Sunday, December 4, 2016

Elifbe'den Alfabeye

1. Alfabe’nin Doğuşu

Alfabe bir dildeki sesleri karşılayan işaretlerin belli bir sıraya göre dizilmesinden meydana gelen harfler topluluğudur.Yazının kökeni bir çok bilinmeyenle dolu olsa da, ilk alfabenin kim tarafından bulunduğu daha karışıktır. Bilinen  bir gerçek, alfabenin eski Yunanlılar yoluyla dünyaya yayıldığıdır. Alfabe kelimesi Yunan dilinin ilk iki harfi olan alfa ve beta’dan türemiştir ama ilk alfabe fikrinin MÖ 2. bin yılda Akdeniz’in doğu ucundaki Yunan öncesi topluluklarının akıllarına nasıl geldiği konusunda hiçbir bilgi bulunmamaktadır.

Alfabe Mezopotamya (çivi yazısı), Mısır (hiyeroglif) ve Girit(Lineer A ve B)  yazılarından mı çıkmıştır? Eğer öyle ise, Yunanistan’ın ilk alfabetik kitabelerinde ticaret ve alışveriş konusunda hiç iz olmaması şaşırtıcıdır. Gerek bu gerek diğer fikirler bazı araştırmacıları Yunan alfabesinin MÖ 8. yüzyılda Homeros’un sözlü destanlarını kaydetmek için icat edildiğini söylemeye götürmüştür.

Kazılardan elde edilen bilgilere göre en eski yazı şekli fildişi üzerine kazılmış kaba resimlerdir. Bunların ilerlemesi ile hiyegrolif yazısına geçilmiştir. Neticede belirli işaretler, yapılan eşyaya delil sayılarak ses, harf olarak ortaya çıkmıştır. Bu şekilde sesin karşıladığı kelimeler daha çok resmi yapılmayan, zamir ve fiil gibi kelimelerde kullanılmıştır. Gerçekte Fenikeliler her türlü kelime için harfleri kullanmışlar ve ilk defa alfabeye ulaşmışlardır. Eski devirlerde kullanılan yazı ve benzerlerine ait işaretler, yapılan kazılarla ortaya çıkarılmış ve uzmanlar tarafından çözülmüştür.

Alfabetik olmayan Çin, Japon ve Hititler’in kullandıkları sistemlerde bazı işaretler vardı. Sümer, Asur, Babil yazı sisteminde ise çivi yazılı 4-5 vokal işareti bulunurdu. Eski İranlılar çivi yazısını 39 işarete indirerek alfabetik yazı sisteminin başlangıcını koydular. Eldeki bilgilere göre en ilkel alfabenin MÖ 2 bin yıllarında kullanıldığı kabul edilmektedir.

Ancak son zamanlarda eski Mısır’daki yeni keşiflerle durum iyice karışmıştır. Yale Üniversitesi’nden arkeolog John Co-leman Darnell ile karısı Deborah, 1999’da Güney Mısır çölünde eski seyahat yollarını araştırırken Thebes’in batısında Vadi el-Hol’da alfabetik yazıyı andıran örnekler bulduklarını bildirmişlerdir. Yazının tarihi MÖ yaklaşık 1900-1800’dür ki, bu da Lübnan ve İsrail’deki kitabelerden çok daha önce olmasıyla en eski alfabe yazısı olduğunu gösterir. İki kısa metin, bir Sami yazısıyla yazılmıştır ve uzmanlara göre harfler Mısır yazısının yarı-bitişik yazı biçimine benzemektedir. Yazarın bir grup paralı askerle dolaşan bir katip olduğu sanılmaktadır (o dönemde firavunlar hesabına çalışan pek çok paralı asker vardı).

Eğer bu kuram doğruysa, o zaman alfabe fikrinin Mısır hiyerogliflerinden esinlendiği ve Filistin ya da Yunanistan’da değil, Mısır’da icat edildiği anlaşılmaktadır. Ancak bu yeni kanıtlar da kesin değildir ve başka kitabelerin aranmasına devam edilmektedir. Alfabenin kökeni bilinmezi henüz çözülmemiştir.


Alfabe kullanımı. gri-Latin, yeşil-Arap, mavi-Kiril, bordro-Çin Hanzi, sarı-Hint alfabesi

1.1 Latin Alfabesinin Tarihsel Gelişimi

Latin alfabesi, MÖ 7. yüzyılda Yunan alfabesi üzerinde bazı değişikliklerin yapılması ile meydana gelmiştir. Ayrıca bu alfabeye Roma alfabesi de denilmektedir. Harflerin büyük çoğunluğu Latin alfabesindeki ortak seslerdir.  Latince İlk çağda İtalya yarımadasında, Roma’nın içinde bulunduğu Latium bölgesinde konuşuldu ve daha sonra Roma İmparatorluğunun resmi dili oldu. Dolayısıyla oluşturulan alfabe de Latin Alfabesi veya Roma alfabesi olarak anıldı.

MÖ 500 yıllarında Latin Harfleri ‘A, B, C, D, E, F, Γ, H, I, K, L, M, N, O, P, Q, R, S, T, V, X.’ Den oluşuyordu. Bu yıllarda Yunan Alfabesinde “G” harfini yazmak amacıyla  “Γ“ (gamma) harfi kullanılmaktaydı.. Küçük “g” harfini yazmak için ise “y” harfi değerlendiriliyordu. Yani toplam 21 harf kullanılıyordu.

MÖ 3. yüzyılda Latin harfleri ‘A, B, C, D, E, F, G, H, I, K, L, M, N, O, P, Q, R, S, T, V, X, Y, Z’ şeklini almıştı. Yunan alfabesindeki  “Z” ve “Y” harfleri kullanılmaya başlamış, “Γ “ (gamma) harfinin yerine ise  “G” harfi bulunmuştu. Yani kullanılan harf sayısı 23’e çıkmıştı. Latin alfabesi kullanarak yazı yazan tüm uygarlıklar, kendi kültürlerindeki farklılıklara ya da kullandıkları dillerdeki seslere göre alfabede değişiklikler yapıyorlardı.

Latince, Yunanca ile birlikte ilkçağın başlıca kültür ve uygarlık dillerini oluşturmuşlardır. Yerel dillerin yanında yaşamını sürdürürken özelikle aydın okumuş, yazmış insanlar tarafından kullanılmıştır. Zamanla, diğer çeşitli katmandaki insanlarında dilini etkisi altına almış, onların dilini de teker teker ortadan kaldırmış,  neo-latin dillerinin doğmasına sebep olmuştur. Ortaçağda bilimsel çalışmalar Latince yürütülmüş, yapıtlar Latince yazılmıştır. O zamanlarda diplomaside kullanılan yazışma dili de Latince dir. Ayrıca kilise görevlileri arasındaki iletişim Latin diliyle yapılmaktaydı. Dolayısıyla Latince olarak bilinen dil ve onu yazmak için kullanılan Latin Alfabesi, özellikle Avrupa’da hakim olan dil ve alfabe haline gelmiştir.

Latince yaşayan Batı dillerinden Fransızca, İtalyanca, Portekizce ve Romence’nin birinci derecede anasıdır. Günümüzde Hukuk, Tıp, Diş hekimliği, Veterinerlik, Eczacılık, Botanik, Zooloji, Jeoloji ve diğer birçok bilim dalında, özellikle terminoloji  konusunda  Latince öğrenmek zorunludur. Felsefi Arkeoloji alanındaki kaynaklara Latince bilmeden başvurulamaz. Eskiçağ ve Ortaçağ tarihi ve bir ölçüde Yeniçağ tarihi bu alana örnektirler. Batıyla ilgili Sosyal bilimler üzerinde araştırma yapacaklar için Latin dili ve yazını özelikle gereklidir. Kısacası Ortaçağ’dan günümüze kadar uzanan dönemde, neredeyse tüm bilimsel alanlarda yapılan çalışmaları kaydetmek amacıyla Latince dili ve alfabesi kullanılmıştır. Dolayısıyla farklı alfabeleri kullanan milletlere ya da kültürlere mensup olan bilim adamları ve sanatçılar bile, Latince veya onun etkisi ile türetilmiş olan dillere ve onların yazıldığı Latin Alfabesine hakim olmak zorunda kalmıştır.

Latinizasyon veya Romanizasyon olarak ifade edilen ise, Latin Alfabesindeki harfler tarafından karşılanmayan seslerin, ses sistemlerinin Latin Alfabesine uyarlanması olarak anlatılabilir. Latinize harfler, Arap ve Kiril Alfabesinde bulunan bazı seslerin karşılığı olarak kullanılan harflerdir. Tabi bu bazı diller arasında çeviri yaparken ya da farklı alfabeler kullanılarak yazılmış olan metinleri Latin Alfabesine dönüştürürken bazı sorunlar yaratabilmektedir. Örneğin Arap alfabesinden çeviri yaparken Latinize edilmiş olan ‘Ä’ harfinin kullanıldığı ‘Yämin’ kelimesi, Türkçeye ‘Yemin’ şeklinde çevrilir. ‘Ä’ harfi, A ve E arasında bir ses (A+E) ya da gırtlaktan gelen kalın bir ‘E’ harfi olarak telaffuz edilir.

Temel olarak Latin Alfabesini kullanan her ülke, kendi kullandığı bazı sesleri ifade etmek üzere Latin Alfabesine bazı harfler eklemiştir. Örneğin dilimizde bulunan ve boğazın boğumlanmasıyla çıkartılan sesi ifade etmek üzere alfabeye ‘Ğ,ğ’ harfi eklenmiş ve ‘yumuşak g’ olarak isimlendirilmiştir. Türkçe alfabesinde Latin alfabesine “Ç, Ğ, İ, J, Ö, Ş, U, Ü “ sekiz ses eklenerek ve “Q, X ” iki ses çıkarılarak harf sayısı 29’a çıkarılmıştır. Türkçede olduğu gibi tüm dünyada Latin alfabesini kullanan diller kendi kültürlerine ve ses düzenlerine göre ufak değişiklik yaparak bu alfabeden faydalanmaktadırlar. Yeni Türk alfabesi Latin harfleri temel alınarak, 1923 yılında ve 1353 sayılı  kanunla tespit ve kabul edilmiştir. Bu kanun ile Latin Alfabesine geçilmiş, eskiden kullanılan Arap Alfabesi terk edilmiştir.

1930’lu yıllar sonrasında, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği içinde yer alan Türk topluluklarının kullanmakta oldukları alfabeleri Latin Alfabesine ve ortak bir yazı sistemine çevirmek amacıyla, Uniform Türk Alfabesi ya da Ortak Türkçe Alfabe olarak isimlendirilen ve asal seslerden oluşan bir alfabe geliştirilmiştir. Oluşturulan temel alfabe, Türkiye Cumhuriyeti tarafından kullanılmakta olan Latin alfabesi esas alınarak ortaya çıkartılmıştır. Ama noktalama işaretleri gibi bazı yardımcılardan faydalanarak, ilgili dillerde bulunan sesleri karşılayabilecek olan yeni harflere yönelik çalışmalar yapılmış ve değiştirilmiştir. Her devletin yaptığı çalışmalar sonucunda, Azerbaycan, Gagavuzya, Türkmenistan, Tataristan gibi ülkeler ya tamamen Latin Alfabesine geçmişler ya da Kiril Alfabesi ile birlikte Latin Alfabesi kullanmaya başlamışlardır. Dolayısıyla bütün Türki cumhuriyetler, temel olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kullanmakta olduğu Latin Alfabesini esas alarak kendi dillerindeki seslere uygun harfleri de içeren Latin Alfabesini oluşturma ve bu alfabeye geçme çalışmaları yapmaktadır. Örneğin Azerbaycan, Türkiye’de kullanılan Latin Alfabesine üç tane yeni ses değeri yani harf ekleyerek, kendi dillerine uygun olan Latin alfabesini oluşturmuş ve kullanmaya başlamıştır. Azeri alfabesi, Türk alfabesine üç yeni ses eklenmesi ile oluşturulan 32 harfli bir alfabedir.

Sonuç olarak Latin Alfabesi, günümüzdeki modern dünyada en çok kullanılan alfabe durumuna gelmiştir. Çin ya da Arap Devletleri gibi kendi alfabesini kullanmaya devam eden ülkeler bile, çoğu zaman yazışma dili olarak ya da dış dünyayla iletişim kurabilme amacıyla, Latin Alfabesini kullanmaktadırlar. Latin Alfabesi şu anda dünyada yaşayan insanların ve ülkelerin çoğu tarafından kullanılmakta olan, farklı dilleri kullanan kişilerin iletişim kurma amacıyla kullandıkları ortak alfabe olarak gösterilebilir. Yapılan Latinizasyon çalışmaları ile farklı dillerdeki sesleri karşılayabilecek olan harflerin belirlenmesi ve herkes tarafından aynı şekilde telaffuz edilebilmesi amacına ulaşmak için büyük bir yol kat edilmiştir.

2. Türklerin Tarih Boyunca Kullandığı Alfabeler

2.1. Göktürk (Orhun) Alfabesi

Metinleri Orta Asya’daki Orhun Nehri kıyısında bulunduğu için Göktürk veya Orhun ismi ile anılır. Orhun’da yerleşen Türkler tarafından kullanıldığı için de Türük, Türk Alfabesi denir. MÖ 200 ile MÖ 150 yılları arasında kullanılmaya başlanmış ve MS 10. yüzyıla kadar kullanılmıştır. Türklere mahsustur ve Esik Kurgan yazısına benzer. Hunlar, Göktürkler ve kısmen de Asya ve Avrupa’ya yayılan Türk kavimleri, kullanmıştır. 


Bu alfabede resmin göze hitabettiği ve ses haline geldiği açıkça görülür. Göktürk alfabesi otuz sekiz harften meydana gelir. Dördü sesli olup, sekiz sesi karşılar, gerisi sessizdir. Ayrıca ok, ko, uk, ku, ük, kü, nç, nd, gibi heceler ayrı haflerle gösterilmiştir. Sesli harfleri, sessizler okutur. Sağdan sola doğru yazılır. Tonyukuk, Kül Tiğin ve Bilge Kağan hatırasına yazılıp, dikilen Orhun Abideleri bu alfabenin en önemli örneğidir. Bunlar ayrıca Türkçenin bilinen ilk yazılı metinleridir. 5-6. yüzyıllarda kullanılan Göktürk yazısı, Cermenler’in kullandığı rünik alfabeye benzer. 

2.2. Uygur Alfabesi

Göktürklerden sonra Türkistan’da devlet kuran Uygurlardan adını alır. Uygurlar ve Türkistan’daki Türkler kullandı. On sekiz işaretten meydana gelir. Dördü sesli, gerisi sessizdir. Harfler umumiyetle birbirine bitişiktir, çok defa başta, ortada ve sonda olmak üzere üç şekli vardır. Sağdan, sola doğru yazılır. Sekizinci asırdan, on ikinci asra kadar yaygın, on beşinci asra kadar mevzii bir şekilde görülür. Bu yazının katiblerine, bakşı, bakşıgeri veya serbahşı adları da verilmiştir. 8-15 yüzyıllar arasında kullanılan Uygur yazısı, Arami alfabesinden türeyen Soyal yazısının son biçimlerinden biridir.

2.3. Arap Alfabesi

Türklerin topluca İslamiyeti kabulünden, yani 10. yüzyıldan sonra geniş bir sahada bütün Türk-İslam devletleri tarafından kullanıldı. Arap Alfabesi yirmi sekiz harf olmasına rağmen Türklerin kullandığı İslam harfleri otuz bir ile otuz altı harften meydana gelir. Sağdan sola doğru yazılan bu alfabe bütün Türklüğü kucaklamış ve Türkçenin çeşitli lehçelerinde, pekçok kitap, kitabe yazılmıştır. 


2.4. Kiril Alfabesi

Kiril alfabesi ismini Ortodoks rahipleri Kiril ve Metodius’tan almış olduğu bilinmektedir. Ancak onların geliştirdiğine dair de kesin bir kanıt yoktur. Kiril ve Metodius’un öğrencileri, 9. yüzyılın ortasında günümüzde Kiril alfabesi olarak bilinen ve halen Rusya, Ukrayna, Bulgaristan, Sırbistan ve diğer ülkelerde kullanılan bu alfabeyi, Orta Çağ Yunan (Bizans) alfabesinin temelinde geliştirerek, Yunancada bulunmayan bir takım Slav seslerini de buraya eklemişlerdi. 

Kiril alfabesini kullanan ülkeler: Beyaz Rusya, Ukrayna, Bulgaristan, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Moğolistan, Makedonya, Sırbistan. Rus Çarı Büyük Peter 18. yüzyılın başlarında Yunan harflerini çıkararak alfabeyi daha düzenli ve basit bir hale getirdi. 1918 yılında yeni bir uygulama yapılmasına karar verilerek alfabeden diğer gereksiz harfler çıkarıldı. Birçok Slav Ortodoks ülkesinde Kiril alfabesi  kullanımdadır. Ayrıca Türk Cumhuriyetleri’nden başka halen Kazakistan ve Kırgızistan tarafından da halâ kullanılıyor. Tablodaki slavsı olmayan harfler ise Türk-Kiril harfleridir. Başkortostan, Yakutistan gibi birçok Özerk Türk bölgelerinde de Kiril harfleri kullanılmaktadır. Otuz sekiz harftir. On biri sesli, gerisi sessizdir. Soldan sağa doğru yazılır. 


2.5. Latin Alfabesi

Bu alfabe 1925 yılında ilk defa Azeri Türklüğü tarafından kullanılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra; 1928’de Türkiye’de kullanılmaya başlandı. Günümüzde Türkiye ve Avrupa Türkleri kullanır. Latin asıllı yirmi dokuz harfden meydana gelir. Sekizi sesli, gerisi sessizdir.
Türkler; bu alfabelere ek olarak Sogd, Mani, Brahmi, Süryani, Rum, Slav vs. gibi alfabelerini de kısmen kullanmışlardır.


