Saturday, January 9, 2021

Nasreddin Hoca Moğollara ve Mevlâna’ya Karşı

 Her ikisi de 13. yüzyıl da Anadolu Selçuklu döneminde yaşamışlar

Biri Türkçe diğeri Farsça yazmış

Biri Akılcı iken diğeri Sezgici

Biri Türkmenlerin başkaldırısının liderliğini yapmış diğeri Moğolların yandaşlığını

Birinin eserleri yok edilirken diğerinin eserleri tüm dünya dillerine çevrilmiş

 


Anadolu Selçuklu Sultanlarının 13. yüzyılda İslami düşünürlere verdiği önem ve destek bu dönemde önemli kişilerin ortaya çıkmasını sağlayan bir ortam oluşturmuştur. Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlâna, Ahi Evren hepsi aynı dönemde Anadolu Selçuklu Anadolu’sunda yaşamış şair ve düşünürlerdi. Mevlâna hariç bu düşünürlerin hepsi halkın konuştuğu Türkçe ile eserler vermiştir. Yalnızca Mevlâna Farsça konuşmuş ve yazmıştır. Zaten etnik kökeni net olmayan Mevlâna dışındakiler Türkmen idi. Mevlâna kendi ifadesinde Türklere çok yakınım demesine karşın Farsi olduğuna inanılmaktadır.

‘Beni yabancı sanmayınız, ben bu mahalledenim. Sizin mahallenizde evimi arıyorum. Her ne kadar düşman görünüyorsam da düşman değilim. Her ne kadar Hintçe söylüyorsam da aslım Türk tür’ - Mevlâna

Gene bu dönemde yukarıdaki düşünürlerin yanında birde mizah hayatımızın öncülü olarak kabul edebileceğimiz Nasreddin Hoca yaşamıştır. Bu yazının konusu Ahi Evren ile Mevlâna arasındaki mücadeleye odaklanmakla birlikte Ahi Evren ve Nasreddin Hoca arasındaki ilişkiyi de sorgulamaktır.

Ahi Teşkilatının kurucusu Ahi Evren Anadolu’da Kayseri, Konya ve Kırşehir’de, Mevlâna Celalettin Konya’da yaşamıştır. Mevlâna 30 Eylül 1207 tarihinde bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur. Ahi Evren ise 1171 yılında Türkiye sınırına yakın İran’ın Hoy kentinde doğmuş bir süre Horasan’da bulunmuştur. Her ikisi de genç yaşlarda Anadolu’ya göç etmişlerdir. Ahi Evren, Ahmet Yesevi’nin müridi iken Mevlâna değildir. Ahi Evren Türkçeyi ön planda tutup, Moğollara karşı Anadolu’nun milli mücadeye destek verirken, Mevlâna Farsça konuşup yazıp işgalci Moğollara ve yandaşlarına destek vermiştir. Bu nedenle Ahi Evren’in aksine Mevlâna, Sultan IV. Kılıçaslan döneminden itibaren hep el üstünde tutulmuş ve özgür yaşamıştır.

Bu dönemde özellikle Orta Anadolu’da yaşayan Alevî-Bektâşî Müslüman Türkmenler arasında halkın sanat, ticaret, ekonomi gibi çeşitli meslek alanlarında yetişmelerini sağlayan, onları hem ekonomik hem de ahlaki yönden yetiştiren, çalışma yaşamını, iyi insan meziyetlerini esas alarak düzenleyen Ahilik teşkilatı yaygınlaşıyordu. Ahi Evren’de Anadolu’da Ahiliğin kurucusu ve Ahi teşkilatlarının şeyhi piridir. Hatta o ve hanımı Kadıncık Ana bu yüzden hapsedilmiş, Ahi Evren canını vermiştir. Ahi Evren’in diğer Ahi liderlerinden Hacı Bektaş’la da yakınlığı vardır.

Anadolu Selçukluları zamanında Moğolların Anadolu'yu işgal edip kendi çıkarlarına uyumlu bir yönetimi iktidara getirdikleri 1243-1335 yılları arası dönemde Ahi ve Türkmen çevrelerin Moğollara ve Moğol yanlısı iktidara karşı bir mücadele başlatıp sürdürmeleri, bu iktidarın onlar üzerinde ağır siyasi baskı ve şiddet uygulamalarına yol açmıştır. Bu ağır zulüm, şiddet sonucu pek çok Ahi ve Türkmen ileri gelenleri, fikir ve sanat erbabı kişiler öldürülmüşlerdir. Ahi ve Türkmenlerin medrese, tekke, zaviye, iş yerleri ve kurdukları vakıflar müsadereye (el koyma) tabi tutulmuş, birçok Anadolu şehirlerinde katliamlar ve tehcir (zorunlu göç) olayları meydana gelmiştir. Ahi Teşkilatı'nın baş mimarı, derici esnafının piri, devrin önde gelen fikir ve aksiyon adamı Ahi Evren Nasreddin Mahmud’da Kırşehir'de çevresindekilerle birlikte katliama uğramıştır. Öldürülmesinden sonra da talebeleri ve çevresindekiler üzerinde yaratılan sıkı takip ve ağır baskılar eserlerinin kaybolmasına, meçhul kalmasına sebep olmuştur. Selçuklular zamanında Anadolu'da Moğollara ve Moğol yanlısı iktidarlara karşı sürdürülen isyanlarda Ahi Evren, bayrak isim olduğu için bu iktidarlar onun adını unutturmak ve izini silmek için özel bir gayret göstermişlerdir.

Öte yandan fıkraları ile ünlü Nasreddin Hoca da aynı zaman diliminde yaşamıştır. Bu bilge kişinin nerede, ne zaman ve nasıl yaşadığı tam olarak bilinmemektedir. Hayatı ve çevresi hakkında da çok az bilgi bize ulaşmıştır. Ondan günümüze kalan tek şey "Letaif' denilen güldürücü ve düşündürücü fıkralardır. Onun ünü bu fıkralar ile bütün Osmanlı coğrafyasına ve Türk kentlerine yayılmış olduğu halde gerek şahsiyeti gerekse hayat hikayesi meçhul kalmıştır. Sivrihisar’ın Hortu köyünde doğduğu Akşehir’de kadılık yaptığı ve vefat ettiği iddia edilir. Kızının mezarı Sivrihisar’da oğlunun evinin de Hortu’da olduğu hakkında görüşler vardır.

Türkiye Selçukluları devrinin iki ünlü şahsiyeti, Ahi Teşkilatı’nın kurucusu Ahi Evren Hace Nasreddin Mahmud ile onun çağdaşı ünlü şair ve tasavvufçu Mevlâna Celaleddin Rumi arasındaki fikri, siyasi ve sosyal ilişkiler, gerçekten ilginçtir. Mevlâna'nın eserlerinde baş düşmanı olarak nitelediği ve aşağıladığı Ahi Evren yeterince tanınmamaktadır. Ahi Evren Hace Nasreddin Mahmud siyasilerin yani Moğolların ve Moğol yanlısı yöneticilerin ve fikren kendisine muhalif olan çevrelerin gadrine uğrayarak planlı bir şekilde tarihin karanlıklarında unutulmaya mahkûm edilmiş, eserleri planlı bir şekilde yok edilmiştir. Bundan dolayı hakkında çok az şey bilinen bir kişi olarak kalmıştır. Mevlâna eserlerinde onun hakkında çoğu olumsuz o kadar çok şeyler anlatmıştır ki, bu anlatılanlar vasıtasıyla onun hayat hikayesi, düşünce dünyası büyük ölçüde aydınlanmaktadır.

Ahilik ve Ankara Ahi Cumhuriyeti
Ahiliğin temel ilkeleri; iyi huylu ve güzel ahlaklı olmak, sözünde vefalı olmak, gözü gönlü kalbi tok olmak, işinde ve hayatında kindar olmamak, dedikodudan kaçınmak, şefkatli merhametli adaletli faziletli iffetli ve dürüst olmak, cömert olmak, alçak gönüllü gururdan sakınan olmak, ayıpları yüze vurmamak, herkese iyilik yapmak, yapılan iyiliği başa kakmamak, güler yüzlü olmak, Allah için sevmek, inanç ve ibadetlerde samimi olmak gibi iyi, erdemli insanlarda bulunması gereken huy ve davranış sahibi olmaktır. Ahiliğe; kafirler, münafıklar, müneccimler, içki içenler, sözünde durmayanlar, kasaplar, cerrahlar, avcılar, kem gözlüler, ayıp arayanlar, cimriler, dedikoducular, iftiracılar ve yalancılar kabul edilmezler.

Ankara’yı merkez edinen ve şehir çevresinde kurulan Ahi hükümeti bir derviş-esnaf cumhuriyeti olup bir bakıma Roma, Yunan site cumhuriyetlerine benzemektedir. 1290 da kurulan Ankara Ahi Cumhuriyeti, 1354’e kadar 64 yıl varlığını devam ettirmiştir. Yöneticileri halk tarafından seçilmiştir.1308’e kadar Selçukoğullarına, 1335’e kadar İlhanlılara, sonra Eratnaoğullarına, Kararamanoğullarına 1354 yılında Osmanlı devletine bağlanarak kendisini lav etmiştir. 1354'te Osmanoğlu Gazi Süleyman Paşa (Rumeli Fâtihi olan Velîahd-Şehzâde) Ankara'yı fethetmiş, Osmanlı Devleti’ne bağlamıştır. Bir ara Ankara, Karamanoğulları'nın eline geçmişse de hemen yetişen Süleyman Paşa'nın kardeşi I. Sultan Murad Ankara'yı kesin şekilde almıştır.

Ankara Ahi’leri Cihan İmparatorluğu kuracak olan Ertuğrul Gazi ve Karakeçili aşiretine Haymana ovası ve Karacabey bölgesi yurtluk olarak verilmesinin ardından, Osman Gazi’nin Ahi Şeyhi Edebali ile tanışması ve kızı Bal Hatun (Mal Hatun-Bala Hatun)’la evlenmesi zeminini oluşturarak tarihin dönüm noktalarına vesile olmuşlardır. Osman Bey Bey olarak seçilirken yanında bulunanlar arasında Şeyh Mahmut, Ahi Şemsettinzade, Ahi Hasan gibi Ahi’ler bulunmaktadır. Orhan Gazinin 1362 yılında ölümü üzerine tahta geçen l.Murad Hüdavendigar  ‘Gazi Hünkar’ ve ‘Ahi Baba’ adlarıyla anılır. Ahilerin Osmanlı Devleti’nin kurulduğu bölgelerde çok önemli roller oynadıkları, fetihlerin gerçekleşmesinde büyük gayretleri oldukları bilinmektedir. Cihat için uç bölgelere yerleşmişlerdir.

