Saturday, September 13, 2014

İnsanlığı, doğadan ilham alanlar sanatçılar mı, iç dünyasından beslenenler mi daha fazla etkiledi?

20. yüzyıl görsel deneyimlerimiz açısından 15. yüzyıl Rönesans’ındaki gelişmelere benzer değişimlere tanık olmuştur. Çok daha fazla sayıdaki şeyi çok farklı açılardan gördük: böyle görmemizin nedeni hem onların farklı olmasıydı hem de olaylar ve sanatçıların bizi farklı gözlerle bakmaya yöneltmesi. Bu sürecin iyiliğimize mi yoksa kötülüğümüze mi , yaratıcı mı yoksa yok edici mi, yoksa her ikisinin karışımı mı olduğunu uzun bir zaman içinde evrilecek olan tarih belirleyecektir. Ama kesinlikle hem heyecan verici hem de rahatsız ediciydi.
Mickey Mouse’un kübist portresi – Tim Rogerson, Disney Fine Arts

Görselliğin değişime uğramasının nedeni teknolojik değişimler, özellikle sinema ve dijital fotoğraf makinelerinin ortaya çıkışı ve tüm bunların dünyanın her yerinde insanların kolay elde edebileceği bir hale hızla gelebilmesiydi. Fakat natüralizm geleneğini yok eden , şimdiye kadar görsel sanatlara egemen olan ve başlıca güzellik kaynağı olarak doğanın yerine kendi kafalarından geçenleri koyan sanatçılar da bu görsel devrimlerle uzlaşmayı başardılar. Yeni teknolojiler ile yeni bireysellik arasındaki etkileşim, üçüncü bir görsel değişim unsuru yarattı. Sonuçta 20. yüzyılın gözlerimize sunduğu yeni deneyimler, hem durmak bilmez kişilik dışı kuvvetlerin insanları ileri doğru kurbağa misali sıçratmasının, hemde kendi bakışlarını hayata geçirebilmek için değişimi zorla kontrol altına almaya çalışan güçlü yaratıcı şahısların ürünü oldu. Sözü edilen bu son grup arasında hiç kimse Pablo Picasso (1881-1973) ve Walt Disney (1901-1966) kadar başarılı olamamıştır.

Picasso, Disney’den yirmi yıl önce doğmuş ve ondan birkaç yıl sonra ölmüştü ama her ikisi de 20. yüzyıl insanları ve öncelikle olağanüstü yaratıcı bireyler, aynı zamanda sembol isimlerdi. Her ikisi de yeniliği müthiş bir coşkuyla kucakladı. Aralarında çok önemli farklar da vardı. Picasso eski Avrupa kültürünün kıyısında kalan Endülüs bölgesindendi ve önce İspanya’nın kültür başkenti Barcelona’ya, sonra da 200 yıldır Avrupa’nın sanat başkenti olan Paris’e yerleşti. Paris’te fikirleri yankı bulunca kazandığı eleştirel ve ticari başarı, resimde gerçekleştirdiği devrimi sürdürebilmesini sağladı. Paris dışında hiçbir kent merkezi ona bunu sağlayamazdı. Ayrıca, Picasso’nun temsili resme yaptığı saldırının, Paris’in önemli bir kültür olayı olarak karşılaştığı son zafer olduğu da buna eklenmelidir. Picasso insanları hayrete düşüren yenilikler yapabildiyse de bunu eski dünyanın geleneksel tarzı içinde yapmıştır: bir resim atölyesinde ve bildiğimiz bir sanat başkentinde.

Öte yandan Disney, Yeni Dünya’nın insanıydı. 5 Aralık 1901 de doğdu. Babası Elias Disney İrlanda-Kanada, annesi Flora Call Disney, Alman kökenliydi. Walt’ın dört kardeşi daha vardı. Ailesi tarımla uğraşan, bir orta batılıydı. Hem Amerika’nın girişimci coşkusunu hem de popüler zevkin ötesine geçiren yeni teknolojileri çoşkuyla kucaklamıştı. Disney doğduğunda, Hollywood diye bir yer bile yoktu. Hollywood, kısmen de Disney’in yaratıcılığı sayesinde, onun yaşadığı yıllarda popüler sanatlarının küresel başkenti haline geldi. Tıpkı Picasso’nun yeni bir sanat disiplini yaratabilmek için resim, kurşunkalem, modelleme ve baskı gibi eski sanat disiplinlerini kullanması gibi, Disney de yaratıcı yaşamı boyunca mevcut teknolojilerden faydalandı. Paris ve Hollywood: iki yer birbirinden bu kadar farklı olamazdı; yine de, çoşku ve kuşkuculuk karışımıyla, ulvi yaratacılığı beslemeleri açısından birbirlerine çok da benziyorlardı. Her iki adamında da fikir eksenlerinin karşıt uçlarında, 20. yüzyılı nitelendiren son derece büyük ve korkunç savaşlarda rol oynadıklarını da belirtmek gerekir. 21. yüzyılda her ikisinin de etkisi güçlü ve ısrarlı bir biçimde hala sürmekte ve şu soruyu ortaya çıkarmaktadır: Hangisi daha etkili olmuştur ?


PABLO RUIZ PICASSO

Pablo Ruiz Picasso, 25 Ekim 1881’de Endülüs’ün Akdeniz kıyılarındaki Malaga kentinde doğmuştu. Babası resim öğretmeni ve ressamdı; kuşlar konusunda uzmanlaşmıştı ama boğa güreşlerine bayılırdı. Aile önce kuzeydoğudaki La Coruna’ya, 1895 yılında da İspanya’nın Katalonya bölgesinin ekonomik açıdan en ileri ve kültürel açıdan en girişimci kenti Barcelona’ya taşındı.
Picasso çocukluğuyla ilgili bir anısında şöyle der: Küçük bir çocukken annem bana şöyle demişti: Eğer asker olursan general olacaksın, rahip olursan Papalığa yükseleceksin. Ama ben ressam oldum ve Picasso olarak kaldım. 14 yaşına kadar babası ona ders verdi, sonra Barcelona’nın muhteşem güzel sanatlar okulu La Lonja’da biraz vakit geçirdi. Picasso 1897’de 16 yaşındayken Madrid’e gitti ve San Fernando Kraliyet Akademisine katıldı. Ama okulun sanata tek yönlü bakışı ve klasik tekniğiyle hayal kırıklığı yaşadı. Okuldan vazgeçerek şehri gezmeye, gözlemlediği herşeyi çizmeye başladı. İki yıl sonra 1899’da Picasso yeniden Barcelona’ya döndü. Sanatçı ve entellektüellerin toplandığı mekanlara takılmaya başladı. Pablo bu mekanlarda tanıştığı radikal ve devrimci sanatçılardan etkilenerek eğitildiği klasik tarzdan uzaklaşmaya başladı.
Pablo'nun 9 yaşındayken yaptığı ilk tablosu: Le picador. Boğa güreşinde ata binmiş adam.

Genç yaşta bir ressam olarak işe başladı. Genel olarak söylemek gerekirse, kendi kendine öğrenen, kendi kendine yön bulan, kentin batakhanelerinde duygusal eğitim alan ve sarsılmaz benmerkezciliğiyle küçük ama sağlam büyüyen bir canavar olarak yetişiyordu. İyi bir akademik eğitimin faydalarından, ama aynı zamanda sınırlamalarından uzak kalmıştı. Bu yüzden çizimi biraz zayıfsa da, resimle ilgili çok sayıdaki ve dahiyane fikirlerini kullanma konusunda küçük yaştan beri olağanüstü becerikliydi. Piyasayı dikkatle takip eder, neyin satacağını çok iyi bilirdi. Dokuz yaşından itibaren çizimlerini elinden çıkarmaya başladı ve uzun süren yaşamı boyunca son derece üretken biri olmasına karşın resimlerini satmakta hiç zorlanmadı. Picasso’nun sanat hayatı sekiz kronolojik dönemde incelenebilir.
Picasso’nun ilk önemli tablosu henüz öğrenciyken yaptığı First Communion dır. 15 yaşındaki Picasso bu eserde babası, annesi ve diz çökmüş küçük kızkardeşini Kilise de Altar’ın önünde çizmiştir.

Picasso’nun birinci dönemi (1890 - 1901)
Bu dönem 1901’e kadar olan ilk eserlerini kapsar. Picasso henüz başlangıçta, doğaya bakarak geleneksel resim yapma yoluyla bu alanda yükselemeyeceğini kavramış görünüyordu. Barcelona’da şidddetli bir rekabet vardı.

Öncelikle, karşısında, belki de modern İspanyol ressamlarının en büyüğü, kendisinden onbeş yaş büyük ve geleneksel becerilerde çok daha başarılı bir kişi olan Ramon Casas i Carbo vardı. En önemli resimleri Boyunduruk ve bir sokak ayaklanmasını gösteren Hücum gibi toplumsal gerçekçiliği yansıtan çarpıcı tablolardır. Picasso bir ara toplumsal gerçekcilik alanına girmeyi düşünmüştü ama Casas çoktan buranın hakimiydi. Casas aynı zamanda Fransız ressam Jean-Auguste-Dominique Ingres düzeyinde çok iyi bir çizim ustası ve sıradışı yetenekleri olan bir portre ressamıydı. Barcelona, Paris ve Madrid’in entellektüel, ekonomik ve politik elitlerinin portrelerini çiziyordu.

Picasso’yla dost olmakla kalmamış, 1901’de onun en güzel ve en kusursuz resmini çizmişti. Casas’ın Barcelona halkını resmettiği muhteşem tam boy karakalem çizimleri 18 yaşındaki Picasso’ya ilham vermiş, aynı diziden Picasso’da yapmıştı. Picasso bu çizimlerle, 1899’da Modernistas diye anılan ilerici ressamların biraraya geldiği El Quatro Gats’da, ilk bireysel sergisini açmıştı. Bu aslında Picasso’nun kariyerinde bir iki kez yaptığı hatadan biriydi, çünkü portrelerinin Casas’ınkilerle karşılaştırılacağı açıktı.

Soldan 1. ve 3. resim Casas’ın, 2 ve 4. resimler Picasso’nun

Picasso, resimlerinde esneklik ve gözlemlerindeki keskinlik açılarından Casas’dan daha iyi idi. Casas’ın figürlerinin gözleri donuk, cansız iken Picasso’nun figürlerin bakışları her zaman daha canlı ve belirgindi. Ama Casas, ölçülü ışık ve gölge çalışmalarıyla, ortamın derinlik hissini ve gerçekciliği daha iyi veriyordu.  Casas’a meydan okuyan genç Picasso, Casas’dan iyi değildi.

Karakalem Picasso resmi - Ramon Casas, 1901

Picasso Paris’e iki kez daha giderek orada sergi açmakta veya resimlerini satmakta hiç zorlanmayacağını gördü. 1900’lerin başında kısmen askerlikten kaçmak için ama daha ziyade Casas’ın gölgesindeki bir yaşamdan uzaklaşmak ve onunla karşılaştırıldığında sürekli aşağı görülmekten kurtulmak için İspanya’dan ayrıldı. Ayrıca Picasso, yenilik ve modaya çok düşkün bir kent olan Paris’in, yıldızının parlayıp zirveye çıkabileceği bir yer olduğunu anlamıştı.

Mavi dönem (1901-1904)

1901’in ortasında Picasso Avrupa’nın kültür başkenti Paris’e giderek kendi stüdyosunu açtı. Sanat yazarları Picasso’nun Paris’te geçirdiği 1901-1904 yılları arasını ağırlıklı olarak kullandığı mavi tonlardaki paletinden dolayı Mavi dönem diye adlandırırlar.  Yalnız ve intihar eden yakın arkadaşı Carlos Cadagemas’ın ölümünden derinden etkilenmiş olarak ayrılık, yokluk,  üzüntü sahneleri içeren ve tamamen mavinin tonlarını kullandığı resimler yapmıştır. Temsili (Representational) resim tarzındaki bu tablolarda sahne karakterlerine, fahişelere, serserilere, mahkumlara ve dilencilere odaklanmıştır. Bu dönemin ünlü tabloları hepside 1903 yılında yapılan  Blue Nude, La Vie ve The Old Guitarist dir. 1904 sonbaharına kadar süren bu dönemde heykel ve oyma çalışmaları da yapmıştır. 
Blue nude - Picasso, 1902

La Vie – Picasso, 1903

The old guitarist – Pablo Picasso, 1903

The Actor – Picasso, 1904

Pembe dönem (1905-1906)

Ardından figürlerinde pembe ve ten rengini bol bol kullandığı Pembe dönem gelir ama bu kez figürlerini, çevredeki nesnelerden ve mekandan koparmıştır. 1905 yılında Picasso kendisini oldukça etkileyen ruhsal bunalımı yendi ve sanat hayatında yeni bir dönem başladı. Güzel model Fernande Olivier’e delicesine aşıktı ve zengin sanat simsarı Ambroise Vollard’ın patronajına girmişti. Yeni hayatının sanatına yansıması pembe, kırmızı ve bej gibi sıcak renkler oldu ve 1904-1906 yılları Pembe dönem diye sınıflandırıldı. Bu yılların en meşhur resimleri  Family at Saltimbanques (1905), Gertrude Stein (1905-06) ve Two Nudes (1906) dir.
The Family of Saltimbanques  - Picasso,1905

Gertrude Stein – Picasso, 1906

Two nude women – Picasso, 1906

Kübizm (1907-1911)

Picasso 1906’da yine değişmiştir: artık ilkel figürler ve şekillerle deneysel çalışmalar yapıyor, temsili resimden giderek daha çok uzaklaşıyordu. 1907 yılında en önemli ve en etkileyici eseri sayılan Les Demoiselles d’Avignon (Avignonlu Kızlar) adlı tablosunu bitirdi. Bu tabloda iki kızın taktığı Afrika maskesiyle Afrika sanatının Picasso üzerindeki etkileri görülür. Demoiselles d’Avignon tablosuyla Picasso, daha önce hiçbir ressamın yaptıklarına benzemeyen ve 20. yüzyılda sanatın yönünü belirleyecek bir eser vücuda getirmişti.  Bu tabloda doğadan ve temsili resimden kopmuş, çizgisel analizi benimsemişti. Beş çıplak fahişenin resmedildiği Les Demoiselles d'Avignon tablosunda kadın figürleri, keskin geometrik çizgiler, mavi, yeşil, gri tonlarla çarpıtılmıştır. Bugün bu eser Picasso ve ressam arkadaşı Georges Braque’nın oluşturduğu sanatı akımı Kübizm’in ilham kaynağı olarak kabul edilmektedir. Bu da onu 1907-1908 yıllarında doğrudan doğruya dördüncü döneme, kübizme taşımıştır.