3. Osmanlı'da Latin Alfabesi Kullanımı

Alberto Bobowski, Leh kökenli bir ailenin çocuğu olarak Gorlice yakınlarındaki 1610 yılında Bobowa'da doğmuştur. Protestan bir ailede büyümüş ve kariyerine kilise müzisyeni olarak başlamıştır. Leh (Polonya) asıllı olup sonradan Müslüman olmuştur.
Bir savaşta esir alınarak İstanbul’a gönderilmiş, Enderun’da eğitim gördükten sonra sarayda bestekar ve tercüman olarak görev yapmış, çok sayıda kitap kaleme almıştır. Bir asilzadenin hizmetine girdiği ve bir müddet sonra azat edildiği sanılmaktadır. Daha sonra dininden dönerek müslüman(ihtida) olmuş ve Ali Ufkî adını almıştır. Enderunda eğitim gördüğü dönemde çeşitli Türk sazlarını ve bilhassa "santûrî" olarak anılacak derecede santûr çalmayı öğrendiği bilinmektedir. Müzik alanındaki başarısından dolayı Bey ünvanı verilen Ali Ufki’nin 1672-1685 yılları arasında öldüğü sanılmaktadır. Ali Ufki Bey 3.Murat'a ait olduğu öne sürülen ve bir sabah namazına kalkamadığından nefsini terbiye için yazdığı "uyan ey gözlerim gafletten uyan" güfteleri ile başlayan eserin de bestecisidir. Lehçe'nin yanı sıra Türkçe, Arapça, Fransızca, Almanca, Yunanca, İbranice, İtalyanca ve Latin dilleriyle birlikte 16 dil bilmekteydi.

Eserleri arasında bir Türkçe gramer ile o devirde icra edilen ve notaya aldığı Türk Müziği eserlerinden meydana gelen “Mecmua-i Sâz ü Söz” isimli meşhur kitabı da vardı ve Kitab-ı Mukaddes’in bugün kullanılan metninin temeli olan ilk Türkçe tercüme de Ali Ufkî’ye aittir.


350 yıl önce yazılan Mecmua-i Sâz ü Söz’ün temize çekilmiş nüshası Londra’daki British Museum’da, Ali Ufki’nin Londra’daki nüshaya almadığı ve içerisinde notlarının da bulunduğu çok daha kalın müsvedde nüshası Paris Milli Kütüphanesi’ndedir. Paris nüshasında hem eski harflerle, hem de Latin harfleriyle yazılmış yüzlerce şiir ile şarkı güftesi de bulunur. Kitaba padişahın huzurunda söylenen mânilerden tekerlemelere, yemek tariflerinden ilâçlara, önemli olaylar için düşürülen tarihlerden o günlerin moda olan şiirlerine ve şarkılarına kadar herşey kaydedilmişti. Sayfaların ortasında kimi soldan sağa, kimi sağdan sola, o zamanın sistemiyle yazılmış yüzlerce nota, asırlar öncesinin saz eserleri ile şarkılarını bugüne getirirken şiirler ve güftelerin çoğu da iki alfabe ile, yani hem eski harflerle hem de Latin yazısı ile kaydedilmişlerdir. Ali Ufkî, eserin sonuna bir de mukayeseli alfabe tablosu koymuştur ve 350 küsur sene öncesinden kalan bu tablo eski harflerle Latin harflerini birarada gösteren ilk çalışmalardandır.

Alberto Bobowski’nin karşılaştırmalı Latin ve Türkçe alfabe tablosu.

Osmanlı’da latin harfleriyle ikinci girişim yaklaşık 150 yıl sonra olmuştur. Fransız ressam ve mimar Antoine Ignace Melling(1763-1831) mimarlık okuduktan sonra Osmanlı Devleti’nin Petersburg’daki elçisi tarafından İstanbul’a getirildi. Avrupa’yı sarsan Fransız Devrimi’nin yapıldığı 1789 yılında tahta çıkan III.Selim, saray hizmetinde görevlendirmek için Fransız mimar Antoine Ignace Melling’i, nam-ı diğer Melling Paşa’yı himayesi altına aldı. Kısa sürede Türkçeyi söken yetenekli mimar, hiçbir zaman Arapça harflerini öğrenmedi. İstanbul’da ki ilk işi padişahın kız kardeşi Hatice Sultan’ın Ortaköy’deki sarayını restore etmekti. Ancak ortada bir sorun vardı; namahrem olduğu için Hatice Sultan’ın karşısına geçip yüz yüze görüşemezdi. O da düşüncelerini sultana Türkçe olarak Latin harfleriyle kaleme aldı. Hatice Sultan’da Melling’in mektuplarına yine Latin harfleriyle yazılmış Türkçe pusulalarla yanıt verdi. Bu sıra dışı tecrübe, Osmanlı toplumundaki kadın-erkek ilişkilerindeki bariyerler yüzünden ortaya çıksa da, çok geçmeden Osmanlı aydınları arasında dilde reform ve yeni alfabe tartışmaları su yüzüne çıktı.

Melling ile Hatice Sultan arasındaki bu yazışmalar şimdi Fransa’da özel bir kolleksiyonda bulunuyor. Jacques Perot ve Frederic Hitzel tarafından toplanan mektuplar İstanbul’da 2001’de Tarih Vakfı tarafından kitap halinde de yayınlandı.

Aşağıda, Hatice Sultan ile Melling arasındaki yazışmalarından bazı örnekler yeralıyor. İlk mektupta Hatice Sultan, Melling’den sipariş etmiş olduğu şal ile yaptırttığı iskemleyi acele göndermesini istiyor. Melling’e ait olan ikinci mektupta ise, mimar, Pinel adındaki bir kuyumcu ile maliye arasında çıkan anlaşmazlığı anlatıyor, Pinel’in Hatice Sultan’a satmış olduğu mücevher konusunda bir mesele olduğunu, halledilemediği takdirde kendisinin de hapsedileceğini söylüyor ve Sultan’dan bir zimmet belgesi göndererek kendisini kurtarmasını rica ediyor.

Hatice Sultan’dan Mimar Melling’ mektup:
“Melling kalfa, aman şalı bir dakika evvel tekmil ettirip (tamamlatıp) Mehmed’e veresin, Dimitri’ye verip diktirsin. Aman çabuk şal parçasını Mehmed’e verip veresin ve iskemle yarın gelmezse işime yaramaz. Aman iskemleyi yarın Cuma günü bir saat evvel isterim. Sonra işime yaramaz. Pazar günü bayramdır, bugün sen gelme. İskemleyi tekmil ettirip (tamamlatıp) yarın alıp gelesin ve İşveriz (saray kadınlarından biri) ile gönderdiğim gömlek tekmil oldu mu? Aman cümlesini bir saat evvel isterim. İşleme kumaşlar buldunsa irsal edesin (Gönderesin). Perşembe sabahı üç”.

Hatice Sultan’ın Melling’e mektubu

Melling’den Hatice Sultana mektup:
“Bundan bir buçuk sene mukaddem (önce) bu kulları efendilerimize elmaslı bir çiçek (çiçeği) Pinel bezirgânından (Pimnel adındaki tüccardan) alıverdim. Bu defa bezirgân-ı merkum (adı geçen tüccar) hapsolunup mal ve veresesi mîrî (devlet hazinesi) tarafından zaptolundu. Sekizyüz elli kuruş bahası olan çiçek mezkûr defterde efendilerimize bin kuruşa satıldığı işaret olundu. Mezkûr madde Defterdar Efendi tarafından Efendilerimiz’e arzolundu ve efendilerimiz galiba bahası için farkından maddeyi hayata getiremeyip mezkûr çiçeği Pinel bezirgândan aldıklarını inkâr ettiler. Pinel bezirgândan tashih olundukta bu kullarının vasıtasıyla satıldığını ifade eyledi. Fransalı’nın malı tahsiline memur olan Çavuşbaşı Osman Efendi bu kullarından sual ve bin kuruşu talep eyledikte (talep ettiği zaman) bu kulları sekizyüz elli kuruşa mezkûr çiçeği efendimize alıverdiğimi ikrar eyledim ve ikrarıma binâen bu kullarından ya akçeyi yahut Efendimiz’in zimmetinde olduğunu müzekker (zikreden, ifade eden) bir senedi istemişler.
Efendim, defterdar ile, çavuşbaşı ile nasıl başa çıkayım? Oturakta (hapiste) beni çürütürler. Kerem, inayet edin Efendim; sekizyüz elli kuruşun çiçek bahasından zimmetinizde olduğunun haberini Defterdar Efendi’ye yahut Osman Efendi’ye irsâl (gönderin) ve bu kullarını merhameten halâs buyurun (kurtarın)”.

Melling’den Hatice Sultan’a mektup

“Efendim, kulları cumartesi günü uşağımı gönderdim aylığı almaya. Zilhicce ayı(nı) verdiler, velâkin uşağıma demişler ki: ‘Kilerci İbrahim, aylık tamamdır, artık aylık yoktur.’ Efendimiz’den bu kadar iyilik görmüşken ondan sonra inanamadım bu tenbihi (“sözü” anlamında) Efendimiz buyurduğunu. Niçün, kullarınıza dâim demişler Efendimiz: “Aylığın verecek, o vakite dek Padişah Efendimiz’in bir hizmetine koyuncaya dek. Efendimiz’in kulları şimdiye dek inanamam. Zannederim ki bu lâkırdı kıskanmak lâkırdısıdır; niçin, Efendimiz kullarını seviyor ve Efendimiz kullarının şimdiki sıklet vaktinde böyle bırakmaz. Efendim, kullarının umudu Efendimiz’dedir, hayır kimsede (başkasında) yoktur. İnşaallah Efendim, kullarınızın (kullarınıza) bir merhametiniz olur. Efendim yalvarırım, bir hayırlı cevap isterim”.


Melling 1802’de Paris’e döndü ve İstanbul’da hazırlamış olduğu çizimleri gravürler şeklinde ardarda yayınlamaya başladı. Melling’in daha sonra kitap haline getirilen gravürleri, eski İstanbul’u konu alan eserler arasında bugün en kıymetlilerindendir.

4. Tanzimat'tan Meşrutiyet'e Alfabe Tartışmaları

Yaklaşık bin yıl, Göktürk, Uygur ve Arap alfabelerini kullanan Türkler 19. yüzyılın ortalarında alfabelerini tartışmaya başlamışlardır. Bu dönemde Türk aydınları, Osmanlı Devleti'nin Batı karşısında geri kalış sebeplerini tartışmaya başladıklarında, askeri ve iktisadi alanlarla birlikte, eğitim sahasında da geri kalmışlığın sebepleri üzerinde durmuşlardır. Bu çerçevede eğitim sahasındaki aksaklıklar ve eksiklikler gündeme getirilirken, kullanılan harflerin Türkçe'yi ifade etmeye yetersiz olduğu, eğitimin yaygınlaşamamasının en önemli sebebinin harfler olduğu hakkında birçok görüş ortaya atılmıştır.

Bu nedenle Tanzimat Dönemi'nde üzerinde en çok durulan konulardan biri eğitim alanında yapılması gereken ıslahat çalışmaları olmuştur. Eğitimin geri kalmışlığı tartışılırken, bunun kullanılan harflerden kaynaklandığı ileri sürülmüş ve bu nedenle alfabede bazı değişikliklerin yapılması gerektiği savunulmuştur.

Yaygın kanı, Arap harflerinden Latin harflerine dönüşün Mustafa Kemal’in modernleşme hamleleriyle ilintili olduğu yolundadır ama Arap alfabesinin reforma tabi tutulmasını ilk dile getiren, son Osmanlı Maarif Nazırlarından Münif Paşa’idi. 1863’te bu sefer Azerbaycanlı yenileşmeci Feth Ali Ahundzade, Sadrazam Fuad Paşa’ya benzer bir teklifte bulundu. 1879’da, Latin ve Yunan alfabelerinden esinlenerek yeni bir Arnavut alfabesi hazırlayan Kamus-ı Türki adlı ilk Türkçe sözlüğün yazarı Şemseddin Sami Bey(Galatasaray Spor Kulübü’nün kurucu başkanı Ali Sami Yen’in babasıdır), benzer bir reformun Osmanlıca için de yapılmasını önerdi. 

Bu önerilerin altında alfabeyi kolaylaştırmakla cehaletin ortadan kalkacağı düşüncesi, yazının değiştirilmesinin Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesinin altında yattığı düşünülen Şarklılıkla mücadelede önemli bir köşe taşı olduğu inancı ve en azından bazıları için Türk milliyetçiliğiyle birlikte iyice belirginleşen Arap düşmanlığı yatıyordu. 

4.1 Osmanlı’da Arap Harflerine İlk Karşı Çıkan Kişi: Mehmed Tahir Münif Paşa (1830 – 1910)

Türkiye'de Arap harflerinin Türkçeyi ifade etmeye yetersiz olduğunu ve bunun da okuma-yazma öğrenirken zorluğa yol açtığını ilk ifade eden ve bu sorunun halledilmesi için tekliflerde bulunan kişi Osmanlı devlet adamı Mehmed Tahir Münif Paşa'dır. Münif Paşa’nın daimi üyesi bulunduğu ve çalışmalarına katıldığı Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye'de yaptığı bir konuşmada ileri sürdüğü fikirler, Osmanlı'da Arap harflerinin ıslahı çalışmalarının başlangıcını teşkil etmektedir.

Münif Paşa, 12 Mayıs 1862 tarihinde yaptığı konuşmada, hareke kullanılmadığı için Türkçe bir kelimenin birçok şekilde okunabildiğini, bu mahzurun ortadan kaldırılabilmesi için Arapça’daki harekelerin kullanılmasının da bir çözüm olmayacağını ifade etmiştir. Hızlı okumanın harflere karşı kazanılan meleke ile olduğunu kaydeden Münif Paşa, anlamları bilinmeyen kelimelerin, özel isimlerin doğru bir şekilde okunamadığını da belirtmiştir. Okuma-yazma bilenlerin sayısının az olmasının sebebini, Arap harfleri ile yazılan kelimelerin okunamaması ve bazı kelimelerin değişik şekillerde okunması olarak izah eden Münif Paşa, Avrupalıların yazılarında bu gibi zorlukların bulunmadığına, küçük yaştaki çocukların ve halkın kısa zamanda okuma-yazma öğrendiğine işaret etmektedir. Ona göre, Türkiye'de yazının öğrenilmesi güç olduğundan halkın fikren terbiyesi de mümkün olmamaktadır.

Hareke nedir?
Arap alfabesindeki ünsüz harflere ünlü özelliği kazandırmak için kullanılan ek işaretlere denir. Arap alfabesinde sadece ünsüz harfler ve uzun okunan ünlü harfler (a, u, i) içerdiği için kısa ünlü sesleri için değişik harekeler geliştirilmiştir. Harekelerin kullanımı neredeyse sadece Kur'an ve Arapça öğretim kitaplarına sınırlıdır. Bunlar gazete ve kitaplarda genellikle kullanılmaz. Bu tür metinlerde kısa ünlülerin belirlenmesi için dile hakim olup kelimeleri ve dilin gramer yapısını bilmek gereklidir.

Münif Paşa'ya göre, mevcut harflerin daha kullanışlı ve yararlı bir şekle girmesi için iki yol bulunmaktadır. 
  • Kelimelerin olduğu gibi korunması, ancak kelimelerin alt ve üstlerine bazı işaretlerin konulması. 
  • Harfleri ayrı ayrı yazarak, yabancı dillerde olduğu gibi gerekli olan harekelerin harflerin sırasında yazılmasından ibarettir. 
Münif Paşa'ya göre, birinci yol bir çok mahzuru beraberinde getirecektir. Ancak ikinci yol takip edilirse, zorluklar ortadan kalkacak, okuma-yazma ve kitap basımı büyük ölçüde kolaylaşacaktır. Kendisine göre, ikinci yol olarak tavsiye ettiği çözüm yolunun uygulanabilirliği vardır. Bu nedenle olsa gerek Münif Paşa, tek ayrı harflerin ve aynı zamanda sesli harflerin kullanılarak küçük risalelerin, elifba cüzlerinin hazırlandığını, hatta bunların basılıp dağıtıldığını ve bazı okullarda okutulup, olumlu izlenimler edindiklerini kaydetmektedir.
Mehmed Tahir Münif Paşa (1830 – 1910)

19. yüzyılın ikinci yarısında eğitim sahasında önemli hizmetlerde bulunmuş, halkın eğitim seviyesinin yükselmesi ve iyi eğitimcilerin yetişmesi için çaba gösteren Osmanlı devlet adamı Mehmed Tahir Münif, Antep’te doğmuştur. Berlin’de ikinci Katib olarak bulunmuş burada hukuk, felsefe, fizik okumuştur. Dönüşte Babıali Tercüme Odası'na girmiş, 1860 yılında Ticaret Mahkemesi İkinci Reisi olmuştur. İngilizce öğrenen Münif Paşa 1862’de Babıali Birinci Mütercimi olmuş, 1867 de Zaptiye Müsteşarı, 1868 de Divan-ı Temyiz Reisi, 1869 da Maarif Meclisi Reisi, 1972 de Tahran Elçisi, Sultan Abdülhamid döneminde 1877’de Maarif Nazırı, iki ay sonra Ticaret Nazırı, bir sene sonra ikinci defa olarak Maarif Nazırı olmuştur. 1879 da Vezir rütbesi almış, Meclis-i Sıhhiye-i Fevkalade Reisliğine memur edilmiş, 1884 de üçüncü defa Maarif Nazırı olmuş ve 1888 de nazırlıktan emekli olmuştur.

Kurduğu Cemiyeti İlmiye-i Osmaniye'yi ve Mecmua-i Fünun dergisini 1862 yılında Sultan Abdülaziz kapatmıştır. Sultan Abdülhamid döneminde yeniden çıkardığı dergisi, bir yazısında "yıldız böceği" dediği için ikinci defa kapatıldı. Yazılarında bilim yanlısıydı. Dergisinde Yunan filozoflarını tanıtan yazı dizi yayımladı. Fenelon, Fontanelle, Voltaire'den çeviriler yaptı. 