Mustafa Kemal Atatürk Ankara’nın genç Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olarak seçilmesini şöyle anlatmıştı: ‘Ben Ankara’yı coğrafya kitabından ziyade tarihten öğrendim ve cumhuriyet merkezi olarak öğrendim. Hakikaten, Selçuki idaresinin bölünmesi üzerine Anadolu’da teşekkül eden küçük hükümetlerin isimlerini okurken bir “Ankara Cumhuriyeti”ni görmüştüm. Tarih sahifelerinin bana bir cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara’ya ilk defa geldiğim o gün de gördüm ki aradan geçen asırlara rağmen Ankara’da hala o cumhuriyet kabiliyeti devam ediyor.’

Ahi Evren Kimdir
Ahi Evren’nin yakınlarından Konyalı muallim Ali bin Süleyman bin Yunus, Ahi Evren’in ölümünden bir yıl sonra 1262’de onun üç eserini içeren yayınının ilk sayfasına tam adını Şeyh Nasreddin Ebu'l-Hakayik Mahmud bin Ahmed el-Hoyi olarak kaydetmiştir. Bu kayıttaki bağlantı adından onun aslen İran Azerbaycan'ın Hoy (Türkiye’ye en yakın İran yerleşim yerlerinden) kasabasından olduğunu anlaşılıyor. Hoy ve çevresi, Sultan Tuğrul zamanından beri Türkmen yerleşim bölgesidir. Öz adı Mahmud, lakabı Nasreddin, künyesi Ebü'l-Hakayık, babasının adı Ahmed, nereli olduğunu belirten adı da Hoyi'dir. Bu yazıda ondan bahsederken kullanacağımız Ahi Evren adı değil Ahi Teşkilatındaki unvanıdır.

Türkiye Selçukluları döneminin bu çok değerli ve verimli tıp ve fikir adamı genel olarak eserlerinde adını anmamayı tercih etmiştir. Bu tutum ve uygulaması onun melamet (bir çeşit sufi inanç biçimi) anlayışından kaynaklanmıştır. Bilindiği gibi Melamilikte kişinin başarılarını, iyiliklerini gizli tutması esastır. Ahi Evren de Melamet felsefesine gönül vermiş biri olarak kendini eserlerinin yazarı olarak görmemektedir. Nitekim Tabsira adlı eserinin girişinde bu anlayışını açık olarak ifade etmiştir.

Ahi Evren'in esas mesleğinin dabbağ (derici) olduğu ve derici esnaf ve sanatkarlarının piri, Ahi Teşkilatının başı kabul edilmektedir. Aynı zamanda pozitif bilimlerde özellikle tıp alanında çalışmalar yapmış eserler vermiştir. ‘Keramat-i Ahi Evren’ adlı eserde ve bazı Ahi Secerenameleri’nde Ahi Evren'in 93 yıl yaşadığı belirtilmektedir. Bu bilgiye göre 1261’de öldürüldüğü bilindiği için 1171 yılında doğduğu ortaya çıkar. Ahi Evren’in çocukluğu ve ilk tahsil devresi, memleketi olan Hoy kentinde geçmiş, gençliğinde Horasan ve Maveraünnehir'e giderek o yöredeki büyük üstatlardan dersler almıştır. Kendisini en çok etkileyen hocası ise Afganistan’ın batısındaki Herat kentinde 20’li yaşlarda iken yanında bulunduğu ünlü Eş’ari kelamcı Herat Kadısı Fahreddin Razi'dir. 1200’lerin başında Bağdat'a gitmiştir. Anadolu Selçukluları Sultanı I. Gıyasettin Keyhüsrev ikinci kez 1204 yılında tahta geçince cülusunu Abbasi Halifesine bildirmek için hocasını sefir olarak Bağdat’a göndermiş o da dönüşünde bazı din ve bilim adamlarını beraberinde Anadolu’ya getirmiştir. Ahi Evren Şeyh Nasreddin Mahmud’un da bu kafile ile Anadolu’ya geldiği sanılmaktadır.

Ahi Evren’in Kayseri’ye yerleşmesi
Ahi Evren’in 1204-1205 yıllarında Anadolu'ya geldikten kısa bir süre sonra Kayseri'ye yerleştiği ve burada bir debbağ (deri işleme) atölyesi kurduğu, zamanla diğer debbağ atölyelerinin de sayılarının artması ile burasının Debbağlar mahallesine dönüştüğü anlaşılmaktadır. Hocası Evhadüddin Kirmani ile birlikte Kayseri'ye yerleşen Ahi Evren, Ahi Teşkilatını ilk olarak burada kurdu. Bu konuda devletin himaye ve desteği ile zanaatkârların sanatlarını icra etmeleri için bir sanayi sitesi inşa edildi. Debbağ (derici) olan Ahi Evren, bütün zanaatkârların lideri olarak burada hizmet vermekteydi. Bu yüzden tarih boyunca debbağların piri ve 32 çeşit zanaatkâr zümresinin lideri olarak kabul edilmiştir. Bu sanayi sitesinde, Debbağlar çarşısının orta yerinde bulunan cami ve hankahında (Dervişlerin sohbet ve zikir için toplandıkları, bir süre ikamet ettikleri, bazen inzivaya çekildikleri mekân) kurduğu teşkilatın mensuplarının dini ve fikri talim ve terbiyeleri ile de uğraşıyordu. I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in 1211 yılında ölümünden sonra yerine büyük oğlu I. İzzeddin Keykavus Sultan olmuş 1220 yılında ölünce Taht’a I. Alaaddin Keykubat geçmiştir. 17 yıl süren hükümdarlığı süresince Moğol istilalarına karşı tedbirler almış, Osman Bey’in babası Ertuğrul Gazi'ye Söğüt ve Domaniç’i vermiş daha sonra bu topraklarda Osmanlı Beyliği kurulmuştur. Ayrıca Ahi Teşkilatını himaye etmesi sonucu Ahilik bütün Anadolu'ya hızla yayılırken Ahi Evren'de Anadolu’nun tanınmış kişilerinden biri haline gelmiştir. Bu dönemde Ahi Evren, Bağdat’ta tanışıp bağlandığı şeyhi ve hocası Evhadüddin-i Kirmani'nin kızı Fatma Hatun ile evlendi. Hocası ölünce de Ahi teşkilatının dini lideri oldu. Kayseri'de bulunduğu sırada eşi Fatma Hatun’un liderliğinde ‘Bacıyan-ı Rum’ (Anadolu Bacıları) teşkilatını kurdu. Fatma Hatun, Bektaşiler arasında ‘Kadın Ana’, ‘Kadıncık Ana’ diye tanınmıştır. Türkmen hanımlarının sosyal hayat içerisinde aktif rol aldığının en önemli kanıtı olarak bu teşkilatın varlığını görebiliriz.

Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat 

Ahi Evren’in Konya’ya Çağrılması
1227 yılından sonra Sultan I. Alaaddin Keykubad’ın çağrısı ile Konya'ya yerleşen Ahi Evren, burada hem sanatını icra etti hem de medreselerde öğrenci yetiştirdi. Etrafında çok sayıda tanınmış ailelerden öğrenciler vardı. Sultan Alaaddin’den azami destek ve himaye gördü ve Sultan adına bazı eserler de kaleme aldı. Hizmetine tahsis edilen Hanıkah-i Lala’da Anadolu Selçuklu Sarayı'na mensup çocuklara ve Şehzadelere muallimlik yapıyordu. Bu yüzden ona Lala deniliyordu.

Ahilerin en büyük hamisi olan Sultan L Alaaddin Keykubad, 1237 yılında oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in düzenlediği suikast sonucu zehirlenerek öldü. Yerine geçen II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve veziri Sadeddin Köpek, Ahi ve Türkmen çevrelere cephe aldılar. Vezir Sadeddin Köpek, Sultana 1240 yılında düzenlediği başarısız suikast girişiminden sonra öldürüldü. Ardından Sultan iktidarını sağlamlaştırmak için kendisine karşı olduğunu bildiği Ahi ve Türkmenleri de cezalandırmaya kalktı. Ahi Evren ile birlikte pek çok Ahi ileri gelenini tutukladı. Bu olaylar 1240 yılında Ahi ve Türkmen çevreleri devlete karşı Babailer isyanı olarak bilinen isyana sevk etti. Bu isyan Anadolu Selçuklu tarihindeki en büyük Türkmen ayaklanmasıdır. Güneydoğu Anadolu’dan başlayıp Orta Anadolu’ya yayılan ayaklanmada kalabalık Türkmen grupları karşılarına çıkan Anadolu Selçuklu kuvvetlerini birçok kez yenilgiye uğrattı. En sonunda Malya Ovası’nda, Anadolu Selçuklu ordusu içinde yer alan Frenk paralı askerlerinin atılganlığı sayesinde Türkmen savaşçıların büyük çoğunluğu imha edilerek ayaklanma bastırılmıştır. Devlet büyük bir tehlikeyi bu şekilde atlatmış olmasına karşın bu başarının ağırlığı altında kalmış, Anadolu Selçuklu Devleti’nin Moğol İmparatorluğu’na bağlanmasının önünü açmıştır.

