Friday, September 15, 2017

ANA TANRIÇA KYBELE

Gidin hep beraber,
izleyin Phrygia’yadaki Kybele’nin evini,
korularını tanrıçanın.
Ziller çalar orada, davullar yankılanır.
Romalı Şair Catullus

Yeryüzünün Herakles sütunlarına kadar bilindiği kadim zamanda, dünya topraklarının tam ortasında Anadolu vardı. Homeros, bir Anadolu destanı olan İlyada’sında ‘Asya’ dedi buraya. Sonraları, büyük kıtadan ayırt etmek için ‘Küçük Asya’ anlamında ‘Asya Minör’ diye tanımlandı.

Bizans’ta, başkent Konstantinopolis’e göre güneşin doğduğu yer olduğundan, Grekçe ‘şafak’ anlamında ‘Anatole’, ‘Anatolia’ diye de anıldı. Uygarlığın beşiği, uygarlıklar mozaiği, Doğu ile Batı arasındaki köprü, kültür ve uygarlıkların vatanı olarak tanımlanması için, 19. yüzyılın sonlarını beklemesi gerekti…

Hititler Anadolulu’ydu. Frigya, Lidya ve Karia Anadolulu. Anadolu’nun verimli topraklarında İonyalılardan, Urartulara, Lykialılara, Helenlere, Romalılara, Bizans, Selçuklu ve Osmanlılara onlarca uygarlığın fiziksel ve kültürel izi var. Bu yazıda da Anadolu Ana Tanrıçasının gelişimini ve yayılışını inceleyeceğiz.
Resim 1 – Ana Tanrıça Cybele çeşmesi Madrid

1. BEREKET KÜLTÜ 

1.1. Tanrı ve Tanrıçalar 
Günümüzden 10 milyon yıl önce başlayan Paleolitik Çağ’da insanlar, toplayıcı ve avcıydı. Doğumun gizemi karşısında şaşıran insan, oturduğu mağaranın duvarlarına erkek ve kadın resmi yapmaya başladığında tanrı ve tanrıçalarını da yaratıyordu. Paleolitik çağ toplumu genel olarak erkek gücünün avcılıkta öne çıkmasından dolayı erkek egemen bir toplumdu. Mağaralara çizilen hayvan ve kadın figürleri avdaki bolluğu simgeliyordu. Resim-2’de görüldüğü gibi tombul vücutlu ve iri memeli bu çıplak bedenler zamanla kültlere dönüşecekti.
Resim 2 - Güney Fransa’da bulunan Laussel Venüsü. Sol eli ile karnını tutan tanrıça kompozisyonu Çatalhöyük ve Hacılar’da da bulunmuştur.

MÖ 10000 yıl önce gerçekleşen bir sıçrama ile insan, önce Mezopotamya’da hayvanları evcilleştirdi ve toprağı işlemeye başladı. Avcılığa dayalı göçebeliği bırakarak, tarım ve hayvancılığa dayalı yerleşik bir düzene geçti. Böylece MÖ 8000’lerde Neolitik Çağ başlamış oluyordu. Mağaralardan çıkılıp tarım arazisindeki sazdan yapılma kulübelere geçilmişti. Bir süre sonra evlerin yanında Tanrılar için tapınaklar da oluşmaya başladı. Kuraklık riskiyle yaşayan Kalkolitik(Bakır dönemi MÖ 5000-3000) tarım toplumları ihtiyaçtan fazlasını üretip depolamak zorundaydı. Bunun aksi, açlık anlamına geliyordu. Böylece nüfus hızla çoğalmaya başladı.

Artı ürünün elde edilmesi için tarım işçisine; depolanması için binaya; korunması için askere; dağıtılması için de rahiplere ihtiyaç vardı. Tüm bunların toplamı ise organize bir iş bölümü yani devlet demektir. 

Tarım ve hayvancılığa geçişle birlikte, insan için en önemli olgu, bereket olmuştur. Mutlu ve tok bir yaşam, ancak bereketli bir doğada gerçekleşebilir. Çevresinde tekrarlanan döngüleri gözlemleyen insan, baharın yeşermesini doğumla ve soğuk kışı ölümle özdeşleştirmiştir. 

Araştırmalar tarımın kadının icadı olduğunu kanıtlar niteliktedir. Bedenindeki doğum ve ölüm süreçlerini, bahar ve kış aylarının mevsimsel döngüsüne benzeten insan, doğa ve kendisi arasında bir paralellik kurmuştur. Periyodik olarak tekrarlanan doğa olaylarının arkasında yaratıcı bir güç aramıştır. Paleolitik dönemde daha önde olan erkeklerin, erkek tanrılarını simgeleyen, ereksiyon halindeki cinsel organı miti, Neolitik Çağ’la birlikte yerini yavaş yavaş doğurgan ana rahmine bırakır. 

Son yıllarda insanlığın avcı toplayıcı döneminde yerleşim ve tarım kavramlarından çok uzak olduğu bir zamanda Göbeklitepe’de bulunan Resim-3’de görülen MÖ 9600 yılına ait en eski yapıda henüz ana tanrıça kültüne rastlanamadı. Yükseklikleri 3 ile 6 metre arasında değişen 20 adet T şeklindeki herbiri 40-60 ton ağırlığındaki taşların oluşturduğu yuvarlak yapı muhtemelen bir tapınaktı. İlkel el aletlerinden başka bir aletin olmadığı bu dönemde sütunların nasıl taşındığı ve dikildiği arkeologlar tarafından henüz çözülemedi. Görsel betimler çoğunlukla Animalist (Hayvan kutsama) inanış ve eril figürlerden oluşmaktadır. Göbeklitepe’nin bulunuşuyla Neolitik çağ öncesinde Anadolu’da ve Yakındoğu’da Ana tanrıça inanışı yaygındı kabulü sorgulanır hale gelmiştir. 

Resim 3 - Göbeklitepe MÖ 9600.