Picasso ve Braque, Cezanne’in son dönem eserlerini kullanarak nesneleri söküp, bloklar ve hatlar halinde yeniden birleştirdiler. Bu şekilde nesneler daha üç boyutlu bir görünüm kazanarak salt temsili resimden daha gerçekçi oluyor ya da öyle olduğu söyleniyordu. Bu özgün ve analitik diye anılan dönemde kübizm Picasso’nun en çok ses getiren devrimi oldu, çünkü sanatı doğaya ve insan bedenine bağlayan göbekbağını koparmıştı. Bu durum Picasso hakkında bir mantık probleminin ortaya çıkmasına da neden oldu. Madem kübizm onun en büyük icadıydı ve artık temsili resmin ölüm çanlarını çalmıştı, o halde neden koleksiyoncular, müzeler ve sanat piyasası, başta mavi dönem olmak üzere, onun hala temsili resim yapan bir ressam olduğu önceki dönemlerden kalma eserlerine çok daha fazla değer biçmektedir? 

Les Demoiselles d'Avignon – Picasso, 1907

Picasso'nun erken Kübik resimleri Analitik Kübizm olarak adlandırılıyor. Bunlar Three Women (1907), Bread and Fruit Dish on a Table (1909) ve Girl with Mandolin (1910). 

Three Women – Picasso, 1908

Bread and Fruit Dish on a Table – Picasso, 1909

Girl with Mandolin – Picasso,1910

Sentetik Kübizm (1912-1917)

Picasso 1912 yılında eski yöntemleri yeniden yaratarak (başta edebi-siyasi yorum katmak için kullandığı gazete parçaları olmak üzere) tuval üzerine kağıt parçaları yapıştırdı ve gitar parçaları, teller, metal gibi katı nesneler katarak yapıtını bunun üzerine kurdu. Sentetik kübizm diye anılan bu çalışmayla dördüncü döneminde ileriye bir adım daha atmış oldu. I.Dünya Savaşı’na dek süren bu dönem bir mantık problemi daha ortaya çıkardı. Madem kübizm cisimlerin üç boyutlu görünme derecesini arttırıp düz bir yüzey üzerindeki nesnelerin ifadesine gerçeklik kazandırıyordu, o halde sanat eserinin üzerine üç boyutlu nesneler koymakla bu fikir çürütülmüyor muydu? Bir önceki gibi bu probleme de Picasso yazarları tarafından tatmin edici bir açıklama getirilememiştir. Bu dönemin önemli eserleri Still Life with Chair Caning (1912), Card Player (1913-14) ve Three Musicians (1921).

Still Life with Chair Caning – Picasso, 1912

L’Homme aux cartes (Card Player) – Picasso, 1914

Three Musicians – Picasso, 1921

I.Dünya savaşı Ağustos 1914’de patladığında Picasso Avignon’da yaşıyordu.  Savaş sırasında Picasso’nun Fransız ressam arkadaşları cephelerde savaşırken o rahat rahat resim yapmaya devam etti. Dünya savaşından sonra galeri sahibi ve sanat simsarı, Kübizm’in şiddetli savunucusu Alman Kahnweiler’ın Fransız düşmanı olarak ülkeden kovulmasından sonra Léonce Rosenberg ile çalışmaya başladı.

Klasik dönem (1918-1927)

Sentetik kübizmden sonra Picasso savaş yıllarını ve savaş ertesi yılları tiyatroda kostüm ve sahne tasarımı yapmakla geçirdi. Savaş yılları onu hayallerden alıp gerçekciliğe döndürmüştü. Böylece 1920’lerde klasikçiliğe geçip ilkçağ imgelerini kullandığı beşinci dönemine girdi. Sanat hayatının 1918 ile 1927 yılları arası Klasik dönem olarak adlandırılır. Bu dönemin önemli yapıtları Three Women at the Spring (1921), Two Women Running on the Beach/The Race (1922) ve The Pipes of Pan (1923) dır.
Three Women at the Spring – Picasso,1921

Two Women Running on the Beach/The Race – Picasso, 1922

The Pipes of Pan – Picasso, 1923

Gerçeküstücülük (Sürrealizm)

Sürrealizm; 1924 yılında Fransa’da ortaya çıkan aklın, geleneklerin ve alışkanlıkların denetiminden uzak, bilinçaltı gerçeklerini yansıtan sanat akımıdır. Kurucusu, Fransız şair  ve psikiyatrist Andre Broton’dur. Sürrealizmin amacı bilinçaltının sanata yansıtılmasıdır. Sanatçı bilinç altındakileri dışa vurarak eserini oluşturur. Sürrealistler, Freud'un psikanaliz yönteminden yola çıkmışlardır. Onlara göre insanı yönlendiren mantık değil, iç güdülerdir, bilinç altıdır. 
Woman with a Flower – Picasso, 1932

Sürrealist bir ressam olmasa da Picasso 1925-1935 arasında altıncı dönemi olan sürrealizme geçmişti. Woman with a Flower (1932) sevgilisi Marie Therese Walte’ın portresidir. Sürrealizm bakışıyla deforme edilmiş bir sarışın kadın figürüdür. Önemli sürrealist ressamlar olarak Salvador Dali (1904-1989)  ve Joan Miro (1893-1983) sayılabilir.

İspanya iç savaşı dönemi (1936-1939)

Picasso yedinci dönemi olan İspanya İç Savaşı sırasında siyasi konuları ele aldı. İç savaş, 17 Temmuz 1936'da General Francisco Franco'nun komutasındaki milliyetçi faşist güçlerin seçimle iş başına gelen Cumhuriyetçi Halk Cephesi koalisyonuna karşı ayaklanmasıyla başlamıştır. Üç yıl süren ve İspanya'da büyük yıkıma yol açan iç savaş, 1 Nisan 1939'da faşistlerin zaferi ile sonlanmıştır. Savaşın sonunda İspanya'da Franco'nun 1975'deki ölümüne kadar sürecek olan diktatörlük dönemi başlamıştır.

26 Nisan 1937’de Alman Nazi hava kuvvetleri destekli Franco’nun faşist güçleri Bask şehri Guernica’yı bombalayınca Picasso, Cumhuriyetçi hükümetin isteği üzerine savaşın vahşetini anlatan Guernica isimli siyah beyaz ve gri renkleri kullandığı eserini yaptı. 1937 Paris Dünya fuarı’ndaki İspanya Pavyon’unda sergilenen Guernica tablosu Picasso’nun en bilinen sürrealist eseridir.

Guernica – Picasso, 1937

II.Dünya Savaşı sürecinde Picasso bariz bir şekilde politikleşti. Kominist partiye katıldı ve 1950 ve 1961 yıllarında iki kez Uluslararası Lenin Barış ödülü sahibi oldu.

Sekizinci ve son dönem

Picasso daha sonraki yıllarında ise sekizinci dönemi içindeydi. Bu dönemde dünyanın yaşayan en büyük ressamıydı. Paparazzilerin her hareketini izlediği bu dönemde sanatına daha az önem verdi. Picasso 1950’lerde Velazquez, Goya, Poussin, Manet, Courbet ve Delacroix gibi büyük ressamların  eserlerini yeniden yorumlayarak yapmaya başladı. Artık yapıtlarında belli modeller görülmeye başlanmıştı: minotaurlar gibi yarı insan yarı boğa yaratıklar; boğa güreşleri ve çarmıha gerilme resimleri. Bu temaların hepsi içiçeydi ve ayırt edilmeleri güçtü. Ayrıca Picasso bu dönemde heykelle, çanak çömlekçilikle de  içiçeydi. Buna bir de taşbaskı, oyma ve kabartma, kitap resimleme, kostüm tasarımı ve tiyatroyla ilgili diğer işler de dahildi. Hayranları arasında bile 1940’lardan sonra yapıtlarının bozulduğu hissine kapılanlar vardır. Fakat profesyonel yaşamının tüm diğer yönleri gibi bu konuda da görüş ayrılıkları çok büyüktür.
Picasso’nun Chicago’ya hediye olarak yaptığı heykel, 1967

Massacre in Korea - Picasso, 1951

Picasso’nun başarısının sırrı, moda

Picasso’nun kariyerinde oldukça erken gelen ve öldüğü güne dek süren olağandışı başarısının birkaç açıklaması vardır. Okuryazar olması bile uzun yıllar almış, orta yaşa gelene dek ana diline çok yakın bir dil olan Fransızcayı doğru konuşamayan biriydi. Yazdığı pek az mektup günümüze kalmıştır ve bunun basit bir nedeni vardır: Picasso mektup yazmakta çok zorlanırdı, mektup yazmak için resim yapmaktan daha çok emek ve zaman harcıyordu. Matisse ona çok sayıda mektup yazdı, bunların çoğu bugüne ulaşmıştır ama Picasso ona sadece bir kez yazmıştır; onda da ismini yanlış hecelemiştir. Picasso’nun beyninin korteks bölümü (beynin düşünen, konuşan, yazan bölümü) zayıf olabilir ama görsel düşünme yeteneği çok güçlüydü. Pablo kostüm, sahne gerisi panoları, logo, sembol tasarımları ve insanların zihnine kazınan şekil çarpıtmalarıyla çizdiği çarpıcı kadın imgeleriyle aslında bir moda tasarımcısıydı (Paris’in İspanya’dan ithal ettiği diğer iki İspanyol Fortuny ve Balenciaga gibi). 20. yüzyılın ilk on yılında Fransızlar  resmi sanattan modaya kaymış ve temsili resimden bıkılan bir dünyada Picasso’nun günü de nihayet gelip çatmıştı. Picasso, yüzde 10 yenilik, yüzde 90 beceriden oluşan güzel sanatları, moda sanatıyla değiştirdi: artık orantıların terse döndüğü imgeler yapıyordu.

Self Portrait Facing Death – Picasso, 1972. 
Ölümünden bir yıl önce yaptığı kara kalem ve pastil resim

Bu yeni bir sanat oyunudu. Çok yoğun bir rekabet ortamı vardı ama Picasso bu oyunun şampiyonu olmuştu ve unvanını ölene dek korudu. Çünkü her seferinde kesinlikle doğru zamanda doğru beceri ve moda oranları kullanma konusunda olağanüstü temkinliydi. Mükemmel bir zamanlama yeteneği vardı; yeni bir modayı ne zaman öne sürmesi gerektiğini çok iyi tahmin ederdi. Kişi olarak yeniliğe doymayan bir yapıya sahipti, bir moda öncüsünün ne kadar riski göze alabileceğini belirleme konusunda gizemli bir ustalığa da sahipti. Bu becerisi güçlü kişiliği ve kendine özgü ahlaki değerlere sahip olmasıyla ilgili bir şeydi.

Picasso kadınlar, eşcinseller

Kadın olsun erkek olsun, onun,  kendilerine ne yaptığının farkında olup rahatsızlık duyan insanları korkutup sindirme ve sömürme yeteneği Picasso’nun en dikkat çekici özelliğiydi. Gençken, gerek kadınlar gerekse eşcinseller üzerinde büyüleyici bir cinsel çekiciliği vardı. Sonraları ilk kez on yaşındayken bir kadınla yattığını ve şöhret olmadan çok daha önce, kadınları etkilediğini öne sürmüştü. Eşcinsellere, özellikle edilgen rolde kalmayı sevenlerine, fevkalade çekici gelen biriydi; küçük, vahşi, saldırgan bir erkek kaplan gibiydi. 