Ayaklanmayı izleyen birkaç yıl içinde Baycu Noyan komutasındaki Moğol Ordusu, Anadolu’ya girdi. Sultan II. Gıyaseddin’in topladığı 80 bin kişilik Anadolu Selçuklu Ordusu 3 Temmuz 1243’te Ağrı ili Kösedağ mevkiinde Moğol Ordusu karşısında ağır bir yenilgiye uğradı. Anadolu’da ilerlemeye devam eden Moğollar, Tokat ve Sivas’ı savaşmadan teslim aldı ve bu iki şehri yağmaladı. Kayseri’de ise karşılarında Ahileri buldular. Ahiler şehri 15 gün kahramanca savundu. Ancak Ermeni asıllı bir subaşının ihanetiyle Moğollar onun rehberliğinde şehre girmeyi başardılar. Kentte büyük bir katliam geçekleştirdiler. Bu olaylar sırasında Ahi Evren Konya’da tutuklu bulunuyordu. Ancak eşi Fatma Bacı Moğollara esir düştü. Merkezi Kayseri olan Ahi ve Bacı Teşkilatları dağıtıldı. II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in 1245 yılında çok genç bir yaşta 25 yaşında ölümünden sonra çocukları çok küçük olduğu için saltanat naipliğine getirilen Celaleddin Karatay’ın çıkardığı genel af ile beş senedir tutuklu olan Ahi Evren ve Ahi/Türkmen ileri gelenleri serbest bırakıldılar. 

II. Gıyaseddin’in üç oğlu büyüyünce 1249 yılından itibaren Türkiye Selçuklu Devleti’ni beş yıl birlikte yönettiler. II. İzzeddin Keykavus Konya dahil Kızılırmak nehrinin batısında hüküm sürerken IV. Kılıç Arslan ve II. Alaaddin Keykubad Kızılırmak'ın doğusunda hüküm sürdüler. Ahi Evren hapisten çıktıktan sonra Devlet yönetime duyduğu kırgınlıktan dolayı Konya’dan ayrılıp Denizli’ye giden ve bir süre burada yaşayan Ahi Evren daha sonra II. İzzeddin Keykavus’un daveti ile yeniden Konya’ya döndü.

İleride Mevlana’nın hocası olacak Şems-i Tebrizi, Moğollara karşı Kayseri’de direnen Ahi ve Türkmenlere yapılan katliamdan sonra, Konya’ya gelmiş ve Mevlana ile görüşmeye başladıktan sonra Moğollar ile Mevlâna arasındaki ilişkiyi sağlamıştır. Mevlâna ve müritleri devletin başında olanlara mutlak itaati öngören, eski İrani zihniyetten kaynaklanan bağlılıkları nedeniyle Moğolların safında yer almışlar ve Moğol karşıtı olan Ahi Türkmenleri ile mücadele etmişlerdir. Bundan dolayı başta Ahi Evren olmak üzere Ahi ileri gelenleri de bu zihniyete karşı yani Şems-i Tebrizi ve Mevlâna’ya karşı cephe almışlardır.

II. İzzeddin Keykavus, 1254 yılında Mengü Han’ın çağırdığı kurultaya katılmak üzere Moğolistan'a doğru yola çıkmıştı. Sivas’a geldiğinde naip Celaleddin Karatay’ın ölüm haberini alınca yerine küçük kardeşi II. Alaaddin Keykubad’ı gönderdi. Yola çıkan II. Alaaddin Keykubad Erzurum'da düzenlenen ziyafetin sabahında yatağında ölü bulundu. Muhtemelen zehirlenmişti. İki kardeş taht kavgasına başladılar. Bu süreçte Ahiler, II. İzzeddin Keykavus’u, Mevlâna ve çevresi de Moğollara sırtını dayayan IV. Kılıçaslan’ı desteklediler. Keykavus’un veziri Kadı İzzeddin Muhammed Moğolları Anadolu’dan söküp atmaya kararlıydı. Vezirin bu doğrultudaki hazırlıkları üzerine Moğol Komutanı Baycu Noyan ikinci defa Anadolu’ya girdi. Vezir İzzeddin ve beraberindekiler Konya yakınlarında Baycu Noyan karşısında ağır bir yenilgiye uğradılar. Vezir Kadı İzzeddin ve 14 Selçuklu beyi idam edildiler.

Böylece Ahiler ve Türkmenler ikinci defa Moğollardan ağır bir darbe yemiş oldular. Hülagu Han’ın amcasının oğlu olan Baycu Noyan daha sonra Konya’ya gitti. Orada Mevlâna ile görüştü. Mevlevi kaynaklara göre Mevlâna’nın sayesinde Konya yağma edilmekten ve katliamdan kurtuldu. Bu sırada Hülagu Han Bağdat seferi hazırlıkları içinde olduğundan Baycu Noyan ve ordusunu Bağdat seferine katılmak üzere geri çağırdı. Bunu fırsat bilen II. İzzeddin Keykavus kaçtığı Denizli’den yeniden Orta Anadolu’ya döndü ve Anadolu’nun kurtuluş savaşını sürdürmeye başladı. Bu dönemde Ahi Evren’in de II. İzzzeddin Keykavus’un yanında olduğunu ve bu sultana ‘Letaif-i hikmet’ adlı eserini sunduğunu ve bir süre Akşehir’de yaşadığını biliyoruz (1257). Ahi Evren kitabında Sultanı savaşa teşvik etmekte ve onu Anadolu’nun son ümidi olarak görmektedir.

Ancak II. İzzeddin’in Moğolları Anadolu’dan çıkarma çabaları boşa çıktı. Hülagu Han, IV. Kılıçaslan’ı Anadolu’nun Sultanı olarak tanıdı ve Alıncak Noyan komutasındaki bir Moğol Ordusu’nu Anadolu’ya gönderdi. İzzeddin Keykavus Moğol Ordusu ile baş edemeyeceğini anlayınca önce Denizli’ye ardından da Antalya üzerinden deniz yoluyla Bizans’a sığınmak zorunda kaldı. Böylece IV. Kılıçaslan 1260’da Konya’da Hülagu Han’ın desteği ile tahta geçti. Savaş bitince Ahilerin nefretini azaltmak isteyen Moğollar 15 yıldır esir tuttukları Ahi Evren’in eşi Fatma Hatun’u da serbest bıraktılar. Fatma Hatun Kırşehir’de yaşayan eşinin yanına gitti.

Ali Evren Konya’da Vezir Oluyor
Ahi Evren Konya’ya döndükten sonra II. İzzeddin Keykavus tarafından vezirliğe getirildi. Yaklaşık bir buçuk sene vezirlik yaptı. Vezir olduğu 1247 yılında Mevlâna’nın hocası Şems-i Tebrizi öldürüldü. Gene bu dönemde bazı emirlerin II. İzzeddin Keykavus’u devirip yerine IV. Kılıç Arslan’ı tahta geçirmeyi planladıkları istihbaratı alındı. Sultan ve Ahi Evren 1248 yılında birlikte bir plan yaparak darbe yapmayı planlayan emirleri bir davet için saraya çağırarak tuzağa düşürdü ve hepsini öldürttü. Şems’in öldürülmesi ve Emirlerin darbe girişimin çok sert bir biçimde bastırılması olaylarının baş sorumlusu Ahi Evren görülünce O’na karşı muhalefet şiddetlendi. Bu durum karşısında Ahi Evren’de vezirliği bırakarak Konya’dan ayrılmak zorunda kaldı ve Kırşehir’e göçtü. Şüphesiz Şems’in Ahiler tarafından öldürülmesi Mevlâna ve çevresi ile Ahiler arasındaki gerginliği had safhaya ulaştırmıştır. Bu durumda devlet adamları asayişi ve emniyeti sağlamak için Ahi Evren’i Konya’dan uzaklaştırarak olayların büyümesini önlemeyi düşünmüş olmalıdır. 

Mevlâna ve Babası Bahattin Veled
Mevlâna, yalnız doğuda değil, batı da en çok ilgi uyandıran bir bilge şair. Herkes onu bir şair, bir düşünür, tasavvufla uğraşan biri olarak tanımakta. Mesnevi adlı eseri asırlardır Mevlevi dergahlarında okutulan ve genel kitlelerce okunan bir baş yapıt. Yabancılar da Mevlâna hakkında eserler kaleme almışlar. Ancak nedense Mevlâna’nın bazı ifadeleri ve düşünceleri hiç gündem olmamış.

Mevlâna’nın fikir ve düşüncesi babası Bahattin Veled’e dayanır. Onun devrinde Horasan’da, özellikle Belh’de büyük tartışmalar başlamıştı. ‘Akılcılar’ ve ‘Sezgiciler’ olarak adlandırılan gruplar neredeyse birbirine girecektiler. Düşünür Fahrettin Razi akılcıları (akıl ve pozitif bilimler yoluyla Tanrı’ya ulaşılabileceğini savunan düşünce akımının takipçileridir), Mevlâna’nın babası Bahattin Veled’de sezgicileri (sezgiye (akıl yoluyla kavranamayacak gerçeklerin derin düşünme yoluyla aranışı) akıl, zihin ve soyut düşünme karşısında hem öncelik hem de üstünlük tanıyan felsefe akımı) temsil etmekteydi. Mevlâna da babasının izinden giderek akılcılıktan çok sezgiciliğe önem verdi. Bu tartışmaların kökeni Tuğrul Bey devrinde Ebu Nasır el-Kunduri’yle İmam Kuşeyri ve onu destekleyen Cüveyni arasındaki tartışmalardan kaynaklanmıştı. Akılcılardan Nasır el-Kunduri tutuklanıp öldürülmüş, sezgicilerden Cüveyni Selçuklu Sultanı’nın itibarını kazanmıştı. Cüveyni’nin talebesi Gazali sezgiciliğin akılcılığa üstünlüğünü ilan eden “Tehafütü’l-Felasife” adlı kitabını yazdı. Mevlana’nın babası Bahattin Veled’de Gazali’nin hayranıydı. Onun kitaplarıyla büyümüştü. Bu nedenle akılcılığı savunan Fahrettin Razi’ye karşı çıktı. 