Son araştırmalar, Neolitik dönemin ilk bölümünde hala erkek cinselliğinin egemen olduğunu gösteriyor. Şanlıurfa kent merkezinde Balıklı Göl’ün hemen yanında bulunan ve Göbeklitepe kültürünün bir parçası sayılan bir eser (Resim 4) dünyanın en eski heykeli ünvanını da ele geçirmiş durumdadır. Kireçtaşından yontulan bu heykel, kendine özgü üslubuyla benzersizdir ve günümüzden 11 bin yıl önceye tarihlenmektedir. Bereketi simgelediği düşünülen heykelde erkek cinselliği ön plana çıkarılmaktadır.
Resim 4 - 11 bin yıl önce yapıldığı tespit edilen erkek cinselliğinin önde olduğu heykel

Çanak-çömlekli Neolitik Çağ’la birlikte bereket sembolü, erkek cinselliğinden kadın cinselliğine geçer. Kadının doğurganlığı ile doğanın baharda yeşermesi hep aynı yaratıcı gücün eseridir. Öyleyse doğayı kontrol eden ve yeşerten güç bir ‘Ana’ olmalıdır. 


Resim 5 - Şanlıurfa ilinin Hilvan ilçesine bağlı Güluşağı mahallesinin hemen kuzeybatısında bulunan Nevali Çori höyüğünden çıkarılmış bir kap üzerindeki doğum sevinci kabartması.

Anaerkil toplumların yarattığı, üremeyi ve bereketi simgeleyen bu dişil güç, Anadolu’da oldukça eskilere dayanmaktadır. Şanlıurfa yakınlarındaki MÖ 7 bin tarihli Nevali Çori yerleşmesinde bulunan bir kap parçası üzerindeki figürde (Resim 5), aralarında bir çocuk bulunan iki kişi ellerini yukarı kaldırarak, dans edercesine doğum olayını (bereketi) kutlamaktadırlar. Burada Hieros Gamos’un (Kutsal Evlilik) ilk örneklerinden birini buluruz. Neolitik Çağ bereket kültüne ait en muhteşem eserler ise Çatalhöyük’te bulunmuştur (Resim 6).

Resim 6 – Çatalhöyük Tanrıça idolü

1.2.Ana Tanrıça Miti

Akdeniz havzası, Asya ve kuzey ülkelerinde, anaerkil aile geleneğinin analık, üreme, dişilik simgesi olarak Ana Tanrıça’nın Anadolu’daki geçmişi MÖ 6500–7000 yıllarına dayanıyor. Anadolu’da matriyarkal toplumun büyük ana tanrıçasının adı yerine göre değişiklik gösterir. Hiçbir mitolojide hiçbir tanrı, Ana Tanrıça kadar çeşitli adlarda anılmamıştır. Bu ad ve sıfat çokluğu Ana Tanrıçanın kaynağı Anadolu'da olmak üzere uluslarüstü bir nitelik kazandığını kanıtlamaya yeter (Resim 7).

Resim 7 – Toplumlarda Ana tanrıça isimleri

İlk insanlarda Tanrılar, insanların kişiselleştirilmiş istekleriydi. İnsanların istekleri ise, açlıktan ölmemek, toprağın verimli olması, bir de komşu kabileler tarafından öldürülmemekti. Bunun için de çok çocuk ve savaşçı yetiştirilmesi gerekiyordu. Belki de erkeğin doğuma katkısı henüz anlaşılamamıştı. Tarıma tam anlamıyla geçilmediği bu dönemde erkekler av peşinde koşarken mağaraya çoğu kez eli boş dönerdi. Kadın ise evin önündeki küçük bahçesiyle açlığın sigortasıydı. Kadın ve anne herşeyi üretendi. İşte bundan dolayı kadın ekonominin direğiydi ve Kybele Anadolu’da yeryüzü tanrıçasıydı. Doğa olaylarının nedeni tanrılar olarak düşünüldüğünden herşeyin bir tanrısı vardı ve ana tanrıça da Kybele idi.

Zamanla bereket olgusunu vurgulamak için Ana tanrıçayı gebe bırakacak bir sevgili bulmak gerekti. Bu sevgili Anadolu’da Attis ya da Athis idi. Bunların birbirleriyle evlenmesi (hiero gamos) Boğazköy’deki Yazılıkaya da görülür. Bu birleşmeler ilkbahar da olurdu. Bu çiftleşme törenine ‘taklit ile sihir’ denirdi. Yapılmakta olanı görenler aynı şeyi yapmaya kışkırtılırdı. Bu davranışı krallar ve kıraliçeler de ilkbahar da tekrarlardı. Başkentin dışında da bu iş hükümdarların temsilcileri tarafından tekrarlanırdı. Bu dinsel birliktelik, gerçek çiftleşmeye ne kadar benzerse o kadar etkili sayılırdı. Sırf bu yüzden Suriye ve Filistin tapınaklarında dinsel fuhuş ortaya çıktı. Orada da din adamları bu işi rahibeler ya da dini inancı kuvvetli kadınlar ile tekrarlıyordu.

Matriyarkel yani kadın egemen dönemde hükümdar olan kız veya kadın başka bir erkek ile evlenince, erkek kral olurdu. Bundan dolayı eski toplumlarda annesiyle evlenen oğullar, kız kardeşiyle evlenen erkek kardeşler çoktur.

1.3. Neolitik Dönemde Ana Tanrıça’nın Evi – Çatalhöyük ve Hacılar

Orta Anadolu’da Phrygia’lı Ana Tanrıça kültü örneklerine benzeyen buluntular veren Çatakhöyük ve Hacılar gibi iki Neolitik yerleşim yeri vardır. Konya’ya 40 km mesafede Çumra ilçesi yakınlarında kurulmuş Çatalhöyük, MÖ 6200 ile MÖ 5400 yılları arasında sürekli yerleşme görmüş büyük bir Neolitik höyüktür. MÖ 5400’de bilinmeyen bir sebele terk edilmiştir. Buradaki duvar resimlerinde, tarımı idare etmeye yönelik kurumsal bir din anlayışı görürüz. 1950’lerde J. Mellart tarafından bulunan Çatalhöyük, ancak 1961’de kazılmaya başlandı ve kısa sürede Neolitik çiftçi yaşamının ve kültürünün muazzam bir örneği olduğu anlaşıldı. O zamana kadarki ezberler bozuldu. Karşılaşılan bu kültür, Mezopotamya ve Yakındoğu dışındaki ilk örnekti.

Resim 8 - Çatalhöyük’de bulunmuş oturan kadın heykeli, MÖ 6 Bin. Neolitik dönemde patriyarkel düzen yaygınlaşmadan önce yaygın olarak Ana Tanrıça’ya tapıldığını kanıtlayan heykel.