4.2 Saraya Alfabe Projesi Sunan Azerbeycanlı Mirza Fethali Ahundzade

Türk dünyasında Arap harflerinin ıslahı hakkında ilk ciddi girişimi yapan kişi ise Azerbaycanlı edebiyatçı Mirza Fethali Ahundzade'dir. Ahundzade, 1863 yılında İstanbul'a geldi. Rus elçisinin vasıtasıyla Sadrazam Fuat Paşa'ya Farsça yazdığı kitabını, Azerbaycanca Elifba’yı(Alfabe) ve Müslümanlar arasında kullanılan yazıdaki zorlukları ortadan kaldırmak amacıyla hazırlamış olduğu yeni tarz harfleri içeren projeyi takdim etti. Sadaret’de incelenmesi için teklifi Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye'ye havale etti. Uzun tartışmalardan sonra Cemiyet üyeleri, Ahundzade'nin teklif ettiği harfler hakkındaki olumsuz görüşlerini bir rapor halinde Sadarete sundu ve proje uygulanamadan rafa kalktı. 

Mirza Fethali Ahundzade (1812-1878)

Ahundzade, teklif ettiği yeni harflerin yazı dilindeki sıkıntıları ortadan kaldıracağını ve halkın arasında eğitimin yaygınlaşmasına büyük etki yapacağını iddia etmiştir. Kullanılan yazının dini bir yönünün olmadığını kaydeden Ahundzade, İslamiyet'ten sonra Arap harflerinin birçok defa değişikliğe maruz kaldığını, bu yüzden yeni tarz yazının kabul edilmesine dini açıdan bir engel bulunmadığını belirtmiştir. Mirza Fethali Ahundzade'nin teklif ettiği harflerin özellikleri şunlardır:

  • Yazarken kolaylık sağlaması için harflerin üzerindeki noktaların kaldırılıp yerlerine başka bir kavuşma işareti konulması. 
  • Kelimelerin doğru bir şekilde okunabilmesi için yeni bazı harekelerin oluşturulması.
  • Bu yeni harekelerin yabancı milletlerin yazılarında olduğu gibi, harfler sırasında yazılması.

Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye, bu üç özellik aynı anda uygulandığı zaman bütün kelimelerin doğru bir şekilde okunabileceğini belirtmiş ve Ahundzade'nin gerek bazı mevcut harfler üzerinde yaptığı değişikliği, gerekse yeniden vücuda getirdiği hareke şekillerini takdirle karşılamıştır. Bununla beraber Cemiyet üyeleri, mevcut harfler gibi, bu yeni harflerin de basım yönünden zorluk çıkaracağı düşüncesiyle kabul edilemeyeceğini kaydetmiştir. Tartışmalar sonunda Cemiyet, Ahundzade'nin teklif ettiği harflerin faydalarını ve sağladığı kolaylıkları kabul etmesine rağmen, bu usulün uygulamasında karşılaşılacak zorlukları göz önünde bulundurarak teklifin uygulamaya konulmasından vazgeçmiştir. Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye, bu kararını bir rapor halinde Sadaret'e takdim etmiştir. Ahundzade, bu teşebbüsünden olumlu bir sonuç elde edemeden, kendisine verilen bir Mecidiye Nişanı ile İstanbul'dan ayrılmak zorunda kalmıştır.

1863 yılında İstanbul'da bulunduğu sırada, Arap harflerinin ıslahı hakkında teklif ettiği projenin reddedildiğini gören Ahundzade, bundan sonra daha da ileri giderek tamamen  Latin harflerinin kabul edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Latin harflerinin kabulü ile Türk milletinin daha süratle medenileşeceğini iddia eden Ahundzade, Latin harflerinin kabulünü bir medeniyet göstergesi olarak algılamıştır. Mirza Fethali Ahundzade'ye göre, doğu milletlerinin ilerleyebilmesi için Latin harflerini kabul etmeleri, hiç olmazsa alfabelerini geliştirmeleri gerekmektedir.

4.3 Sarıklı İhtilalci ve Düşünür Ali Suavi’nin Görüşü

19. yüzyıl Osmanlı aydınlarından Ali Suavi'nin de harflerin ıslahı ve değiştirilmesi hakkında bazı düşünceleri vardır. Kullanılan harflerin daha elverişli hale gelmeleri ve bazı mahzurları ortadan kaldırmak için Ali Suavi, şu öneriyi getirmektedir:

  • Harflerin şekillerini değiştirmeyip, harekeleri öğrencilere okuma-yazma öğretirken kullanmak,
  • Eksik olan harfler ve harekeler için işaretler icat ederek, bu işaretleri de harekeler gibi harflerin üstüne yazmak. 

Harflerin ıslahı için bu yolun daha uygun olduğunu ifade eden Ali Suavi, yazının ıslah edilmesiyle eğitimin yaygınlaşacağını ve ülkenin kalkınmasının yapılacak bu ıslahatlara bağlı olduğunu kaydetmektedir.
Ali Süavi (1838-1878)

Ali Suavi'ye göre, aynı harflerle yazılan bazı kelimeler birkaç türlü okunabildiğinden, bunun önlenmesi için bir düzenleme yapılabilir. Bunun için sadece harflerin üzerine bazı işaretler ve harekeler ilave edilebilir. Daha fazla değişiklik yapılmasına gerek yoktur. Bu ıslahat yapıldıktan sonra da eski eserler rahatlıkla okunabilmelidir ki, geçmişle gelecek arasında bir kopukluk olmasın. Diğer taraftan bazı batı dillerinde de, buna benzer eksiklikler bulunmaktadır. Bu nedenle birkaç ufak eksiklik yüzünden bin yıldır kullanılan bu harfler değiştirilip yerine Latin harfleri kabul edilemez.

II. Abdülhamit’e karşı düzenlediği başarısız darbe girişimi ile bilinen bir tarihî kişiliktir. Bu olaydan ötürü kendisine “Sarıklı İhtilalci” denilmiştir. Ali Suavi, Osmanlı Devleti’nin siyasi ve sosyal sıkıntılarına çözüm bulmak için İslam’ı referans olarak almış ve Türkçü, Turancı görüşler öne sürmüş bir kişiydi. Sultan Abdülaziz döneminde Genç Osmanlılar ile birlikte Paris ve Londra’da bulundu; hükûmet aleyhine yazılar yazdı; gazete çıkardı. Abdülhamit döneminde yurda dönmüş; bir süre Galatasaray Sultanisi müdürlüğü yapmıştır. Bu görevden alındıktan sonra örgütlediği birkaç yüz kişi ile Çırağan Sarayı’nı basarak, II.Abdülhamid’i tahttan indirip, V. Murat’ı yeniden tahta geçirmek istedi; bu girişimi sırasında Yedi Sekiz Hasan Paşa tarafından başına aldığı sopa darbesiyle öldü.

4.4 Vatan Şairi Namık Kemal’in Görüşü

19. yüzyılın önde gelen Türk aydınlarından olan Namık Kemal’de, 1869'da Hürriyet'teki yazıları ile harf tartışmasına katılmış ve konu hakkındaki görüşlerini dile getirmiştir. Namık Kemal'e göre, Osmanlılar arasında eğitim-öğretimde kullanılan metodun birçok eksiği vardır. Bu eksiklik, öğrenmenin başlangıcı olan Elifba'dan başlamakta ve ilmi gelişmenin en yüksek noktasına kadar eğitim sisteminin bütün seviyelerinde bulunmaktadır. 

Namık Kemal (21 Aralık 1840- 2 Aralık 1888)

O'na göre, Türk çocuklarının uzun zaman okula gitmesine rağmen, gayrımüslim çocukları gibi kısa zamanda okuma-yazma öğrenememelerinin tek sebebi Arap harfleri değil, eğitim-öğretim metodudur. Bu nedenle, geniş anlamda devletin geri kalış sebebini, dar anlamda da halkın okuma-yazma öğrenememesinin sebebini harflerde aramak yanlıştır. En büyük ve tek sebep, eğitim sistemidir. Bu yüzden ilk önce eğitim sisteminin baştan sona ıslah edilmesi gerekmektedir.

Namık Kemal'in Hürriyet'teki bu yazısına cevap, İran'ın Londra Büyükelçisi Mirza Melkum Han'dan gelmiştir. Melkum Han'a göre, Müslümanlar elifbalarını ıslah etmedikleri sürece, Avrupa medeniyeti seviyesine yükselemezler. Melkum Han, İslam memleketlerindeki tembelliğin, geri kalmışlığın, can, mal ve ırz emniyetsizliğinin, zulmün, haksızlığın, adaletsizliğin, tek kelime ile ifade edilecek olursa, bütün fenalıkların sebebini Arap harflerinin yetersiz olmasına bağlamaktadır. Buna karşılık Namık Kemal, Arap harflerinin okuma-yazmayı ve kitap basmayı güçleştirdiği için değiştirmek gerektiğini ileri sürenlere şu şekilde cevap vermektedir: 
  • Harfler arasında hareke, yani sesli harflerin bulunması okumayı güçleştirmez. Okumayı kolaylaştıran harfler değil, kelimenin yazılış şekli ve ülfettir(kaynaşma).
  • Telaffuzu bilinen bir kelimenin okunabilmesi için, yazının harekeli olup olmamasında hiçbir fark yoktur.
  • Ancak özel isimlerin doğru okunabilmesi için birer hareke kullanılabilir. Böyle bir değişiklik yeterli iken, bütün harflerin değiştirilmesi gibi çok zor olan bir yolun tercih edilmesi doğru değildir.
Namık Kemal'e göre, Türkçenin bünyesine uymayan bazı harfler (sesler) alfabeden kaldırıldığı zaman, harflerin tamamını değiştirmeye gerek kalmaz. Diğer taraftan imlanın güç olması, bir milletin eğitim sahasında yükselmesine de engel teşkil etmez.

Arap harflerinin ıslahı ve değiştirilmesi konusunda özetle Namık Kemal şu düşünceleri savunmuştur: ‘Eğer gerekiyorsa Arap harfleri üzerinde birtakım düzenlemeler yapılabilir. Ancak asırlardan beri Osmanlılar tarafından kullanılan harflerin değiştirilmesi ve yerine Latin harflerinin kabul edilmesi doğru değildir. Eğitimin geri kalmasının asıl sebebi kullanılan harfler değil, eğitim-öğretim sistemindeki aksaklıklardır. İngilizce ve Fransızcanın da imlası bozuk olup, Osmanlıcadan daha iyi durumda sayılmaz. Latin harfleri, Türkçenin bütün seslerini ifade etmeye yeterli değildir.’ 

Harflerin değiştirilmesi halinde gelecekte hiç kimsenin mevcut kitapları okuyamayacağını ileri süren Namık Kemal, Çin sınırından Batıya kadar olan coğrafyada 1.200 yılda meydana getirilen eserlerin yeni harflere aktarılması gerekeceğini, bunun da mümkün olamayacağını kaydetmektedir. Namık Kemal'e göre, Latin harfleri, Türkçede bulunan birçok Arapça kelimenin yazılmasında yeterli olmadığı gibi, Türkçenin yapısına da uygun değildir.

Türk milliyetçiliğinin öncülerinden, Genç Osmanlı hareketi mensubu, Vatan şairi Namık Kemal’in en ünlü eseri Vatan yahut Silistre adlı tiyatro oyunuydu. Hayatı Ege adalarında, Kıbrıs, Midilli, Rodos, Sakız’da sürgünde geçti.  Henüz 48 yaşındayken Sakız’da vefat etti. 

4.5 Osmanlı’da Matbaacılığı Sanat Haline Getiren Aydın Gazeteci Ebüzziya Tevfik Bey

Tanzimat Dönemi'nde Arap harflerinin ıslahı ve Latin harflerinin kabul edilmesi konusu, özellikle 1860'lı yılların sonlarında Türk basınında çok tartışılmıştır. Bu durum Namık Kemal-Melkum Han tartışmasında açıkça görülmektedir. Bu dönemde ayrıca, Terakki ile Ruzname-i Ceride-i Havadis arasında da konu hararetli bir şekilde tartışılmıştır. İki gazete arasındaki tartışma, Hayreddin Bey'in, Terakki'de çıkan "Maarif-i Umumiye" başlıklı makalesinde, Arap harflerinin değiştirilmesini ileri sürmesi ve buna karşılık Ebüzziya Tevfik Bey'in aynı gazetede yayınlanan cevabı ile başlamıştır.

Ebüzziya Tevfik Bey (17 Şubat 1849 - 27 Ocak 1913)

Ebüzziya Tevfik Bey'e göre, Arap harfleri değiştirildiği zaman, Müslümanların bin seneden beri meydana getirdikleri eserleri yeni harflere çevirmek gerekecektir ki, bu mümkün değildir. Kur'an-ı Kerim için başka ve ilmi, ticari ve idari hayatta kullanılmak üzere başka harfler kullanılması tavsiyesi, bir dili söylemeyi beceremeyen birini, iki dil ile konuşmaya zorlamak gibi "münasebetsiz bir tedbirdir". Kavimlerin birliğini sağlayan ortak harfler değil, ortak dildir.

Latin harflerini Arap harflerinin yerine kullanmayı tavsiye edenlerin Frenk taklitçileri olduğunu iddia eden Ebüzziya Tevfik Bey, bir milletin geri kalmasında kullandığı elifbanın zor veya kolay olmasının önemi olmadığına inanmaktadır. O'na göre, harflerin azlığı veya çokluğu eğitim sahasında ilerlemeye engel değildir. Osmanlıların eğitim-öğretimde Avrupa'dan geri kalması kullanılan harflerden kaynaklanmamaktadır. Geri kalınmasının en büyük sebebi, eğitim sisteminin yetersiz olmasıdır. Ayrıca, Arap harfleri matbaacılık açısından da bir engel teşkil etmemektedir. Ebüzziya Tevfik Bey, bütün bu sebeplerden dolayı Arap harflerinin değiştirilmesine gerek olmadığını düşünmektedir.

4.6 Gaspıralı İsmail Bey

Türkiye'deki bu tartışmaya yazar Gaspıralı İsmail Bey’de, Kırım'dan katılmış ve alfabenin ıslahı hakkında görüşlerini dile getirmiştir. İsmail Bey, bu konuda sadece görüş bildirmekle kalmamış, Bahçesaray'da açmış olduğu "usul-ı cedid" ile eğitim yapan okulda, çocukların kısa bir zamanda Arap harfleri ile okuma-yazma öğrenmelerini de sağlamıştır. Gaspıralı'nın tatbik ettiği usulde, önce harflerin telaffuz şekilleri, sonra bir kelime içinde, en sonunda da kelimelerin bir cümle içinde nasıl kullanıldıkları öğretilmektedir.
Gaspıralı İsmail Bey (20 Mart 1851-24 Eylül 1914)

Gaspıralı İsmail Bey'e göre Türkler, dillerini biraz daha sadeleştirip, okumayı ve imlayı kolaylaştıracak bir şekilde sesli harfleri kullanmaya başladıkları takdirde, kısa zaman içinde Rusya Müslümanları ile birleşmeleri mümkündür. Ancak, ilk önce elifbayı sadeleştirmek gerekir. Bunun da gayet kolay olduğunu kaydeden İsmail Bey, Arap harflerinin kullanılmasını ancak, yazı tarzının değiştirilmesini isteyişinin, eski edebiyatı düşünmesinden ve bu harflerin Müslümanlar arasında bir bağ teşkil etmesinden kaynaklandığını belirtmektedir.

Türk dünyasının çeşitli yerlerinde açtığı usûl-ı cedid okulları ile büyük bir eğitim hamlesi gerçekleştiren Gaspıralı İsmail Bey, Arap harflerinin değiştirilmesine karşı çıkmış, ancak harflerin daha kullanışlı hale gelmesi için de ıslahına taraftar olmuştur.

4.7 II. Meşrutiyet Dönemi

1908 yılında II.Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte ilim ve fikir sahasında başlayan canlanma, kısa zamanda kendisini imla ve harf tartışmalarında da göstermiştir. Bu çerçevede Maarif Nezareti'nde de bazı faaliyetlerin olduğunu görmekteyiz. Maarif Nazırı Şükrü Bey zamanında Sarf, İmla ve Lügat Encümenleri ile Istılahat-ı İlmiye Encümeni adı altında dört tane encümen kurulmuştur. Bu encümenler, imlada bazı kolaylıkları sağlamak için çalışmış ve düzensiz olan imlanın bir düzene girmesi için girişimlerde bulunmuştur. 

Bu çerçevede 1909 yılında Maarif Nezareti bünyesinde bir İmla Komisyonu'nun teşekkül ettiği görülmektedir. İmla (Komisyonu) Encümeni, ilk toplantısında şu hususları kararlaştırmıştır:
  • Yeni harfler ve şekiller kabul etmemek.
  • Sesli harflere konacak işaretleri ancak ilkokulların birinci sınıflarına ait kitaplarla, Lügat Encümeni'nin hazırlamakta olduğu sözlükte kullanmak.

Bu esasların kabul edilmesine rağmen, hazırlanan imla kitapçığında Arapça ve Farsça kelimeler yine eski şekillerini muhafaza etmiştir. Ancak, Türkçeleşmiş kelimelerle Türkçe kelimeler yine bitişik yazılmakla beraber, şekli değiştirilmiş ve mümkün olduğu kadar sesli harfler kullanılarak telaffuza uydurulmuştur.

4.7.1 Ta'mim-i Maarif Cemiyeti

II. Meşrutiyet Dönemi'nde Arap harflerinin ıslahı çalışmaları çerçevesinde birçok cemiyet kurulmuştur. Bunlardan birincisi 4 Şubat 1911 tarihinde kurulan, Ta'mim-i Maarif ve Islah-ı Hurûf Cemiyeti'dir. Bu cemiyetin ilk örgütlendiği yer Haydarpaşa Tıbbiyeliler Kulübü'dür. Cemiyetin gayesi, İslam ve Osmanlı memleketlerinde eğitim-öğretimin ve özellikle ilköğretimin en kolay ve ilmi şekilde yaygınlaştırılmasını sağlamaktır. Cemiyete göre, eğitimin yaygınlaşamamasının sebebi, harflerin noksan olması ve harflerin birleşik yazılmasıdır. Bu nedenle Cemiyet üyeleri, Arap harflerinin korunması şartıyla ıslahını gerçekleştirmek ve bu maksadını da yerine getirebilmek için Doktor Milaslı İsmail Hakkı Bey'in tarzını kabul etmiştir. Cemiyet, bu düşünce ile harflerin ayrı ayrı yazılması, sesli harflerin kullanılması ve herkesin maariften faydalandırılması için çalışmalara başlamıştır. Cemiyetin tesbit edilebilen sadece bir yayını bulunmaktadır. Kitabın adı, Yeni Yazı ve Elifbası olup, yazarı da Doktor Milaslı İsmail Hakkı Bey'dir. Kitapta, Latin harflerinin kabul edilmesine karşı çıkılmış ve harflerin eksikliklerini tamamlamanın daha hayırlı bir iş olacağı düşüncesiyle bu eserin yayınlandığı kaydedilmiştir. Ayrıca, hiç okuma-yazma bilmeyen askerlerin, halkın ve ilköğretim öğrencilerinin bu tarz usul ile kısa bir zamanda okur­yazar olabilecekleri de ileri sürülmüştür.