1130-1206 yılları arasında Hindistan’da yaşayan Fahrettin Mübarekşah’ın 1205 yılında yazmış olduğu Şecere-i Ensab adlı kitabının önsözünde “Türkçenin Arapçadan sonra en üstün dil olduğu” yazılıdır. Fahrettin Mübarekşah eserini Lahor Sultanı Kutbettin Aybek’e sunarken söz konusu ifadelere yer vermiştir. Onun yaşadığı yıllar Arapçanın yerine Farsçanın etkin olarak kullanılmaya başlandığı dönemdir. Hatta Şecere-i Ensab da Farsça olarak yazılmıştır. Fahrettin Mübarekşah, Muhammet Harzemşah’ın yanına, Belh’e geldiğinde, onun da bulunduğu ilmi meclis toplantısına katılmıştır. Bu toplantıda Türkçe mi üstündür, Farsça mı üstündür tartışması yapılmış. Fahrettin Mübarekşah Türkçenin Farsçaya üstünlüğünü savunmuş, Mevlâna’nın babası Bahattin Veled itiraz ederek Farsçanın Türkçeye üstünlüğünü savunmuştur. Bu ilmi meclisi yöneten Fahrettin Razi, Fahrettin Mübarekşah’ın haklı olduğunu kabul edince Muhammet Harzemşah’ın huzurunda Türkçenin Farsçaya üstünlüğü onaylanmış. Ancak Bahaddin Veled bunu itiraz ederek Fahrettin Mübarekşah’ı ve Fahrettin Razi’yi kafirlikle itham etmiştir. Bahattin Veled 1208’de gerçekleşen bu olaydan sonra vaazlarında yöneticileri yerdiği için Muhammed Harzemşah ondan ülkeyi terk etmesini istemiş, o da ailesiyle birlikte Belh’ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Bu sırada Mevlâna’nın 5-6 yaşlarında bulunduğu söylenir. Bahattin Veled memleketinden ayrıldıktan sonra Hicaz, Şam, Sivas, Akşehir ve Karaman’da kısa süreler ile bulunmuş Sultan Alâeddin Keykubad’ın daveti üzerine 1221 yılında Konya’ya yerleşmiştir. Bahaddin Veled, Konya’da Altınapa Medresesi’nde iki yıl müderrislik yaptıktan sonra 23 Şubat 1231 tarihinde vefat etmiştir. Bu sırada yirmi dört yaşında olan Mevlâna babasının yerine geçip müderrislik yapmaya başladı.

Ertesi yıl Mevlâna’nın ilk hocası, Bahaaddin Veled’in müritlerinden Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî şeyhini ziyaret etmek için geldiğinde şeyhin öldüğünü öğrenince Mevlâna’ya babasının hem zâhir (Bir nesnenin-maddenin görünen ve duyu organları ile hissedilip bilinen yönü) hem hal ilimlerinde (kitap okuyarak bilgiyi artırarak değil yaşıyarak, tadarak, hissederek elde edilen ilimdir, örneğin tasavvuf) bilgili bir şeyh olduğunu, kendisinin zâhir ilimlerinde elde ettiği üstün dereceyi hal ilimlerinde de kazanması gerektiğini söylemiş, bunun üzerine Mevlâna, Seyyid Burhâneddin’e mürit olup dokuz yıl ona hizmet etmiştir. Burhâneddin, buluştuklarından bir yıl sonra Mevlâna’yı zâhir ilimlerinde daha da ilerlemesi için Şam’a ve Halep’e göndermiş ve orada hocalar ile çalışmasını sağlamıştır. Mevlâna’nın Şam dönemi 4-7 yıl arasında gerçekleşmiştir. Mevlâna, Seyyid Burhâneddin’in vefatından beş yıl sonra Konya’da Şems-i Tebrîzî ile karşılaştı.

Mevlâna, Şems-i Tebrîzî ile karşılaştıktan sonra halkla tamamen alâkasını kesmiş, medresedeki derslerini ihmal etmiş ve müritlerine doğru yolu gösterme faaliyetlerini bir yana bırakıp bütün zamanını Şems ile sohbet ederek geçirmeye başlamıştır. Bu durum müritlerin şeyhlerini kendilerinden ayıran, kim olduğunu bilmedikleri Şems’e karşı kin beslemelerine sebep olmuştur. Mevlâna’nın vaazlarından mahrum kalan halk arasında da çeşitli dedikoduların yayılması üzerine Şems’in ansızın şehri terk ettiği, Mevlâna’yı çok üzen bu olayın ardından durumun daha da kötüleştiğini fark eden müritlerin Mevlâna’dan özür diledikleri kaydedilmektedir. Bir müddet sonra gönderdiği mektuptan Şems’in Şam’da olduğunu öğrenen Mevlâna dönmesi için ona çok içli mektuplar yazmıştır. Şems Konya’da on altı ay kadar kalmıştır. Mevlâna Dünya şiirinin zirvelerinden Dîvân-ı Kebîr’deki şiirlerin büyük bir kısmını bu devirde söylemiş, Dîvân-ı Kebîr’in tamamlanmasının ardından gelen sükûn döneminde bunu İslâm kültürünün en yaygın ve en önemli eserlerinden biri olan Mes̱nevî takip etmiştir.

Eflâkî, Mevlâna’nın bu ayrılık sırasında matem tutanların giydiği, “hindibârî” denilen kumaştan bir ferecî (önü açık hırka) yaptırdığını, başına bal renginde yünden bir külâh geçirip üzerine şekerâvîz tarzında sarık sardığını ve öteden beri dört haneli olan rebabı altı haneli yaptırarak semâ meclislerini başlattığını söyler. Sipehsâlâr ise onu semâ yapmaya Şems’in teşvik ettiğini belirtmektedir. Sultan Veled, daha sonra babasının kendisini Şam’a gönderdiğini, ısrarlı davet karşısında Şems’in Konya’ya dönmeyi kabul ettiğini ve birlikte Konya’ya döndüklerini belirtir.

Mevlana ve Hocası Şems'i Tebrizi 

Mevlâna ile Şems, bu defa Mevlâna’nın medresesindeki hücresinde altı ay boyunca Allah'ı bilme, tanıma, O'nu bütün sıfatlarıyla öğrenme, anlamaya dair sohbet ettiler. Yanlarına Sultan Veled ile Şeyh Selâhaddîn-i Zerkûb’dan başkası giremiyordu. Bu arada Şems, Mevlâna’nın evlâtlığı Kimyâ Hatun’la evlendi. Müritler ve halk tekrar dedikodu yapmaya başlayınca Şems, Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’e ilim ve irfanda eşi benzeri olmayan Mevlâna’dan kendisini ayırmak istediklerini, bu defa ortadan kaybolduktan sonra kimsenin izini bulamayacağını söyledi ve bir gün ansızın kayıplara karıştı. Şems-i Tebrîzî’nin bu ikinci kayboluşunun 1247 yılında olduğu belirtilmektedir. Bu ayrılış aslında Şems’in öldürülüşüdür.

Eflâkî, Şems-i Tebrîzî’yi hiçbir yerde bulamayan Mevlâna’nın kırk gün sonra başına beyaz sarık yerine duman renkli bir sarık sardığını, Yemen ve Hint kumaşından bir ferecî yaptırdığını ve ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti kullandığını söyler. Mevlana’nın oğlu Sultan Veled, Şems’in ikinci defa kaybolmasının ardından babasının aşkla şiirler söylemeye başladığını ve gece gündüz hiç ara vermeden semâ yaptığını belirtmektedir. Mevlâna bir müddet sonra Şems’i bulmak umuduyla Şam’a gitmiş, ancak bulamadan geri dönmüş, birkaç yıl sonra tekrar gitmiş, aylarca aradığı halde yine bulamamıştır.

Sultan Veled, Mevlâna’nın daha sonra kendisini çağırarak Selâhaddîn-i Zerkûb’a tâbi olmalarını istediğini, kendisinin şeyhlik sevdasında bulunmadığını söylediğini anlatır. Mevlâna bu defa Selâhaddîn-i Zerkûb ile sohbet etmeye başladı. Selâhaddîn-i Zerkûb on yıl sonra vefat edince Mevlâna, hilâfet makamına müritlerinden İbn Ahî Türk diye de tanınan Urmiyeli Hüsâmeddin Çelebi’yi geçirdi. Sultan Veled babasının Şems-i Tebrîzî’yi güneşe, Selâhaddîn-i Zerkûb’u aya, Hüsâmeddin Çelebi’yi de yıldıza benzettiğini ve onu meleklerle aynı mertebede gördüğünü kaydeder. Mes̱nevî’nin ortaya çıkması Hüsâmeddin Çelebi’nin teşvikiyle olmuştur. Mevlâna, Hüsâmeddin Çelebi’nin hilâfet makamına geçişinden Sultan Veled’e göre on, Sipehsâlâr’a göre dokuz yıl sonra rahatsızlanarak 17 Aralık 1273 tarihinde vefat etti. Cenazesinde ağlayıp feryat edilmemesini vasiyet etmesi ve öldüğü günü kavuşma vakti olarak tanımlaması sebebiyle ölüm gününe “şeb-i arûs” (düğün gecesi) denmiş ve ölüm yıl dönümleri bu adla anılagelmiştir. Mevlâna’nın ölümünün ardından Hüsâmeddin Çelebi on yıl daha hilâfet görevini sürdürmüş, onun vefatından sonra yerine Sultan Veled geçmiştir.


Şems-i Tebrizi Kimdir
Şems-i Tebrizi, Celalettin Rumi'yi Mevlâna yapan şahıstır. O olmasa idi Mevlâna adlı birini kimse tanımayacak, Mesnevî adlı kitabını kimse eline alıp da okumayacaktı. Şems-i Tebrizi Babaîler isyanından 3-4 yıl sonra Mevlâna Celalettin'le karşılaşır. Aralarında bir muhabbet başlar. Her an beraberlerdir.

Şems’in asıl adı Muhammed’dir ve 1186 yılı civarında Tebriz’de doğmuştur. Babasının adı Ali, dedesinin adı Melikdad'dır. Babası ticaret maksadıyla Horasan’ın Bezer vilâyetinden Tebriz’e gelip yerleşen bir kumaş tüccarıdır. Tahsil hayatı hakkındaki bilgiler karışıktır ve güvenilir de değildir. Onun 1234 yıllarında Şam'da bulunan Şeyh Cemaleddin Savi ve arkadaşları ile ilişki içinde olduğu anlaşılmaktadır. Cemaleddin Savi, Kalenderiliği ‘Cavlakiye’ adıyla yeniden organize eden ve çok da etkili olan bir kişidir. Şam'da ikamet ediyordu. Anadolu'dan da pek çok müridi vardı. Şems-i Tebrizi’de onlardan biridir. Bu nedenle Şems-i Tebrizi Anadolu' da bulunduğu dönemlerde sık sık Şam’a gitmiş, Cemaleddin Savi ve adamları ile yakın temas halinde bulunmuştur. Şems, Cavlakilerin Anadolu’daki şeyhi konumundaydı.