Picasso’nun gerçek eğilimlerine bakılacak olursa, maço ve heteroseksüelliğin ezici bir üstünlüğü vardı. Fakat içinden çıktığı kültürde, kendi deyişiyle ihtiyaç halindeki bir kraliçeyi tatmin etmek için aktif rol üstlenmenin erkekliğine zararı olmazdı. Başta sanat simsarı Pere Manyac ve tanıtımcı Max Jacob olmak üzere, eşcinseller ona tapardı. Picasso’nun adını ilk duyuran ve başarısını perçinleyen de o günlerin Andy Wahol’u Jean Cocteau olmuştu. Eşcinseller her zaman onun en ateşli hayranları oldu; örneğin, Avustralyalı koleksiyoncu ve tanıtımcı Douglas Cooper ve sonradan Picasso’nun biyoğrafisini yazan Cooper’ın sevgilisi John Richardson gibi. Tuhaftır, Picasso’nun kişiliğine kapılmayan, hatta onu ürküten tek eşcinsel Diaghiliev olmuştur. Diaghiliev Picasso’ya aşağılayıcı ve küçültücü bir takma isim takmıştı Pica. Ama sanat dünyasındaki eşcinsellerin çoğu Picasso’ya onu eleştirmeyecek kadar saygı duyardı. Picasso’nun erkeklere karşı muğlak bir tavrı vardı ama edigenliği saptamakta üstüne yoktu. Birlikte kübizmi yarattığı Braque’a karım der, ondan beni çok seven kadın diye söz ederdi. Picasso estetik açıdan lezbiyenleri de çekici bulurdu. Erkeksi Gertrude Stein için tek kadın dostum demiş olması da anlamlıdır.
The Weeping Woman – Picasso, 1937

Bir bakıma bu sömürme oyununda Picasso ahlaki açıdan kör olmasının faydalarını görmüştür. Pek çok insanın sahip olmak için çok şey vereceği yeteneklere sahipti. Fakat insanlarda doğal olarak bulunan ama onun doğasında olmayan iki şey vardı: hakiki olanla yalancı olanı, doğru olanla yanlış olanı ayırt etme becerisi. Bu eksiklik onun gücünün kaynaklarından biriydi. Evrenin merkezinde yalnızca Picasso, onun ihtiyaçları, çıkarları ve hırsları vardı. Başka hiçbirşeyi düşünmesi gerekmiyordu.

İşe önce yoksul babasını sömürmekle başladı. Sanra da varlıklı kadınlar üzerinde tahakküm kurmaya başladı. Şöhreti ele geçirdiği anda, tamamen ticari nedenlerle işe alıp kovduğu simsarlarından bile daha sıkı bir işadamı olduğunu gösterdi. Ben vermem. Alırım diye övünürdü. Acımasız görüşlerine göre nezaket, cömertlik ve duygusallık yalnızca kendisi gibi usta kişiler tarafından avantaja çevrilmesi gereken zayıflıktan ibaretti. Picasso’ya yardımcı olan Stein, Guillaume Apollinaire gibi sayısız insan ya onun ihanetine uğradı veya terk edildi ya da zehirli dilinin hedefi oldu. Özellikle öteki ressamlara karşı nankörlükle kıskançlık arasında karışık duygular beslerdi. Bir ihtimal bunun nedeni, kendi eserlerinin değerine güvenmeyişi ve tüm bunların bir aldatmaca olduğunu hissetmesiydi. Sürekli bir basın takip ajansına abone olması ve onun ara sıra ettiği ben bir soytarıdan başka bir şey değilim itirafına atıfta bulunan eleştirmenlerle kavga etmeye meraklı olması da şaşırtıcıdır. Picasso zamanla Braque’tan nefret etmeye başladı, onunla dost olan herkezi kara listesine aldı. Onu dost olarak gören Matisse için korkunç sözler etti. Matisse dediğin nedir ki? Kocaman kırmızı bir çiçek saksının düştüğü bir balkon, işte o kadar. Kendi memleketinden İspanyol dostlarına karşı da özellikle saldırgan bir tavrı vardı. Alçakgönüllü ve sevilen bir kişi olan Juan Gris’in işverenlerini ikna ederek onu bırakmalarına neden olmuş, komisyonlarını alabilmesini engellemiş ve Gris 40 yaşında ölünce kedere boğulmuş gibi rol yapmıştı.

Askerden kaçarak gitmediği, oysa pek çok çağdaşının öldüğü ya da sakat kaldığı I.Dünya Savaşı’nın sonunda Picasso, Paris sanat dünyasında önemli bir güç sahibi olmuştu. Zira tablolarının piyasaya çıkışını ve kendisinden satış teklifi almak için yaltaklanan komisyoncuları çok dikkatle denetliyordu. Sevmediği herhangi bir ressamın sergi açmasını tepeden inme bir emirle rahatça engelleyebiliyordu. Kendisini terk eden sevgilisi Francoise Gilot’un başına gelen de bu olmuştu.

Woman with Book – Picasso, 1932

Defterini dürmek için bir sürü avukat tutan Picasso’ya rağmen sevgilisi Gilot, Picasso hala hayattayken ona doğruları söylemeye cesaret eden birkaç kişiden biriydi. Picasso’nun kadınlara karşı tavrı son derece kötüydü. İşi ve zevki için onlara ihtiyacı vardı ve elbette onları da kullandı da. Fakat Picasso’nun kadınları küçümsediğini, onlardan nefret ettiğini, hatta korktuğunu anlamak için onun muazzam genişlikteki ikonografisine fazla uzun bakmak gerekmez. 1932 yılında eserlerini inceleyerek onun şizofren olduğuna inanan Psikiyatrist Carl Gustav Jung doğru bir tespit yapmış olabilir miydi? Zaman zaman saplantılı davrandığı söylenebilirdi. İsviçreli sanatçı Alberto Giacometti’ye, kimseden eleştiri kabul etmeyeceğim bir noktaya ulaştım demişti. Kendi kendine tekrar tekrar, Ben tanrıyım. Ben Tanrıyım dediği işitilmiştir. Kendisini bir sanat ilahı olarak gören Picasso, ailesi, arkadaşları, hayranları olsun, çevresindeki herkeze rahatça haksızlık yapabileceğine inanıyordu. Tıpkı kendi söylediği gibi, Haksızlık yapabilmek tanrılara özgü bir şeydir.

Marie-Therese Walter – Picasso, 1937

Kadınları çarpıtarak resimlemesi, fiziksel ya da başka şekillerde onların canlarını yakmaktan aldığı zevkle bağlantılı bir şeydir. Yalnızca kızgınlıktan değil, bilerek de onları suistimal etmiştir. En güzel ve en yetenekli sevgilisi diyebileceğimiz  Dora Maar dövülmüş ve yerde baygın yatarken bulunmuştu. Öteki sevgilisi başına darbe aldığını söylemişti. En çok okuduğu ve neredeyse tek okuduğu kişi de Fransız aristokrat yazar Marquis de Sade di. Henüz 17’sindeyken baştan çıkardığı Marie-Therese Walter’a da Sade okutmuş, daha sonraları onun üzerine Sade uygulamaları yaptırmıştı. Picasso harem kurmaya bayılan biriydi ama haremde aleyhine yapılabilecek entrika riskinden kurtulmak için de kadınları birbirine düşürürdü. Kurbanlarının öfkelerini birbirlerinden çıkardığını görmekten zevk alırdı. Sevgililerinden birinin onun önünde diğeriyle karşı karşıya gelmesini sağlar, her ikisinin saç saça baş başa yerde yuvarlanıp kavga etmelerini seyrederdi. Bir keresinde Dora Maar ile Marie Therese Walter birbirleriyle kavga ederken, bu sahneyi hazırlayan Picasso soğukkanlılıkla tablosunu boyamaya devam etmişti. O sırada üzerinde çalıştığı tablo ise Guernica’ydı. 


Kadınlarına karşı acımasızdı. Onları kendine bağımlı kılmayı severdi. Kadınların çoğu başlangıçtaki durumlarından daha yoksul olarak ayrılmışlardı ondan. Picasso’nun bazen tablolarından ya da çizimlerinden kadınlarına verdiği doğrudur. Ama bunları asla imzalamazdı. Eğer bir ayrılığın ardından kadınlardan biri bu hediyesini satmaya kalkarsa, simsarlar Picasso resmi doğrulamadan bu işe girmezlerdi ve Picasso bu resimleri asla doğrulamamıştır. Bu da elbette, Picasso’nun resimleri hakkında bir mantık problemi daha ortaya çıkarır. Hem imzasız hem de Picasso’nun doğrulaması yoksa bu eserlerin ticari açıdan hiçbir değeri olamaz. Kısacası, söz konusu resimler esas olarak hiçbir değer taşımıyordu. Picasso, eserlerinin kopyalanması veye taklit edilmesi en kolay birkaç ressamdan biridir. Simsarların gözünü korkuttuğu için sahte diye reddedilen eserlerden bazıları gerçekte Picasso’ya aittir. Doğrulanan eserlerinin pek çoğunun ise esasında sahte olma ihtimali büyüktür. 

Picasso’nun eşleri ve sevgilileri

Picasso hayatı boyunca iki kez evlenmiş, çok sayıda sevgiliyle hayatını paylaşmıştır. Kadınları tanrıçalar ve paspaslar olmak üzere iki gruba ayırdığını ve hedefinin tanrıçaları paspasa çevirmek olduğunu söylerdi. Uzun süren ilişkilerinden birini yaşadığı sevgilisi onu şöyle anlatırdı. Önce bir kadına tecavüz eder... sonra gidip çalışırdı. Bu ben olayım, başkası olsun, fark etmezdi. Vahşi bir adamdı ve çok mülkiyetçiydi. İstediğinde kadınları terk ederdi ama bir kadının onu terk etmesi ihanet demekti. Sevgililerinden birine, Kimse benim gibi bir erkeği terk edemez  demişti. Eşleri ve uzun süreli birliktelik yaşadığı sevgilileri şunlardı:

Fernande Olivier (1904-1912)
Artist ve model Fernande Olivier, Picasso'nun ilk uzun dönemli sevgilisiydi. Fernande ile Paris’e yerleştikten sonra 1904’de tanıştı, birliktelikleri yedi yıl sürdü. Pembe dönem(1905-1907) eserlerinin  çoğunda modellik yapmıştı. 1912’de Picasso, Eva Gouel’e ilgi duymaya başlayınca Fernande Picasso’dan ayrıldı.

Eva Gouel (1912-1915)
1912 yılında başlayan Picasso-Eva Gouel ilişkisi, Eva’nın tüberkulozdan erken ölümü nedeniyle 1915’de bitti. Picasso, bazı resimlerine ‘I Love Eva’ yazarak Eva’ya olan sevgisini açıkca belirtmişti. Ama Picasso buna karşın Eva’nın hastalığı sırasında, Gaby Lespinasse ile ilişki kurmaktan da geri durmadı. Gaby ile 1917’de Olga ile tanışıncaya kadar birlikte oldu.
Woman in an Armchair (Kübik stilde Eva) – Picasso, 1913
 
Olga Khokhlova (1917-1927)
1917 yılında Picasso, Roma’da Erik Satie'nin Parade balesinin kostüm tasarımlarını yaparken Rus balerin Olga Khokhlova ile tanıştı. 1918’de Paris Ortodoks kilisesinde evlendiler ve 1927’de ayrılıncaya kadar dokuz yıl birlikte oldular. Oğulları Paulo (Paul) 1921 yılında doğdu. Picasso bu dönemde tablolarında anne ve çocuk temaları işlemiştir.

Marie Therese Walter (1927-1936)
1927 yılında Picasso 45 yaşındayken 17 yaşındaki model Marie Therese Walter ile tanıştı. 1927-1936 yılları arasında birlikte yaşayan çiftin Maya adlı çocukları oldu. Picasso’nun resimlerinde Marie sarışın, neşeli ve hayat dolu olarak resmedilmiştir. Marie Therese, Picasso’nun ölümünden dört yıl sonra, 1977 yılında kendisini asarak vefat etmiştir.

Dora Maar (1936-1944)
1936’da  54 yaşındaki Picasso, Jean Renoir'un Le Crime de Monsieur Lange film setinde Yugoslav sanatçı Dora Maar ile tanıştı. Dora Maar Fransız fotoğrafçı, şair ve ressamdı. Fotoğrafçı olarak 1937 yılında Guernica tablosunun yapımını dökümante etmişti. 1936 da başlayan birliktelikleri 1944’de sonlandı. 

Francoise Gilot ( 1943-1953)
Sonrasında, 1943’de Picasso 62 yaşındayken sanat öğrencisi Françoise Gilot ile birlikte olmaya başladı. Gilot yazar ve ressamdı. Pablo Picasso’nun 1953’e kadar modeli ve sevgilisi oldu. Gilot, Claude ve Paloma’nın annesidir. Gilot, Picasso’nun diğer kadınlarla olan ilişkileri nedeniyle Picasso’yu 1953’te terk etti.

Genevieve Laporte (1951-1953)
1944 yılında 17 yaşındaki Genevieve Laporte, Picasso ile okul gazetesi için röpörtaj yapmıştı. Seneler sonra Genevieve Laporte, 1951 Mayıs’ında Picasso 70 yaşında ve Francoise Gilot ile birlikteyken, Picasso’yu stüdyosunda yeniden ziyaret etti ve ilişkileri başladı. Picasso 1951 yazını Laporte ile St Tropez’deki evinde geçirdi. İki yıl devam eden birliktelikleri, Gilot’un da Picasso’yu terk ettiği 1953 yılında, Laporte’nin sanatçıdan ayrılmasıyla bitti.


Jacqueline Roque (1953-1973)
Mutsuz ve yalnız Picasso 1953 yılında Vallauris’da Modoura seramik atölyelerinde seramik çalışmaları yaparken Jacqueline Roque ile karşılaştı. Ve birlikte yaşamaya başladılar. 1961 de Picasso 79 yaşındayken evlendiler. Picasso Jacqueline’nin 400’ün üzerinde tablosunu yapmıştı. Picasso 8 Nisan 1973’de öldüğünde Picasso ile 20 yıldır birlikteydiler. Jacqueline 1986 da kendini vurarak intihar etmiştir.