4.7.2 Islah-ı Hurûf Cemiyeti

Bu cemiyetin kurucularından olan Milaslı Doktor İsmail Hakkı Bey, Türkçeyi "hurûf-ı munfasıla" (harflerin yazı içinde ayrı yazılarak kullanılması) ile yazmanın, dilin kolay yazılıp okunması için tek çare olduğunu savunmuştur. II. Meşrutiyet'in ilanından itibaren harflerin ıslahı çalışmalarının içinde yer alan İsmail Hakkı Bey, bazı Türk aydınlarını da etkilemeyi başarmıştır.

Neticede İsmail Hakkı Bey, Operatör Necmeddin Arif Bey ve Ali Nusret Bey'le beraber bir araya gelerek, "hurûf-ı munfasıla" ile Türkçeyi yazabilmek için bir cemiyetin kurulması gereği üzerinde fikir birliğine varmıştır. Bunun akabinde oluşturulan Heyet-i Müteşebbise, hayati öneme sahip olan yazı meselesini tartışmaya açmak için ülkenin önde gelen aydınlarını bir toplantıya çağırmıştır. Toplantı 16 Şubat 1911 tarihinde Darülfünun Konferans Salonu'nda yapılmıştır. Konuyla ilgilenen birçok kişinin davet edildiği bu toplantıya, başta Mahmut Esad Efendi, İsmail Hakkı, Süleyman Nazif, Cenab Şehabeddin, Celal Nuri, Celal Sahir, Celaladdin Arif Bey'ler olmak üzere, ülkenin fikir ve irfan hayatında önemli rol oynayan, basının önde gelen isimleri katılmıştır. Bu toplantıya katılan aydınlar birer konuşma yaparak yazının ıslahı konusunda görüşlerini dile getirmiştir.

Bu toplantıda konuşan Milaslı İsmail Hakkı Bey, eğitimin ilerleyebilmesi için işe ilk önce harflerden başlamanın, harflerin eksikliğini tamamlamak için de bazı düzenlemelerde bulunmanın gereğine işaret etmiştir. O'na göre, İslam dünyası zamanına göre hayli ilerlemiş iken, sonradan geri kalmasının gerçek sebebi harflerin eksikliğidir. Yazının tarzını bozmadan nokta ve işaret nevinden bazı ilavelerin yapılmasıyla bu eksikliklerin tamamlanamayacağını savunan İsmail Hakkı Bey, bir yazının ilim çevreleri tarafından benimsenebilmesi için bazı şartları taşıması gerektiğini kaydetmiştir. Ayrıca, kelimeler yazı makinelerine ve matbaa makinelerine uymamaktadır. Bu nedenle ilerlemenin esasını oluşturan kolaylık ve faydalılık prensibine aykırı bulunması nedeniyle, mevcut yazının mutlak surette ilmi bir metot çerçevesinde düzenlenmesi gerekmektedir. Bu da ancak, harfleri ayrı ayrı yazıp aralarına gerekli olan sesli harfleri yerleştirmekle mümkündür.

İsmail Hakkı Bey, medeni milletlerin ulaştığı kalkınmışlık seviyesine ulaşabilmek için iki yolun bulunduğunu kaydetmektedir. O'na göre, ya Latin harflerini kabul etmeli veya kullanılan yazıyı Latin harflerinin meziyetlerine sahip kılmalıdır. Arap harflerinin muhafaza edilmesiyle ıslah edilmesi taraftarı olduğunu belirten İsmail Hakkı Bey, teklif ettiği yazı şeklinde harfleri aynen koruduğunu, sadece sekiz sesli harf ilave ettiğini ifade etmiştir.

Milaslı İsmail Hakkı Bey'den sonra konuşan Mahmut Esat Efendi, harflerin ıslahı için gerekli olan Encümen'in kurulması ve harflerin ıslahı konusunda yapılacak olan değişikliğin yavaş yavaş olması gereği üzerinde durmuştur. Esat Efendi, yazının birdenbire değiştirilmesi halinde, gelecek nesillerin yeni yazıyı öğrendikten sonra, eski yazı ile yazılmış olan eserleri okuyamayacağını dile getirmiştir. Ayrıca, bu durumun insanların geçmişiyle milli adet ve örfleriyle ilişkinin kesilmesi anlamına geleceğini belirtmiştir.

Arap harflerinin ıslahı lehinde söz söyleyen bu konuşmacılardan sonra, bu görüşe katılmayan ve Latin harflerini savunan Celal Nuri bir konuşma yapmıştır. Celal Nuri, konuşmasında özetle şu hususlar üzerinde durmuştur: 
  • Harflerin ıslahı ve değişikliği fikri, dili bozmaktan başka hiçbir anlam ifade etmez.
  • Arap harfleri Türkçeye uygun değildir. Harfleri değiştirmek gerekirse, Latin harflerini almak gerekir.
  • Esas mesele, dilde kullanılan harflerin şekillerinde değildir. Durum böyle olsaydı, okuma şekli en kolay olan İspanyolca sayesinde İspanyolların en iyi okur-yazar millet olmaları ve okuma tarzı zor olan İngilizce'yi konuşanların dünyanın bir numaralı milleti olmamaları gerekirdi. Fakat, durum tam tersine olmuştur.

Celal Nuri'nin, Arap harflerinin ıslahı aleyhinde ve Latin harfleri lehindeki konuşmasından sonra salondan birçok itiraz gelmiştir. Bu vesileyle söz alan Ispartalı İsmail Hakkı Bey, bir milletin ilerlemesinde veya geri kalmasında kullandığı yazının önemli olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca halen kullanılan yazının değiştirilmeyeceğini, sadece "tadil ve ıslah" olunacağını ifade etmiştir.

Islah-ı Hurûf Cemiyeti, bu toplantısından başka üç toplantı daha yapmıştır. Cemiyetin ikinci toplantısı 24 Şubat 1911'de, üçüncü toplantısı 9 Mart 1911'de, dördüncü toplantısı da 29 Mart 1912 tarihinde gerçekleşmiştir. Cemiyetin son toplantısında İlmi Encümen ve İdare Heyeti de belirlenmiştir.

İlmi Encümen'in 5 Nisan 1912 tarihindeki toplantısında da düşüncelerini dile getiren Ispartalı İsmail Hakkı Bey, harfler üzerinde yapılacak değişikliği şu şekilde izah etmiştir:
  • Yazıda kullanılan sesli harfler ayrılacak ve küçük bir değişiklik yapılacak. 
  • Bu harfler de yine yazıda numuneleri görülen elif'ten, vav'dan, ya'dan teşkil edilecek. 
  • Böylelikle iki elif, iki ya, dört vav ile sesli harfler sekiz olup tamamlandıktan sonra, üç de okunan elif (hemze), okunan ya, okunan vav olup sesli harflerle sessiz harfler birbirinden karışmayacak bir şekilde ayrılacaktır.

Encümen-i İlmi'nin bu toplantısında, ıslah edilmiş olan Arap harflerinin yeni şekli kabul edilmiştir. Kabul edilen bu şekiller 10 sesli harf ve 34 sessiz harf olmak üzere toplam 44 tanedir. İlmi Encümen tarafından kabul edilen bu harfler Cemiyetin yayın organı olan Yeni Yazı gazetesinde yayınlanmıştır. Encümen-i İlmi, ayrıca kabul etmiş olduğu bu harfleri halka öğretmek maksadıyla Yeni Harflerle Elifba adında küçük bir kitapçık da yayınlamıştır..

4.8 Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın Elifba Denemesi

Münif Paşa’nın 1862’de gündeme getirdiği bitişik yazılan harflerin ayrı yazılması önerisi, 1911’de Milaslı Dr. İsmail Hakkı Bey tarafından benimsendi ve Hakkı Bey’in öncülüğünü yaptığı Islah-ı Huruf Cemiyeti’nin yayın organı Teceddüt (Yenilenme) gazetesinde kamuya duyuruldu. 1913 yılında Balkan Savaşları sürerken, İttihatçı Hüseyin Cahit (Yalçın)’ın Tanin gazetesinin birinci sayfasındaki yeni yazı denemeleri işte bu tartışmaların sonucuydu. Habere göre, Harbiye Nazırı Enver Paşa, I. Dünya Savaşı'ndan önce, orduda telgraf haberleşmesinde yeni düzenlemelere gitmek maksadıyla, harfler üzerinde bazı değişiklikler yapılmasını emretmişti.

Ancak, Harbiye Nezareti’nde görevli kurmay subaylardan İsmet (İnönü), Enver Paşa’ya “Paşam, yaptığınız büyük bir inkılaptır. Ancak memleketin genç zabitleri ihtiyat subayı olarak bulunuyorlar ve keşiftedirler. Harfler öyle tek tek yazılırsa keşif raporları çok gecikir. Oysa keşif raporlarının hemen ulaşması lazımdır. Bu bakımdan bu büyük eserinizi zaferden sonra tatbik etmek üzere şimdilik erteleseniz,” derken bir başka subay Mustafa Kemal de “Peki, güzel! İyi bir niyet; fakat yarım iş, hem de zamansız. Harp zamanı harf zamanı değildir. Harp olurken harfle oynamak sırası mıdır? (…) Bu şimdiki şekil, hem yazmayı, hem okumayı, hem de anlamayı dolayısıyla anlaşmayı eskisinden fazla geciktirir ve güçleştirir. Hız isteyen bir zamanda böyle yavaşlatıcı, zihinleri yorup şaşırtıcı bir teşebbüse geçmenin maddi, ameli ve milli ne faydası var? Sonra da mademki başladın, cesaret et şunu tam yap, medeni bir şekil alsın!” diyecekti.



Bu maksatla Harbiye Nezareti, 1 Mayıs 1914'ten itibaren yalnız askeri makam ve kıt'alar arasında yapılacak her türlü haberleşmenin, harflerin ayrı ayrı yazılarak yapılmasını kabul ve emretmiştir. Yalnız, mülki memurlarla yapılacak haberleşmenin eski tarz yazı ile yapılmasına devam edilmiştir. Harbiye Nezareti'nin aldığı bu karar, Mayıs ayından itibaren uygulanmaya başlanmıştır. Ancak bu uygulama beklenilen kolaylığı sağlayamamıştır. Aksine, haberleşme esnasında yeni bazı anlaşmazlıkların doğmasına neden olmuştur.

Ordunun her kademesinde "hurûf-ı munfasıla"yı kabul ettirebilmek ve uygulatabilmek için büyük gayret gösteren Enver Paşa'nın bütün bu gayretleri boşa gitmiş ve "Enveri Hattı" orduda tutunamayarak uygulamadan kaldırılmıştır. Bundan sonra tekrar eski tarz harflerle haberleşmeye devam edilmiştir.

Enver Paşa'nın kabul edilmesi için uğraş verdiği "hurûf-ı munfasıla" ile yazılmış sadece bir eser bulunmaktadır. Bu kitap, 1914-1915 Ordu Salnamesi'dir. 1496 sayfadan oluşan Salname'nin tamamı Enveri hattı ile yazılmıştır.

4.9 Arnavutluk'ta Latin Harfleri

II.Meşrutiyet Dönemi'nde, İtalyanların ve Avusturyalıların Arnavutluk'a yönelik propagandaları sonucunda Arnavutlar, 2-8 Eylül 1909 tarihleri arasında tertip ettikleri İlbasan Kongresi'nde, Arnavutçanın öğretim dili olmasına ve Latin harflerinin kabulüne karar vermişlerdir. Bu kongreden sonra Arnavutluk'ta kullanılacak harfler hakkındaki tartışmalar şiddetlenmiştir. Arnavutlukta Latin harflerinin kullanılmasını savunanlar şu görüşü savunmuştur: 
  • Arnavutlar, sadece harfler ve yazı ile Hilafete bağlı olmayıp, bütün kalbi duygularıyla, mukaddes makama bağlıdırlar. 
  • Arnavutlar, Latin harfleri ile dinin bütün özelliklerini öğrenmek ve devlete yardımcı olmak istemektedirler. 
  • Arnavutların gayesi dinden uzaklaşmak değil, bilakis dinin bütün emirlerini layıkıyla öğrenmektir. Bu sebeple, Latin harflerinin Arnavutluk'ta kabul edilmesinde dini yönden bir sakınca yoktur. 
  • Latin harflerinin Arnavutluk'ta kabul edilmesinin dini açıdan zararlı olacağından, yasaklanması gerektiği ve İslam dünyasında ayrılığa yol açacağı iddiasında bulunanlar, muhalli ihtiyaçları ve dilin gereklerini, yapısını inkar edenlerdir. 
  • Arnavutluk'ta Latin harflerinin kabul edilmesi, Arnavutlarla Türklerin arasındaki bağların kopmasına sebebiyet vermez. Çünkü, Arnavutlarla Türkler, dini birlikten, beş yüz sene beraber yaşamış olmaktan doğan hukuk ve kardeşlik gibi manevi bağlardan başka, menfaat ortaklığı ile de birbirlerine bağlıdırlar. Bu iki kavmi birbirinden ayıracak dünyada hiçbir kuvvet tasavvur edilemez. 
  • Latin harfleri kabul edilirse, bu durum Arnavutlar için önemli sonuçlar doğuracak ve kısa zamanda ilerlemeleri mümkün olacaktır. Latin harflerinin kabulü, Arnavutlarla Türkler arasında herhangi bir kopukluğun doğmasına da sebep olmayacak, aksine aradaki münasebet kuvvetlenerek devam edecektir.

Diğer taraftan Osmanlı aydınlarının bir kısmı da Arnavutluk'ta Latin harflerinin kabul edilmesine değişik sebeplerle karşı çıkmışlardır. Bu karşı çıkışın en önemli sebebi, dinidir. Bu aydınlar, Latin harfleri taraftarlarının savundukları görüşleri yazılarında tenkit ederek onlara cevap vermişlerdir. Bu aydınlara göre; 
  • Müslüman Arnavutların Latin harflerini kabul ile eğitim-öğretime teşebbüsleri halinde, milliyetlerine son vermek için kendi elleri ile öyle müthiş bir darbe vurmuş olacaklar ki, bunun sonucunda ortaya çıkacak milli tehlikenin telafisi mümkün olmaz. Arnavutluk'ta Latin harflerini yaygınlaştırmaya çalışmak, Arnavutları Latinleştirmek demektir.
  • Arnavutluk'ta Latin harfleri kabul olunduktan sonra, Kur'an'ın yazılması ve okunması imkansız ve manasız olacaktır. Bu durumda, Arnavutları Hıristiyanlık dünyasına sokmak suretiyle, nüfuzlarını genişletmek isteyenlerin maksadı gerçekleşmiş olacaktır. Bunun sonucu olarak da, dini duyguları milli duygulardan daha kuvvetli olan Arnavutlar, farkında olmayarak, İslamiyeti terk etmiş olacaklar.

Konu üzerinde bu tartışmalar yapılırken, "halk" da meseleye kayıtsız kalmamış ve her iki görüşte de mitingler tertip edilmiştir. Arnavutluk'ta bir taraftan "Alfabe" tartışmaları ve konu hakkındaki çalışmalar devam ederken, Şeyhülislamlık makamı konu hakkında yayınladığı fetvada, Latin harflerinin kabulü ve İslam mekteplerinde öğretilmesinin şeriata uygun olmadığını bildirmiştir. Sonuçta Arnavutluk'ta Arap harfleri taraftarlarının, Latin harfleri aleyhindeki çalışmaları başarısızlıkla sonuçlanmış ve Arnavutlar Latin harflerini kullanmaya başlamışlardır.

5. Osmanlı’da Latin Harflerini Savunanların Düşünceleri

XIX. yüzyılın ikinci yarısında bazı aydınlar tarafından dile getirilen Arap harflerinin kaldırılıp yerine Latin harflerinin kabul edilmesi görüşü, II.Meşrutiyet Dönemi'nde daha açık ve yaygın bir şekilde ileri sürülmüştür. Bu dönemde başta Hüseyin Cahid, Celal Nuri, Abdullah Cevdet ve Kılıçzade Hakkı olmak üzere birçok Türk aydını, Arap harflerinin ıslahına karşı çıkmış ve Latin harflerinin kabul edilmesi gerektiğini savunmuştur.

II.Meşrutiyet Dönemi'nde Latin harflerinin kabul edilmesini savunan şahıslar arasında yer alan Hüseyin Cahit yazılarında, kullanılan harflerin Türklüğe ve Müslümanlığa mahsus bir yazı olmadığına, Türklerin daha önceleri başka yazılar da kullandığına ve Arap harflerinin de sonradan kabul edildiğine dikkat çekmiştir. Hüseyin Cahit'e göre, Latin harflerini kabul etmek isteyen Arnavutlar, ilerleme yolunda tebrike layık büyük bir adım atmışlardır. Çünkü, dağda çobanlık yapan bir Arnavut, bu sayede bir haftada okuyup yazabilecektir. Türklerin ise Arap harfleri ile değil bir haftada, belki yüz haftada köylüye okuyup yazmayı öğretemeyeceğini savunan Hüseyin Cahit, bu durumda Arnavutlarla Türkler arasında eğitim alanında ayrılık olacağını ifade etmiştir. Yani Arnavutlar, Latin harfleri sayesinde maariflerini geliştirecekler, Türkler ise oldukları yerde kalacaklardır. Hüseyin Cahit, bundan dolayı, ilmi ve mantıki gelişmeye, yani Latin harflerinin kabul edilmesi hareketine engel olmak yerine, o gelişmeyi mümkün ise kabul etmenin, Türklüğün menfaatine daha uygun olduğunu ileri sürmüştür.