Şems-i Tebrizi’nin Kimya Hatun İle Evlenmesi 
Şems 1243 yılında Konya’ya gelip Mevlâna ile tanışınca çok iyi dost oldular. Mevlâna henüz 15 yaşında bulunan Kimya Hatun adındaki çok güzel olduğu rivayet edilen cariyesini Şems’e nikahladı. Bu sırada Şems 60 -65 yaşlarındaydı. Oysa Kimya Hatun Mevlâna’nın oğlu Alaaddin Çelebi’yi seviyordu. Alaaddin Çelebi’de ona aşıktı ve onunla evlenmeyi planlıyordu. Şems ile zorla evlendirilen Kimya Hatun mutsuz oldu. Zaman zaman Şems’i terk edip kentte bir yerlere gidiyordu. Mevlâna’nın yakınları her seferinde Kimya Hatunu bulup Şems’e geri getiriyorlardı. Yine bir kaçış sonrasında Kimya Hatun Mevlâna’nın eşi ve kızı tarafından bulunarak Şems’e getirilmişti. Ahmet Eflaki’nin anlattığına göre Kimya Hatun eve gelince kocası Şems’in sert bakışlarıyla bir anda çok şiddetli bir boyun ağrısına yakalandı. Boynu sağa sola dönmüyor, müthiş ıstırap çekiyordu. Genç kadın bu şiddetli ıstırap ile üç gün içinde öldü. Genç bir kadının kocasının öfkeli bakışlarıyla acı çekerek ölmesi tıbben açıklanabilir bir şey olmadığı için Kimya Hatun muhtemelen boynuna aldığı sert bir darbe ile darp edilerek ölmüştü. Nitekim Şems 16 Aralık 1246’da gerçekleşen bu üzücü olaydan hemen sonra Konya’yı terk ederek izini kaybettirmiştir. Onun bu şekilde hızla kenti terk etmesi de eşini öldürmüş olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. 

Şems bir yıla yakın bir süre Şam’da yaşadıktan sonra nerede olduğunu öğrenen Mevlâna gelmesi için oğlu Sultan Veled’i Şam’a göndermiş ve birlikte Konya’ya dönmüşlerdir. Mevlâna, Şems’in gelişinden duyduğu sevinci anlatan birkaç şiir de yazmıştır.

‘Ayım güneşim geldi. Gözüm kulağım geldi. O saf gümüşüm geldi. Altın yatağım geldi.

Beni sarhoş edenim geldi. Gözümün nuru geldi. Başka neler istersem. O başka şeyim geldi.

Ölümden niye korkayım ki, hayat-suyu kaynağım geldi. Kınayıcılardan korkmam artık. Çünkü siperim geldi:’    

Şems Aleyhindeki Dedikodular 
Şems dönemin muhafazakâr Konya’sında toplumun değer yargılarıyla ve yöneticileriyle zaman zaman dalga geçen aykırı davranışlarda bulunmuş. Bu konuda hiçbir kimseyi dikkate almamıştır. Bu konudaki bazı örnekler şöyle sıralanabilir. 

Kimya Hatun’un gene Şems'i terk ettiği bir gün, Mevlâna Şems'i teselli etmek, can yoldaşının sıkıntısını gidermek amacıyla onun hücresine gider. Kapıyı araladığında Şems ile Kimya Hatun'un sevişmekte olduğunu görür ve hemen kapıyı çeker, geri döner. Bir zaman geçtikten sonra tekrar Şems'in hücresine gidince Şems'in yalnız oturduğunu görür. Şems'e sorar:

 Üstat az önce geldim, Kimya Hatun ile sevişiyordunuz. Kimya Hatun nerede?’.

Şems de ona:

O senin gördüğün Cenabı Allah idi. Cenab-ı Allah’ın ne kadar sevgili bir kuluyum ki, Kimya Hatun suretinde bana geldi. Onunla aşk halindeydik’ der.

Şems, Allah'ın Kimya Hatun suretinde kendisine geldiğini söylemekle Kimya Hatun'u yüceltmeye çalışmaktaydı. Şems-i Tebrizi'nin bu sözleri onun Mecusi (Zerdüşt) inanıştan kaynaklanan Hululiye (Allah’ın evren ve insanla bütünleşmesi, onların cisimlerine girmesi olarak özetlenebilecek batıl inanç sistemi) inancına sahip bulunduğunu göstermektedir. Onun bu Hululiye inancının Konya' da ona karşı bir tepki uyandırdığı muhakkaktır. O bu inancıyla Mevlâna üzerinde derin bir etki yaratmıştır ve Mevlâna'yı şiir dünyasına çekmiştir. Mevlâna’nın da bu inanç sistemine ilgi duyduğunu iddia edenler vardır. Bilindiği gibi Hulilli düşünceler kişinin hayal ve his dünyasını zenginleştirir ve renklendirir. Bu duygu ve düşünceye sahip olan aşık sevgilisinin değişik görünümleri ile tanışır. İşte Şems, Mevlâna'yı böylesine renkli ve cazibeli bir dünya ile tanıştırmıştır. Mevlâna, Şems ile tanışmadan önce hiç şiir söylemediği halde Şems ile tanıştıktan sonra içindeki şairlik yeteneği ortaya çıkmış ve bu özelliği ile büyük bir üne kavuşmuştur. 

Şems hakkındaki bir diğer olumsuz iddia ise oğlancılıkla ilgilidir. Şems-i Tebrizi'nin, kendisi gibi bir kalenderi şeyhi olan Şam'daki Ali Hariri gibi livata fiilini işlemesi de ona karşı olan muhalefetin ve dedikoduların şiddetlenmesine sebep olmaktaydı. Bu uygulamanın Selçuklular devri muhafazakâr Konya'sında büyük bir rahatsızlığa sebep olduğunu aşikardır. Bu kötü fiilin uygulayıcıları da Cavlakiler idi. 0 günün yöneticileri de bu uygulamayı toplumsal bir problem olarak görmüşlerdir.

Şems'in ayrıca Moğol iktidarı savunuculuğu yapmasının da ona karşı şiddetli bir muhalefetin meydana gelmesine yol açtığı muhakkaktır. Şems Moğollara çok güvendiği için olacak ki, son derece pervasızca hareket ediyor ve kendisine karşı gelen tepkilere aldırış etmiyor, toplumun inançlarını bozmaya çalışıyordu. Bu bakımdan onun sözlerine ve davranışlarına tahammül etmek kolay değildi. Şems-i Tebrizi'nin konuşmaları incelenince açıkça görülmektedir ki o Konya fikir dünyasında özellikle Ahi ve Türkmen çevrelerle şiddetli bir mücadele içindedir. 

Ahi Evren, Fahreddin Razi'nin Akılcılığını Anadolu'da en yüksek seviyede temsil etmekteydi. Şems, Makalat' da bazen isim de vererek Fahreddin Razi ve onun yolunda olanlara eleştiriler yöneltmektedir. Bu durum Ahi çevrelerinin ve özellikle de Ahi Evren'in nefret ve tepkilerini üzerine çekmiş olabilir. Şems-i Tebrizi'nin Konya'daki sohbet meclislerinde sürekli olarak muhalifleriyle sürtüşme halinde olduğu görülmektedir. A. Gölpınarlı’nın belirttiği gibi gerçekten Şems'in atak ve mücadeleci bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır. Şems, kitabı ‘Makalat’ta Tövbe-i Nasuh adlı bir öykü anlatmakta ve burada Nasuh dediği şahsı ağır bir şekilde hicvetmektedir. Mevlâna da aynı hikâyeyi daha detaylı bir biçime sokarak ve manzumlaştırarak ‘Mesnevi' de tekrarlamaktadır. Şems ve Mevlâna, Ahi Evren’e söylevlerinde ve yazılarında Nasuh diye hitap etmekte ve ona hakaret etmekteler. 

Ahiler ve Türkmen çevreler Sultan I. Alaaddin Keykubad'a büyük bir hayranlık duymaktaydılar. Ona iman derecesinde bir bağlılıkları vardı. Bu sultanın iktidar dönemi, Türkiye Selçukluları Devleti'nin her bakımdan en parlak ve en güçlü olduğu dönemdir. İktidarı döneminde Ahiler ve Türkmenler himaye edilmişti. Sultan, yiğitlik, mertlik, cömertlik ve diğerkâmlık gibi hususiyetler ile bir takım ahlaki vasıflara sahip olan kişileri yüksek devlet memurluklarına getirmekteydi. Ona karşı olan Şems-i Tebrizi ise, Türkmenlerin Uluğ sultan dedikleri I. Alaaddin Keykubad'ın aleyhinde konuşmakta ve şöyle demektedir: "0 hiçbir işe yaramaz, cimrinin biriydi. İki hüneri vardı. İyi ok atar ve satranç oynardı". Bu durum da gösteriyor ki, Şems, siyasi anlayışı bakımından Ahilere ve Türkmen çevrelere muhalif bir tutum içindeydi. 

Şems’in Öldürülmesi
Şems-i Tebrizi, Anadolu Selçukluları devrinin en güçlü şair, mutasavvıf ve fikir adamı olan Mevlâna Celaleddin Muhammed er-Rumi'nin hocalarından biridir. Mevlâna üzerinde derin bir etki bırakarak ona üstün bir şöhret kazandırdığı gibi kendisi de Mevlâna’ya Hoca olarak üne kavuşmuştur. Şems-i Tebrizi Mevlâna ile, Mevlâna da onunla şöhretin doruğuna yükselmiştir. Mevlâna, engin bir aşk ile ona bağlanmış, ölünceye kadar onu unutmamıştır. Bu iki mutasavvıf arasındaki bu aşk ve muhabbet yedi yüz yıldır Anadolu’da ve Anadolu dışında bir aşk destanı gibi yazılı ve sözlü olarak anlatıla gelmiş ve hala anlatılmaktadır. Şems-i Tebrizi'nin 1247 yılında Konya'da öldürülmesi olayı Mevlâna’yı yıllarca süren üzüntülere gark etmiş, ölünceye kadar bu üstadı unutamamış ve onun hasreti ile şiirler söylemiş ve bu hasreti mırıldanmıştır. Bu yüzden Şems’in öldürülmesi hadisesi Türkiye Selçukluları döneminde insanların en çok ilgilendiği ve sorguladığı sosyal olaylardan biri olmuştur.