Buradaki duvar resimleri ve figürin denen kil ya da taştan yapılmış tanrı/tanrıça heykelcikleri, eşsiz bir sanatın örnekleri olurken dinsel yaşamın vazgeçilmez objeleri haline gelir. Bu figürinler, tek tip olmayıp farklı kimlikler sunan, yaşamın içinde belli görevleri simgeleyen kutsal eşyalardır. Pişmiş topraktan yapılmış olan ve iki aslanın koruduğu bir tahtta oturan çıplak tanrıça heykeli çok ünlüdür ve neredeyse Çatalhöyük’ün logosu olmuştur (Resim 8). Göğüsleri, kalçaları ve karnı abartılı şekilde iri olarak yapılmış tanrıça, anaerkil iktidarın tahtında, doğum ve bereketi yönetmektedir. Doğanın yaratıcı gizemini korumakta ve sürdürmektedir. Aynı zamanda yanında tasvir edilen ve elleriyle başlarından tuttuğu  aslan (ya da leopar) gibi hayvanlar O’nun doğa üzerindeki egemenliğinin bir göstergesidir. Mellart, Çatalhöyük’teki kabartma ve heykelciklerin Ana Tanrıça kültünün öncüsü olduğunu söyler.

Burdur kentinin 26 km güneybatısında bulunan Neolitik yerleşim yeri Hacılar’da MÖ 7000 ile MÖ 5000 yılları arasında yerleşim vardı. Hacılar’daki konutlar avluların çevresine inşa edilmiş ayrı ayrı evlerden oluşuyordu. Buradaki kadın heykellerinin Çatalhöyük ile benzerliği iki noktada belirginleşir (Resim 9).
  • Kadınların leopar gibi yırtıcı hayvanlarla ilişkisi. İnsan üremesi ile yırtıcı hayvanlar arasında yakın bir ilişki olduğunu göstermektedir.
  • Anne rolündeki kadın heykelcikleri her iki buluntu yerinde de özellikle tahıl ambarlarının içerisine yerleştirilmiştir
Resim 9 - Hacılar’dan oturan kadın heykelciği MÖ 6 bin.

1.4. Tunç ve erken demir çağı

Çatalhöyük ve Hacılar’da bulunan, kadın figürlerinin aslan, kaplan ve leopar gibi yabani hayvanlarla birlikte betimlendiği heykelcik ve resimler, Phrygia’lı Ana Tanrıça’nın habercisi gibi görünen bir dinsel eşya ve simge topluluğu oluşturur. MÖ altı binden birinci bin yıla kadar süren bu uzun zaman içerisinde bir ana tanrıçanın varlığına işaret eden pek az kanıt vardır.

Tunç ve Erken Demir çağlarında Anadolu’da Ana diye seslenilen tek bir tanrıça yoktu. Yanlız Anadolu’nun eski kültürleri, Phrygia’lı tanrıçanın kimliğini ve betimleme biçimini etkilemişti. Orta ve Doğu Anadolu’da Phrygialılardan önce, Orta ve Geç Tunç çağlarda Hititleri ve Erken Demir Çağı’nda güneydoğudaki Geç Hititler ile Doğu Anadolu’daki Urartuları sayabiliriz.

Phrygia’lıların Orta Anadolu’daki en yakın öncülleri olan Hitit’lerde Phrygia kült geleneklerinin bazı özelliklerini Hitit dininde bulmayı bekleyebiliriz. Hem tanrı hem tanrıçalarla dolu olan geniş Hitit panteonu, ikonografi ve yazılı metinler yoluyla Ana Tanrıça’nın tek tanrısal varlık olduğunun doğrulandığı Phrygia dünyasından çok farklıdır. Büyük tapınakların Phrygia yerleşmelerinde karşılığı yoktur. Buna karşın, Hitit dinsel simgelerinin bazı özellikleri Phrygia simgelerinde görülür.

Bu dinsel simgelerden en başta geleni kutsal dağdır. Hititlere göre, dağlar Hitit tanrılarını sırtlarında taşır ve tanrılarla ilişki kurma olanağı sağlardı.Bu durum Hitit başkenti Hattuşa’da (Boğazköy) açıkca görülmektedir. Hattuşa’daki asıl yerleşme vadide değil, yukarıdaki yamaçta kurulmuş ve dağlık kesimdeki yukarı kent, neredeyse tamamen dinsel amaçlara adanmıştı. Orada otuzdan fazla tapınak bulunmuştur. Orta ve Geç Tunç çağlarından kalan betimlerde, baş tanrı olan Hitit Hava Tanrısı’nın çoğunlukla bir dağın üzerinde durduğu görülür. Yazılıkaya’da bulunan  kaya kabartmalarında Hava Tanrısını taşıyan iki dağ tanrısıdır. Dağların kutsal kabul edildiğini gösteren bu bilgi, Phrygialı Ana’nın dağ tanrıçası niteliğini ortaya koyma yolunda önemli bir öğe olabilir. Boğazköy’den çıkan bir damga mühür baskısında, yırtıcı bir kuş ve bir kap tutmuş olarak oturan bir tanrıça betimlenmiştir. Bunlar Phrygia’lı Ana Tanrıça’nın da atribüleridir.

Tanrıça kompozisyonlarının ayrılmaz parçası ise, onun kutsal hayvanı olan boğadır. Erkeğin kadını döllemesi gibi boğa da doğurgan toprağı süren eril gücü simgeleyerek bereketi getirir. Kadının doğurganlığı her ne kadar öne geçmiş gibi görünse de bu süreçte erkeğin rolü ihmal edilmemiş ve fallik sembollerle dile getirilmiştir. Çünkü cinsel birleşmeye girmeyen kadının doğurganlığının bir hükmü yoktur. Bu nedenledir ki Ana Tanrıçalar için hep bir sevgili, bir tanrı yaratılmıştır. Tıpkı Sümer’de olduğu gibi.

1.5. Sümerlerin Bereket Kültü İnanna

Sümerler, Mezopotamya’da MÖ 3200’lerde yazıyı kullanmaya başlamışlardı. Dini ritüellerini tabletlere kaydettiklerinden, haklarında kapsamlı bilgilere sahip olduğumuz ilk uygarlıktır. Sümer dinsel anlayışında da bereket kültü başta gelir.