Celal Nuri’de Latin harflerine taraftar olduğunu çeşitli vesilelerle dile getirmiştir. Celal Nuri, Türk milletinin diğer sahalarda olduğu gibi, dil meselesinde de büyük bir ilerleme gösteremediğini, halbuki gerek dilin, gerekse edebiyatın ilerlemesine ihtiyaç bulunduğunu, bu alanda ilerleme kaydedilemedikçe, devlet ve millet olarak asla bir adım ileri gidilemeyeceğini ileri sürmüştür.

Celal Nuri'ye göre, Arap harfleri berbattır. Bu harflerle bir iş görülememektedir. Yetersizdir. Arap harflerini ve bu harflerle yazılan kelimeleri halk kolaylıkla öğrenememektedir. Bu harfler, ilerlemeye büyük engel teşkil etmektedir. Bu harflerin halkta öğrenme ve aydınlanma isteğini söndürdüğünü belirten Celal Nuri, manasız tedbirlere başvurmak yerine, bir an önce cesaret göstererek Latin harflerinin kabul edilmesi gerektiğini savunmuştur.

Celal Nuri'ye göre, Arap harflerini değiştirmek gerekirse, Latin harfleri gibi harfleri kabul etmek gerekir. Arap harflerinin ıslahı ve tadil edilmesi için çalışanların ortaya koydukları şekiller kabul edilirse, herkesin kolaylıkla ve kısa bir zamanda okur-yazar olacağı iddiası geçersizdir. Çünkü, asıl mesele şekilleri telaffuzda değil, bilmekte, ezberlemektedir. O'na göre, ülkenin kalkınması isteniliyorsa, bir an bile geçirmeden Latin harfleri incelenmelidir. Bir alfabeyi bırakıp başka bir alfabeyi kabul eden sadece Türkler değildir. Ayrıca, harf değiştirmekle ülkede yeni bir zihni devir başlayacaktır. Milli bir gayret gösterilerek dilde, edebiyatta, alfabede ve düşüncede bir inkılap yapmak gerekmektedir.

Latin harflerinin hem pek tabii, hem de Türkçenin yazılmasına Arap harflerinden daha uygun olduğunu ifade eden Celal Nuri, bu harflerin kabul edilmemesi için yapılan itirazların çok basit seviyede olduğunu belirtmektedir. Celal Nuri'yi göre, bu konuda ciddi bir inkılap yapılabilirse, halk kolaylıkla okuyup yazabilecek ve sonuçta milletin fikri seviyesi büyük ilerleme kaydedecektir.
Türkiye'deki Latin harfleri tartışmaları incelenirken Abdullah Cevdet'i ve yayınladığı İçtihad dergisini ayrı olarak ele almak gerekir. Çünkü, Harf İnkılabı öncesinde kendisi, bunu 35 yıldır savunduğunu ve gerçekleşmesinden büyük memnuniyet duyacağını ifade edecektir.Abdullah Cevdet'in yayınlamış olduğu İçtihad'da, Meşrutiyet Dönemi'nde bazı yazıların çıktığını, hatta en hararetli yazıların burada yayınlandığını söylemek mümkündür.

Bu dönemde Abdullah Cevdet, Latin harfleri hakkındaki görüşünü Celal Nuri'nin bir eseri hakkında yazdığı yazıda dile getirmiştir. Abdullah Cevdet, Celal Nuri'nin Mukadderat-ı Tarihiyye adlı kitabı hakkında İçtihad'da bir tanıtım yazısı kaleme almıştır. "Dahiyane bir kitap" olarak vasıflandırdığı bu eserin çeşitli bölümlerinden alıntılar yapan Abdullah Cevdet, Celal Nuri'nin ileriye sürdüğü fikirler hakkında yorumlar yapmıştır. Abdullah Cevdet'e göre, Celal Nuri, "Edebiyat Meselesi" başlıklı bölümde, büyük bir medeni cesaret örneği göstererek, halihazırda kullanılan harflerin berbat olduğunu açıktan açığa söylemektedir. Abdullah Cevdet, ilgili kısımdan yazısına alıntı yaptığı Celal Nuri'nin "bu harflerle" ifadesine, "ve bu heriflerle" kaydını da ilave ederek, Arap harflerinin bir işe yaramadığını, Arap harflerini savunan şahısların da ilerlemeye engel teşkil ettiklerini belirtmiştir.

Abdullah Cevdet, bu yazısında kendi görüşlerini şu ifadelerle kaydetmiştir: "Oh! Aynı fikirde iki ruhun yekdiğerine mülaki olması ne kadar büyük ve yüksek bir haz ve saadettir! Söylemek, bağırmak istediğim şeylerin pek çoğunu Celal Nuri Bey Mukadderat-ı Tarihiyye'sinde söylemiş, yazmıştır".
Yukarıda da ifade edildiği gibi, II.Meşrutiyet Dönemi'nde İçtihad'da Latin harfleri lehinde birçok yazı yayınlanmıştır. Bunlardan birisi de Ali Nadir imzasıyla yayınlanmıştır. Ali Nadir'e göre, Latin harfleri kabul edildiği zaman elde edilecek faydalar şunlardır:
  • Herhangi bir Batı dilini öğrenmeyi hayaline sığdıramayanlar, o zaman meselenin ne kadar kolay olduğunu anlayacaklar ve yabancı dilleri öğrenmeye başından itibaren değil, yarı yoldan başlayacaklar.
  • Latin harfleri kabul edildiği zaman Türkçe, diğer dillere benzeyeceği için, bu dili öğrenmek isteyen insanlar çoğalacaktır. Türkleri tanıyanlar ve yardım edenler çoğalacak. Kitaplar güzel bir baskı ile her yerde bastırılabilecektir.
  • Halbuki Latin harflerinden ayrı bir harf sistemi kabul edildiğinde, bu yeni harflerin büyük faydası olsa bile, Türkleri yine eskisi gibi yalnızlığa mahkûm edecektir.
  • Latin harfleri, Türkçeye kolay ve mükemmel uymaktadır. Yeni harf ilavesine gerek kalmamakta, sadece bir-iki işaretli bazı sesli harflerin görevlerinin değiştirilmesi yeterli olmaktadır.

Harflerin hayatta gerekli olan bir makine olduğu ve bunun alınmasının bir mahzur oluşturmayacağı üzerinde duran Ali Nadir, Almanların Latin harfleri ile yazmaya başlamasından beri Fransızlaşmadıklarını, görüşüne delil olarak göstermektedir.

Ali Nadir'e göre, Latin harfleri kabul edildiğinde İslam dünyasından uzaklaşılsa bile, "hayat vasıtası" olan Latin harflerine sahip çıkmak için bu mahrumiyeti göze almak gerekmektedir. Ayrıca, ilerlemeye başlayan Müslümanlara, ancak saygı gösterecek bir konumda olduğunu belirttiği İslamiyet'in, konuşma ve yazma şekilleri ile ilgili olmadığını kaydetmiştir.

İçtihad'da konu hakkında başka yazılar da yayınlanmıştır. Ancak, yayınlanan diğer yazılar Ali Nadir'in görüşlerini paylaşan değil, harflerin üzerinde birtakım düzenlemeler yapılmasını isteyen ve Latin harfleri aleyhinde olan yazılardır.

II. Meşrutiyet Dönemi'nde Latin harfleri lehinde yazıların yayınlandığı bir başka dergi de Hürriyet-i Fikriye'dir. Dergide konuya geniş yer verilmiştir. Latin harfleri ile alakalı olan yazı serisinin ilkinde, ilerlemeye engel olan kayıtları ve şekilleri terk ederek Batılıların tecrübe neticesinde kabul ve tatbik ettikleri vasıtalarla ilerlemek için, Latin harflerinin yavaş yavaş tatbike başlanması gerektiği üzerinde durulmuştur. Yazıda, kullanılan elifbanın topluma bir fayda sağlaması açısından iflasının artık herkes tarafından kabul edildiği ileri sürülmekte ve harflerin kusurlarını en muhafazakar olanların bile itiraf ettikleri kaydedilmektedir. Yazara göre, bu şartlarda Latin harflerini kabul etmek elzemdir.

Konu ile ilgili yayınlanan ikinci yazıda yazar, Müslümanlık ile olan bağın ve diğer Müslümanlar ile olan rabıtaların sadece Arap harflerinden dolayı ise bunun acınacak bir durum olduğunu ifade etmiştir. Yazar, ayrıca "daha da ileriye giderek" Arap harflerinin Müslüman milletler arasında gerekli olan birliğe, kaynaşmaya engel olduğunu ileri sürmüştür. Yazara göre, Latin harfleri, bazı sosyologların zannettikleri gibi, sadece Hıristiyanlara has bir yazı sistemi değil, özellikle son asırlarda belki bütün insanlar arasında kullanılmaya başlanan uluslararası bir alfabedir.

İçtihad'da konu ile ilgili yayınlanan bu yazılarda ileriye sürülen fikirleri şu şekilde özetlemek mümkündür: Arap harfleri, artık cemiyetin sosyal hayatında bir fayda sağlayamamaktadır. Harflerin ve imlanın birçok kusuru vardır. Ülkede okuma-yazma oranı çok düşüktür ve sadece belli bir sınıfa mahsustur. Harfleri ıslah veya tadil etmek, meselenin tam olarak halledilmesine yardımcı olmaz. Bu nedenle harfleri değiştirmek en kesin çözümdür. Japonların kullandığı harfler gerçekte zordur. Ancak Japonlar kalkınırlarken, içinde bulundukları şartlar onların lehine olduğu için, kısa zamanda büyük bir ilerleme kaydedebilmişlerdir. Latin harflerinin kabulünde dini yönden herhangi bir sakınca yoktur. Latin harfleri kabul edildiğinde, elde edilecek faydalar ve kolaylıklar görülünce, harflerin kabul edilmesinin isabetliliği herkes tarafından takdir edilecektir. Latin harfleri her şeye rağmen galip gelecektir.

6. Latin Harflerine Karşı Çıkanların Düşünceleri

II.Meşrutiyet Dönemi'nde Latin harfleri taraftarları bu görüşlerini ortaya koyarken, Arap harflerinin değiştirilmesini istemeyenler de düşüncelerini çeşitli yazılarla dile getirmişlerdir. Bu dönemde Milaslı İsmail Hakkı Bey ile Satı Bey'in Latin harfleri aleyhindeki yazıları dikkati çekmektedir. Milaslı İsmail Hakkı Bey, Arap harflerini ıslah etmenin daha kolay olduğunu ve Latin harflerinin niçin kabul edilmemesi gerektiği hakkındaki görüşlerini şu şekilde açıklamıştır:
  • Millete Latin harflerini teklif etmek, onları alışmış olduğu yoldan zorla çevirip, istemediği karanlık bir yola sevk etmektir. Bu başarısızlıkla sonuçlanacaktır. En önemli mahzur da budur. Arap harflerini ilmi bir şekilde ıslah etmek ise, milletin önünde bulunan engelleri kaldırarak hiç rahatsızlık vermeksizin hedefe ulaştıracaktır.
  • Latin harfleri, geçmişle münasebeti koruma hususunda büyük bir engel teşkil edecektir.
  • Latin harflerinde, Arap harflerinde bulunan "güzellik" mevcut değildir.
  • Latin harfleri ile Türkçe yazılamaz. Yirmiden fazla harf eksiği vardır.
  • Latin harfleri, yapısı itibariyle külfetli olduğundan yazılması, ayrık (munfasıl) harflere oranla yüzde otuz kadar fazla hareketi gerektirdiği gibi, aynı oranda da fazla yer tutacaktır.
  • Latin harfleri ile yazılan el yazısında, harfler bitişik yazıldığından dolayı daha süratli yazı yazılmaktadır. Ancak, sadece bu özellik dolayısıyla alınması söz konusu değildir. Ayrıca, ıslah olunan harflerin ayrık(munfasıl) olmasına rağmen, yazı bu şekilde daha süratli yazılabilir.
  • Yabancıların Türkçe'yi iyi telaffuz edebilmeleri yönüyle Latin harfleri uygun değildir.
  • Arap harfleri ile yazının sağdan sola yazılması, körükörüne garp mukallidi olanların zannettiklerinin tam aksine olarak kıymetli bir özelliktir.
  • Noktalar meselesinde de, Arap harflerinin ıslah edilmiş şekli, Latin harflerine tercih edilmelidir. Çünkü, Latin harfleriyle yazılan bir yazıda 26 harf, Arap harfleri ile yazılan yazıda 21 harf noktalıdır.

Satı Bey de şu gerekçelerden dolayı Arap harflerinin kaldırılıp yerine, Latin harflerinin kabul edilmesi görüşüne karşı çıkmıştır:
  • Harflerin zor olması ilerlemeye engel değildir. Harflerin zor olması ilerlemeye engel olsaydı, Japonların bir adım bile ileri gitmemesi gerekirdi. Büyük bir geçmişe ve edebiyata sahip bir milletin kendi harflerini değiştirdiğini tarih bize göstermemektedir.
  • Elifbada bazı zorluklar vardır. Fakat bu zorluklar, harflerin değiştirilmesini gerektirecek kadar büyük değildir. Zaten bu zorlukların ortadan kaldırılması da mümkündür. Bunun için harflerin değiştirilmesine gerek yoktur, ancak ıslah edilebilir.
  • Çocukların okulda kısa zamanda okuma-yazmayı öğrenememelerinin sebebi harfler değil, eğitim-öğretim metodudur. Öğretmenler, çocuklara hece usulünü tatbik ettiklerinden başarısız olmaktadırlar. Bu nedenlerden dolayı Arap harflerinin değiştirilerek, yerine Latin harflerinin kabul edilmesine gerek yoktur.

II. Meşrutiyet Dönemi'nde, Türk aydınları önceki dönemlere göre daha açık ve yaygın bir şekilde Latin harflerinin kabul edilmesi gerektiği görüşünü ifade etmişlerdir. Fakat, hükümet ve halk bu harf değişikliği meselesine sıcak bakmamıştır. Bu dönemde Arap harfleri lehinde ve Latin harfleri aleyhinde güçlü bir rüzgar olduğunu söylemek mümkündür.

6.1 Cumhuriyet Döneminde Latin Harflerine Hazırlık Süreci

Mustafa Kemal’in 1927 Haziran’ında Milli Eğitim Bakanlığı Latin harflerinin kabulü için hazırlık yapılması talimatından önce, çeşitli zamanlarda yakınındaki kişilere bu konu ile ilgili görüşlerini açıkladığı bilinmektedir.

Mazhar Müfit (Kansu)’in anlattığına göre, Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi öncesinde 7-8 Temmuz 1919 gecesi "Latin harflerinin kabul edileceğine" dair bilgi vermiş ve bu da Mazhar Müfit tarafından not alınmıştır. Ayrıca Mustafa Kemal, 1922 yılında kendisini Garp Cephesi'nde ziyaret eden Dr.Adnan Adıvar'a Latin harflerinin kabul edileceğinden söz etmiştir. Halide Edip (Adıvar)’a göre de, Mustafa Kemal 1922’de kendisine Latin harflerinin kabulünden söz etmişti.

Hatıratlardan ve Mustafa Kemal’in etrafındakilere verdiği beyanatlardan anlaşıldığına göre, Paşa baştan beri alfabede köklü bir değişim istemekteydi. Ancak ilginçtir, Mustafa Kemal ve arkadaşları, yeni Türkiye’nin kurulmasından sonra harf inkılabı konusunda aceleci değildir. Örneğin Lozan Barış Görüşmelerinin kesintiye uğradığı Şubat 1923’te, Batı dünyasına liberalizm yanlısı gözükmek için  aceleyle toplanan İzmir İktisat Kongresi sırasında, İzmirli işçi delegesi Ali Nazmi, 1908’de Arnavutluk’ta, 1922’de Azerbaycan’da Latin alfabesinin kabul edilmesinden esinlenerek, Türkiye’de de benzer bir atılımın yapılmasını önermişti. Kongre başkanı Kazım Karabekir Paşa ise, Azerbaycan’da ve Arnavutluk’ta Latin harflerinin kabul edilmesinin büyük bir hata olduğunu, “Türk yazısı güçtür, okunmaz” şeklindeki propagandanın, aslında yüzyıllardır bizi kemirmek isteyen, İslam alemini parçalamak isteyen Batı menşeli bir düşünce olduğunu, oysa Arap harflerinin İslam harfleri olduğunu ve Türk ırkına mal olduğunu söylemişti. İçtihat dergisinde Kılıçzade Hakkı Bey, üç makaleyle Paşa’ya cevap verdiğinde Mustafa Kemal bu tartışmaya hiç katılmamaya özen göstermişti. Basın yoluyla ve aydınlar arasında tartışmaların yapılması için zemin oluşmasını arzulamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak 1928 yılına kadar yaklaşık beş yıl bu konu basın üzerinden tartışılmıştır.  

Bu tartışma sürecinin başlangıcında, 26 Ağustos 1923’de, Bolu/Zonguldak Mebusu Tunalı Hilmi Bey, Meclis Başkanlığı’na “Türkçe Kanunu” adında on maddelik bir kanun teklifini verdi. Bu teklifte, Maarif Vekilliğinde bir Türkçe komisyonu kurulması, terimlerin Türkçeleştirilmesi, okul kitaplarının ve resmi yazıların öz Türkçe kurallara göre yazılması, gazete ve dergilerin de bu kurallara uyması isteniyordu. Ancak bu girişim İslam birliğini bozacağı gerekçesiyle Meclis’te reddedildi. 

1924 yılının başında, Halifelik makamının kaldırılmasına desteklerini sağlamak için İstanbul basını ile İzmir’de bir araya gelen Mustafa Kemal’e, 1913’te Enver Paşa’nın harfleri ayırma önerisine destek veren Hüseyin Cahit Bey “Latin yazısının ne zaman kabul edileceğini” sorduğunda, Mustafa Kemal bu sorudan rahatsız olmuştu. Aynı şekilde 1924 bütçe görüşmeleri sırasında İzmir Milletvekili Şükrü (Saraçoğlu), halkın okuma yazma bilmezliğinin tek nedeninin Arap harflerinin kullanılması olduğunu söylediğinde de Mustafa Kemal’den ses çıkmamıştı. Aynı yıl, Berlin'deki Türk öğrenciler “Yeni Harfler Birliği” adlı bir dernek kurmuş, bütün Türk illeri için Latin harflerinin kabulünü istemiş ve Yeni Yazı adlı bir de dergi çıkarmışlardı ancak bunlar Ankara’da bir hareket yaratmamıştı. 