Ahmed Eflaki’nin anlattığına göre Şems’in katli hadisesinde bardağı taşıran son damla aşağıda anlatıldığı gibi gerçekleşmiştir. Konya'da Vezir Nasreddin’nin yerinde bir tören münasebetiyle birçok şeyhler, alimler ve filozoflar bir araya gelmişlerdi. Kendi aralarında çeşitli ilimlerden, fenden konuşuyor eski bilginlerin sözlerini birbirlerine naklediyorlardı. Şems’te aralarındaydı. Şems bir ara topluluğa hitaben:

"Ne zamana kadar onun bunun sözlerini nakledip duracak ve bununla övünüp duracak, atsız eyere binip er meydanında dolaşacaksınız. İçinizde kalbim bana Rabbim ‘den bu haberi veriyor diyecek biri yok mu?"

diye sormuştur. Hiç şüphesiz onun bu sözleri ve devamındaki açıklamaları dinleyenler arasında büyük bir infial uyandırmıştır. Sözlerin birinci dereceden muhatabı Sultan II. İzzeddin Keykavus'un veziri Ahi Evren Nasreddin Mahmud'da dinleyiciler arasındadır. Bu yaşananların hemen ardından zaten eşini öldürdüğü için suçlu bulunan Şems adalet işlerinden sorumlu Emir-i Dad Nusreddin’in adamları tarafından öldürülmüştür. Bu sırada Ahi Evren vezir olduğu için Şems'in öldürülmesi olayından birinci derecede sorumlu tutulmuştur. Ahmed Eflaki, Mevlâna’nın oğlu Alaaddin Çelebi’nin Mevlâna ve çevresindekilere muhalif olan kötü kişilere uyarak, Şems'in katledilmesi hadisesinde rol almıştır derken, Mevlâna ve çevresindekilerin bir numaralı muhalifi olan Vezir Ahi Evren’i ve çevresindekileri yani Ahileri kastetmektedir. 

Sonuç itibariyle Eflaki'nin derlediği bilgilerden Şems-i Tebrizi'yi 1247 yılında vezirlik makamında bulunan Ahi Evren ile Emir-i Dad Nusreddin öldürtmüştür. Bu yüzden Eflaki, Şems'i öldürenlerin sultanın adamları olduğunu bildirmektedir. Çünkü Ahi Evren Sultan II. İzzeddin Keykavus'un veziri, Nusreddin ise, onun adliye nazırıydı. Dolayısıyla Mevlâna'nın Sultan II. Keykavus'a muhalefet etmesi buradan kaynaklanmaktadır. 

Kendisini sevdiğinden ayıran kişi olarak gördüğü Ahi Evren’i iyice düşman belleyen Mevlâna, eserlerinde Ahi Evren’i birçok kez iblis diye anmıştır. Aşağıdaki beyiti de Şems’in ölümü üzerine yazmıştır.

"0 kimse ki iblis gibi bir anda öldü. Fakat o zannediyor ki, $ems-i Tebrizi öldü. "

Görüldüğü üzere Mevlâna burada Şems'in ölümsüzleştiğini aslında iblis'in öldüğünü ifade etmekte ve bu işte Ahi Evren’i sorumlu görmektedir. 

Olayın gelişimini Eflaki şu şekilde anlatmaktadır: 'Bir gece yedi hayırsız aralarında Mevlana’nın oğlu Alaaddin Çelebi’de olduğu halde Mevlâna ile Şems'in birlikte oldukları ve sohbet ettikleri bir sırada medresenin ön kapısına gelirler. Bunlardan biri içeriye girip Şems'e dışarda kendisini bekleyenlerin bulunduğunu bildirir. Bu içeriye giren muhtemelen Alaaddin Çelebi’dir. Bunun üzerine Şems dışarıya çıkar. Tam dış kapının eşiğine gelince suikastçılar (sultanın adamları) hançerleyerek öldürürler. Cesedini de Ahi Bedreddin Güvhertaş’ın bahçesindeki kuyuya atarlar. Şems dışarı çıktığında bir ah feryadı duyulmuş ama geri dönmemiştir. Ertesi sabah eşikte birkaç damla kan izi görülmüş, fakat Şems'in akıbeti nice, nereye gitti, bir süre meçhul kalmıştır. Mevlâna oğlu Sultan Veled'e Şems'i aramalarını emretmiş ve hasretle haber beklemiştir. A. Gülpınarlı’nın da tespit ettiği gibi Sultan Veled ve hanımı Fatma Hatun durumu öğrenmiş oldukları halde bunu Mevlâna'dan bir süre gizlemişlerdir'. Muhtemelen aşağıdaki beyit tam bu sırada söylenmiştir.

"0 güzel dilber acaba nereye gitti. 0 servi boylum acaba nereye gitti."

"Gönlüm yaprak gibi titriyor bugün. Dilberim gece yarısı nereye gitti."

"Yola çık yolculara sor. O can yoldaşı nereye gitti."

"Bağa git bağbandan sor. O gül dalı nereye gitti."

Mevlâna gerçeği ancak bir ay kadar sonra öğrenmiştir. Nitekim bir şiirinde "Ey Şems, sen Yusuf gibi kuyudasın" demekte ve olayı öğrendiğini belli etmektedir. Mevlâna’nın bu sözlerinden Şems'in cesedinin bir süre kuyuda kaldığı anlaşılmaktadır. Ahmed Eflaki, Şems'in katli hadisesinin 1247 yılında bir perşembe günü vuku bulduğunu kaydetmekte fakat hangi ayda olduğunu bildirmemektedir. Bu takdirde Şems'in ölümü Kimya Hatun'un ölümünden bir sene sonradır. Dönemin veziri olan Hace Nasreddin (Ahi Evren) bu olay üzerine görevinden ayrılmak durumunda kaldı. Bu olaydan dolayı muhalifleri ile arası iyice gerginleşince de Konya'dan Kırşehir'e göçtüğü anlaşılmaktadır. Mevlâna’nın oğlu Alaaddin Çelebi’nin de onunla birlikte Kırşehir'e gittiği, Mevlâna’nın engellemeye çalıştığı fakat başaramadığı görülmektedir. O sırada Kırşehir emiri olan Seyfeddin Tuğrul'un onları himayesine aldığı bilinir. IV. Kılıçaslan iktidara gelince Şems'in cesedinin atıldığı kuyunun bulunduğu yere Gövhertaş’ın bahçesine Şems için bir türbe ve mescit inşa edildi.

Ahi Evren ile Mevlâna’nın Mücadelesi 
Ahi Evren Nasreddin Hoca ile Mevlâna arasındaki düşmanlık sadece siyasi görüş ayrılığından ve buna bağlı olarak Ahi Evren’in, Mevlâna’nın aşkla bağlı olduğu Şemsi Tebrizi’yi öldürtmesinden kaynaklanmamaktadır. Tasavvufi duyuş ve düşünüş bakımından da aralarında derin fikir ayrılıkları mevcuttur. İkisi arasındaki mücadele Mevlâna’nın babası Baha Veled ile Ahi Evren’in hocası Fahreddin-i Razi arasında Horasan’da başlayan mücadelenin Anadolu’daki uzantısıdır aslında. Bu mücadelenin diğer yönü de Mevlâna’nın hocası Şemsi Tebrizi ile Ahi Evren’in hocası ve kayınpederi Türkmen şeyh Evhadüddin Kirmani arasındaki tasavvufi meşrep farklılığından doğan ihtilafa da dayanmaktadır.

Mevlâna ile Ahi Evren arasında ki mücadele sadece siyasal bir dil üzerinden değil aynı zamanda edebi olarak da sürmüştür. Özellikle Mevlâna’nın dil yönünden eşsiz kabiliyeti ona ciddi bir avantaj sağlamıştır. Mesnevi’de Ahi Evren’in akılcılığıyla, başta olmak üzere diğer hiciv, hakaretler ve daha ağır ithamlarda bulunmuştur. Mevlâna Ahi Evren’i baş düşmanı olarak görmekte, şairlik gücü ve yeteneği ile bu düşmanına ağır hakaretler yönelterek kötülemeye ve yermeğe çalışmaktadır. Yer yer çok haysiyet kırıcı söz ve sıfatlarla ona hakaret etmektedir.

Mevlâna, “Mesnevi’ de ve “Divan-i kebir” de Hace, Cuha, Ejder, Mar, Muhannes diyerek Ahi Evren’i ağır bir biçimde tahkir etmektedir. Baş düşmanını ejder, mar (yılan), iblis, muhannes (eşcinsel), hadım, ebter (kısır), pelid (çirkef), margir (yılan avcısı), hırsız gibi kötü sıfatlarla ve tahkir edici sözlerle insafsızca kötülemektedir. Bütün bu sözlerle hep aynı kişiyi hedef aldığı açık olarak fark edilmektedir. İşte o kişi Ahi Evren diye bilinen Hace Nasreddin’dir. Mevlâna zaman zaman bu muhalifini mesleği ile de anmaktadır. Onu dabbağ (derici), Ahi, Yalancı, Danişmend (bilge) ve Hace gibi meslek bildiren sözlerle anmakta ve hicvetmektedir. 

Mevlâna’nın kızı Melike Hatun ve Şemsi Tebrizi’nin hanımı Kimya Hatun, her ikisi de Ahi Evren’in eşi Fatma Bacı (Kadıncık Ana)’nın örgütlediği Bacıyan-ı Rum’a bağlıydılar. Mevlâna Celalettin ve Şemsi Tebrizi bundan memnun değillerdi. Ayrıca Mevlâna’nın oğlu Alaattin Çelebi de Ahi Evren’e mensuptu. O, Şemsi Tebrizi’nin ölümünden sonra 1261’de, Ahiler katliamında öldürülmesine kadar sürekli olarak Kırşehir’de, Ahi Evren’in yanında bulunmuştur. 