Resim 10 - Sümer Tanrıları İnanna ve Dumuzi

Farklı toplumların üyelerini kardeşleştiren evliliğin en güzel örneklerden biri, İnanna ve Dumuzi’nin, Sümer’in bereket kültünü oluşturan kutsal evliliğidir (Resim 10). İnanna,  Sümerlerin  aşk, savaş ve bereket tanrıçasıydı. İnanna'nın kökeninin Hurri tanrıçası Hannahannah'a dayandığı da öne sürülmektedir. O, toplumun süsü, Sümer’in neşesiydi. Ay Tanrısı Nanna ile Gökyüzü Tanrısı Anu’nun kızıydı. Kentli, yerleşik toplumun temsilcisiydi. Akkad ve Babil’de ona İştar derlerdi. Batı Samilerde Astarte, Yunan’da Afrodit, Roma’da Venüs adlarını aldı. Ayrıca Lugal Banda, E-anna, Damgal-nuna, Gest-İnanna, Ninella, Nintur veya Ninhursag gibi adlara sahip olan tanrıça, güzelliğin, şuhluğun, çekiciliğin, şefkatin, hırsın, kavganın, önderliğin, kurnazlığın ve en önemlisi bereketin ve çoğalmanın sembolüydü. Adına yapılan tapınaklarda, onun yerine seks görevi yapmak için Sümer’in en saygın kadınları yarışırdı. Bu bildiğimiz anlamda bir fahişelik değil, bereket ve çoğalmayla ilgili dinsel bir olaydı.

Sümer tanrıçası İnanna’nın kardeşi olan Dumuzi bir kraldı ve efsanesine göre kimi zaman çoban tanrı kimi zaman da bitki tanrısı olmuştur ve mevsimlere göre ölüp dirilen tanrı motifinin bilinen ilk örneğidir. Yaşayan gerçek oğul, takip eden döl anlamındaki Dumuzi sözcüğü zamanla Adem’e doğru evrilecektir.

Mezopotamya’da Sümer egemenliği yerini Semitik uluslara bırakınca İnanna-Dumuzi çiftininin yerine farklı uluslar için farklı adlar almıştır. İnanna, Marianna’ya (Meryem) dönüşünceye değin birçok değişik adla anılmıştır.

1.6. Mısır Bereket Tanrıçası İsis

İsis kültüne Mısır’da MÖ 3100 yıllarının öncesinden beri tapılmaktaydı. İsis aynı zamanda Roma kültüründe de önemli bir yer tutar. Romalılar için İsis Festivali, önemli bir savaşı kutlamak ve kışın başlangıcını temsil eder. Mısır’daki kutsal evlilik çifti İsis ve Osiris’tir (Resim 11). Tanrıça İsis, yaşamın ve bereketin simgesidir. İnsanlara tohum ekmeyi, toprağı işlemeyi, un ve ekmek yapmayı o öğretmiştir. Kardeşi Osiris, Nil nehri ile özdeştir ki bereket ve yaşam, toprağın suyla (Nil) kucaklaşması ile olanaklıdır.

Resim 11 - Mısır Tanrıçası İsis ve hem sevgilisi hem kardeşi Osiris

İsis'le ilgili önemli noktalardan biri ise, oğlu Horus'la olan tasvirinin Meryem Ana ve bebek İsa tasviriyle çok benzer olmasıdır (Resim 12).
Resim 12 – Mısır ve Hiristiyanlıkta Ana ve çocuk betimlemesi

Apuleius, Altın Eşek adlı eserinde İsis’ten şöyle bahseder : İnsanların ilki olan Phrygia’lılar bana Pessinus tanrılarının anası, kendi topraklarından çıkan Atinalılar Kekroplu Minerva, denizle çevrilmiş olan Kıbrıslılar Pamphilya Venüsü, yay taşıyan Giritliler Diktynialı Diana, üç dil konuşan Sicilyalılar korkunç Proserpine, Eleusisliler eski tanrıçaları Ceres (Demeter), bazıları Juno, başkaları Bellona, başkaları Hecate, Romnus ve doğuda yaşayan ve sabak güneşinin ışıklarıyla aydınlanan Etiyopyalılar ve her türlü eski öğretinin ustası olan ve bana doğru dürüst törenlerle tapınan Mısırlılar, beni doğru adımla, Kraliçe İsis diye adlandırırlar.’

Kızkardeşi İsis ile evlenen Osiris de doğayla birlikte ölüp dirilen tanrılar sınıfındandır. Kadim Mısır mitolojisinde tanrı Osiris erkek kardeşi tarafından öldürülüp bedeni parçalanır ve dört bir yana dağıtılır. Ancak tanrıça İsis kocasının bedeninin parçalarını bulup bir araya getirir. Ne yazık ki tek bir uzvunu, penisini bulamaz. Tahtadan bir penis yapar ve dirilen kocasından bir çocuk sahibi olur.
Mısır’ın kural koyucu ve koruyucu  Tanrısı Osiris’in hikayesi

Yeryüzü Tanrısı Geb ve Gök Tanrıçası Nut'un Osiris, İsis, Set ve Nephthys adında dört çocuğu olmuştur. Efsaneye göre Osiris kardeşi İsis'e aşıktır. Yani İsis hem Osiris'in eşi hem kardeşidir. Osiris, kardeşi Set'in tam tersine iyilik tanrısıdır. Horus ise Osiris'in İsis'ten olma oğludur. Osiris başta erkeklerin dünyasının kural koyucusu oldu ve Ra gökyüzüne kural koymak için dünyayı terk ettiğinde, kardeşi Kötülük tanrısı Set’in, Osiris’i öldürdüğü efsane aşağıdaki gibidir.

Ra’nın firavun olduğu dönemde, bir gün İsis bir plan kurar. Bu plan eşi Osiris'i kral yapmaktır. Bir gece firavun Ra uyurken, İsis Ra'nın tükürüğünü alır ve tükürüğü kille karıştırır ve bir yılan yaratır. O gece yılan Ra'yı ısırır, ısırık Ra'yı mahveder, kimse onu iyileştiremez. İsis'de Ra'ya gizli adını söylerse onu iyileştirebileceğini söyler. Ra bunu kabul eder ve adını söyler, İsis Ra'yı iyileştirir ama onun üzerinde büyük bir güce sahip olur. Osiris'in kral olması için Ra'yı tahtı bırakıp göklere çekilmesi için zorlar, Ra ise bunu kabul etmek zorunda kalır. Ve taht Osiris'e kalır, artık Osiris Tanrıların, insanların ve her şeyin kralıdır.