Picasso’nun iç dünyası

Picasso, belki de gelmiş geçmiş en huzursuz, en deneysel ve en üretken sanatçıdır. 78 yıllık kariyeri boyunca 13,500 tablo, 100,000 baskı ve gravür, 300 heykel ve seramik obje, 34,000 adette kitaplar için çizim yapmıştır. Ayrıca 350’nin üzerininde eserinin de çalındığı bilinmektedir. Üstelik her şeyi en yüksek hızda yapardı. Bir sanat eserine özen gösterip zaman verecek ve çok çaba sarf edecek biri değildi. 1900 yılına gelindiğinde her sabah bir resim bitirir, öğleden sonra da başka şeyler yapardı.
Çeşitli ifade biçimlerinin yanısıra, heykel, yüz maskeleri ve sembolizm çalıştı ve kağıt üzerinde olsun veya tuval, taş, seramik ya da metal olsun, birlikte kullanabileceği her araçla çalışıp 92 yaşındaki ölümüne kadar harikulade ürünler çıkaran bir üstat olarak kaldı. Ayrıca posterler, reklamlar, tiyatro sahneleri ve kostümleri, elbiseler, logolar ve kül tablasından saç modellerine kadar her türlü nesneyle ilgili tasarımlar üretti. Picasso üzerine yazılmış çok sayıda yazı mevcuttur ve bu sayı hala artmaktadır. 20. yüzyılda, birbirleriyle çelişkili de olsa Picasso dışında hiçbir ressam için bu kadar çok yazı yazılmamıştır. 


Picasso, 1914 yılına geldiğinde milyoner, I.Dünya savaşının sonunda da mültimilyoner olmuştu ve parası sürekli artmıştı. Yaşamının sonuna geldiğinde ise şimdiye kadar yaşamış en zengin ressam olarak öldü. 8 Nisan 1973’de, 91 yaşında Fransa’da Mougins’de vefat etti. Picasso, bir ressamdan fazlasıdır. Hayatı boyunca çok kez radikal stil değişikleri gerçekleştirerek beş ya da altı ressamın bir ömür boyunca gerçekleştirebileceklerinden daha fazlasını üretmiştir. Fransız hükümetiyle veraset vergisine dair yaptığı anlaşma sonucu 1985’te Paris’te Picasso Müzesi açıldı. Bu müzede ressamın bütün dönemlerinde yaptığı çalışmalar incelenebilir. Buna ek olarak Barcelona’da da öncelikl eski portrelerinin ve çizimlerinin yer aldığı bir Picasso Müzesi bulunmaktadır. 
Portrait of a Young Girl – Picasso, 1938

Çoğu insan, büyük bir yazarın, ressamın ya da müzisyenin kötü biri olabileceğini kabul etmekte zorlanır. Fakat tarih tekrar tekrar göstermiştir ki, kötülük ve deha aynı kişide birarada var olabilir. Fakat yaratıcı bir kişinin bu kötü tarafının, bunları dengeleyici hiçbir niteliğe sahip olmadığı görülen Picasso’da olduğu gibi, bu kadar egemen olması ender görülen bir şeydir. Picasso’nun devasa bencilliği ve kötücülüğü kazandığı başarıyla ilintilidir. Yaratıcılığının içinde geçmişine karşı duyduğu bir aşağılama da var, bu geçmişten kurtulmak için acımasız olması gerekiyordu. Kendisini bu kadar büyük bir ihtirasla yaptığı işe adaması ve tüm diğer duyguları bir kenara atması sayesinde yaratıcılık ve sanatsal girişimcilikte muazzam bir başarı kazandı. Kendisinden başka kimseye sorumluluk duymuyordu ve bu da ona olağanüstü bir ilerleme enerjisi veriyordu. Aynı şekilde, bencilliği sayesinde doğaya sırtını çevirip huşu uyandıran bir konsantrasyonla kendi içine dönmüştü. Aşağı yukarı 1910 yılından itibaren, doğa ile ilgisini tamamen kesmesi dikkate değerdi. Bir iki Akdeniz tatil yöresi dışında, hiçbir yere seyahat etmezdi. Afrika, Asya veya Latin Amerika ile hiç ilgilenmedi. 


Picasso 1959 sonbaharında Picasso Aix-en-Provence’daki çok sevdiği evi Chateau de Vauvenargues’ın bahçesinde. Picasso Sainte-Victoire yamaçlarını görüp, bu manzaraların, hayattaki tek ustam dediği Paul Cezanne tarafından 30 dan fazla eserde tablolaştırıldığını öğrenince hemen satın aldı. Picasso öldüğünde de bu evin bahçesine gömülecekti.

Kadın modellerini bir yana bırakırsak, kafasının içindeki dünya dışında ne bir şey çizdi, ne de boyadı. Doğadan kopması kendine odaklı gücünü artırmıştı ama bu onun akıl huzuruna ve belki de bilemediğimiz daha pek çok şeye mal olmuştu. Picasso endüstrisinin o son derece güçlü makineleri, kadınlar ordusu, şatosu, altın külçeler, sınırsız şöhreti, muazzam serveti ve onu kuşatan şakşakçılar, yaşlı günlerinde ona huzur vermeye yetmedi. Zalim kişiliği ve çoğu eserinde görülen vahşilik, giderek kötüleşen ve ümitsizlikle sonlanan derin bir ruh huzursuzluğundan kaynaklanıyordu. Son yılları, parası yüzünden yapılan aile kavgalarıyla geçti. Ölümün ardından açılan hukuk davaları kıran kırana yıllarca sürdü. Marie Therese kendini astı. Dul eşi kendini vurdu. En büyük çocuğu alkolizmden öldü. Metreslerinden bir kısmı yoksulluk içinde öldü. En ilkel batıl inançlara körü körüne inanan bir ataeist olan Picasso, birileri saçından bir tutam bulup da onu ele geçirecek büyü yapmasın diye kendisine özel berber bile tutan birisiydi. Hep böyle ahlaki bir kargaşa içinde yaşadı, öldüğünde ardında daha da fazla kargaşa bıraktı. Onunkisi, bir bakıma eğitici yanları da olan hayret verici bir öyküdür. Son derece büyük ve yaratıcı başarıların ve dünya çapında benzersiz bir şöhretin mutluluk getirmeye yetmeyeceğini acı bir şekilde göstermektedir.
21 yaşındaki Fransız film sanatçısı Brigitte Bardot, Cannes Film Festivali sırasında, stüdyosu Cannes’e yakın olan Picasso’yu ziyareti sırasında (1956).

Ancak ahlak ve mutluluğu bir kenara bırakıp Picasso’nun yaratıcı etkisine odaklandığımızda şunu söylemek gerekir ki, Picasso’yu 20. yüzyıl sanat tarihinden çıkarırsak, yerinde muazzam bir boşluk kalır. Picasso olmasaydı, bugün sanatın ne yöne gideceğini kestirmek imkansızdır. Onsuz güzel sanatlar bu kadar derine dalar ve bu kadar sürer miydi? Moda sanatı bu kadar büyük bir üstünlüğe sahip olur muydu? Bu varsayımsal soruları cevaplayamayız. Dünyaya bakışımız farklı mı olurdu? Belki de olmazdı. Peki Walt Disney yaşamasaydı ve çalışmasaydı fark eder miydi? Bunu cevaplamak daha da zor.    


WALT DISNEY


Picasso gibi Walt Disney de çalışma yaşamına erken yaşlarda başladı ama geçinmek veya şöhret olmak için çok daha fazla mücadele verdi. Çocukluğunun büyük bir kısmı ABD’de kırsal Missouri’de bir çiftlikte geçti. Yaşamı boyunca en çok zevk aldığı şey hayvanları izlemek ve hayvan resimleri çizmekti. Hayvanların hareketleri ve kendine özgülükleri Alman ressam Albrecht Dürer gibi ona da büyük bir keyif veriyordu. Her türlü insan duygusunu hayvanlara da yapıştırmaya bayılıyordu. Picasso çizip boyadığı kadınları insan şeklinden çıkarırken Disney hayvanları insanlaştırıyordu. Gücü ve mizahın en önemli kaynağı da buydu. Ailesi fakirdi, huysuz babası hep bir şeyler isterdi ama buna rağmen, belki de bu sayede, Disney aileyi toplumun ayrılmaz bir parçası ve sonsuz mutluluğun tek kaynağı görürdü.
Çiftlik işi yürümeyince Disney’ler Kansas City’e taşındı. Babası gazete dağıtım işine girince Disney’i de uzun saatler boyunca durmaksızın çalıştırmaya başladı. Disney, biraz resim eğitimi almayı başarmış olsa da Picasso gibi resim derslerini asıp batakhanelere gitmek gibi bir lüksü hiç olmadı.
1918 yılında Walt Disney I.Dünya Savaşı sırasında daha 16 yaşındayken okulunu bırakarak orduya katılmaya çalıştı. Yaşı küçük olduğu için kabul edilmedi ama Walt bir yolunu bularak Kızıl Haç örgütünde ambulans şöförü olarak Fransa’ya gitti. Savaştan sonra Walt, Kansas City’ye döndü ve kariyerine reklam grafikeri olarak başladı. Amerikan girişimci ruhuna fazlasıyla sahipti. 20 yaşına geldiğinde neredeyse kendi şirketini işletmeye başlamıştı ki iflas etti ama yılmadı bir süre sonra yeniden kurdu. Hedefi animasyon (canlandırma) sanatı içine girmekti.

Çizgi film ve animasyon

Disney bir sanatçı olarak farklı bir 19. yüzyıl geleneğinden doğmuştu. Edward Lear gibi, ya da Alice Harikalar Diyarı’nda kitabını resimleyen ve Çılgın Şapkacı, Mart Tavşanı birer simge olarak yaratıp karşımıza getiren büyük karikatür ustası Tenniel gibi isimleri barındıran bir gelenekti bu. Disney ayrıca İngiltere’de Comics, Amerika’da Funnies adıyla bilinen mizah dergilerinden ve gazetelerdeki çizgilerden faydalanıyordu. Sinema filmi endüstrisi için ilk gerçek hareketli çizgi filmi 1906 yılında Amerikalı J.S.Blackburn çizmişti ve adına Humorous Phases of Funny Faces  koymuştu. Bu Leonardo da Vinci, hatta daha eskilere giden grotesk (varlıkların sıra dışı özelliklerle yeniden tasviri ile dünyaya ait olmayan bir olgu haline getirilme sanatı) fizyonomi geleneğinin güncellenmiş bir örneğiydi. Film, Vitagraph Şirketi tarafından yapılıp, içinde oyuncular olan uzun filmlerle birlikte piyasaya sunulmuştu.

Disney sessiz animasyonu ölü sayar ve sesin doğası ve niteliğinin başarının anahtarı olduğuna inanırdı. Ama başlangıçta ses boyutu onun kafasını çok karıştırmıştı. Sermayesinin olmayışı da öyle. Disney kazandığı parayla karnını ancak doyurabiliyordu. Beş dolar onun için büyük paraydı ve arkadaşlarından borç almak zorunda kalırdı. Ama hem animasyonda hem de hareketli fotoğraflarda bu hızla büyüyen teknolojiye ayak uydurmayı başardı. Buf Fischer Film Corporation ve International Features Syndicate gibi şirketler, 1917-1918 yıllarında Mutt, Jeff ve The Katzenjammer Kids gibi çizgi dergi karakterleri, sinemada canlandırdılar. 1917’de Kedi Felix karakteriyle ün yapan Max Fleischer’de canlandırılmış çizgi karakterler ile canlı oyuncuların sahnelerinin birleştirildiği ilk filmi üretti.

Alice in Wonderland

Disney’de aynı bileşimi 1923’te kullanarak, sekiz yaşındaki Margie Gay adlı kızı oynatarak Alice in Wonderland çizgi filmini yaptı.
Disney’in yedi kişiden oluşan yapım ekibinin ortasında duran Margie’yi gösteren  fotoğrafta Disney’in yanısıra, mali işlere bakan ağabeyi Roy Disney, yaratıcı sanatçı ve animatör Ubbe Iwerks’de yer alır. Erkeklerin hepsi golf pantolonu giymiş, kravatlı ve süveterlidir. ABD Başkanı Harding’in çağında, 1920’lerin başlarında genç girişimcilerin üniformasıdır bu.

Disney’in ilk şirketi Laugh-O-Gram Corporation kısa animasyon filmleri yaptı ama borç alınarak, kredi çekilerek oluşturulan şirket iflas etti. Walt’ın elinde bir tek kamerası ve örnek olarak kullanabileceği bir Alice baskısı kalmıştı. Ekibini dağıtıp kamerasını alarak serbest çalışmaya başlamış, haber fotoğrafları çekmiş, çektiği pozları ise tamamı Hollywood’da bulunan Pathe, Selznick News ve Universal News gibi ajanslara satmıştı. Düğünler ve cenazeler için film çekmiş, her birini 10-15 dolardan satarak özel işler de yapmıştı. Aç kalmamıştı ama karnını uzun süre konserve fasulye ile doyurmak zorunda kalmıştı. Yeni açılan stüdyolarla girdiği temaslar sonucu Hollywood’a yerleşip yeni bir yapım şirketi kurmaya karar verdi. Kamerasını satıp eline geçen parayla kendine bir bilet aldı ve 40 dolarlık sermayesiyle 1 Temmuz 1923’te California treni’ne atladı.