Ahi Evren’in Öldürülmesi
Vezirlikten ayrıldıktan sonra Ahi Evren Kırşehir’e yerleşmiş ve burada Ahi Teşkilatını kurmuştur. Ömrünün son 13 yılını burada geçirecektir. Moğollar Anadolu’yu terk etmeden önce iyi ilişkiler içerisinde oldukları Mevlâna’ya ‘Şeyh-i Rum’ unvanı vermişlerdi. Bu sırada Ahi Evren doksan yaşlarındadır ve Kırşehir’de yaşamaktadır. Moğol yanlısı olan IV. Kılıç Arslan Ahi Evren’e ve Ahilere rahat vermeyeceği belli idi. Çıkardığı bir ferman ile Anadolu’daki bütün şeyhlerin ve müritlerin Mevlâna’ya bağlanmaları zorunluluğunu getirdi. Mevlâna’ya bağlanmayı kabul etmeyenlerin iş yerleri, tekke, zaviye, medrese ve kurdukları vakıflar müsadere edildi. Bu uygulamaya karşı direnenler ya öldürüldü veya göçe zorlandılar. Anadolu’nun birçok yörelerinde Ahi ve Türkmenler, IV. Kılıç Arslan iktidarına ve uygulamalarına karşı ayaklandılar. Denizli, Karaman, Çankırı, Ankara, Kırşehir, Aksaray da bu tür ayaklanmalar baş gösterdi. Sultan IV. Kılıçaslan bu isyanları bastırmaya çalıştı. İşte bu isyanların en şiddetlisi Kırşehir’de oldu. Bu isyanı Ahi Evren ve çevresindekiler tarafından yönetildiğinden şüphe yoktu. Alaaddin Çelebi’de Ahi Evren'in yanında bu isyanda yer aldı. Kırşehir'deki isyanı bastırmaya memur edilen Nureddin Caca, ordusu ile Kırşehir üzerine yürüdü. Şehir kuşatıldı. Teslim alınınca da hepsi kılıçtan geçirildiler. Ahi Evren ve Mevlâna’nın oğlu Alaaddin Çelebi’de bu katliamda hayatlarını kaybettiler.

Divan-ı kebir de Mevlâna'nın bu olayla ilgili olarak yazdığı şiirler bulunmaktadır. Mevlâna, Hace Nasreddin Ahi Evren’in öldürülüşü nedeniyle 45 beyitlik bir manzume yazmıştır. Mevlâna burada kendince Ahi Evren’in kötülüklerini sıralamakta ve bu kötülüklerinde cezayı hak ettiğini bildirmektedir. Öldürülmesinin ardından Alaaddin Çelebi'nin cenazesi Emir Nureddin Caca tarafından Konya'ya getirilmiş ve Mevlâna asi olarak nitelediği oğlunun cenaze namazını kılmamıştır. Nureddin Caca Kırşehir’e gitmeden önce Mevlâna’yı ziyaret ettiği gibi Kırşehir isyanını bastırdıktan sonra Konya'ya gelince de Mevlâna'yı ziyaret etmiş ve Mevlâna'ya bir başka Ahi lideri olan Hacı Bektaş hakkında bilgi vermiştir. Bu sohbet sırasında Mevlâna kendisine anlatılan Hacı Bektaş’ın bir kerametiyle ilgili olarak ‘O bacısı kahpe’ diye hitap ederken de Ahi Evren’in karısı olan Fatma Bacı’yı kastetmektedir. Çünkü Ahi Evren’in ölümünden sonra Hacı Bektaş’ın Fatma Bacı’yı kendisine bacı edinerek himayesine aldığını kaynaklar yazmaktadır.

Kırşehir Ahi Evren Türbesi 
Kırşehir’de Ahi Evren’in türbesi olarak bulunan yer sembolik bir yapıdır. Oradaki sandukanın altında bir mezar yoktur. I. Murad Hüdavendigar zamanında (1361) Ankara ve çevresindeki Ahi Beylerinin Ankara ve çevresini Osmanlı Devleti’ne ilhak etmelerinden sonra Kırşehir’de Osmanlı idaresi altına girmiş oldu. I. Murad bir Ahi olduğu için Ahi Evren Türbesi ile de ilgilenmiş olmalıdır. Günümüzdeki Kırşehir Ahi Evren Türbesi, Tekke ve Camii'nin II. Murad ve oğlu Fatih Sultan Mehmed zamanında inşa edilmiştir.

Nureddin Caca'nın Kırşehir’de gerçekleştirdiği ve Ahi Evren ile beraberindekilerin öldürülmesi ile neticelenen katliamdan sonra pek çok Ahi batıya (uçlara) gitmiştir. Muhtemelen Osman Gazi'nin kayınpederi Edebali ve Abdal Musa da bu katliamdan kurtulup batıya göç edenlerdendir. Nitekim halk rivayetlerine göre Ahi Evren'in ölümünden sonra Kırşehir’de dabbağlığa son verilmiş ve bir daha dericilik yapılmamıştır. Buradan da Nureddin Caca’nın Kırşehir’de Ahiliğin kökünü kazıdığını anlıyoruz. Batıya göçen Bektaşi ve Ahilerin Osmanlı Devleti'nin kurulmasında ve güçlenmesinde önemli etkileri olduğu kabul edilmektedir.

Tıp Bilgini ve Filozof Olarak Ahi Evren
Her şeyden önce Ahi Evren’in Anadolu'ya geldiği 1205’li yıllarda Anadolu'da felsefi, ilimci zihniyetin himaye ve destek gördüğü bir iktidar ve bu iktidarın yarattığı elverişli bir ortam vardı. O dönemde başta Anadolu Selçukluların Sultanları felsefeye ve felsefi düşünceye ilgi duymakta ve itibar etmekteydiler. Bu ortamın Ahi Evren'in yetişmesinde çok önemli bir etken olduğu muhakkaktır.

Ahi Evren Anadolu Selçuklular devrinin en güçlü fikir adamıdır. O Danışmend-i Rumi diye anılmaktadır. O, ünlü filozof ve tabip İbn-i Sina ile Eşari kelamcısı Fahreddin er-Razi'nin takipçisidir. Şüphesiz Ahi Evren'in İbn-i Sina'ya duyduğu hayranlık, bir eserini Farsçaya tercüme etmekten ibaret değildir. Ahi Evren, insanların kurtuluşa ermeleri ve ebedi saadete kavuşmalarının iki yolu bulunduğunu, bunlardan birinin peygamberlerin yolu (iman yolu) olduğu, diğerinin de akıl yolu, yani filozofların yolu olduğunu belirtir. Akıl gücü ile kurtuluşa erenlerin başında İbn-i Sina'yı görmekte ve onu bu yolun en büyük ve en üstün insanı saymaktadır. Ancak bu yolun tehlikeleri bulunduğundan, akli delilleri yanlış kullanma ve akil gücünün yeterli olmaması gibi sebeplerden ötürü herkesin bu yolda başarılı olamayacağını bu yüzden peygamberlere uymanın zaruri olduğuna inanır. Mevlâna ile aralarındaki ihtilaf konularından biri de bu husustur. Ahi Evren Peygamberlerin yolunun filozofların yoluna kıyasla çok emin ve kestirme olduğundan bahisle bir şiirinde şöyle demektedir.

"Tur-i Sina'ya (Allahü teâlânın Mûsâ aleyhisselâmı peygamberlikle müjdelediği ve sonra Tevrât'ı indirdiği dağ), uçmak (Hz. Musa'ya gitmek) istiyorsan, İbn-i Sina karşısında eğilme."

"Gönlünü Muhammed'in sözüne bağla. Ey Ali'nin oğlu, Ebu Ali'ye (Gazali’nin hocası bilgin) uyman daha ne kadar sürecek?"

"Yolunu gösterecek bir göze (akıl gücüne) sahip değilsen, Kureyşli önder (Hz. Muhammed) Buharalı önderden (İbni-i Sina) daha iyidir"

 Ahi Evren'in bu felsefi kişiliğinin sanatkâr kişiliği ile birleşmesi Ahi Teşkilatının kurulmasında önemli bir etken olmuş görünüyor. Felsefi anlayışı içinde, toplumların refah seviyesini yükseltmek için sanatı yaygınlaştırmak gerektiğine ve sanatın kutsal bir meslek olduğuna olan inancı onun, sanatkarları organize etmeye ve topluma hizmet sunmaya sevk eden etkenlerden biridir. Ahi Evren'in felsefi düşüncelerinin Anadolu' da devlet tarafından himaye görmesi ise, O'na düşüncelerini uygulama fırsatı vermiştir.

Nasreddin Hoca 
Felsefi mizahın en büyük temsilcisi Nasreddin Hoca, Türk toplumuna yaklaşık sekiz asrı geçen bir süreden beri eleştirel ve çözümleyici düşünmeyi öğreten bir bilgedir. Türk halk felsefesi, gönül ve akıl olmak üzere iki bölümden oluşur. Akıl tarafını Nasreddin Hoca, Ahi Evren ve Hacı Bektaş-ı Veli, gönül tarafını da Mevlâna, Yunus Emre temsil eder. Nasreddin Hoca’nın doğduğu yer, yaşadığı dönem, doğum ve ölüm yılları, tarihî kişiliği ve ailesi hakkındaki bilgiler tartışmalıdır.

Türk-İslam Kültürü filozoflarından, büyük bilge ve gülmece ustası Nasreddin Hoca, 1208 yılında Eskişehir’in Sivrihisar İlçesine bağlı Hortu Köyünde, (şimdiki adı Nasreddin Hoca) dünya gelmiştir. İlk öğrenimini, din görevlisi olan babası Abdullah’tan alan Nasreddin Hoca daha sonraları Sivrihisar Medresesinde öğrenimine devam etmiştir. Kendi köyünde ve Sivrihisar’da imamlık ve vaizlik görevlerinde bulunmasının ardından tahsilini tamamlamak üzere Akşehir’e gitmiştir. Burada Seyyid Mahmut Hayranî, Seyyid Hacı İbrahim Veli gibi devrinin tanınmış bilgin ve arif kişilerinden dersler almıştır.