Osiris'in erkek kardeşi Set Osiris'in kral olmasına çok içerler. Çünkü Set, Ra'nın en vefakâr yardımcısıdır ve Ra yok iken ağabeyinin kral olmasına kendisinin olamamasına sinirlenir, tahta geçmeyi kafasına koyar. Savaşarak kazanamazdı. Ordu kurmak istese tüm halk Osiris'in yönetimini çok beğeniyordu ve ona karşı birleşmezlerdi. Zekice bir plan kurması gerekliydi ve bunu yaptı. Bu plana göre Set, Osiris’in ölçülerine göre bir uyuma tabutu hazırlar ve sandığı en değerli taşlarla süsletir, sadece Osiris'in sığabilmesi için büyüler. Set, bundan sonra kendisine yardım eden yetmiş iki kişiyle birlikte planını uygulamaya koyulur. Set büyük bir yemek verir ve Osiris’i de çağırır. Osiris hiçbir şeyden şüphelenmeyerek yemeğe gider. Yemeğin sonunda Set tabutu çıkarır ve sığacak olan kişiye hediye edeceğini söyler, her Tanrı denemeye koyulur. Şekil değiştirseler bile sığamazlar. En sona Osiris kalır İsis'in uyarılarına rağmen gene de dener. Osiris tabuta yatar yatmaz Set kapağı kapatır üzerine erimiş kurşun döker. Tanrılar engellemeye çalışsada Set onları durdurur ve tabutu Nil Nehrine atar. Tabutun karaya çıktığı yerde ise süratle büyüyen bir ağaç sandığı gövdesinin içine almıştır.

İsis, Osiris'in olduğu tabutu bulduktan sonra onu vatanına götürür ve büyüsüyle hayata döndürmek üzereyken Set, İsis'e ve çocuk Horus'a saldırır. Set Osiris’in bedenini 14 parçaya ayırır ve bu parçaları Mısır toprakları üzerine dağıtır. İsis ve Set'in eşi Nephthys bütün Mısır’ı dolaşarak Osiris’in bedeninin parçalarını toplar ve parçaları her bulduğu yere bir tapınak diker. Bu yüzden Mısır’ın birçok yerinde, içinde Osiris’in cesedinin bulunduğu söylenen birçok tapınak vardır. Osiris'in parçalarını topladıktan sonra Nephthys'in oğlu Anubis mumya bezleriyle Osiris'i sarar ve Osiris hayata döner. Efsanenin sonunda ise Osiris’in oğlu Horus, Set'i yener. Yeniden canlanan Osiris artık bu dünyada yaşamak istemez ve hükmetmek için ölüler ülkesine gitmeyi tercih eder. Burada yine Anubis ile birlikte olacaktır. Anubis ölüleri yargılanması için Osiris’e getirecektir. Osiris bundan sonra ölüler ülkesinin yargıcı ve koruyucusu olmuştur.

1.7. Luvi, Hatti ve Hurrilerde Ana Tanrıça

MÖ 5200-3200 yılları arasına tarihlenen Kalkolitik Çağ ile birlikte ekonomi merkezileşmiş ve buna bağlı olarak yerleşik toplu yaşam ile birlikte devlet de doğmuştur. Anadolu’da Hitit öncesi halklardan olan Luviler(MÖ 2300-1400 yılları arasında Batı Anadolu’da), Hattiler(MÖ 2500-1700 Güney Anadolu’da) ve Hurriler(MÖ 1500-1250 arasında güney Anadolu'da yaşamış bir halk) kültürlerinde de ana tanrıça tapımı oldukça önemli bir yer tutmaktaydı. Bu toplulukların tanrı/tanrıça çiftleri sonradan bin tanrılı halk olarak anılacak Hititlerce de sahiplenilmiştir.

Hititçe’de  ‘Işık İnsanı’ anlamındaki Luviler, MÖ 2300’lerde ortaya çıkmış Anadolu’nun en eski ve bilinmez halklarındandır. Kullandıkları hiyeroglif yazı Hitit’ler tarafından da kullanılacaktır. 1946 yılında H.Th. Bossert ve Halet Çambel tarafından keşfedilen Karatepe’de bulunan bir yazıt, Luvice’nin çözülmesine olanak sağlamıştır. Böylece Yunanca olduğu sanılan Anadolu’ya ait birçok tanrı, yer, nehir, dağ adının Luvi kökenli olduğu anlaşılmıştır. Örneğin Yunanca’da anlamı olmayan Apollon adı Luvice su anlamında apa sözcüğünden türemiştir. Orjinali Luvice, ap(a)-ull(a)-wana’dır. Bu tanrı, Etrüsklere  Aplu, Apulu, ya da Aplum biçiminde geçecektir.

Luvi dilinin ve lehçelerinin çözülmesi kültürel gelişimin Sümer, Sami veya Yunan yarımadasından Anadolu’ya değil tam tersi şekilde Anadolu’dan daha güneye ve batıya doğru yayıldığını kanıtlar. O dönemde Yunan yarımadası Avrupa gibi karanlık çağları yaşıyordu. Örneğin Anadolulu “Palasuit” halkının, Troya’nın müttefiklerinden biri olarak şehrin düşmesinden sonra batıdan gelen istiladan kaçarak Doğu Akdeniz tarafına göç ettiği ve buraya yerleşip ‘Palastine’ kentini kurdukları söylenir.
Hattili Telepinu ile ilgili bir efsaneye göre; Tarım ve bereket tanrısı olan Hattili Telepinu (Hurri karşılığı Šarruma) bir gün kızar ve ortadan kaybolarak uyuyakalır. Bunun sonucu kıtlık başlar. Koyun kuzusunu, inek buzağını bırakır. Sular ve ağaçlar kurur. Bebekler doğmaz olur. Sonunda bu manzaraya dayanamayan Fırtına Tanrısı, bir arıyı görevlendirerek Telepinu’yu bulmasını emreder. Arı, tanrıyı bulup sokarak uyandırır ve geri getirir. Sadece tanrı gelmez bereket de onunla birlikte gelir.