Ümit ve cesaretle dolu 1920’lerin başı, Amerikan serbest girişim ve oyunculuk, yazarlık, filmcilik, tasarım, kostüm, sahne, müzik gibi sanatın herhangi bir dalıyla ilgilenen herkes için klasik bir dönemdi. Hollywood ise hızla büyümekte olan bir yenilik merkeziydi. Ama Disney sinema endüstrisinde iş kurmakta çok zorlanıyor, bir stüdyodan diğerine dolaşarak ancak karnını doyurabilecek kadar para kazanıyordu. Tekrar animasyon filmlerine dönerek baş, ağız ve gözleri çizip sonra tek tek çizgilerden oluşan bedenler ekledi; resimler siyah bir fona çizilen beyaz kibrit çöplerini andırıyorlardı. Elindeki Alice numunesini kullanıp bir de dizi hazırladı. Canlı kısımları beyaz perdenin önünde çekip, Alice’in etrafına çizgi resimleri ekledi. Çevrede oturan çocukları toplayıp her birine 50 cent vererek Alice’in etrafında skeç yapmalarını sağladı. Büyük amcası Robert’in Alsas çoban köpeğini eğiterek eğlenceye onu da soktu. Her makarada 270 metre uzunluğunda gerçek çocukların ve köpeğin yer aldığı film, 90 metre de canlandırılmış çizgi vardı. Disney senaryoyu yazdı, açık havada sahne kurdu, gereken sahne eşyalarını kendisi yaptı, yapımcısı, yönetmeni ve filmi çeken de kendisi oldu. Bu ilk sineması ona toplam 750 dolara mal olmuştu. Filmi 1,500 dolara bir New York acentesine satarak ilk gerçek karını elde etti.

Bir düzine film için anlaşma yaptı ve ilk altısını tamamen kendisi üretti. Bunları Kansas City’deki Ub Iwerks’e gönderiyordu. Sonra animasyon konusunda kendisine yardımcı olması için Ub Iwerks’e daha aktif görevler verdi. Disney’in Iwerks’le yaptığı çalışma ile Picasso’nun Georges Braque ile 20 yıl önce kübizmi ortaya çıkarmak için girdiği işbirliği arasında ilginç bir benzerlik vardır. Picasso ve Braque fikirlerini ve tekniklerini öylesine paylaşmışlardı ki, birkaç yıl geçtikten sonra bir tuvali hangisinin yaptığını, hatta birlikte mi ortaya çıkardıklarını anlamak neredeyse imkansız hale gelmişti. Bunu ressamların kendisi bile söyleyemezdi. Bazı tuvallerde bu durum günümüzde bile gizemini korumaktadır. Aynı şekilde, ilk animasyonlarda Walt ve Ub’un rollerini de kesin olarak ayırt etmek çok zordur. Temel fikirlerin Disney’den geldiği açıktır. Ama animasyon işlemleri sırasında başarılı efektler eklenmiştir ve bu konuda Iwerks’in önemi ön plana çıkar. Disney, bir ressamı daha işe aldı. Ana hatları Disney kendisi çizip hazırlar, iki yardımcısı da bunların içini doldururdu. Sonraları yavaş yavaş sahneleri tamamen yardımcılarına bıraktı ama onun markası haline gelen ve bugün de bu özelliğini sürdüren Disney tarzı çizimin korunmasını denetledi. Çizimde çokca çember kullandı, çünkü en hızlı çizilen şekil oydu. Ama ne kadar hızlı çizilirse çizilsin her kısa filmin yapımı bir ay sürüyordu. 13 Temmuz 1925’de Walt, çalışanlarından Lillian Bounds ile evlendi. Diana ve Sharon adlı iki kızı oldu.

Sevimli tavşan Oswald

Disney gibi bir sanatçı ve yapımcının toplumun hızla değişen zevkine uygun, yenilik ihtiyacına cevap verme kabiliyeti ne kadar abartılsa azdır. Sanat dünyasındaki fikirlerin, sonu gelmez iştahını koruyabilmek için, Picasso’nun Paris’teyken bir safhadan diğerine geçmesi gibi, Disney’de çizgi film dünyasındaki değişikliklere ayak uydurmak ve hep değiştirip, yaratmak zorundaydı.

New York’taki film dağıtım şirketlerinin verdiği bilgilere bakılırsa insanlar Alice’den, daha doğrusu fotoğraflı animasyondan bıkmaya başlamıştı. Yeni bir karakter gerekiyordu ve Disney, Oswald adlı tavşanı yarattı. Oswald uzun kulaklı, uzun bacaklı ve minicik ponpon kuyruklu tamamen çizgi bir karakterdi. Filmde canlı hareket ve gerçek insanlar kullanılmıyordu. Disney’in ürünü uzun bir süre hep aynı kaldı. Oswald başarı kazanmıştı ama Disney, kısa filmleri duyulur duyulmaz daha büyük ve daha çok sermayesi olan stüdyoların onun ekibini ve animatörlerini, daha çok para vererek çalmaya çalıştıklarını anladı. Bu süreci felce uğratmak için yeni bir karakter yaratacaktı; tıpkı yüzyıl kadar önce, Charles Dickens’in telif çağından önceki korsanları atlatmak için yeni bir öykü uydurup çabucak yazıvermesi gibi.

Mickey Mouse doğuyor

Sonuçta ortaya bir fare çıkmıştı. Disney, Kansas City’de yaşarken bir farenin masasının üzerinde ve içinde yaşadığından, bu fareyi sevdiğinden ve sevimli bir şekilde canlandırabileceğini düşündüğünden söz etmişti. Fare, çöpe atılan şeker kağıtlarından beslenebilmek için Disney’in çöp sepetine girermiş. Disney’de onu yakalayıp bir kafese koymuş ve farenin hareketlerini incelemişti. O zamanlar fareye Mortimer adını vermişti. Fareyi konu alan bir dizi hazırlamaya karar verdiğinde adını Mortimer Mouse koydu. Ama karısı Lilly buna itiraz etti: ‘fazla pısırık bir isim’. İşte ondan sonra Disney, Mickey ismini seçti. Mickey Mouse’un en önemli özelliği sempati uyandırmasıydı. Tıpkı Disney’in dediği gibi: o fare benim taş kalbimi yumuşatırdı.

Picasso ise kadınlarının vücutlarıyla yüzlerini ve modellerini karikatürleştirir, kübist çizgi karakterler haline getirir, küçümseme, hatta nefretle canlandırırdı. Ama Disney, faresini kendi geçmişine duyduğu hayranlık, hatta sevgiyle canlandırmıştı. Mickey Mouse halk tarafından o kadar sevilmişti ki popüler olduğu 1933 yılında hayranlarından 800,000 mektup almıştı. Gösteri dünyasında, hiçbir dönemde görülmemiş bir rekordu bu. Bundan sonraki en büyük rakam 730,000 hayran mektubuyla 1936 yılında sinema sanatçısı Shirley Temple’a aitti.
Picasso’nun, doğayı reddedişinin yarattığı korku ile karışık saygı duygusuyla insanları fethetmesi gibi fare  de insanların kalbini kazanmıştı.  İşte Disney’in dehası da burada ortaya çıkıyordu. Yarattığı şeyleri, herkese, özellikle çoçuklara sevdirmesini çok iyi biliyordu. Bu süreç çok da basit değildi, hatta son derece karmaşıktı. Yaratılan ilk Mickey görsel olarak güzel değildi. Siyah nokta gözleri, kalem bacakları, her elde üç parmağı, çalı fasulyesi gibi bir bedeni ve sarsak bir yürüyüşü vardı. Ancak Mickey bir bakıma Disney’in kendi portresidir. Ortaya çıktığında görülen o anlamlı gözler, sivri yüz ve pandomim yeteneği, hepsi de yaratıcısına ait özelliklerdi. Bir yüzyıl sonra baktığımızda ilk Mickey’in gözleri bizlere sevgi dolu gibi gelmez. Sarsaklığı ise teknik olanaksızlıklar yüzündendir. O dönemde animasyon teknolojisi her sene daha da karmaşık hale geliyordu ve Disney rakiplerini geride bırakmak için hızı artırıyordu. Mickey’nin bir hareketi için altı çizim yapmak zorundaydı. Animasyon ekibinde herkesin bir derecesi vardı. Deneyimli üyeler Disney’in çizimlerini esas alarak kilit hareketleri çizer, daha düşük olanlar içlerini doldururlardı. On dakikalık bir çizgi film için 14,400 çizim yapılırdı.
Walt Disney ailesi ile birlikte

Mickey, sinemaların her zaman yaptığı gibi arkadan verilen müzikle, o hantal bebekliğini yaşarken, Warner Brothers(1927) müziğin de içinde olduğu, Al Jolson’un başrolü oynadığı The Jazz Singer’ı vizyona soktu. Disney üç kısa Mickey filmi yapmıştı ama sesli sinema fikri onu çok heyecanlandırdı. Zaten öteden beri çizgi filmlerin asıl üçüncü boyutunun ses olması gerektiğine inanıyordu. Disney’in ses teçhizatı yoktu ama hemen kendi işini kendin yap yöntemine girişti. Girişimci doğaçlama yöntemi de denilen de buydu. Armonika çalma işini Jackson’a verdi. Gece kulüplerinde kullanılan gürültülü aletlerden, inek çıngıraklarından, teneke kutulardan satın aldı ve sürtünme sesi için de oluklu tahta buldu.

Disney’e göre her işin püf noktası tempo ve matematikti. Sesli film, projektörden saniyede 24 kare oranında geçiyordu. Bir fare filmindeki ses temposu saniyede iki vuruş olduğuna göre, her 12 karede bir vuruş yapması gerekiyordu. Bir metronom aldı, bir ses partisyonu oluşturmak için boş müzik portrelerine sesleri çizdi. Böylece çizgi canlandırma ve ses efektleri eş zamanlı olarak hazırlanabilecekti. Fakat ses partisyonu hazırlamak başka şey, partisyonu kayda almak başka bir şeydi. Bu gürültülerin orkestra eşliğinde gelen seslerle karıştırılması gerekiyordu, yani animasyon filmlerine bu sesi girmek de ayrı bir işti. O sıralar, kayıt ve müzik endüstrisinin merkezi Hollywood değil New York’tu. 1927’de tüm film yapımcılarının sesli filmlere koşması yüzünden ortaya çıkan teçhizat yetersizliği, tek sorun değildi. Aynı zamanda RCA gibi büyük kayıt şirketlerinin koyduğu telif sınırlamaları yüzünden bütün işletmelerin başı dertteydi. Üstelik RCA, Mickey’i seslendirmek için Disney’den 3,500 dolar istemiş ve seslendirmeyi Disney’in değil kendi istediği tarzda yapacağını söylemişti. Disney teklifi reddetti ve kendi yöntemlerini kendisi bularak, dahice kurnazlıklarla telif engelini de aşti. Bir orkestra şefi ve 16 oyuncu kiraladı. Hepsini minik bir stüdyoya soktu. 

Disney’in kayıt yönetimi şöyleydi: ses için dakikada 270 metre film gerekiyordu. Her resim saniyede 24 oranında olmak üzere bir perdeye yansıtılıyordu. Müziğin temposu saniyede iki vuruş olduğu için, her 12 karede bir vuruş giriyordu. Çıngıraklar, çanlar vs gibi bütün ses efektleri de dahil olmak üzere, bunların tamamı partisyonda belirtilmek zorundaydı. Filmin her 12. karesi çini mürekkeple işaretlenirdi. Bu işaret, kayıt stüdyosunda perdeye yansıtıldığı zaman beyaz bir parıltı olarak görünürdü. Bu işaret metronomun tiktaklarının yerine geçer, müzik yönetmeninin vuruşları izlemesini sağlardı. Bu sistemin hatasız işlemesi için son derece büyük bir çaba, zaman harcamak ve üst üste kayıt yapmak gerekirdi. Zamanla eşzamanlı seslerin de dahil edildiği birleşik baskılar ortaya çıktı. Disney kardeşlerin paraları tükenmişti; babalarının arabasını bile satmak zorunda kaldılar.

Farenin yer aldığı ilk sesli sinema Steamboat Willie 1928’de gösterime girdi. Film büyük bir başarı kazandı ve bunun nedeni yalnızca Disney’in senkronize animasyon konusunda elde ettiği zafer değil, ses kullanarak fareye yaptırabildiği davranışlarla sergilediği dehaydı. İşte onun olağanüstü yeteneği burada yatıyordu. Yarı fare yarı insan bir yaratığın kafasının içerisine giren ve bir ırmakta vapur kullanan bir fareye, tuhaf ve komik şeyler yaptıran geniş bir hayalgücü. Bu küçük filmle çizgi film rüştünü ispat etmişti. Resimli kitap sanatını yaratarak büyük bir başarı yaratan Dürer gibi Disney’de yaratıcı çizim, senaryo ve mühendislik bilimini birleştirerek sesli çizgi filmi yaratmıştı. Yeni bir sanat doğmuştu ve bu yaratıcılığın en muhteşem örneği olmuştu. Disney artık bankalardan borç alabiliyordu. Hemen bir dizi yaptı: Sersem Senfoniler. Filmin isminden anlaşılabileceği gibi ses kaydına daha çok önem vermeye başlamıştı. Seyirci de bundan hoşlanmıştı. Artık herkes daha çok fare istiyordu. On yıl içerisinde Mickey Mouse sinemaların en iyi bilinen kahramanı olmuştu. 1928’den 1947’ye kadar Mickey Mouse’ın seslendirmesini Disney  kendisi yaptı. Sonrasında  İngiliz aksanlı aktör Jimmy MacDonald bu görevi üstlendi. Çok geçmeden Disney’in yeni karakterleri de ortaya çıkmaya başladı. Minnie Mouse, Yavru Kedi, Figaro, Sincap Chip, Köpek Pluto, Köpek Gufi ve Vakvak Amca. Disney’in kızgın Donald’ı huysuz vaklama sesiyle senkronize etmesi ise hayalgücünün bir başka zaferiydi. 
Sanat tarihinde ilk kez çizgiler yalnızca canlandırılmakla kalmıyor, aynı zamanda seslendiriliyordu. Disney çizgi filmlerde sesin ve şarkının önemini vurgulamakta ne kadar haklı olduğunu nihayet 1932’de yaptığı Üç Küçük Domuz’da göstermişti. Dağıtımcılar önce filmi biraz soğuk karşıladılar, çünkü sadece üç karakteri vardı: üç domuzcuk ve düşmanları kurt. Walt Disney tasarruf etmek için karakterleri azaltıyor diye eleştiriliyordu. Disney filme bir tema şarkısı eklenmesine karar verince film kurtarıldı. Animasyon senaristi Ted Wears ‘Kim korkar hain kurttan’ korosuna beyitler yazmış, daha önce hiç beste yapmamış genç stüdyo müzisyeni Frank Churchill ise muhteşem bir melodi hazırlamıştı. Sonuçta 20. yüzyılın en başarılı şarkılarından biri ve bütün dünyada herkesin dilinde olan bir şarkı sözü ortaya çıkmıştı. Film yalnızca domuzcukların beyazperdedeki hayatlarını başlatmakla kalmamış, çizgi filmler önem kaybettiğinde bile Disney’in animasyon imgesi onlara küresel bir yaşam armağan etmişti.