Öğrenimini tamamlamasının ardından bir süre Akşehir’de ikamet etmiş daha sonra İç Anadolu’nun çeşitli yerlerinde hocalık, katiplik, müderrislik, kadılık, mahkemelerde bilirkişilik yapmış, 1284 yılında ölmüştür. Milli kültürümüze mal olan Nasreddin Hoca Türkçe konuşulan ülkelerde, İslam Aleminde bilinir ve sevilir. Azerbaycan’da Molla Nasreddin, Kazakistan’da Koja Nasreddin, Özbekistan’da Nasreddin Efendi’dir. Nasreddin Hoca efsaneleşmiş bir halk filozofudur. Fıkralarının tamamında sağlam bir dünya görüşü vardır. Herhangi bir aşırılığa onun zıddı ile karşılık verir. Yıkıcı değil yapıcıdır. İnsanı önce güldürür, sonra düşündürür. Her sözünde bir bilgelik vardır. Günlük hayatın her safhası onun fıkralarında yer alır. Nasreddin Hoca, Türk milletinin mizah anlayışının ve zekasının sembolüdür. Bu sebeple de her çağda yeniden ortaya çıkmakta, kendisine ait olmayan fıkralar bile onun adı ile nakledilmektedir.

Sivrihisar o dönemlerde önemli düşünürler, ozanlar ve hukuk adamları yetiştirmiştir. Nasreddin Hoca, Yunus Emre, Aziz Mahmut Hüdai ve Hızır Bey Sivrihisar’da yetişmiştir. Fatih’in hocası ve İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey, Nasreddin Hoca’nın torunudur. Nasreddin Hoca’nın günümüzde ki fıkralarında Ömer isimli bir oğlundan da bahsedilmektedir. Sivrihisar Ulu Cami kütüphanesinde muhafaza edilen taş mezar sandukanın önceleri Nasreddin Hoca’nın oğlu Ömer’e ait olduğu düşünülmüş olmasına karşın Doç.Dr. Mehmet Mahur Tulum’un bilimsel incelemeleri sonucunda Nasreddin Hoca’ya ait olduğu anlaşılmıştır. Mükrimin Halil Yinanç, bir gezisi sırasında Hoca’nın oğullarına ait mezar taşlarını Sivrihisar’a yakın bir köyde gördüğünü söylemiştir. Bu konuda araştırmalar yapan Abdülbaki Gölpınarlı’da Nasreddin Hoca’nın kızlarından birine ait olduğu iddia edilen bir mezar taşının da Sivrihisar’da bulunduğunu açıklamıştır. 2003 yılında ‘1888 Ankara Salnamesinden’ yola çıkılarak Nasreddin Hoca’nın kızının mezarının Sivrihisar’daki Kumlu Yol üzerinde bulunan Tarihi Seydiler Hamamı’nın yanında olduğu tespit edilmiştir. Prof.Dr. Erol Altınsapan başkanlığındaki heyet tarafından 3 aylık kazı neticesinde kemiklerine rastlanmıştır. Uzmanların incelemeleri sonucunda kemiklerin o tarihlerde olduğu belirlenerek belgelenmiştir. Doç. Dr. Mehmet Mahur tarafından mezar taşı tekrar okundu. Nasreddin Hocanın kızının adının Hatun olduğu öğrenildi. Ayrıca Nasreddin Hocanın tam adının da Nasrüddin Hoca Nusrat olduğu tespit edildi. Bir kısmı kırık olan mezar taşı, kızı Hatun`un mezar taşının tam olarak okunmasıyla ortaya çıktı. Hoca`nın adına dahil olan Nusrat kızının taşında da yer alıyor. Nasreddin Hoca`nın babasının adı da Şemsüddin Baba olarak okundu. 

Yazıya geçirilmiş ilk Nasreddin Hoca hikayesi 1480 tarihli Sauk’un hayatını anlatan Ebu’l Hayr Rumi’nin Saltuknamesinde bulunur. ‘Saltukname’, Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem Sultan’ın şehzadeliği esnasında verdiği talimat üzerine Ebül hayr Rumi tarafından yedi senelik bir çalışma sonucunda Türk sözlü geleneğinden toplanarak 1480 yılında tamamlanmış ve kitaplaştırılmıştır. 

Fıkraları dikkatle incelendiğinde Müslüman Türk halkının mizah sembolü olan Nasreddin Hoca’nın hazırcevap, insanları kırmadan doğruyu söyleyen, yeri geldiğinde kendisiyle de alay etmeyi bilen nüktedan bir tip olduğu görülür. Fıkralarının çoğunda sıradan bir köylü gibi tarlasında, bağında çalışır, ormana odun kesmeye gider, zaman zaman da şehre iner. Bu şehir çok defa Akşehir, Sivrihisar veya Konya’dır. Ancak hocanın bazen bir âlim, bazen bir bilge kişi, bazen kadı, tabip, hoca ve elçi kişiliğine büründüğü de görülür. 

Çok yönlü bir mizah içeren Nasreddin Hoca fıkralarının genel nitelikleri güldürücü, düşündürücü, öğretici, eğlendirici ve şaşırtıcı olmalarıdır. Sözden doğan mizahın durumdan doğan mizahtan fazla oluşu bu fıkraların diğer bir özelliğidir. Hocanın mizah anlayışının dayandığı esasları şöylece sıralamak mümkündür: Güldürücü durum ve sözler, zıtlık, kelime oyunları, şaşırtıcı zekâ oyunları, ölümle alay, şaşırtıcı davranış ve sözler, abartma, ima-taşlama ve çağrışım. Bu fıkraların genel yapısında Osmanlı Türk toplumunun tarihî gelişimi içinde birlikte yaşamış olan karşıt iki sosyal çevre görülür. Biri gelenekçi, ikincisi değişmelerden yana olan çevredir. Her insanda çeşitli ölçülerde bulunan bu iki ruh hali sosyal anlamda yönetenle yönetilen arasındaki kültür çatışmasını içerir.

Nasreddin Hoca’nın fıkraları sözlü kaynaklardan derlenerek yazıya geçirilmiştir. Hocadan söz eden en eski yazma eser olan Saltuknâme’de (1480) ona ait iki fıkra yer alır. Yazılış tarihi bilinen en eski yazma (1571) Hüseyin adında birine ait olan Hikâyât-ı Kitâb-ı Nasreddin adlı eserde kırk üç fıkra vardır. Nasreddin Hoca fıkralarının resimli ilk baskısı, Letâif-i Nasreddin adıyla 1883 yılında Mehmed Tevfik (Çaylak) tarafından yapılmıştır. Bu eserde yetmiş bir fıkra mevcuttur.

Nasreddin Hoca ile Ahi Evren Aynı Kişi mi? 
Anadolu Selçukluların 1200’lü yıllarında Anadolu’da birkaç Nasreddin adlı tanınmış kişiye rastlanır. Bunlardan en meşhuru belki Nasreddin Hoca ise diğeri de Ahi Evren Şeyh Hace Nasreddin Mahmut’dur. 

Prof.Dr. Mikâil Bayram Anadolu’daki kütüphanelerdeki ve British Museum’daki el yazması eserleri tarayarak Ahi Evren Şeyh Hace Nasreddin Mahmut’a ait 25 kadar eserin mevcut olduğu tespit etmiştir. Eserlerinin incelemesinde onun teşkilatçılık ve liderlik özellikleri yanında güçlü bir fikir adamı ve bilge bir kişi olduğu anlaşılmıştır. Enteresandır ki bu bilge adam kitaplarında yer yer akıl oyunları içeren fıkralara da yer vermiştir. Sonrasında ise odağını iki Nasreddin arasındaki benzerliklere odaklamıştır.

Mikail Bayram, araştırmalarında Ahi Evren Şeyh Nasreddin Mahmud'un ‘Letaif-i hikmet’ ve ‘Letaif-i Gıyasiyye’ adlı eserlerindeki fıkraların halk arasında anlatıla gelen Nasreddin Hoca fıkraları ile birebir benzerlik taşıdığını fark etmiştir. Ayrıca bazı Nasreddin Hoca fıkralarındaki karakterlerin ve mekanların hatta konuların Ahi Evren Nasreddin Mahmud'un eserlerindeki anlatımlardan alındığı veya hayatından izler taşıdığını tespit etmiştir. Ahi Evren’in bugün üç nüshası İngiltere’deki British Museum’da yer alan mantık ve felsefi konular üzerine yazılmış içinde yer yer mizahi hikâyelerin de yer aldığı ‘’Letaif’’ isimli eserinde, halen Nasreddin Hoca fıkrası olarak anlatılan 10’dan fazla hikâyenin varlığını tespit etmiştir. Bunlara ek olarak iki Nasreddin’in de aynı zaman diliminde Akşehir’de kadılık yaptığı ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak Prof.Dr. Mikâil Bayram, Nasreddin Hoca hakkında yapılmış araştırmalar sonucunda Nasreddin Hoca ile Ahî Evren diye bilinen Hâce Nasreddin Mahmûd’un aynı kişi olduğunu belirlemiş ve bunu tüm detaylarıyla yayınladığı kitabında yayınlamıştır.

13. yüzyılda Ahi Evren Nasreddin Hoca ve Türkmenler Anadolu’yu işgal eden yağmacı bir güç olan Moğol emperyalizmine karşı savaşıp, isyanlar çıkarıp bu uğurda hapis yatıp can verirken aynı zamanda Moğolları destekleyip onlarla iyi ilişkiler içinde olan Mevlâna ve çevresinin sözel ve yazılı düşmanca saldırılarına da maruz kalmıştır. Nasreddin Hoca iktidarını Moğollara dayamış IV. Kılıçaslan döneminde işgalci düzene karşı çıkmasını canı ve tüm eserlerinin çeşitli yollardan yok edilmesi ve unutturulmasıyla ödemiştir. Nasreddin Hoca’dan geriye yalnızca fıkraları kalmıştır. 

Bir bilge ve hekim olan aynı zamanda Ahilik Teşkilatını kurup Moğollara karşı halkı örgütleyen, kadılık yapan, Anadolu Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus’un veziri Nasreddin hocanın Akşehir gölüne çaldığı maya aslında Anadolu’ya çalınan Türklük ve Müslümanlık mayasıdır.

 

KAYNAKÇA

Prof. Dr. Mikail BAYRAM              Ahi Evren-Mevlâna Mücadelesi

Fahrettin Öztoprak                         Ahi Evren ve Mevlâna Celaleddin Mücadelesi

Türk İslam Ansiklopedisi

http://nasreddinhocabirgun.blogspot.com/2011/09/nasreddin-hocann-tarihi-on-bilgi.html