Anatanrıça inancını beraberlerinde götürmeleri sonucu Hurri ve Palasuit halkının ‘Kupapa/Kybele’si Kepat-Hepat olur. Hattilerin fırtına tanrısı olan Taru ve eşi güneş tanrıçası Wuruşema tanrıların başıdır. Bu çiftin karşılığı Hurrilerde Tešup ve Hepat’tır. Hepat olasılıkla Kupaba-Kepat-Hepat şeklinde bir değişime uğramıştır. Ve zaman ilerledikçe sözcük onu sahiplenen halkların uyarlamasıyla “Hepat-Hepa-Hebe-Heve-Eve (Havva)” olarak karşımıza çıkmıştır.

1.8. Hititlerde Ana Tanrıça Kubaba

Kybele’nin Anadolu’daki varlığı ‘Kubaba’ adıyla Hititler (MÖ 2000-1900 yıllarında ortaya çıkmış halk) ve Hurrianlarla (MÖ 3000 yıllarından itibaren bilinen halk) başlamış. Tartışmalı olsa da, ’Kybele’ adının ‘Kubaba’dan evrimleştiği kabul ediliyor. Anadolu’da ilk imparatorluğu kurmuş olan Hititlerde, bereket kültü birçok mite konu olmuştur ve döllenme olgusu bu öykülere yansımıştır: 

Gökyüzünün sahibi  Alalu’nun oğlu Anu’dur. O’nun da Kumarbi adında bir oğlu vardır. Kumarbi büyüyünce gök krallığını ele geçirmek için babasına karşı ayaklanır ve savaşa tutuşur. Bu sırada babasının cinsel organını ısırarak yere tükürür ve böylece toprak hamile kalır. Fırtına tanrısı Tešup, Aranzah (Dicle nehri) ve Taşmişu bu birleşme sonucu doğar.

Hitit pantheonunda bulunan Kara Tanrıça adlı bir tanrıçanın Kybele ile ilişkili olduğu ve sonraları Romalılar tarafından alınarak Roma’ya götürülecek olan Pessinus’taki ana tanrıçanın karataşının da bu kültün bir devamı olduğu yolunda görüşler vardır.

Resim 13 - Manisa Sipylus dağında Hitit Kabala(Kybele) rölyefi

Manisa Akpınar Spil dağındaki Akpınar'ın hemen üzerindeki kayalık yamaçta yer alan 9 metre yüksekliğinde, oldukça aşınmış durumdaki Ana Tanrıça (MAGNA MATER) kabartmasının MÖ 1500 yıllarında yapıldığını söylemek olasıdır (Resim 13). MÖ 1500 ile 1200 yılları arasında Hitit İmparatorluğu'nun siyasi ve askeri baskısı altında olduğunu bildiğimiz Assuwa ve daha sonraları Seha nehri ülkesi sınırları içinde yer alan bu bölge Karabel Anıtının da gösterdiği gibi kültürel alanda da Hitit etkisi altındaydı. Ana Tanrıça figürünün yanında Luvi hiyeroglifleri de vardır.

Hititlerde, Dumuzi-Tammuz’un karşılığı olacak bir genç-oğul-tanrı net olarak öne çıkmasa da Tešup-Hepat'ın oğlu olan Tarım ve Bereket Tanrısı Šarruma belki bir model oluşturabilir. Hitit devletinin yıkılmasını takiben, Anadolu’da kurulan Geç-Hitit devletleri, Hitit kültürünü devam ettirmekle birlikte ana tanrıça kültünün de devamlılığını sağlamışlardır. Bu dönemde tanrıça, Kubaba adıyla anılır.

Kubaba’nın kökeninin Mezopotamya’da ortaya çıkan Gılgamış Destanı’ndaki Humbaba’ya dayandığını ileri süren tezler de vardır. Hitit tabletlerinde ku-pa-pa-aš, ku-ba-ba, ku-pa-pa gib adlarla anılan tanrıça zamanla İyonya’da Kybebe, Phrygia ve Lidya’da Kybele şeklinde devam etmiştir.

1.9. Akad-Asur-Babil’de Bereket Tanrıçaları

Akkad (MÖ 2334-2150), Asur (MÖ 2025–1750), Babil(MÖ 1894-539) mitolojisinde İnanna, İştar olur (Resim 14). Dumuzi de Baal ya da Tammuz. İştar, Astarte, Anunit ve Atarsamain olarak da anılır. Bereket, aşk-seks ve savaş tanrıçası olan İştar, Venüs gezegenini simgeler. Hint-Avrupa dillerinde yıldız anlamına gelen ‘star’, ‘stern’ gibi sözcükler İştar sözcüğünden türemiştir ve onu ifade eden beş köşeli yıldız (pentegram) Tammuz’un güneş çemberinin içinde satanizmin de sembolü olmuştur. Dikili tahta kazık, Meşe ağacı ve kırmızı gül İştar'ın diğer simgeleridir.

Resim 14 - Akad Tanrıçası İştar

İştar’ın oğlu ve sevgilisi, kocası olan Baal-Tammuz, fırtına tanrısı olarak yağmur getirdiği için aynı zamanda bereketi tanrısıdır da. Doğa ve bitkilerle özdeş olan İştar, Tammuz’un yağmurlarıyla canlanıp ürün verdiğinde tanrıça ve tanrının çiftleştiği kabul edilirdi ve Mart ayında kutlanırdı. Bu kutlamalarda yemek yenip şarap içilir, sonra da Baal ve İştar tapınaklarındaki kutsal kadın ve erkek fahişelerle seks yapılırdı. Bundan amaç Baal ve İştar'ı cinsel birleşmeye teşvik etmekti.

1.10. Fenike ve Filistin’ de Bereket Tanrıçası Astarte-Anat

Semitik İştar, Suriye’de, Fenike’de(MÖ 1000) karşımıza Astarte, Filistin’de Anat adlarıyla çıkar. Astarte tıpkı diğer tanrıçalar gibi bereket, verimlilik ve cinsellikle bezelidir (Resim 15). Onun da tapınaklarda kutsal evliliği canlandıran fahişeleri vardır. Anat ise aynı zamanda savaşçı bir bakire tanrıçadır ve Athena’ya ilham vermiştir. Astarte ise Afrodit’e evrilmiştir.

Resim 15 - Fenike Tanrıçası Astarte

Astarte’nin kardeşi-sevgilisi Adonis’tir. Aslında Efendi anlamındaki Adonis, Tammuz’un bir başka çağrılış şeklidir. Adonis, bitkiler dünyasının tanrısıdır ve çok yakışıklıdır. Doğanın ölüp yeniden canlanışını simgeler. Adonis, Anadolu’da Attis olacaktır.

