos'un olabileceği sanılan büyük bir erkek heykeli bulunmuştur. Tapınağın batısında yuvarlak oturma bankı ile heykel kaidesi, doğusunda sütunlu galeri yer alır.

VI.11. Tiyatro

Bergama tiyatrosu, çok dik bir yamaca dayalı, Helenistik dönem mimarisini yansıtan 10 bin kişilik bir yapıdır. İmparator ve yüksek rütbeli görevlilere ayrılmış en alt sıradaki bölüm mermer, üst yanı andezittir. Tiyatro terasına, güneyde yer alan üç kemerli kapıdan girilir. Sağında ve solunda Dor düzeninde galeriler yer alır. Antik Çağ'ın en dik tiyatrolarından biridir.

Tiyatro ve Bizans döneminden kalma kule

Athena Tapınağı'nın batısındaki dik yamaçtaki Helenistik dönemde yapılan tiyatronun uçuruma bakan ön tarafı setlerle sağlamlaştırılmıştı. Tiyatronun ahşap bir sahnesi vardı ve bu sahne sökülüp takılabilecek biçimde yapılmıştı.

Akropol’ün bir başka tapınağı olan Dionysos Tapınağı, tiyatro terasının kuzeyindeydi. 25 basamakla çıkılan bir podyum üzerinde bulunan tapınağın yalnız ön yüzünde sütunlar vardı.

Bugün Orta Kent denilen yerleşme, eski Pergamon kentinin bir başka bölümüydü. Kentin yukarı bölümü Akropol’de, daha çok kral ailesi ile yöneticiler, aydınlar ve komutanlar oturuyordu. Orta Kent ise halkın rahatlıkla girip çıktığı yerdi. Burada doğrudan devlet yönetimiyle ilgili olmayan yapılar, gençler için spor alanları, halka açık tapınaklar bulunuyordu. Orta Gymnasion'un batısında gençlerin eğitim gördüğü yapılar vardı. Uzun koşu yolu doğuda Herakles ve Hermes'e adanmış tapınağa açılıyordu. Yarışmalarda başarılı olan gençlerin adları tapınağın duvarlarına yazılırdı. Küçük çocukların eğitimine ayrılan Aşağı Gymnasion 80 metre uzunluğunda bir terasa kurulmuş yapılardan oluşuyordu.

VI.12. Pergamon Gymnasium

Pergamon, Hellenistik dünyanın şimdiye kadar bilinen en büyük gymnasiumuna sahipti. Bir antik kentte gymnasium yalnız beden eğitimine yönelik değildi, aynı zaman da bir okul ve üniversiteydi. Başka kentlerden seçkin hatipler sık sık konferans vermek üzere gymnasiuma davet edilirdi. 


İmparator Hadrian döneminde (MÖ 117-138), bir Gymnasiarkh’ın yönetiminde yedi gymnasium olduğunu yazılıyor. Bugün üç farklı terasta üç gymnasium’un tespit edilmiştir. Bunlar değişik yaş gruplarına ayrılmış, yukarı, orta ve aşağı gymnasium alanlarıydı.

Yapılar kentin güneydoğu yamacında, yer almaktadır. En üst terasta büyük bir sütunlu avlu, orta terasta yanları çevrili, oldukça ince ve uzun bir alan; en alttakinde de küçük, gelişi güzel çevrili bir alan vardı. Yazıtların bulunuş durumlarından alttaki terasın çocuklara, ortadaki terasın delikanlılara üstteki terasın gençlere ayrılmış olduğu anlaşılmaktadır. Ana teras en üstteydi, genişliği 80 m., uzunluğu 210 m. idi; orta teras yaklaşık 150 m. boyunda, en çok 40 m. enindeydi; en alt teras ters üçgen biçimi ile, 75 m. uzunluğa ve 10-25 m. genişliğe sahipti. Güneydeki kent kapısına göre Aşağı Gymnasium 50 m., Orta Gymnasium 74 m., Yukarı Gymnasium ise 88 m. yükseklikte idi.

VI.13. Asklepios Tapınağı


Asklepios Tapınağı kalıntıları

Yukarı Gymnasion'un batısında yer alan Asklepios Tapınağı’nın günümüze yalnızca temelleri ulaşmıştır. Hekimlik tanrısı Asklepios adına yapılan tapınak dinsel özelliklerinin yanı sıra tıp alanında araştırma ve deneylerin gerçekleştirildiği bir okuldu. Hastalar, bitkilerden elde edilen ilaçlar, ameliyat, su ve çamur banyolarının yanı sıra, spor, müzik, eğlence ve telkin yoluyla tedavi edilirdi.

VI.14. Roma dönemi kalıntıları

Viran Kapı


Pergamon kentinin kuzeybatısı ile Bergama Çayı arasında Roma dönemi yerleşmesi bulunur. Burada 50 bin kişilik amfitiyatro ile 30 bin kişilik tiyatro vardı. Günümüzde Viran Kapı denilen kalıntılar tiyatronun ayakta kalan kemeridir.

Roma Tiyatrosu

VI.15. Serapeum Tapınağı
The Red Hall (Serapeum) Mısır tanrısı Serapis'e adanmış tapınak, eski Pergamon’un en büyük yapısıdır. Kırmızı tuğladan yapıldığı için Kızıl Avlu olarak da adlandırılır.

Serapis Tapınağı

Serapis Tapınağı

Mısır kökenli yeraltı tanrısı olan Serapis’e adanmış olan tapınak İmparator Hadrian(MS 117-138) döneminde yapılmıştı. Anadolu’daki en büyük Roma tapınağıydı. MS 8. yüzyılda yaklaşık 1 yıl kadar Pergamon’da kalan Araplar tarafından yıkıldı.

VI.16. Trajanium Tapınağı

Akropolün en yüksek yerinde 68x58 metre boyutlarında Trajanium/Trajan Tapınağı yer almaktaydı. Roma İmparatoru Hadrianus tarafından, ölmeden önce kendisini imparator ilan eden önceki imparator Trajan adına 125 yılında yaptırılmıştır. 

Trajan Tapınağı.

İmparator Hadrianus, ölen imparator Traianus’un küllerini Roma’ya götürdüğünde, onun için törenler düzenlemiş, onu ve kendisini tanrılaştırmıştı. 125 yılı civarında Pergamon’a geldiğinde önceki imparator Trajanium için Akropolde bir tapınak inşa ettirmiş ve bu tapınakta iki imparatora tapınılmasını sağlamıştır. Eskiden tapınağın içinde bulunan şimdi ise Berlin’de sergilenen kolosal mermer heykel başları bu iki imparatora aittir.





Kaynakça

Yaşar Bayraktar - Pergamon
Yaşar Yılmaz – Anadolu’nun Gözyaşları – Yem Yayın
John Freely   - Troya Savaşı’ndan İstiklal Harbine Anadolu’da Yunanlar – Doğan Kitap
Philipp von Zabern – The Pergamon Altar
http://www.skyscrapercity.com/showthread.php?t=327382
http://mehmet-urbanplanning.blogspot.com.tr/2012/02/bergama-pergamon-antique-city.html
http://patandpaulharvey.blogspot.com.tr/2013/05/pergamon-and-its-asclepieion.html
http://www.panoramio.com/user/4896988?comment_page=1&photo_page=3
http://izlerveyansimalar.blogspot.com.tr/2013/12/bergama-pergamon-antik-cagin-metropolu.html
http://romeartlover.tripod.com/Pergamo.html
http://www.pbase.com/dosseman/bergama_turkey