25 Şubat 1924 günü TBMM’de Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesi görüşülürken söz alan İzmir mebusu Şükrü Saraçoğlu, Arap alfabesinin Türkçe için yetersiz olduğu ve ülkedeki okuma yazma oranındaki düşüklüğün baş nedeninin Arap alfabesi olduğunu aşağıdaki sözleriyle ifade etti. “Benim kanaatimce, bu büyük derdin en vahim noktası harflerdir. ... Efendiler! Bunun yegane kabahatlisi harflerdir. Arap hurufatı Türk lisanını yazmaya müsait değildir. Hacımızın, hocamızın, amirimizin, memurumuzun gayretine, asırlardan beri yapılan bunca fedakarlıklarına rağmen, halkımızın ancak yüzde ikisi veya yüzde üçü okumuştur. ... Ben isterdim ki, tedrisat-ı aliyye ve orta tedrisat için bütçesinin binde yüzünden fazla bir meblağını tahsis eden bu millet pek az bir zaman zarfında çocuklarının okuyup yazmasını görsünler…” Şükrü Saraçoğlu’nun bu konuşması Mecliste bazı vekillerin tepkisini çekmiş, hatta kavga çıkmasına neden olmuştur. 

Mecliste başlayan bu sert tartışmalar basına da yansımıştır. Meşrutiyet devrinden beri Latin alfabesini savunan Hüseyin Cahit (Yalçın) 27 Şubat 1924’te “Necat Yolu” başlıklı bir yazı kaleme alarak “Maarifi en kolay, en çabuk surette neşir ve tamim etmenin yegane çaresi Latin harflerini kabul etmekten ibarettir.” diyerek Saraçoğlu’na destek vermiştir. Yine, Hüseyin Cahit Tanin’de Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndan üç gün sonra, 6 Mart 1924 tarihinde “Latin Harfleri” başlıklı yazısında; “…Cumhuriyet, Latin harflerini de kabul ederse, tedrisatın bi-hakkın semere-dar olmasını ve az vakit içinde memlekette büyük bir terakki-i manevi vücuda gelmesini te’min edecektir.” ifadelerini kullanmıştır. Böylece basın kanalıyla Latin alfabesinin kabulü yönünde destek yazıları kaleme alınmıştır.

1925 yılı alfabe tartışmaları bakımından biraz sönük geçse de aslında bu yıl önemli devrimlerin yapıldığı yıl olmuştur. 1925 yılında tekke ve zaviyeler kapatılmış, kıyafet devrimi yapılmış, yeni takvim ve saatin kullanılmasına ilişkin kanunlar çıkarılmıştır. Ayrıca 4 Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu (dinsel gericilik tehlikesine karşı sıkıyönetim) harf inkılabı için uygun ortamın doğmasına önemli katkılarda bulunmuştur. 1925 yılında, alfabe değişikliğinin dine karşı bir hamle olduğunu ileri sürenlere İsmet İnönü: "Biz şu kanaatteyiz ki yapılan işin dinsizlikle hiçbir münasebeti yoktur. Bu sistemde muvaffak olalım, on sene azimle, muvaffakiyetle tuttuğumuz yolda yürüyelim. On sene sonra bütün dünya ve şimdi bize muarız olanlar yahut tuttuğumuz yoldan din namına endişe edenler göreceklerdir ki Müslümanlığın asıl en temiz, en saf, en hakiki şekli bizde tecelli etmiştir" diyordu.

1926 yılından itibaren gazetelerde Latin harfleri konusunda yazılar çıkmaya başladı. Ancak, örneğin 28 Mart 1926 tarihli Akşam gazetesinin “Latin Harflerini Kabul Etmeli mi, Etmemeli mi?” başlıklı anketine cevap verenlerden 13 kişi karşı çıkıyordu. Bu kişiler arasında Avram Galanti, İbrahim Necmi (Dilmen), Halil Nimetullah (Öztürk) gibi Kemalist kültür devrimine başından itibaren inananlar, hatta Başbakan İsmet Paşa da vardı. İsmet Paşa’ya göre bu konudaki bir değişiklik devlet hayatını felce uğratırdı. Latin harflerini savunan azınlıkta ise Abdullah Cevdet, Celal Nuri, Hüseyin Cahit, Falih Rıfkı (Atay) gibi eski İttihatçılar vardı. Ancak aynı yıl Türkiye’ye gelen dilbilimci Dr. Kühne’nin önerisi ile Mustafa Kemal Macar alfabesini incelemeye başladı. Bu tarihten sonra çalışmalar birden hızlandı. 

Türkiye’de Latin alfabesinin kabulü veya reddi konusu 26 Şubat-6 Mart 1926’da Bakü’de toplanan I.Türkoloji Kongresi’nden sonra tekrar alevlenmiştir. Resmi başkanlığını Samet Ağam Aliyef’in yaptığı kurultaya Sovyetler Birliği’ndeki Türk halklarının temsilcileri ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelen 71 Türkolog katılmıştır. Türkiye’den Fuat Köprülü başkanlığında bir heyet katılmıştır. Azerbaycan temsilcileri Latin yazısını savunurken, Türk heyeti buna karşı çıkarak toplantıda çekimser oy kullanmıştır. Bakü Türkoloji kongresinde alınan bu kararları Falih Rıfkı “Latin Harfleri” makalesinde “çok önemli bir hadise” olarak değerlendirirken. Yunus Nadi, “Türkçe ve Latin Hurufu’’ başlıklı yazısında olaya daha temkinli yaklaşmıştır. Avram Galanti ise; “Bakü Türkoloji Kongresinin Gayri İlmi Bir Kararı” başlıklı yazısında “Bakü Kongresi’nin ıstılah hakkında verdiği karar, lisanımızı fakirleştirmekten başka bir şeye yaramaz” dedikten sonra bu değişikliği “gayri kabili tatbik” bularak karara karşı çıkmıştır. Bu tartışmalara Hayat Mecmuası da katılmıştır.

Mecmuadaki“Latin Harfleri Meselesi” adlı makalede harf değişikliğini savunanlar ve reddedenlerin fikirleri tek tek sıralanmıştır. Yazıda varılan nokta ise, “Asırlarca işlenmiş bir edebiyatı olan bir milletin yazısı bir hamlede değiştirilebileceğini iddia edenler bu mucizevi işin ameli sahada, hayatın zaruri faaliyetlerine sekte vermeden, nasıl tahakkuk ettirileceğini de vazıh bir surette göstermelidirler.” denildikten sonra çözüm olarak Arap alfabesini yanında Latin alfabesinin ikincil olarak öğretilmesi ve ikisinin aynı anda kullanılmasını sunulmuştur.

Bakü’de alınan kararlara uygun olarak 1927 yılında Sovyet cumhuriyetleri temsilcilerinden oluşan ve “Yeni Türk Alfabesi Merkez Komitesi” adlı kurul , “Birleştirilmiş Yeni Türk Alfabesi (Yanalif)” adıyla yeni bir alfabe hazırlamıştır. Bu alfabe Sovyetlerde yaşayan Türk halklarının ve Azerbaycan’ın ortak alfabesi olmuştur. Böylece Azerbaycan ve Karaçay-Balkar bölgesinde bulunan Türkler, Latin alfabesini Türkiye’den daha önce kabul etmişlerdir.

Bakü’de yaşanan bu gelişmeler Türkiye’de de buna benzer bir kararın alınmasının önünü açmış olmalıdır. İsmail Gaspıralı’nın ifade ettiği “Dilde, Fikirde ve İşte Birlik” ilkesi de düşünüldüğünde aslında Batılılaşma için yapılan alfabe değişikliği, diğer bir açıdan Türkler arasındaki alfabe birliğinin sağlanmasına katkı olarak değerlendirilebilir. Zaten Sovyetlerdeki Türk halkları, Türkiye’de yaşanan Harf Devriminden sonra Latin alfabesine hızla geçmiştir. 1928’de Nogay’lar, 1929’da Kırım, 1928’de Özbekistan, 1930’da Kafkasya’da Kumuklar Latin harflerini kullanılmaya başlamışlardır.

Böylece 20. Yüzyılda Latin alfabesi Türk dilleri konuşanların genel alfabesi olmuştur.  Ancak Komünist Rusya, Türkler arasında oluşan bu alfabe birliğinden rahatsız olmuştur. Türklerin Latin alfabesine geçişi 1936'dan itibaren Stalin'in talimatıyla durduruldu ve 1939’a gelindiğinde Sovyetler Birliğinde bütün Cumhuriyetlerde Latin harfleri bırakılarak Kiril alfabesinin kullanılması sağlandı. Bu dönüşümün amacı birbirine yakın Türk halklarının alfabelerini azami olarak birbirinden farklılaştırıp onların milli birlikteliklerini bozmaktı.

Mustafa Kemal gençlik yıllarından beri tasarladığı “cihanşümul harflerle yeni bir harf devrimi” konusunu  sofrasındaki aydınlarla uzun süre mütalaa etmiş ancak zamanın daha gelmediği düşüncesiyle, bu konudaki görüşlerini açıklamayı 1928 yılı Ağustos ayına kadar ertelemiştir. Aslında 1927-1928 yılları harf değişikliği konusunda Mustafa Kemal için zemini yoklama devri olmuştur.

8 Ocak 1928’de Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt), Türk Ocakları Merkez ve Hars Heyetlerinde verdiği bir ziyafette Latin harfleri konusundan söz açtı. 8 Mart’ta Türk Ocağı Hars Heyeti’nde İsmet Paşa, Latin harfleriyle ilgili bir danışma toplantısı yaptı. Mayıs ayında CHP Genel Sekreteri ve Erzincan Milletvekili Saffet (Arıkan) ve üç milletvekili “beynelmilel erkam” (uluslararası rakamlar) sistemine geçilmesini önerdi ve bu değişiklik Haziran ayında uygulamaya kondu. Artık sıra harflere gelmişti. Mustafa Kemal bu günlerde konuya açıkça dahil oldu. Mayıs ayının sonunda Bakanlar Kurulu kararıyla “lisanımızda Latin harflerinin suret ve imkan-ı tatbikini düşünmek üzere” Dil Encümeni oluşturuldu. 24 Mayıs’ta ise Latin rakamlarının kullanılmasına ilişkin kanun kabul edildi. 
Batılılaşma hareketinde önemli bir adım olacak bu inkılap hakkında gerek dil encümeni, gerek encümen dışında bu işle uğraşanlar hatta İsmet Paşa da dahil olmak üzere pek çok kişi harf değişikliğinin 5 ila 15 yıl gibi bir zaman alacağına inanmaktaydı. Ayrıca bu geçiş sürecinde Yunus Nadi başta olmak üzere, gazetelerde yarım sütunda Latin alfabesi yer alırken diğer yarısı da eski yazı olarak yayımlatılarak alıştırılma evresi gerektiğini düşünenler de vardı. Nadi yine okullarda ilk giren öğrencilere yeni harflerin öğretilmeye başlanmasını, diğerlerinin ise eski harflere devam etmesi gerektiğini düşünmekteydi. 

Mustafa Kemal bu görüşte olanlara “ya üç ayda ya da hiç” cevabını vermiştir. Bu ifadesiyle harf devriminin çok kısa bir zamanda başlatılıp bitirileceğini açıkça ifade etmiştir. Mustafa Kemal Latin harfleriyle ilgili görüşlerini açıkladıktan sonra alfabe değişikliğinin yapılması için yıllara ihtiyaç olmadığını Yunus Nadi’ye gönderdiği mektupta ifade etmiştir.

6.2 Ocak 1928, Dil çalışmaları hızlanıyor

Bu amaçlarla 1928 yılı başından itibaren harekete geçilerek 8 Ocak 1928’de Mahmut Esat Ankara Türk Ocağında, Türk Harfleri hakkında bir konferans vermiş, 24 Mayıs 1928’de de Latin rakamları “Türk rakamları” olarak kabul edilmiştir. Mayıs 1928’de Bakanlar Kurulu kararıyla oluşturulan Dil Encümeni’de (Alfabe komisyonu), Latin alfabesine geçişle ilgili çalışmalarına hemen başlamıştır. Mustafa Necati’nin başkanlığında çalışan bu komisyon Türk alfabesi konusunda ilk resmi ve bilimsel rapor olan 41 sayfalık “Elifba Raporu’’nu 1928 yılının Ağustos ayının başlarında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e sunmuştur. Bu rapor içeriği Gazi’nin sofrasında görüşülmüş ve bazen bir kelime üzerinde saatlerce müzakere yapılmıştır.

Komisyon üyeleri de kamuoyuna yeni alfabe konusunda açıklamalar yapmakta ve halkı bu yeniliğe alıştırmaktaydılar. Falih Rıfkı, böyle bir açıklamasında “ harflerimizin Latinleştirilmesinin, Türk lisanının geleceği ve gelişimi için en kuvvetli adım olduğunu” ifade etmiştir.

Bundan sonra Mustafa Kemal’in talebiyle bir komisyon oluşturuldu. Falih Rıfkı’ya göre, komisyondaki ilk tartışma Osmanlıcadaki yabancı kelimelerin bütün ses haklarını veren bir alfabe mi yoksa Türkçe ve Türkçeleşen kelimelerin hakkını veren bir alfabe mi hazırlamak gerektiğinde çıkmıştı. Bu bağlamda, kaf, kef, gayın harflerini gereksiz bulanlarla gerekli bulanlar arasında epey ateşli tartışmalar olmuştu. 

Falih Rıfkı’ya göre ‘q-kü’ harfi tehlikesi şöyle atlatılmıştı: “Ben yeni yazı tasarısını getirdiğim günün akşamı Kazım Paşa (Özalp) sofrada, ‘Ben adımı nasıl yazacağım, ‘kü’ harfi lazım,’ diye tutturdu. ‘Atatürk de bir harften ne çıkar? Kabul edelim,’ dedi. (…) Ben sofrada sesimi çıkarmadım. Ertesi gün yanına gittiğimde meseleyi aniden Ata’ya açtım. Atatürk el yazısı majüsküllerini (büyük harf) bilmezdi. Küçük harfleri büyütmekle yetinirdi. Kağıdı aldı, Kemal’in baş harfini küçük ’kü’nün büyütülmüşü ile sonra da ’K’nın büyütülmüşü ile yazdı. Birincisi hiç hoşuna gitmedi. Bu yüzden ’kü’ harfinden kurtulduk. Bereket Atatürk ’kü’nün majüskülünü bilmiyordu. Çünkü o ’K’nın büyütülmüşünden daha gösterişli idi.”

6.3 Harf Devriminin Kamuoyuyla Paylaşılması ve Mustafa Kemal’in Sarayburnu Nutku

İstanbul’da, Taksim Cumhuriyet Anıtının açılış günü olan 8 Ağustos 1928 tarihi Harf inkılabının kamuoyuyla paylaşılması bakımından büyük önem taşır. Açılış töreninde, başından beri harf devriminin mimarlarından olan dönemin Maarif Vekili Mustafa Necati,  Mustafa Kemal anıtına hitaben bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında; “…Kardeşler, gözlerinize bakıyorum, geniş göğsünüzün içinde manalar okuyorum ve aziz liderimin heykeli karşısında duyduğum ilhamların bana verdiği kuvvetle onun ağzından müjdeliyorum ki: Milletimizin mesut istikbali büyüktür. Onun büyüklüğü kadar büyüktür ve büyük olacaktır. Aziz Mustafa Kemal, üzerlerinde vaktiyle yabancı izcilerin, mağrur ve yabancı askerlerin dolaştığı bu meydana toplanan, hep senden ve senin aşıkın olan on binlerce insan, senin açtığın yoldan ve senin arkandan gelmek için can atmaya hazırlanan aşıklarındır. Onlar her istediğin yerde emrine, işaretine muntazır, bekliyorlar. İlerleyen ve yürüyen eserinizin önünde hürmet taşıyan kalplerin selam ve minnetlerini kabul et.” ifadelerini kullanmıştır. 

Komisyon çalışmalarını başından beri yakından takip eden Paşa, harf devrimi hakkındaki açıklamayı bu açılış töreninin sonrasında 8/9 Ağustos 1928 gecesi Perşembe günü İstanbul Sarayburnu’nda Gülhane Parkındaki halk gazinosunda yapmıştır. Falih Rıfkı’nın anlatımıyla: o gün parkta, bir köşede caz, bir köşede Mısırlı Müniretü’l-Mehdiye Hanım ve saz arkadaşlarının Arapça şarkı ve kasideleri seslendiriliyordu. Bu ikinci konseri dinleyen halka eşlik eden Mustafa Kemal, “Arap musiki takımının biteviye, ağlayışlı ve inleyişli melodileri” üzerine, yanındakilere dönmüş ve “Kimde bir defter var?” diye sormuştu. Ardından bulunan küçük deftere bir şeyler yazıp Falih Rıfkı’ya vermişti. Defterde yeni yazı ile 'Sarayburnu Nutku’ diye bilinen hitabın ilk bölümleri vardı.