1.11. Geç Hitit Dönemi

Dinsel ikonografi ve kült anıtları açısından Phrygia’lılarla en yakın özellikleri paylaşan Anadolu halkı Geç Hitit’lerdir. Bunlar MÖ 1000 yılı başlarında Güneydoüğu Anadolu’daki Hitit Krallığı’nın ardılı olan devletlerdir. MÖ 900-700 arası erken Phrygia malzemesiyle aşağı yukarı çağdaş olmakla birlikte, Geç Hitit devletleri daha erken bir evrede daha üstün bir düzeye erişmişlerdir.

Geç Hitit panteonu içerisinde önemli bir tanrıça, Kubaba özel ilgi odağı olmuştur (Resim 16). Kubaba, Tunç Çağı Anadolu’sunda ikinci derece bir tanrı olmasına karşın MÖ 1000 yılın başında Geç Hitit toplumunda önem kazanmış ve bir çok Geç Hitit kentinde ona tapılmıştır. Onun Helenleştirilmiş adı Kybebe olduğu uzun bir süre önce kabul edilmiştir. Çoğu kimse, Phrygia’lı Ana Tanrıça’nın Yunanca adları ile Kybebe ve Kybele’nin, Geç Hitit Kubaba’sının ardılı olduğuna inanmıştır.  
Resim 16 - Kargamış’dan Hitit Tanrıçası Kubaba kabartması MÖ 9. yüzyıl. Ankara Anadolu Medeniyetler Müzesi

Kubaba kültü, MÖ 2000 yılın ortalarında Anadolu dininde zaten yerleşik durumdaydı. Geç Tunç Çağı kaynaklarında, Kubaba Güneydoğu Anadolu’daki yurdunda, özellkikle de Kargamış’ta ikinci derecede bir tanrıçaymış gibi görünür. Kubaba kültü sadece Geç Hitit merkezleriyle sınırlı değildi. Kilikia’da Kastabala’da bulunan ve MÖ 5 ya da 4. yüzyıla ait olan Aramca bir metinde Kubaba adı görülmektedir. Herodotos’un tanıklığına göre, Batı Anadolu’daki Sardes’te Kubaba’ya tapınılıyordu.

Phrygia’lı Ana Tanrıça’nın görsel imgeleriyle Kubaba’nınkiler arasında birçok paralellikler vardır. Buradan Phrygia’lıların Geç Hitit örneklerinden etkilendiği düşünülebilir. Kubaba sözcüğü sadece tanrıçanın adıdır. Bu adın özel bir anlamı varsa da bilinmemektedir. Bu ad, Geç Hitit yazısında sürekli ‘tanrı’ hiyegrolifi ile yazılmış, ardından ‘kuş’ hiyegrolifiyle ‘Ku’ hecesi ve ‘baba’ hece simgeleri gelmiştir. Phrygia tanrıçasının adıysa tamamen değişiktir. O Matar yani Ana dır. Kubileya, Matar’a eklenmiş br sıfattır. Bu sıfat günümüze ulaşan Eski Phrygia yazıtlarında yalnızca iki kez görülür. Bizanslı sözlük yazarları bunu Phrygia dilinde dağ anlamındaki sözcük olarak açıklarlar. Tanrıça’nın Yunanca adı olan Kybele, kuşkusuz Phrygia dilindeki bu sıfattan gelmektedir. Ama Phrygia metinleri tanrıçanın Phrygia’daki adının Kybele olmadığını açıklığa kavuşturmuştur. Bu durumda Phrygia tanrıçasının adının Geç Hitit Kubaba’sı adıyla hiçbir ilişkisi yoktur.

Phrygia tanrıçasının dış görünüşü birçok bakımdan Kubaba’ya benzer. Tipik bir Phrygia betiminde, Phrygia tanrıçası genellikle ayakta ve cepheden gösterilmiş olup, o da belden kemerli uzun bir elbise giymektedir ve onun da yüksek başlığından çıkıp sırtına ve bedeninin yan taraflarına dökülen bir örtüsü vardır. Kubaba ile Phrygialı Ana Tanrıça’nın taktığı başlıklar da çok benzer.

Geç Hitit tanrıçası hep bir ayna tutar. Bu onun dişilik ve güzellik simgesidir. Sık görülen bir diğer atribüsü de nardır. Kişiye özel bir simge sayılmamakta ve dinsel olarak neyi belirttiği bilinmemektedir. Bunun aksine Phrygialı tanrıçanın farklı bir atribü grubu vardır ve bunların başlıcası alıcı kuştur (atmaca ya da şahin).

Bir başka av simgesi olan aslan, Yunan Kybele’sinin tipik bir atribüsüdür. Bu nedenle çoğunlukla Phrygia ve Geç Hitit tanrıçaları arasında bir bağlantı noktası olarak anılır. Kargamış ve Malatya’da bulunan kabartmalarda Kubaba bir aslanla birlikte görülür. Ancak aslan Phrygia dinsel ikonografisinde, esasen Barı Anadolu’daki anıtlarda görülen, nispeten ender bir simgedir.  Güzellik ve dişilik simgesi ayna da Phrygia tanrıçasının ikonografisinde bulunmaz. Bu durumda kostümlerdeki benzerliğin aksine, Phrygia tanrıçasıyla Geç Hitit Kubaba’sının atribüleri arasında benzerlik pek azdır hatta yoktur.

İki tanrıça arasındaki farklılıkla ilgili önemli bir nokta, tanrıça kabartmalarının sergilendiği yerdir. Kubaba kabartmalarının neredeyse tamamı saray heykeltraşlığına ait olup tanrıçayı kentlerin koruyucusu olarak tanıtırlar. Phrygia kült kabartmaları ise farklı ortamlar içinde sergilenmişlerdir. Phrygia‘daki kabartmaların hepsinde, tanrıça kentlerin uzağında dağlarda sanki bir kapı eşiğinde durur gibi betimlenmiştir.

İki tanrıçanın adları yalnızca Yunanca’da benzer ses verir. Anadolu dillerindeyse bunların birbirleriyle ilgisi yoktur. Phrygia kabartmalarının biçimleri Geç Hitit yontu tarzından kuvvetle etkilenmiştir. Ama atribülerle ilgili özel ayrıntılar ve kabartmaların yerleştiriliş biçimi, iki tanrıçanın karakterlerinin bir hayli farklı olduğunu düşündürüyor.