Büyük Bunalım’ın belki de en kötü yılı olan 1932’de, Disney ilk renkli çizgi film olan Çiçekler ve Ağaçlar’ı gösterime sokuyordu. Bu filmle, çizgi filmlerdeki hareketleri çizerken ilhamını doğadan aldığına vurgu yapıyordu. Bu film ile ilk Oscar’ını da kazandı. Disney ve animatörleri, Mickey Mouse ve Vakvak Amca’da olduğu gibi, güçlü bireysel özellikler ve tipik hareketlerle karakterlerine bir tarz verirken, stüdyodakiler doğayı, Disney sanatının tek ve en gerçek kaynağı olarak görüyorlardı. Disney’in önderliğindeki animatörler durmaksızın hayvanlarla ilgili filmler izliyor, canlı hayvanları stüdyoya getirerek hareketlerini inceliyorlardı. Disney’e göre doğa, insanın hayal gücünden daha da zengin bir mizah kaynağıydı. O ve ekibinin yaptığı şey, insanbiçimcilikti.

Silkinip duran köpek Pluto

1934’te Disney ekibinden Webb Smith yavru köpek Pluto’nun, üzerine yapışan bir sinek kağıdından kurtulmak için silkinip durduğu bir seri yarattı, Norm Ferguson da bunu canlandırdı. Bu muhteşem mini sinema, çizgi film ticaretinde büyük bir olay yarattı. Seyirci filme bayılmıştı çünkü hem köpek, köpek olarak kalıyordu, hem de insana özgü inatçı bir kararlılık ve öfke gibi özellikler sergiliyordu. Disney hayvan hareketlerini bu denli gerçekçi yapmasa ve onları makul bir fona yerleştirmese, hayvanları insana dönüştürmekte bu kadar başarılı olamazdı. Renkli sinema onun gökte ararken yerde bulduğu bir şeydi, ses kadar önemliydi, çünkü gerçekciliği artırıyordu. Walt, renkli film için Technicolor’u seçmeden önce renk sistemleri üzerinde epeyce deney yaptı. Tam renk serisi için gereken üç bantlı sistemi kullanmak amacıyla Technicolor ile özel bir sözleşme imzaladı. Çiçekler ve Ağaçlar yalnızca herkesi şaşırtmakla kalmadı, doğanın resimlenmesinde renklerle neler yapılabiliceğini göstererek yeni bir çığır açtı. Ayrıca canlandırma karakterler için kullanılan gerçekçi fonların geleceği açısından yepyeni standartlar getirdi. Disney, insansı ağaçlar, çiçekler ve insan yapımı nesnelerin yanısıra, artık yangınları, dalgaları, rüzgarları ve fırtınaları bile çizgilerle canlandırabiliyordu.

Disney, parayı gelir gelmez harcayıp bitiriyordu. Genç İngiliz ressam J. M. W. Turner gibi o da boyanın, filmlerin ve malzemeninlerin en iyisini satın alıyordu. Ne kadar oyalayıcı ve pahalı olsa da yeniden canlandırma yaparak en iyi sonucu elde etme konusunda ısrarlıydı. 1930’ların başında, rakip stüdyoların en fazla 2,500 dolar harcamasına karşılık, Disney’in sekiz dakikalık bir film için harcadığı yapım maliyeti 13,000 doların üzerindeydi. Dürer ve Rubens gibi Disney’de mükemmeliyete öncelik veriyordu. Gelen para yeni teknoloji ve daha iyi ressamlar için harcanıyor, bu yüzden yüksek gişe hasılatına rağmen Disney Stüdyo pek kar edemiyordu. 

Donald Duck, Uncle Scrooge(Vakvak amca) ve Goofy.  Goofy 1932 yılında, Donald Duck 1934 yılında, Uncle Scrooge ise 1947 yılında yaratıldı

Aslında Disney’in 1930’larda işlettiği Disney stüdyo, 17. yüzyıl Avrupası’ndaki büyük atölyelerden çok da farklı değildi. Disney bulabildiği en iyi ressamları işe alıyor, ne kadar iyi olduklarına bakıp, kapasitelerine göre görevler veriyor, çeşitli karakterlerde onların yaratıcılıklarını cesaretlendiriyordu. Her bir deneyimli sanatçı bir karakterden sorumluydu. Stüdyo son derece yaratıcı faaliyetler gösterilen, etkileşimin yüksek olduğu, işlek bir yerdi; yeni fikirlerin ortaya atılıp konuşulduğu, övüldüğü ya da reddedildiği anlarda bazen de oldukça curcunalı bir yer oluyordu. 1930’lardan itibaren Disney’in stüdyosu giderek büyüdü ve animatörler, ressamlar ve diğer teknik ekiple birlikte 1,000 kişiyi aştı. Tıpkı bir çok Siennalı ve Floransalı ressamın insanları freskler halinde duvara, alçı taşlara veya panolara resmetmeyi öğrendikleri gibi, 1930 ile 1937 arasındaki dönemde Disney ve ekibi de, deneme yanılma yöntemiyle, teknoloji ve beceriler sayesinde ortaya çıkan mucizelerle animasyon sanatını ortaya çıkarıp, bu çizimleri sahnedeki insan komedyenler kadar gerçek göstermeyi başardılar. Erken Rönesans sanatçılarının iki yüzyılda yaptıkları şeyi, Disney stüdyosu on yıla sığdırmıştı; ama Disney’in animatörlerinin bu kadar kısa sürede bunu başarmalarının altında koskoca bir Batı sanat geleneği vardı. Günümüz animatörlerinin Disney’in eserlerinden aldığı ilham da böyle bir şeydir.

Snow White and the Seven Dwarfs

Doyurucu nitelikteki renklerin elde edilmesi, arka plan tekniklerinin geliştirilmesi, ses kaydı alanında erişilen kalite, orkestra müziğini ve şarkı öylemeyi olanaklı kılan mükemmellik ve mali unsurlar Disney’i, komik çizgi filmlerin sınırlarını aşıp konulu ve uzun masallar yapmaya sevketti.

Sonuç olarak 1934’de ortaya çıkan Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler (Snow White and the Seven Dwarfs), 1938’de dünyanın her tarafında gösterime girecekti. Elbete fikir Walt Disney’e aitti. Bir süredir insan figürlü animasyon yapmak için hazırlıklar içine girmiş, Stüdyo’da Don Graham’a canlı insan figürleri üzerine ders verdiriyordu. Pamuk Prenses’in kendisini yaratmak için, insan anatomisini en iyi çizen Jim Natwick’i görevlendirdi, yanına asistan olarak da karakter geliştirmede usta Ham Luske’yi verdi. Cadıya dönüşen Kraliçe’de Disney’in en iyi iki animatörünün ortak ürünüydü. Art Babbitt kraliçeyi, Norm Ferguson’da cadıyı yapmıştı. Cüceler ise dört tecrübeli animatörün eseriydi. Kendine özgü keskin özelliklere sahip yedi cücenin kişilikleri üzerinde çalışan 29 kişilik bir ekibi de bu dört kişi yönetiyordu.

Siyaseten doğruculuk kavramının öne çıktığı bugünün ikliminde bu film asla yapılamazdı. Pamuk Prenses ırkçı diye protesto edilir; cüceler dikey özürlülere dönüştürülürdü. Seyircinin en sevdiği karakter Tembel, zihinsel bir özürle dalga geçtiği; Uykucu ve Hapşırık tıbbi suistimal ettikleri için eleştirilirdi; Öfkeli ve Utangaç bile sakıncalı kategorisine sokulurdu. Bugünün ölçütlerine göre siyaseten doğru olan yalnızca Neşeli ve Bilgin’di.

Oysa 1930’ların özgür ikliminde bu film, çizgi sinema sanatında çığır açan sayısız sanatsal ve teknik yeniliğe imza atmıştı. İçerdiği iki milyon çizimle, 40,000 yıl önce Fransa ve İspanya’daki mağara duvarlarında başlayan çizim tarihinin en büyük yekpare projesi olmuştu. Film muazzam bir ticari başarı ve beğeni kazanmıştı, animasyon işinin olgunlaşıp bir sanat biçimi haline geldiğini gösteren bir damga olmuştu. Bu film ticari sanatlara, modaya, hatta güzel sanatlara sayısız etkide bulunmuştu. Pamuk prenses görüntüsü çocuk yaştaki kızlardan profesyonel arktis ve modellere kadar bütün kadınların bakış, gülümseyiş ve davranış tarzını değiştirmişti. Çocuklar için bu film şimdiye kadar gençlerin eğlencesine yönelik olarak yapılanların içinde en büyük başarıyı yakalamıştı. Öğleden sonra seanslarını yakalamak için okulu kıran çocukların olağanüstü rakamlara ulaşması, bunu gösteriyordu. Okullardaki resim derslerinde öğrencilerin çizim tarzları da bu etkiyi doğruluyordu. Fırtına sahnesi ve ormandaki kaçış sahnelerinin görsel bilinç üzerinde uyandırdığı dramatik unsurlardan etkilenenler de yalnızca gençler değildi.

Büyük ve gösterişli sinema salonları açılıyor

Disney’in sanatı sinemanın, insanların bakış tarzı üzerine yaptığı etkiyi artırmış, derinleştirmişti. Dev sinema salonları da bunun bir parçası oldu. Büyük Bunalım öncesinde, aşırı büyümenin doruklarında, 1927-1929 yılları arasında sinemanın bu zaferinin, mimari yansımaları da görüldü. New York’ta tasarımcı Walter W. Aschlager tarafından yapılan ve finansmanı Samuel L. ‘Roxy’ Rothapfel tarafından karşılanan Roxy (1927), 5,800 koltuk kapasitesiyle pırıl pırıl parlayan bir ışık abidesiydi

Solda - Roxy salonu New York, Sağda - The Fox salonu San Francisco

San Francisco’da Thomas W.Laint tarafından tasarlanıp Fox stüdyolarının sahibi William Fox tarafından yaptırılan 5,000 koltuk kapasiteli The Fox(1929) görsel olarak daha da lükstü. Berlin’de ise Universum Luxor Palast (1926-1929), Yeni Krallık dönemi eski Mısır mimarisinin tüm gurur ve heybetini yansıtıyor, yüz binlerce ampulle aydınlatılıyordu. Odeon sinemaları sayesinde gece mimarisi denilen yeni bir görsel deneyim ortaya çıkmıştı. Bu prototipler on yıl içinde Londra’da Islington’daki Carlton ve Finsbury’deki Astoria’da görülecekti. Bu sinemaların tarzları daha çok Mısır, İran, Kuzey Afrika, İspanyol ve İtalyan tarzıydı. Londra Granada Tooting sineması ise gotik bir tarz taşıyordu.

Uzun metraj filmlere devam

Büyük Buhran yıllarında 1930’ların ortalarında sinemanın egemenliğinin fiziksel göstergeleri olan bu dev salonların çoğu ya yıkıldı ya da küçüldü. Oysa zamanında, hem içleri hem de dışlarıyla abidevi ve egzotik görünür, lüks lobileri ve salonlarında Pamuk Prenses’e benzemeye çalışan kadın yer göstericilerle göz doldururlardı. 

Pinokyo, Bambi ve Uçan Fil Dumbo


Ne var ki Disney, Hollywood sinema sarayı endüstrisinin bu yapay tarafından hiç hazzetmedi. O, ilk çizim girişimlerine sanatsal bir fon oluşturan Art Nouveau’nun bir ürünüydü. Bir art deco olan Hollywood’un görsel etkisi bundan oldukça farklıydı. Disney, hep doğadan kaçmaya çalışan Picasso’nun tam tersi,  içgüdüsel olarak hep doğaya dönmek istiyordu. Pamuk Prenses’in başarısı, hepsi de 1938 ile 1944 yılları arasında yapılan dört büyük uzun metraj filmin daha finansmanını sağladı: Pinokyo, Fantasia, Uçan Fil Dumbo ve Bambi. Bu başarılı filmlerde yaşam, bitkiler, iklim gibi doğa olayları inceleniyordu. Disney, Pinokyo’nun mutlaka kuklalıktan çıkıp küçük bir çocuk olmasını istiyordu. Fantasia’da yalnızca hayvanlar değil, klasik müzik besteleri eşliğinde görünen deniz, bataklık, dağ ve orman fonları da şaşırtıcı bir güzellikte kullanılmıştı. Stravinsky’nin Bahar Töreni eşliğindeki tarih öncesi bataklıktaki dinozor sürüsü, çocuklar adına sürüngenler devrini canlandıran ilk sahne olmuştu. Filmde kullanılan Pastoral Senfoni sahnelerinin bir kısmı gerçekten muhteşem olmuştu. Filmdeki danslar  ise insanbiçimsel animasyonun olağanüstü uygulamalarıydı ama hayvanlar hareketlerini yine doğadan alıyordu. Çıplak Dağda Geceleyin’in son bölümündeki atmosfer hareketleri de doğadan kopyalanmıştı. Sirk filmi olan Uçan Fil Dumbo ve temelde doğayı konu alan Bambi Disney’in fare filminden bu yana animasyona sanatında ne kadar olağanüstü bir yol aldığını ettiğini gösteren örnekler olmuştur.
Fantasia 1940 yılında yapılmış bir animasyon/müzikal filmdir. 8 kısa filmden oluşan Fantasia, Beethoven’ın Beşinci Senfonisi üzerine uyarlanan aydınlık-karanlık savaşı ile başlıyordu. Her bölümün başında ünlü oyuncuların sunuculuk yaptığı film, umut, yeni başlangıçlar ve iyilik duygusu aşılıyordu. Film bir çok kez vizyona sokulmasına rağmen beklenen başarıyı gösterememiştir. Sadece 1969 yılındaLSD ve haşhaş gibi uyuşturucular kullanan gençler arasında film çok popüler olmuş hatta bu nedenle Disney bu filmi yaratırken LSD mi alıyordu acaba diyenler çıkmıştır.