Ardından Falih Rıfkı’yı nutkun devamını okumakla görevlendirmişti. Bu konuşmadan anlaşıldığı üzere, Cumhuriyet'in yeni yönetici kadroları, Türklük duygusunu yaratmak için ‘eskiyi’, ‘hurafeleri’, ‘geriliği’, ‘Doğulu’ olmayı temsil eden Osmanlı geçmişinden kendilerini farklılaştırmaya çalışırken, ilk darbeyi alfabeye vurmaya karar vermişlerdi.
Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Kayseri'de halka yeni Türk alfabesini tanıtırken (20 Eylül 1928)

Paşa’nın Sarayburnu’nda Cumhuriyet Halk Partisi tarafından tertiplenen halka açık toplantıda yaptığı açıklamalar aslında harf konusunda tüm çalışmaların sona erdiği ve artık harekete geçme zamanının geldiğinin bir duyurusu olmuştur. O gece Mustafa Kemal, “Sevgili Kardeşlerim! …Sevinçliyim, duyguluyum, mutluyum” diyerek başladığı konuşmasında daha önceden Latin alfabesiyle kaleme aldığı kağıdı yakınındaki birine uzatarak okumasını istemiş, kişi uğraşsa da okuyamamıştır. Bunun üzerine alfabe konusunda şu açıklamayı yapmıştır; “…Vatandaşlarım, bu notlarım asıl hakiki Türk kelimeleri, Türk harfleriyle yazılmıştır. Kardeşiniz bunu derhal okumaya teşebbüs etti. Biraz çalıştıktan sonra birdenbire okuyamadı. Şüphesiz okuyabilir. İsterim ki, bunu hepiniz beş on gün içinde öğrenesiniz. Arkadaşlar, bizim ahenkdar, zengin lisanımız yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarınızı demir çerçeve içinde bulundurarak, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak mecburiyetindesiniz,
Arkadaşlar! Bizim kıvrak ve zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan beri; kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurmaktan; aslında iyi anlaşılmayan, bizim de anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak zorundayız. Bunu kavramak durumundayız. Kavradığımızın izlerini yakın günlerde bütün dünya görmüş olacaktır.’ 

Bu kısa girişten sonra kağıda yeni harflerle bir şeyler yazdıktan sonra bunu Afet İnan’a okutmuştur. Daha sonra ise önceden kaleme aldığı konuşma kağıdını Falih Rıfkı Atay’a uzatarak tamamını okumasını istemiştir. Bu metinden etkilenen konuklardan birinin ayağa kalkarak Mustafa Kemal’e övücü sözler söylemesi üzerine, Paşa şunları ifade etmiştir; “Yurttaşlar! Arkadaşlar! Çok söz, uzun söz, bir şey için söylenir.. Şimdi sözden çok, iş zamanıdır…Çok işler yapılmıştır, ama bugün yapmak zorunda olduğumuz, son değil, ama çok gerekli bir iş daha vardır: Yeni Türk harflerini çabucak öğrenmelidir. Yurttaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu yurtseverlik, ulusseverlik ödevi biliniz. Bu ödevi yerine getirirken düşününüz ki, bir ulusun, bir toplumun yüzde onu, yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni bilmez durumdadır. Bundan insan olanlar utanmalıdırlar…”.

Gazi, Gülhane Parkı"ndaki bu toplantıya saat 22:00 sıralarında gelmiş, gece saat ikiyi çeyrek geceye kadar kalmış; buradan yine "Ankara" motoru ile saat üçte Büyükada’da Yat Kulüp’de tertiplenen baloya katılmıştır. Gazi, sabahleyin Dolmabahçe"ye dönmüştür.

Mustafa Kemal’in bu açıklamaları alfabe konusunda milat olmuş ve ülkede tam bir seferberlik başlamıştır. Cumhurbaşkanlığı yatı “Ertuğrul” ve deniz motoru “Söğüt” ün adları başta olmak üzere tüm vapurların adları Latin alfabesiyle yazılmıştır. Yeni yazının eğitimi Dolmabahçe’de alfabe derslerinin açılmasıyla başlayarak tüm yurda yayılmıştır. Valilik, belediye ve adliyeler gibi kurumların yanı sıra başbakanlık müsteşarı ve gazete temsilcileri de kurslar vermişlerdir. Yeni alfabe seferberliğine basın da katılmış ve gazeteler başlıklarını ve bazı haberlerini ilk günden itibaren Latin alfabesiyle yayınlamaya başlamışlardır. Ayrıca Akşam, Milliyet ve Cumhuriyet gibi büyük gazeteler bir levha halinde yeni yazı dersleri yayımlamışlar ve Milliyet bu derslere ek olarak yeni harflerle her gün bir fıkra neşretmiştir.

Ama herşey o kadar da kolay olmadı. Temmuzun ilk haftasında Milliyet gazetesinin mürettibinin dizdiği şu başlık yaşanan zorlukları özetler mahiyetteydi: ''Otomobil Fi'atlary-Tenzil xofforlere de fajdalydyr. Otomobiller de taksi fi'atlarynyn tenzil edileceğini ve bunun için tedkikatda bulunulduğunu jaznyxdyk....” .

Başka alanda yaşanması muhtemel sıkıntılar ise Başbakan İsmet Paşa’nın Gazi’ye çektiği şu telgraftan anlaşılıyordu: “Arap harflerini bırakıyorsunuz. Türk'ün özyapısını saptamaya ve yüceltmeye en uygun olan Türk harflerini kabul ediyorsunuz. Bu çok güzeldir. Ama, kutsal camilerde duvarları süsleyen Aşere-i Mübeşşereyi (Peygamberin cennetlik olduklarını muştuladığı on Arap ileri geleninin adlarını) nasıl yazacaksınız? Arapça mı, Türkçe mi?'' Gazi buna yanıt vermemişti ancak 28 Ağustos 1928 tarihli Hakimiyet-i Milliye’de Dahiliye Vekili’nin şu ifadeleri boy gösterdi: ''Türkiye'de dil ve yazı Türkçedir. Arapça olsun iddiasında Araplar bile bulunamaz.''

Dil Encümeni üyelerinden ve İstanbul Üniversitesi(Darülfünun) öğretim görevlilerinden Ragıp Hulûsi (Özdem), kitaplarda ve basında Latin harflerine geçişin beş yılda olacağını öngörmüşse de, Eylül 1928’den itibaren basın çok hızlı bir dönüşüm yaşamıştır. Hakimiyet-i Milliye (daha sonra Ulus) gazetesi 2 Eylül 1928’de başlığını, 20 Eylül’de de ilk sayfasını, Vakit gazetesi logosunu ve bazı haberlerin başlıklarını 15 Eylül 1928’de, Cumhuriyet gazetesi son sayfasını 29 Eylül 1928’de yeni harflerle basmıştır. 

Alfabeyi en önce öğrenenler okullarda ve kurslarda halka öğretecek olan öğretmenler olmuşlardır. Eğitimcilerin yeni alfabeyi öğrenmeleri için çalışmalar derhal başlamıştır. Harf Devrimi ve Millet Mekteplerinin baş mimarlarından Maarif Vekili Mustafa Necati, 26 Mayıs 1928 tarihinde Muallimler Birliği Kongresi’nde bu durumu dile getirmiş ve ilkokul-ortaokul öğretmenleri 1928 yazını, alfabe öğrenerek geçirmişlerdir.

Yeni alfabenin devlet erkanına ve halka öğretilmesi konusunda çalışmalar derhal başlamıştır. 16 Ağustos 1928 tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi’nde yapılan toplantıda, Latin harflerinin yayılması için gerekli tedbirlerin alınması ve her mahallede bir dershane açılması kararlaştırılmış ve bu dershaneler için “Halk Dershanelerine Mahsus Türk Alfabesi” bastırılmıştır. 

Bu kitapçıklarla halk örgün bir şekilde dersliklerde eğitilirken, bunun yanında halka açık konferanslar verilerek yurttaşların bilinçlenmesi sağlanmıştır. Bunlardan biri 21 Ağustos’ta Beyazid’de Darülfünun’da olmuştur. Bu toplantıda konuşulanlar Beyazıt Meydanına yerleştirilen hoparlörler aracılığıyla halkla da paylaşılmıştır. Ayrıca 25 Ağustos 1928’de yeni harflerin tedrisi için her Maarif Merkezinde bir kurs açılması kararlaştırılmıştır..

Dil encümeni ve özel basımevlerinde hazırlanan yeni alfabe kitapları, alfabe afişleri her yere dağıtılmıştır. Harflerin daha kolay anlaşılmasını sağlamak amacıyla İstiklal Marşı’nın bestecisi ve Cumhurbaşkanlığı Orkestra Şefi Zeki Üngör tarafından “Harf Marşı” bestelenmiştir. Seslilerden sessizlere doğru 29 yeni harfin sıralandığı beste hem marş olarak söylenmiş hem de piyanoyla çalınmıştır. Bu süreçte özellikle çocuklara yeni harflerin hızlı bir şekilde öğretilmesi için çocuk dergilerinin basımı konusunda devlet yardımlarda bulunmuştur.

Falih Rıfkı eski yazıyla yeni yazının bir süre yan yana kullanılmasını önermiş, Mustafa Kemal, “Bu ya üç ayda olur, ya hiç olmaz. Çocuğum, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi herkes bu eski yazılı parçayı okuyacaktır. Arada bir iç harb, bir iç buhran, bir terslik oldu mu, bizim yazı da Enver’in yazısına döner. Hemen terk olunuverir,” demişti. 

İlk uygulamaları da bizzat Mustafa Kemal yaptı. 15 Eylül 1929 günü Sinop'ta, Köy Yatı Okulu'nun bahçesinde iki saat tahta başında halka ders vermiş, arabacı Bekir Ağa'ya yeni harflerden birkaç harf öğretmişti. 28 Eylül 1928’te Gemlik'te gazozcu Haydar, tuhafiyeci Yahya, zahireci İsmail, Bekir Ali, Adil ve Hüseyin, zürradan Ethem, zeytinci Mustafa, Sait, bakkal Osman ve Halit efendilere hitaben çektiği telgrafta şöyle diyordu: “Okuma ve yazmayı bir haftada öğrenmek gayretini gösterdiğinizden memnun oldum, tebrik ederim. Arabi ve Farisi kelimelerde (k) ve (g)'nin önlerine (h) gelmesi meselesiyle zihinlerinizi işgal ve teşviş etmeyiniz. Tespit edilmekte olan lügat bunu arzunuz veçhile halledecektir efendim,” diyordu. 

29 Eylül günlü Cumhuriyet gazetesi Yeni Türk Harfleri Marşı’nın notasını veriyordu. Bu marş, Mustafa Kemal’in isteği üzerine Zeki (Üngör) Bey tarafından bestelenmişti. Marşın sözleri yeni alfabenin harflerinin sıralanmasından oluşuyordu. 

6.4 Mustafa Kemal’in Yurt Gezileri

Mustafa Kemal ve TBMM, Latin alfabesinin kısa zamanda geniş halk kitlelerince kabul görmesi, yerleşmesi ve öğretilmesi konusunda olağanüstü bir gayret göstermiştir. Cumhuriyet Halk Fırkası da mebusları harekete geçirmiştir. Genel Başkanlık, mebusların seçim bölgelerine giderek yeni yazının tanıtılması talimatını vermiştir. Milletvekilleri seçildikleri bölgelere veya görevlendirildikleri yerlere, diğer devlet görevlileri de ülkenin dört bir yanına dağılmışlar ve Türk harflerinin buralarda tanıtılması ve öğretilmesi çalışmalarında görev almışlardır. Bu süreçte tüm memleket baştan sona derslik tüm vatandaşlar da öğrenci olmuştur. Bu yurt gezileri ve çalışmalar esnasında dil eğitimiyle ilgili kitaplar halka dağıtılmıştır.

Mustafa Kemal’de 1 Kasım 1928’de 1353 sayılı “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” TBMM’de kabul edilmeden önce halka yeni yazıyı tanıtmak, Latin alfabesini halka öğretmek ve halkın alfabe konusundaki tepkilerini yerinde görmek amacıyla bir dizi yurt gezisine çıkmıştır. Bu gezilere bakıldığında, şapkanın halka bizzat Mustafa Kemal tarafından özel olarak seçilen Kastamonu şehrinde kendi başında göstermesi gibi, Latin alfabesini de halka bizzat kendisi anlatmak üzere bu gezilere çıktığı anlaşılmaktadır. Mustafa Kemal, kimi yerde kara tahta karşısına çıkıp ders anlatmış, kimi yerde de kara tahta başında veya insanların eline kağıt kalem vererek sınav yapmıştır.

29 Ağustos 1928’de yeni Türk harflerinin tanıtım ve uygulama çalışmalarının hızlandırılması, kurslar düzenlenmesi ve tanıtım çalışmalarının yapılması Dolmabahçe kurultayında teklif ve kararı daha alınmadan önce Başbakan İsmet bey 23 Ağustos-20 Eylül tarihleri arasında Tekirdağ, Bursa, Çanakkale, Eceabat, Gelibolu, Sinop, Samsun, Amasya, Tokat, Sivas, Şarkışla ve Kayseri’ye giderek  tanıtım faaliyetlerini bizzat başlatmıştır.

6.5 Mustafa Kemal’in Tekirdağ’a Gelişi, Dersler ve Sınavlar 

Mustafa Kemal, Sarayburnu’nda harf devrimi hakkında yaptığı açıklamalardan sonra ilk yurt gezisini Tekirdağ’a yapmıştır. İlk ziyaretin Tekirdağ’a yapılması bilinçli bir seçimdir. Mustafa Kemal daha önce çeşitli defalar Tekirdağ’da bulunmuş ve şehrin batı kültürüne açık olduğunu tesbit etmiştir. 

Tekirdağ, Mustafa Kemal için özel bir yerdir. Bu şehirde şahsi dostları da vardı. Balkan savaşı sonrasında 1913 yılında Kurmay Binbaşı olarak Bolayır ve Şarköy cephesinde bulunmuştu. Ayrıca I.Dünya Savaşının çıkınca Sofya Ataşemiliterliği görevinden İstanbul’a dönen Mustafa Kemal, kısa bir süre sonra 19. Tümenin kuruluş çalışmalarını Kurmay Yarbay rütbesiyle Tekirdağ’dan yönetmiştir. Daha sonra komutasındaki 19. Tümenle birlikte kendisini Çanakkale kahramanlığına yükseltecek Eceabat ve Arıburnu Kuvvetleri Kumandanlığı yapmış ve bunun sonucunda Miralaylığa terfi etmiştir. İşte bu süreçte Paşa Tekirdağ’ı çok yakından tanımıştır.


Mustafa Kemal, Ertuğrul yatıyla  Tekirdağ’a, 23 Ağustos 1928 sabahı İstanbul’dan hareketle, saat 11:00 civarlarında gelmiştir. Yanında İçişleri Bakanı Şükrü (Kaya) Bey, Gaziantep milletvekili Kılıç Ali Bey, Bolu milletvekili Falih Rıfkı(Atay) Bey, Sinop milletvekili Recep Zühtü (Soyak) Bey ve diğer yöneticiler vardır. Karaya çıkıp kalabalığın ortasından hükümet konağına gidene kadar halk kendisine büyük ilgi göstermiştir. Saat 11.30 civarında Hükümet Konağı’na gelen ve bir süre dinlenen Paşa, Türk alfabesi dersi yayınlayan Milliyet gazetesi istedi. Gazetedeki yazı dizisini bir süre inceledikten sonra İl Meclisi Salonuna geçip, salonda bulunan memurlara “Türk yazısını biliyor musunuz, bilmiyor musunuz?” diye sormuştur. Kalabalıktan “Öğrendik... Öğreniyoruz!” sesleri yükselince, Mustafa Kemal salonda siyah yazı tahtasına yeni harfleri yazarak ilk alfabe dersini vermiştir. M. Şakir Ülkütaşır o günü şöyle anlatır; “ …memurlardan, halktan birçok kişiyi tahta başına çağırarak sınava çekti. Alfabe ve imla kurallarının hemen hepsini uygulamalarıyla açıkladı. Tam iki saat ayakta ve tahta başında alnından terler akarak okuttu ve öğretti. Ekim 1928 başına kadar da halk ve memurların yeni Türk alfabelerini öğrenmesini istedi” 

Mustafa Kemal, bu derslerin sonunda orada bulunan memur ve halktan yeni harfleri öğrenmelerini istemiş ve saat 13.30’da Hükümet Konağı’ndan ayrılarak belediyeyi ziyaret etmiştir. Paşa, ikinci dersine belediyede devam etmiştir. Paşa’nın ziyareti esnasında kalabalık gittikçe artmış, bu kalabalık arasında ilerleyen Paşa, sevgi gösterileri arasında orduevine gelmiştir. Burada Liva (Tugay) Kumandanına birkaç satır yeni yazı yazdırdıktan sonra yolu üzerindeki CHP il başkanı Ekrem Pekel'in eczanesine girdi. Bu sırada eczane dışında toplanan kalabalık arasında halkevi basamağında beyaz sarığı ile Eski Cami imamı ve müftü vekili Hoca Mevlana Mustafa (Özeren)’yı görerek içeriye çağırdı. Mustafa Kemal, Hocayı bir iskemleye oturttu beyaz sarığı olan Hoca Mustafa (Özeren) Efendi’den Arap harfleriyle “Tin” suresinin ilk ayetlerini söyleyerek bunu yazmasını istedi. Mustafa Efendi yazdıktan sonra Paşa “Hocam, ben bu yazdıklarını (Valtin, Valziton) diye de okuyabilirim, buna ne dersin?” diye sordu. Hoca Mustafa Özeren: “Efendim, bunun üstünü var, esresi var, şeddesi var, meddi var; bunları koyduğumuz zaman aslı gibi okunur” cevabını verince Paşa; kalemi eline alıp Hocanın yazısının altına bir çizgi çekerek aynı sureyi Latin harfleriyle yazmıştır. Yeni harflerle yazdığı metni yanındakilere okuttu ve herkes yazıyı aynı şekilde okudu. Bunun üzerine Paşa; “Görüyorsun ya hocam, bu harflerin şeddesi meddesi yoktur. Hem bak, bu harflerle ne kadar kolaylıkla ve yanlışsız okunuyor, işte biz bunu düşünerek ve Garp asarını da kolaylıkla öğrenmek, bütün cihana lisanımızı kolaylıkla öğretebilmek için Latin harflerini kabul ediyoruz. Buna ne dersiniz?” diyerek onun fikrini öğrenmek istedi. Mustafa Hoca da; “Çok güzel efendim, çok güzel, diyecek bir şey yok. Allah muvaffak etsin”, cevabını vermiştir. Bu olay üzerine Hoca Mustafa’ya dönerek, bu harflerle okuyup yazmanın daha kolay olduğunu ifade ederek “sizden yeni Türk yazısını öğrenmenizi isterim” diyerek bu talebini iletti. 