 Solda - Peter Pan 1953, Sağda – 101 Dalmaçyalı (1961)

Disney’in vizyonu onu yaşayan doğanın filmini çekmeye götürüyordu. Bunun sonucunda Alaska’da filme çekilen Fok Adası, Ortabatı’da çekilen Yok Olan Çayır ve Yaşayan Çöl ortaya çıkmıştı. Bunlar elbette ilk doğa belgeselleri olmasa da yüksek kalitesi ve Disney’in ismiyle belgeselleri milyonlara sevdirmişti. Disney’in doğa sevgisi  ve hayalleri birbiriyle iç içe geçiyordu. Bu bileşim daha sonraki uzun metraj filmlerine de yansıdı. Örneğin, Alice harikalar Diyarında(1957); Peter Pan (1953); yeni sinemaskopla yapılan Hanımefendi ve Serseri (1955) ve Uyuyan Güzel (1959). Disney hep özgün fikirleri ve yeni teknolojiyi kullanmaya çalışırdı, belki de sadece bu konuda Picasso ile benzerlikleri vardı; Yüzbir Dalmaçyalı’da(1961) kullandığı yeni Xerox kamera hem fonu hem de animasyon tekniğini etkilemişti.

1967’de aşırı sigara tüketiminden dolayı akçiğer kanserinden ölümünden bir yıl sonra gösterime giren Disney’in son animasyon filmi Ormanın Kitabı’nda, hayvan seslerinin tanınmış oyuncular tarafından seslendirilmesi için yeni bir ses kayıt tekniği kullanıldı.

Mary Poppins’te(1964) Disney, Alice filmi zamanındaki gibi animasyonda gerçek oyuncuları kullandığı eski tekniğini de yeniden ortaya çıkarmıştı. Mary Poppins’te artık kullanımda olan yeni teknoloji de kullanılmış (örneğin Dick Van Dyke canlandırılmış penguenlerle dans etmiş) ve Disney Stüdyo, Disney’in o zamanda kadar kazandığı paradan daha büyük bir kazanç elde etmişti.

Mary Poppins, 1964

Stüdyo gerek Disney’in son yıllarında gerekse ölümünden sonraki yıllarda da onun kalite konusundaki talimatlarına uyarak ama doğayı asla unutmadan tamamen animasyon olan çok büyük filmlere imza atmaya devam etti. 

15 Haziran 1994 The Lion King  gösterime girer.

1990’larda stüdyo Aslan Kral’ı gösterime soktu. Aslan Kral özgün bir öyküydü ama daha da önemlisi Bambi’nin çizgisinden giderek hayvanları capcanlı, gerçekci bir ortamdayken anlatıyordu. Film, usta sanatçılar tarafından gerçek konunun sayısız incelemesinden sonra çizilmiş ama sıralı hareketler bilgisayar yardımıyla düzenlenmişti. Diğer muhteşem sıralı hareketlerin yanısıra, hain sırtlanın hareketleri ve hayvanların toplu halde dehşet veren koşturmaları da müzikal bir dönüm noktası yaratmıştı.

İlk tema park: Disneyland

21. yüzyıla girilmeden çok daha önce Disney’in işletmesi çizgi film alanından bambaşka bir alana, yeni bir eğlence biçimine doğru ilerledi. Disney doğayı olduğu gibi tutmak ve bir yandan da gerçeküstüleştirmek istiyordu.
Bu bir bakıma, 18. yüzyılın başında Fransız ressam Antoine Watteau’nun piknik ve sade kır yaşamını konu alan tablolarında yaptığıyla tıpatıp aynı şeydi. Fantasia’da bu birlikteliğin uygulaması yapılmıştı. Ama II.Dünya Savaşı sırasında Disney artık, bu dünyaları yalnızca stüdyoda değil gerçek yaşamda da nasıl bir araya getireceğine kafa yoruyordu. Böylece belli bir tema  etrafında toplanan Disney Park fikrini ortaya çıkardı. Sahnelerinin üç boyutlu olarak açık mekanda yeniden yarattı; içini hayvan kılığında rol yapan insanlarla doldurdu ve halkı buraya davet etti. İlk Disneyland’ını 1955 yılında Anaheim California’da açtı. Kendi versiyonu olan II.Ludwig zamanından Bavyera Sarayları’na veya Amerikalı Medya patronu William Randolph Hearts’ın muazzam köşkü San Simeon’unu yeniden yaratarak, popüler sanatın eğlenceli olmasını isteyen insanların talebini doyurma konusundaki yaratıcı dehasını bir kez daha gözler önüne serdi.
Walt Disney torunu Chris ile Disneyland’de Uyuyan Güzel Köşkünün önünde

1 Ekim 1971 Walt Disney World Resort, Magic Kingdom ve iki otel açılıyor. Orlando, Florida.

Walt, 1960’ların başında California Sequoia Doğal Park’ının yakınlarında Mineral King vadisinde kayak merkezi açmak istedi. Projede İsveç stili dağ evleri ve bir günde 20,000 kayakçıya hizmet verecek altı kayak bölgesi olacaktı. Proje planı hazırlanmış ve ABD Orman teşkilatından gerekli izinler alınmıştı. 1966 yılında Disney’in vefatıyla proje gerçekleşemedi. Şirket Disney World’i tamamlama işine odaklandı. 

EPCOT projesi

Tüm dünyaya yayılan eğlence parkı fikriyle de doymayan Disney, Disneyland’ı tanıtmak için çıktığı bir televizyon programında yeni bir projesi olduğunun ipuçlarını verdi. Projenin adı EPCOT, yani Yarının Deneysel Prototip Toplumları (Experimental Prototype Communuties of Tomorrow) idi. Böylece I.Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda Disney’in çocukluğundaki deneysel mimarların en son teknolojiyi kullandığı alanlar hayata geçirildi. Disney World projesi Disney’in ölümünden sonra 1971’de Florida’daki 27,000 hektarlık arazinin alınmasıyla gerçekleşti. Orijinal fikirde arazinin büyük bir kısmı doğal olarak olduğu gibi kalacaktı. Zaten bu koşuldan dolayı devletten çok ucuza satın alınmıştı ama Disney’in ölümünden sonra saha turistik alanlar, oteller ve restaurantlarla doldu.


1 Ekim 1982, 1 milyar dolara mal olan EPCOT Center, Walt Disney World Resort da açıldı.

Burası hem tatillerde daha önce eşi benzeri görülmemiş bir yoğunlukta gidilen bir eğlence diyarı, eğitim alanı hem de içinde tek raylı bir tren sistemin ve havayı kirletmeyen araçların çalıştığı, ilk yaya alışveriş merkezlerinin, yeni prefabrikasyon uygulamalarının ve uçak gürültüsünden kurtulmak için dikey iniş ve kalkış uygulamalarının yer aldığı bir kent tasarım uygulamasaydı. Florida Orlando’da 1992’de tamamlanan üç alan vardı: New Orleans’tan tipik bir quartier(Fransız semti) simulasyonu olan Port Orleans; güneyin derinliklerindeki bir plantasyonun yeniden canlandırıldığı Manolya Dönemeci; ve bir tehlike ya da rahatsızlık hissi yaratmadan turistlere Louisiana bataklıklarında gezindikleri izlenimini veren Timsah Bayou. Bu tema merkezlerinin etrafında yüksek bahçeler ve golften yüzme havuzuna kadar çeşitli faaliyet alanları da yer aldı. Böylece Disney’in çalışmaları ölümünden sonra da devam etti. Proje Disney Grup için iyi bir iş kararıydı, şirkete çok fazla para kazandırdı ama bu Walt’ın orijinal fikri değildi. 

Solda - 15 Nisan 1983, ABD dışındaki ilk tema parkı Tokyo Disneyland açıldı. Sağda - 28 Mart 1987, ilk Disney mağazası Glendale, California’da açıldı.

Solda - 12 Nisan 1992 Avrupa’daki ilk tema park Disneyland Paris açıldı. Sağda - 18 Nisan 1994, ilk Broadway şov Beauty and the Beast, New York’ta sahnelerini açar

Disney anti-Semitik ya da ırkçı mıydı?

7 Ocak 2014’de Hollywood yıldızı Meryl Streep, Walt Disney’in hayatından bir dönemin anlatıldığı başrolünü Tom Hanks’in oynadığı Saving Mr.Banks filmiyle ilgili olarak National Board of Review ödülleri seromonisinde yaptığı konuşmada efsane Walt Disney’in bir Anti-Semitik (Yahudi karşıtı) olduğunu iddia etti. Benzer iddialar geçmişte de yapılmıştı.

 9 Kasım 1938 gecesi Alman Naziler, Paris’teki bir suikastı bahane ederek, Yahudilere ait ev, iş yeri ve sinagoglara kanlı ve ölümcül saldırılar yapmıştı. Kristal Gece (Kristallnacht) adıyla anılan bu olayın ardından bir ay sonra Disney, Hitler’in kişisel film yapımcısı, Nazi propagandacısı ve oyuncu bayan Leni Riefenstahl’i Hollywood’daki stüdyolarında ağırladı. Riefenstahl, Disney’e 1936 Berlin Olimpiyatları için hazırladığı filmleri gösterdi. Birlikte çalışma düşüncesi, sonradan Walt’ın bilinmeyen bir nedenden dolayı vazgeçmesiyle gerçekleşmedi. Walt Disney’in ayrıca Anti-Semitic Motion Picture Alliance ile de ilişkisi olduğu söylenmektedir. Buna karşın Disney’in Yahudi Noel baba karakterini ilk kez bir filmde oynattığı ve bazı diğer filmlerinde Yahudi oyunculara yer verdiği de bilinmektedir. Anlaşılan bu konu biraz muğlak sanki anti-semitizim düşüncesini gizlemek için yapılmış bazı bazı göstermelik uygulamalar gibi.

Walt Disney hakkında ırkçıydı iddiaları da vardır. Çoğu yayında bu iddia yalanlanmasına rağmen Walt Disney'in 1930-1940 yılları arasındaki filmleri özellikle Song of the South ırkçı işaretler içerir. Filmlerin birinde beyaz bir karakter olan Mickey Mouse siyah bir maske takarak ırkçılığa vurgu yapmıştır. Fantasia filminin ilk versiyonlarında yarı insan yarı eşek Sunflower karakteri de ırkçı davranışlar sergilediği ilk kopyalarından sonraki versiyonlarda filmden çıkarılmıştır.

Disney cinsiyet ayırımcılığı yapıyormuydu?

Disney’in birlikte çalıştığı ve dokuz yaratıcı adamından biri olan animatör Ward Kimball, Walt’ın kadınları sevmediğini ve kadınlarla, kedileri güvenmez bulduğunu söylüyor. 1938’de bir kadının Disney sanat departmanı için yaptığı iş başvurusuna, ‘Kadınlar yaratıcı iş yapamaz’ diye Disney şirketinin verdiği cevap mektubu incelenebilinir.

1938’de ABD’de kadınların yapabileceği işler sınırlıydı ve çoğu işlere alınmıyorlardı. Üniversitelerin önemli bölümleri de yalnızca erkekler içindi. Örneğin I.Dünya savaşından önce İngiltere’de çalışan kadın oranı nüfusun %15’i kadardı. Kadınlar çoğunlukla ev hizmetlerinde ve tekstil ve konfeksiyon sanayisinde çalışıyordu. II.Dünya savaşıyla birlikte erkeklerin cephelere gitmesiyle fabrikalarda ve üniversitelerde  oluşan boşluklar kadınlar tarafından dolduruldu. Dünya genelinde kadınların iş hayatının her alanına girmesi II.Dünya savaşı sırasında zorunluluktan olmuştur.

Disney hikaye ve karakterlerine eleştiriler

Kendiside bir muhafazakar olan Walt Disney’in çeşitli filmleri için özellikle ABD muhafakar çevrelerinden çok sayıda eleştiri üretilmiştir. Seçilen hikayelerin bazılarının pagan dünyadan alındığı, bazı sahnelerde gizli seks imgeleri olduğu hatta bazı karakter isimlerinin argoda uygunsuz anlamlara geldiği iddia edilmiştir. Bu nedenle çeşitli toplum kuruluşları bazı filmlerini boykot etmişlerdir.

Disney Cruise Hatları

Disney Grup, 1990’ların ortasından itibaren turistik gemi seyahati işine de girdi. Disney Cruise Line 1996’dan itibaren dört büyük cruise gemisiyle turistik bölgelere gezi turları düzenlemektedir. Bu yolculuklar gemi içi eğlence ağırlıklı olarak sevilen Disney temalarına ve karakterlerine dayalıdır.

SONUÇ 
     
Elbette Disney, görsel imgelerinin sunumu konusunda 20. yüzyıl ve ötesine muazzam ölçüde etki etmiştir. Çizgi filmleri 200 ayrı dalda incelenerek çeşitli üniversitelerde kaynak belge (case study) olarak kullanılmıştır. Disney tek başına, tarihteki en başarılı resim okulu olan Paris Academie Julian’in yetiştirdiği öğrenci sayısına yakın, binden fazla sanatçı yetiştirmiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca çizgi karakterler moda sanatının pek çok alanına temel oluşturmuş, giysiler, saç stilleri, dekorasyon, mobilya ve mimariyi doğrudan etkilemiştir. Postmodernizm çizgi dünyasının bir parçasıdır. Çizgilerin bu gücü Disney’in parkları, eğlence diyarları ve çevre ve şehir planlarıyla daha da pekişmiştir. Walt Disney tarihte şirketiyle birlikte en çok Oscar Akademi ödülü alan kişi oldu. 1932 ile 1969 yılları arasında Disney şirketi 22 Oscar kazandı, 59 kez de Oscar’a aday oldu. Walt Disney’e, Mickey Mouse için, Animasyonda müzik kullanımına katkıları için ve Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler için olmak üzere üç Oscar ödülü şahsına verildi. Walt 1954’den itibaren oldukça popüler TV programları yaptı.  Bu şovlar aynı zamanda ilk renkli programlardı.  Walt öldükten sonra şirketi Walt Disney medya grubu, Disney, ABC, ESPN, Pixar, Marvel ve Lucasfilm medya şirketlerinin sahibi dünya çapında bir medya karteli  haline geldi. Ama Walt bunları hayal etmemişti.

Temsili sanatın bütün parametrelerini yıkan ve onun yerine moda sanatı koyan Picasso’nun etkisi de muazzamdır. Modern bilim de Einstein ne ise, modern sanatta da Picasso odur. Warhol’un ‘Sanat yanınıza kar kalan şeydir’ gibi çarpıcı bir ifade yaratmasını mümkün kılmıştır. Gerçekten de 21. yüzyılın başlarında sanatçıların yaptıkları ettikleri her şey yanlarına kar kalmıştır. Disney ve Picasso’nun her ikisi de bu denli muazzam  bir etkide bulunduğuna göre, hangisinin daha kalıcı ve daha büyük olduğunu belirlemenin bir anlamı var mıdır? Evet. Hem de iki nedenle.

Birinci neden; Picasso’nun sanatının temeli, doğadan uzaklaşıp zihninin derinliklerine gitmesiydi. Disney’in sanatı ise doğayı pekiştirmek, dönüştürmek ve yeniden canlandırmayı, gerçeküstüleştirmeyi temel almıştı. Bu nedenle, hangisinin daha kapsamlı ve kalıcı olduğunu belirlerken, doğanın gücü veya zayıflığına dair bir hükmü bildirmiş olacağız.

İkincil olarak, her iki sanatçı da, hep kendi seçimleriyle olmasa da, 20. yüzyıl siyasetine dahil olmuşlardır. Disney bir girişimciydi; hem de kendi zamanında binlerce işçiyi çalıştıran ve 21. yüzyılda hala işleyip gelişen ve milyar dolarlar değer biçilen bir işletmeye sahip olan çok başarılı bir girişimci. Disney, en yaratıcı dönemi olan 1930’ların oldukça yüklü siyasi atmosferinde, bizim şimdilerde aile değerleri ve gelenekçilik dediğimiz değerleri şiddetle destekleyen, şirketinde çalışanların sosyalist değerleri benimsemesini kuralcı bir tavırla ve inatla reddeden biriydi. Walt, o sıralarda pek çoğu sola eğilimli yüzlerce aydın, sanatçı ve yazarı yanında çalıştırdığı için 1940’larda bir gerilim yaşanmış ve bu çalışanlar, Disney’in çizgi filmlerde komünistler lehine porpoganda yapmaması halinde stüdyoyu kapatacaklarını söyleyerek greve gitmişlerdi. Disney bu grevi yakın arkadaşı FBI kurucusu J.Edgar Hoover’in yardımıyla atlatmış, ölene kadar kendi çizgisinde çalışmaya devam etmişti. Disney sadece savaşta değil barışta da Amerika hükümetine yardımda bulundu. Ordu için eğitim, Maliye için vergi tanıtım filmleri üretti. II.Dünya savaşı sonrası Amerika’da başlayan komünizm korkusundan Walt Disney’de nasibini aldı. ABD’nin ileri gelen iş adamlarıyla birlikte anti-komünist Motion Picture Alliance for the Preservation of American Ideals (MPA) adlı organizasyonu kurdu ve aktif görev aldı. McCarthyism dönemi denilen yıllarda (1948-1956) sol görüşlülerin suçlandığı, dışlandığı hareketlerin önde gelenlerindendi. 

Amerika’da sol gruplar Disney için olumsuz propoganda yaparken, Fransa’da 1930’lardan itibaren sol kanat, Picasso’nun çıkarlarıyla komünizmkileri özdeşleştirerek onu ilahlaştırdı. Picasso daha önceleri de, anavgard sanatçıların çoğu gibi ilerici hareketleri belli belirsiz desteklemişti. Ama İspanya’daki Cumhuriyetçi Hükümetin 1937 Paris fuarındaki pavyonunun baş köşesinde duran Guernica tablosu, ona daha önce sahip olmadığı dünya çapında bir ün getirmiş ve solun sanat tanrısı haline gelmesinde önemli bir adım olmuştu. Guernica tablosunu saymazsak, Picasso ümitsiz durumdaki hükümet için parmağını bile kıpırtdatmamıştı. Nazilerin vahşetini fırçasıyla protesto etmekten mutlu olsa da, son günlerine kadar Stalin’cilerin ve İspanyol Komünist Partisi’nin aralarında kendi tanıdığı kişilerin de olduğu yüzlerle Katalonya’lıya işkence edip öldürdüğünü asla kabul etmemişti. Ortak protesto bildirilerine imza atmaya bayılırdı; ne de olsa bedavaydı ama aralarından eski arkadaşların da bulunduğu İspanyol mültecilerin yardım ricalarına hep kulağını tıkamıştı. Picasso, ilk başarılarının ardında çok önemli bir yeri olan eski hamisi Max Jacob’ın ızdırap içindeki ricasına da aynı şeyi yaptı. Max Jacob, Naziler tarafından tutuklandığında Picasso’dan yardım istemiş ve Picasso onunla dalga geçmişti. ‘Bir şey yapmaya değmez. Max küçük bir şeytandır. Hapishaneden kaçmak için bizim yardımıza ihtiyaç duymaz’ ve Jacob hücresinde soğuktan öldü.

II.Dünya Savaşı ve sonrasındaki yıllar, pek çok ihanete tanık oldu. Picasso’nunki bunların içinde en kötülerden biriydi. Naziler 1940’ta Paris’i işgal ettiklerinde, resimleri Nazilerin beğenileriyle uyuşmadığı için Dejenere Resim sergisinde gösterilen, önde gelen solcu isimlerden biri olan ve savaştan etkilenmemek için Bordeaux’da kalan Picasso, sonradan bir şekilde Paris’e dönüp, kalmayı becermiştir. İşgal süresince Paris’te yaşamış, hiç rahatsız edilmeden resim yapıp, satmayı sürdürmüştür. Aslına bakılırsa II.Dünya Savaşı’ndan savaşa girdiği dönemden daha zengin çıkan tek ressam belki de o olmuştur. Nazi ileri gelenleri tarafından korunduğuna şüphe yoktu. Paris’te bir ev araması sırasında evinde Guernica tablosunun fotoğrafını gören Alman askerin ‘Bunu sen mi yaptın?’ sorusuna ‘Hayır siz yaptınız’ diyebilecek kadar rahattı.

Onu kollayan bir grup da işgal sırasında Paris’e kümelenen Nazi eşcinsellerdi. Picasso, Nazi dostlarını kendi tabloları, çizimleri, çanak çömlekleri ve koleksiyonundaki diğer parçalarla ödüllendirirdi. Direnişle hiçbir alakası olmadığını söylemeye gerek yok, zira Picasso şiddetten ölesiye korkardı; fakat 1944 yılında Direniş’i büyük ölçüde denetleyen kişiler arasında da pek çok dostu vardı. Naziler gider gitmez Fransız Komünist Partisi kahraman Picasso’yu göklere çıkardı. Kendisi de işbirliği yaptığı belirlenenlere hiçbir şekilde merhamet ve taviz gösterilmemesi gerektiğini yüksek sesle haykırıyordu. Hatta stüdyosunda düzenlediği bir toplantıda bu tür kişilerin tutuklanmalarını talep etmişti ve bu kişilerin bir kısmı şahsi düşmanı olarak gördüğü kişilerdi.

The Dove (güvercin) Picasso, 1949

1944’de komünistlerin yönetiminde olan Paris’in en önemli sergi salonu Salon d’Automne’de yalnızca Picasso’nun resimlerine yer verilmişti. Açılışından bir gün önce, 5 Ekim’de Paris basını Picaso’nun önceki gün Komünist Partiye üye olduğunu yazıyordu. O günlerdeki pek çok kişi gibi Picasso’da komünistlerin Fransa yönetimini ele geçireceğine inanıyordu. Fransız Komünist Partisi örgütlü ve güçlüydü; sanat dergileri de dahil olmak üzere 4,000’den fazla gazete ve dergi onların denetimindeydi. Böylece Parti, Picasso’nun eserlerinin büyük bir kampanya ile reklamının yapılmasını sağlayarak, kendi himayelerinde Avrupa turneleri yapmasına yardımcı oldu. Uluslararası komünist konferanslarda, özellikle Stalin tarafından batıyı tek taraflı olarak silah bırakmaya ikna etme amacıyla düzenlenenlerde, Picasso öne çıkarılıyordu. Komünist propoganda çabalarının logosu olan barış güvercinini de Picasso tasarlamıştı. İlki 1953’te Berlin’de, sonra 1956’da Budapeste’deki işçi ayaklanmalarının Sovyet tanklarıyla bastırılmasını, 1968’de Prag Baharı’nın sertçe bastırılmasını kınamayı kesinlikle reddederdi. Zaten komünist politikaları ve Sovyetler Birliği’nin politikalarına en küçük bir eleştiri daha getirmemiş, partinin bir üyesi olarak ölmüştü. Ayrıca, olur da yine kanunun pençesine düşer diye, çeşitli yörelerdeki  kır evi ve şatolarının, partinin yerel yönetimleri elinde bulundurduğu bölgelerde olmasına özen göstermişti. Böylece, daha yaşarken bile 20. yüzyılın en büyük ressamı olarak tanınmasında solun desteğinin inanılmaz bir yardımı olmuştu.

Oysa uzun vadede siyasi unsurların önemi azalabiliyor. Yaratıcı sanatların sevilmesi ve yaydıkları etki, mutlak surette kalitesi ve çekiciliğine, verdiği keyfe ve heyecana ve insanların tercihlerine bağlıdır. Picasso doğaya sadakatsizliği seçti. Disney doğayla birlikte çalışarak onu stilize etti, onu insan biçimine dönüştürüp gerçeküstüleştirdi ama sonuç olarak ona güç kattı. İşte bu nedenle Disney’in fikirleri 21. yüzyılda görsel konulu sözcüklerin yeniden ve yeniden yazılmasını sağlamaktadır ve bu pırıltı hiç eksilmeyecektir. Oysa 20. yüzyılın büyük bir bölümünde gücünü gösteren Picasso’nun fikirlerinin önemi zamanla azalacaktır; temsili sanatın yine tercih edilmesi de Picasso’nun fikirlerinin modasının geçtiğine işaret etmektedir. En büyük ve devamlı güç, doğanın gücüdür.    
Yaratıcılık bir bilgi bütünlüğüyle diğer olaylar arasında benzeşim kurma sürecidir. Picasso kişisel aşkı olan Afrika sanatını kübizm’e taşıdı. Van Gogh Japon çiçek dallarını resimlerine dahil etti. Uzay bilimci Johannes Kepler manyetizma ile ilgili çıkarımlarını, gezegenlerin hareketlerini anlamak için kullandı. Hollywood yıldızı Heyd Lamarr senkronize piyano eserleriyle sayısal şifreleme (encryption) arasında ilişki kurdu.
Büyük yaratıcıları diğer insanlardan ayıran en önemli özelliklerden birisi çok geniş bir spektrumdaki konular hakkında detaylı bilgiye sahip olmalarıdır. Geniş bilgi hazineleri yaratıcılıklarını destekler. Yaratıcıların olmazsa olmaz iki kişisel özelliği: Denemeye açık olma ve herşeyi anlama ihtiyacı duymalarıdır. Walt Disney yaratıcılığını hayal gücü(imagination) ve mühendislik(engineering) kelimelerinin ingilizce karşılıklarından türettiği imagineering kelimesi ile tanımlardı.  Hayalleri ve fantazileri sinema teknolojileri (mühendislik) sayesinde gerçeğe dönüşmüştü.





Kaynakça

Metropolitan Museum, New York City

MaMa The Museum of Modern Art, New York City

Time.com

https://d23.com/walt-disney-archives/about-walt-disney/

Johnson, Paul – Creators






No comments:

Post a Comment