Mustafa Kemal bu ziyaretleri ve derslerini bitirdikten sonra, yanında Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ile birlikte şehirde üzeri açık bir otomobille kısa bir gezinti yapıp saat 15.25’te Ertuğrul yatı ile Tekirdağ’dan ayrılarak, saat 20:00 sularında İstanbul’a dönmüştür. Mustafa Kemal’in Tekirdağ’a yaptığı bu gezi ve harf devrimi ile ilgili çalışmalarını temsilen 26 Ekim 1973 yılında Cumhuriyetin 50.yılını kutlama programı çerçevesinde bir anıt dikilmiştir.

Tekirdağ’lıların yeni yazıya karşı ilgisinden oldukça memnun olan Gazi Mustafa Kemal, Tekirdağ’dan döner dönmez Anadolu Ajansına aşağıdaki demeci vermiştir; 

“İlk fırka komutanı olduğum Tekirdağ’ını 14 sene sonra ziyaret edebildim. Bundan çok memnun ve mütehassısım. Fakat daha çok memnun ve mütehassıs olduğum nokta şudur; Tekirdağlı vatandaşlarım daha şimdiden, yeni Türk harflerini yazıp-okumayı hemen öğrenmişlerdir, diyebilirim. Memurların kaffesini bizzat imtihan ettim. Sokaklarda ve dükkanlarda halk ile temaslar yaptık. Arap harfleriyle hiç okumak-yazmak bilmeyenlerin, Türk harfleriyle derhal ünsiyet etmiş olduklarını gördüm.
Henüz ortada selahiyetdar makamın tasdikinden geçmiş bir rehber olmadan, henüz mektep muallimleri delalet faaliyetine geçmeden, yüce Türk milletinin hayırlı olduğuna kanaat getirdiği bu yazı meselesinde bu kadar yüksek şuur ve intikal ve bilhassa istical göstermekte olduğunu görmek benim için cidden büyük, çok büyük bir saadettir. Bu husus elbette ağyar için mucib-i hayret olacaktır. Az zaman sonra yeni Türk harfleriyle gözler kamaştırıcı, Türk manevi inkişafının vasıl olabileceği kudret ve itibarın beynelmilel seviyesini gözlerimi kapayarak şimdiden o kadar görüyorum ki bu manzara beni mutlu ediyor.

Ben yalnız bugün Tekirdağlılarda sezdiğim ruh ve hissi halete, yalnız buna dahi istinaden kati olarak beyan edebilirim ki, bütün Türk milleti bu meselede benim gördüğümü, benim hissettiğimi aynen görmekte ve hissetmektedir. Bu kadar hassas ve şuurlu olan Türk milleti, kendinin refahına, itilasına binlerce senelerden beri hayli let edegelmekte olduğunu artık temyiz eylediği bütün maddi ve manevi manileri muhakkak parça parça ederek ortadan kaldıracaktır. Bundan artık şüpheye mahal yoktur. Dimağını, vicdanını bu kadar azm ve katiyetle temizlemeğe karar vermiş olan büyük milletimin istikbalini tasavvur etmek hiç de güç değildir.”

Mustafa Kemal’in Tekirdağ’da gördüğü ilgi ve halkın yeni alfabeye karşı pozitif bakışı dönüş yolculuğu esnasında Mustafa Kemal’in neşesine de yansımıştır. Geziye katılan Ruşen Eşref yolculuk esnasında yatta seyahat ederken Paşa’nın isteği üzerine birkaç şarkı ve bir iki opera parçası da çalındığını ifade etmiştir. Bu durumu 24 Ağustos 1928’de Cumhuriyet gazetesi şöyle bildirmiştir; “…Gece saat 19:00’da yatın telsizi vasıtasıyla İstanbul telsizi merkezinden bir musiki parçası istenmiş ve iki dakika sonra istenilen parça gemiden işitilmiştir.”

Tekirdağ halkı Mustafa Kemal ve yanındakilerden büyük bir hevesle yeni alfabelerin yer aldığı eğitim kitaplarından talep etmişlerdir. Bu durumu 25 Ağustos’ta yayınlanan yazısında Falih Rıfkı şöyle dile getirmiştir;“Türkiye’nin her köşesinden aynı sesler geliyor. Bin alfabe gönderiniz, on bin, yüz bin gönderiniz. Devlet Matbaası gece gündüz çalışıyor, gazeteler mütemadiyen ders açıyor. Lakin hiç kimsenin üç gün, beş gün sabrı yok. Her sınıf halktan ‘ekmek gönderiniz’ gibi o ısrarla ‘alfabe gönderiniz’ feryadını işitiyoruz.”

Mustafa Kemal ve yanındakiler Tekirdağ ziyaretiyle Türk halkının yeni alfabeye geçişe hazır olduklarını yerinde inceleyerek görmüşlerdir. Bu ziyaretten sonra şehir şehir gezerek yeni alfabenin yaygınlaşmasında başöğretmenlik yapan Mustafa Kemal, bu devrimle özdeşleşmiştir. Dil encümeni ve bu işle uğraşan tüm kurulların ortaya koydukları kuralları tek tek incelemiş ve adeta yeni alfabenin baş ustası olmuştur. Mustafa Kemal, gezilerden edindiği izlenimi 21 Eylül 1928 günü Başbakanlığa gönderdiği, kamuoyuyla paylaştığı ve bazı yabancı dergiler tarafından da yayınlanan yazıda şöyle ifade etmiştir; “Yeni harflerin tatbikatını memleketin pek çok yerinde gördüm. Şehirlerde, köylerde, her yerde halk yeni harflerle okuyup yazmağa geçmiştir. Halk yeni yazının kolaylığından memnundur…” 

Bu yazıda yeni alfabenin yazım kurallarının son halini resmi ve sivil tüm herkesle paylaşmış ve alfabe değişikliği için kanun çalışmalarına başlamıştır.

6.6 1353 sayılı “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki” Hakkında Kanun

TBMM’nin tatili biter bitmez 1 Kasım 1928 Perşembe günü TBMM’nin açılışında Mustafa Kemal, vekillerin sık sık alkışlarla kestiği ilk konuşmasında harf devrimine özel bir yer ayırdı. Paşa’nın konuşmasından sonra İsmet Paşa da ‘Yeni Türk Harfleri Kanunu’ hakkında olumlu görüşlerini açıkladı ve yeni harflerin kolaylığından, halkı kısa zamanda cehaletten kurtaracağından söz etti.

Bu konuşmalardan sonra “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” önergesi Tekirdağ milletvekili Cemil (Uybadın), Afyonkarahisar milletvekili Ali (Çetinkaya) ve Erzincan milletvekili Saffet (Arıkan) tarafından meclis başkanlığına verilmiştir. Tekirdağ vekili Cemil Bey’inde imzası bulunan kanun teklifi şöyledir; “Reisi Cumhur Hazretlerinin nutuklarında işaret buyrulan Türk Harfleri milletimizin çok zamandan beri beklediği ve aylardan beri tecrübeleriyle alıştığı ve benimsediği esaslı mevzuu Büyük Millet Meclisinin nazarında tecessüm ettirmiştir. Türk Harflerinin memlekette kanuni mahiyet ve katiyette tatbikine başlanmak teehhürü mümkün ol mayan müstacel bir ihtiyaç halindedir. Millet bu Kanunun bir an evvel intişarına muntazırdır. Büyük Millet Meclisinin bu ihtiyacı nazarı dikkate alarak hemen bugün Türk Harflerinin kabul ve tatbikine müteallik Kanun Layihasına Hükümetçe derhal ihzar ve Meclisi Aliye getirilmesini ve müstaceliyetle müzakeresine girilmesini teklif ederim”

Vakit kaybedilmeden harfler yasasını incelemek üzere aralarında Tekirdağ milletvekili Cemil Bey’in de bulunduğu 15 kişilik bir komisyon kurulmuştur. 15 kişilik komisyon kanun teklifini 15 dakika inceledikten sonra İsmet Paşa, Konya mebusu Refik ile Şarki Karahisar vekili Mehmet Emin Beyler birer konuşma yapmışlardır.

Konuşmalardan sonra yasanın gerekçesi kaleme alınmış ve herhangi bir tartışma yaşanmadan 1 Kasım 1928 günü oybirliği ile kabul edilmiştir. 3 Kasım 1928’de, Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan ve Resmi Gazetede yayınlanıp, yürürlüğe giren kanunun 1. Maddesinde kabul edilen harflerin şekillerini gösteren cetvel de yer almıştır. Kanunun tamamı 11 maddeden oluşmaktadır. Kanunda harflerin adı ‘Latin’ değil, ‘Türk’ harfleri olduğu belirtiliyordu. Bu adlandırmayı bizzat Mustafa Kemal yapmıştı. 

3 Kasım'da Resmi Gazete’de yayımlanan 1353 Sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun’a göre, yeni harflere geçiş 1 Ocak 1929'u geçmeyecek, ancak tahkik evrakının, fezlekelerin, basılı evrakın ve defterlerin eski harflerle yazılması Haziran 1929’a kadar sürebilecekti. Eski yazı ile yazılan dilekçeler de bu tarihe kadar kabul edilecekti. Devlet dairelerinde kullanılan eski harfli kitap, talimatname, defter gibi malzemelerde ve devletin bazı muamelelerinde, 1930 Haziran’ına kadar eski harfler kullanılabilecekti. Para, pul, bono gibi değerli kağıtlar üzerindeki eski yazılar, değiştirilinceye kadar geçerli olacaktı.

Bu tarihten itibaren yeni harfleri halka öğretmek için adeta bir seferberlik başlatıldı. Matbaalar yeni kalıplar hazırlıyor, daktiloların tuşları değiştiriliyor, yol ve işyeri tabelaları, vapur isimleri, araç plakaları, afişler, cami içindeki süsleme yazıları bile değişiyordu. Bu arada eski harfli kitapların imhası da hummalı bir şekilde devam ediyordu.  

Yurt çapında 50 bin yeni alfabe dağıtıldı. 1 Ocak 1929’da büyük törenlerle açılan Millet Mektepleri’nde sadece İstanbul’da ilk gün 50 bin kişi eğitime başladı. Ordu, polis, parti, cemiyetler, öğretmenler, din adamları, milletvekilleri, hatta bizzat Mustafa Kemal bu seferberlikte görev aldı. Yurt genelinde o yıl öğrenci sayısı 600 bine ulaştı. Okuma yazma seferberliği hız kesse de, 1936’ya kadar sürdü. Dönemin Milli Eğitim Müdürü Mustafa Necati Bey’in ifadesiyle ''Millet Mektepleri’nden 1936 yılına değin 2,5 milyon kişi diploma aldı. 1928-1929 yıllarında dershane sayısı 20.489 idi; 1935-1936 yıllarında 2.274'e indi. İlk yıl öğrenci sayısı 105.500 idi; son yıllarda 59.206'ya indi.”

Başöğretmenin Öğretmeni 

Dil Devriminin mimarı ‘Başöğretmen’ olarak anılan Mustafa Kemal bu harfleri nasıl öğrenmişti. Fransızca bildiği için latin harflerine aşinaydı ama tam anlamıyla öğrenmeye harfleri ilan etmeden iki ay önce başlamış ve 4 Ağustos’da okuma ve yazmayı tam anlamıyla sökmüştür.  Mustafa Kemal harfleri öğrenir öğrenmez de ilk mektubunu İsmet İnönü'ye yazmıştır. Mustafa Kemal’in hocası yani bu harfleri ilk ona öğreten kişi Selanik kökenli bir Avukat olan İbrahim Necmi Dilmen (1889-1945)’dir.


Mustafa Kemal Atatürk, şair Abdülhak Hamit ve TDK Genel Sekreteri İbrahim Necmi Dilmen ile yaptığı toplantıdan

İbrahim Necmi Dilmen’in Milliyet gazetesinde çıkan harf devrimini destekleyen yazıları nedeniyle Mustafa Kemal tarafından Ankara'ya çağrılarak kendisine Ankara Müzik Öğretmen Okulu ve Gazi Eğitim Enstitüsü'nde edebiyat öğretmenliği verilmiş, Türk Dil Kurumu kurucuları arasında yer almış, kurumun genel yazmanlığına getirilmiştir. Dil devrimi konusunda gösterdiği çabalar nedeniyle Atatürk tarafından kendisine "Dilmen" soyadı verilmiştir. 1935'ten ölene kadar Burdur milletvekili olmuştur.


7. Sonuç

Tanzimat Dönemi'nde alfabe tartışmaları ilk defa gündeme geldiğinde Türk aydınları, bazı eksiklikleri bulunan Arap harflerinin çeşitli değişiklikler yapılarak ıslah edilmesi üzerinde durmuşlardır. Ancak zamanla bu değişikliğin de fayda sağlamayacağını savunan bazı aydınlar, Latin harflerinin alınmasını istemiştir. Bu görüş Tanzimat Dönemi'nde zaman zaman dile getirilmiştir. Ancak, II.Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte düşünce hayatında başlayan canlanma, kendisini bu konuda da göstermiş ve Latin harflerini savunanlar çoğalmıştır. Bu dönemde Arap harflerini savunanlar, harflerin ıslah edilmesi için bazı cemiyetler kurarak ve eserler vererek çeşitli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu aydınlar, Arap harflerinin eksik olduğunu kabul etmekle beraber, Latin harflerinin kabulüne de karşı çıkmışlardır.

Alfabe değişikliği, toplumların hayatında zor ve az gerçekleşen hadiselerden biridir. Yeni bir alfabenin kabul edilebilmesi için, toplum hayatında köklü bazı değişikliklerin olması gerekir. Bu nedenle Türkiye'de Latin harflerine geçiş, ancak Cumhuriyet döneminde gerçekleşebilmiştir.

Alfabe tartışmaları sadece cumhuriyet döneminde gündeme gelen bir konu olmayıp, Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılın ortalarından itibaren aydınların üzerinde düşündüğü ve çeşitli mahfillerde gündeme getirilen bir konu olmuştur. Dönemin aydınları her ne kadar mevcut alfabede bazı kolaylaştırıcı yazım reformları talep etseler de, Enver Paşa gibi bürokratlar yazımın temel kurallarını da içine alan bazı teklif ve uygulamaları hayata geçirmeye çalışmışlardır.

Cumhuriyet döneminde ise Alfabe değişikliği konusu çok ciddi bir şekilde ele alınmış, kısa da olsa bir hazırlık yapılmış ve kamuoyu desteği sağlandıktan sonra Latin harflerinin kabulü sürecine girilmiştir. Latin alfabesinin kabulü sürecinde Tekirdağlıların ve Tekirdağ milletvekili Cemil Bey’in önemli katkıları olmuştur. Bu kanun teklifinin hazırlanması ve sonrasında kabul edilmesinden önce, kamuoyu oluşturmak ve halkı yeni alfabeye ısındırmak için Mustafa Kemal Atatürk'ün ilk şehir dışı gezinin Tekirdağ’a yapmış olması bu konuya ayrı bir anlam katmaktadır. Bu gezi İstanbul basınında geniş bir şekilde yer almış ve tüm ayrıntıları dönemin gazetelerinde yazılmıştır.

Daha sonra ‘dilde sadeleşme’ çabalarıyla desteklenen yeni harfler, Türkiye halkının okuryazarlık oranlarını nasıl etkiledi? Buna cevap vermek kolay değil; çünkü Osmanlı dönemindeki okuma yazma oranlarına dair elimizde güvenilir istatistikler yok. Bu nedenle sağlıklı bir karşılaştırma yapmak mümkün değil. Bildiğimiz şu ki, bütün çabalara rağmen 1935 yılına ait istatistiklere göre, 16.5 milyon olan nüfusun sadece yüzde 20’si okuma yazma biliyordu. Bu oran 1945’te yüzde 30’a, 1950’de yüzde 34’e çıkabilmişti. 

Aslında bu durum gayet doğaldı. Bir toplumun okuma-yazma oranlarının doğrudan alfabenin kolaylığı ya da zorluğuyla ilgisinin olmadığına dair dünya yüzünde bol örnek bulmak mümkün. Rusya, Yunanistan, Bulgaristan, Japonya, Çin, İsrail, Kore, Sırbistan, Hindistan, Tayland gibi ülkeler ekonomik ve kültürel kalkınmalarını, hepsi Arap alfabesi kadar veya ondan daha zor olan alfabeleriyle başarabilmişlerdi. 

Kemalist modernleşme hamlesinin önemli köşe taşlarından biri olan Harf İnkılabı, toplumun genel kültür düzeyine katkıda bulunmaktan çok, halkın tarihle ilişkisini kesmekte işe yaradı. Böylece geçmişle bağlar, devlet ve devletin istediği tarzda ilgilenen ‘tarihçiler’ tarafından kurulmaya başlandı. Bu tarihçilerin esas işlevleri ise, ‘kozmopolit’, ‘karışık’, ‘Şarklı’, ‘geri’ olarak niteledikleri Osmanlı kimliğinin yerine, ‘etnik açıdan saf, ‘dünya görüşü açısından laik’, ‘Batılı’, ‘modern’ bir ‘Türk’ kimliğinin üzerinde yükselecek Türk-ulus devletini inşa etmekti. Cumhuriyetin ilk yıllarında geçmişle olan bağları zayıflatan bu eylem zaman içerisinde önemli yapıtların yeni türkçe ile yeniden basılmasıyla bertaraf edilmiştir.

Sonuç olarak 1950'lere kadar eski harfleri bilmeyenleri kısıtlayan durum sonrasında eski eserlerin yeni harflerle basılmasıyla büyük çoğunluk için sorun olmaktan çıkmıştır. Alfabe öğrenmenin kolaylaşması milyonlarca erkeğin askerlikleri süresince okur yazar olmasını sağlamıştır. Geçmişi araştrmayı zorlaştırsada çok büyük çoğunluk için hayatı kolaylaştıran bir devrim olmuştur.




KAYNAKÇA

Osmanlı'da Alfabe Tartışmaları / Yrd. Doç. Dr. Muhammet Erat - https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=352566
Osmanlıda Alfabe Tartışmaları Ve Latin Alfabesinin Kabulü Sürecinde Mustafa Kemal’in Çıktığı Yurt Gezileri: Tekirdağ Örneği - Yrd.Doç.Dr. Cafer ULU , Namık Kemal Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü
Arap elifbasından Türk alfabesine -  Ayşe Hür
Murat Bardakçı - Habertürk