İki tanrıça arasında başka farklar da vardır. Geç Hitit tanrıçasının, kimi zaman birlikte betimlendiği bir eşi vardı. Phrygia tanrıçası ise tam tersine her zaman yalnız görülür. Bazen yanında erkekler bulunmakla birlikte hiçbir zaman eşit konumdaki bir tanrıyla birlikte gösterilmez. Gerçekten de Phrygia Ana Tanrıça betimleri tanrıçanın dişi yönünü ender olarak vurgulamaktadır. Kubaba, birkaç tanrıçalı bir panteonun tanrıçalarından biridir ve bazı Geç Hitit kabartmalarında bu tanrıçaları onun yanında görebiliriz. Oysa Phrygia Kybele Ana, sanatta betimlenmiş olan ve tarafımızdan bilinen tek Phrygia’lı tanrıçadır.

Bu faktörler göz önüne alındığında iki tanrıçanın Erken Demir Çağı’nda iki farklı tanrıça olduğunu düşündürüyor. İkisinin yontusal biçimleri arasındaki benzerlikler, Orta Anadolu’ya geçen Phrygia’lıların kendi tanrıçalarını betimlemeye yarayacak yerli bir yontu geleneğine sahip olmadığına, bu nedenle güneydoğudaki komşuları olan Geç Hitit krallıklarının kabartmalarını taklit ettiklerine yorulabilinir.

1.12. Urartu Krallığı

Phrygia dinsel anıtları ile dinsel uygulamaları üzerinde güçlü bir etkisi görülen bir başka unsur, yayılım alanları Van Gölü civarındaki bölgeyi merkez alan ve Doğu Anadolu, Kuzey Irak, Kuzeybatı İran’I da içeren bir Demir Çağı halkı olan Urartu’ların anıtlarında bulunur. Urartu’lar MÖ yaklaşık 850-700 arasındaki dönemde başkentleri Tuşpa’dan (Van şehri) Doğu Anadolu’ya hükmettiler. Hem tanrı hem de tanrıçalardan oluşan geniş bir panteona tapıyorlardı ve bu tanrıçaların hiçbiri Ana Tanrıça değildi. Bununla birlikte Urartu kült anıtlarından bazılarıyla Phrygia anıtları arasında, ikonografik seçimlerde ve anıtların yerleştirilişinde görülen çarpıcı benzerlikler vardır. 

Benzer noktalardan biri, her iki halkın da dağ tanrılarına seslenme merakıdır. Urartu’lar da Anadolu’nun dağlık bölgesinde yaşamışlar ve görünüşe göre yurtlarının dağlarına dinsel bir anlam yüklemişlerdir (Resim 17).

Resim 17 – Yaşilalıç’taki Urartu kült kabartması ve nişi. MÖ 8. yüzyıl.

Urartu ile Phrygia Kralı Midas arasında yapılan bir anlaşma sayesinde, Erken Demir Çağı’nda Urartu ile Phrygia’nın resmi ilişki içinde olduğunun saptanması, Phrygialıların Urartu kült adetlerini bilebileceklerini göstermektedir. Sonuç olarak Anadolu kültürlerinin Phrygia’lılar üzerinde açıkca görülen etkiler bıraktıkları görülebiliniyor. 
Resim 18 – Urartu baş tanrısı Haldi

Urartu’larda baş tanrı Haldi, savaş ve bereket tanrısıydı (Resim 18). Bu durum Urartu toplumu için savaş ve tarımın ne kadar önemli olduğunu gösterir. Uratu’larda kadın tanrıçalar vardı ama hiçbiri önde değildi. Bu anlamda Phrygia’ları etkilediği söylenemez.

1.13. Anadolu’da Kavimler arası ilişkileri

Özellikle Anadolu’da olmak üzere, Helenistik Dünyada, MÖ 13-11. yüzyıllar arasına rastlayan kuzeyden ya da kuzeydeki denizden gelen Deniz Halklarının büyük göçü sonrasındaki toplum devinimlerine bir göz atarsak, Kybele’nin ana direklerinden birini oluşturduğu inanç sistemleri kaynaşmasının nedenlerini daha rahat görebiliriz. İlk kez Homeros’un Odysseia’sında adlarına rastlanan, Kuzey Karadeniz halkı Kimmerler MÖ 714’de Doğu Anadolu’daki Urartu’lara saldırıp onları dize getirdikten sonra Phrygia’ya istikametine dönüp onların son kralı Midas’ı MÖ 676’da hezimete uğratırlar. Zaten perişan durumda olan Urartuların sonunu İskitler getirirler. Bu olayla birlikte Tunç Çağlar´ın bittiği ve Anadolu´nun doğusu hariç tümünde Demir Çağlar´ın başladığı kabul edilir

Orta Anadolu’daki kargaşa dönemine, Lydia’lılar son verdi.  MÖ 14. yüzyıldan beri Mykenai kültürünün geleneklerini zayıflayarak olsa da taşıyan Lydia, Asurluların yardımı ile Anadolu’ya bir düzen getirmiş, egemenliğini doğu ve batı yönünde Ege kıyılarına kadar genişletmiştir. Lydia’lar Kybele kültüne sahip çıkıp yaygınlaşmasını sağlamıştır.

Ancak Lydia’lılar sonradan Perslerin yükselen gücü karşısında çökmeye başlarlar. O arada Bithynia’lılar Trakya’dan Dardanel’i geçerek Çanakkale sahillerine yerleşirler. Kökenleri bilinmeyen Mysia’lılar ve Kharia’lılar daha iç kısımlara ve güneye inerler. Lykia’lılar, Pamphylia’lılar, Kilikia’lılar Güneybatı ve Güneye yerleşirler; yerli halklar üzerinde egemenlik kurarlar. Helenler, bu bölgesel egemenliklerin bir çoğunu Troya savaşından çıkan kahramanların kurduklarını iddia etmişlerdir. Troya Savaşını izleyen asırlar içinde de, Eolyalılar (Aeolia) ve Ionyalılar, Lesbos (Midilli), Samos (Sisam), Khios (Sakız), Miletos, Ephesos ve Smyrna (İzmir) üzerinde koloniler kurdular. İşte bu karmaşa arasında, Mısırdaki “Isis’in”, Suriye’deki ‘Atargatis’in, Perslerde Mithra’nın karşılığı olan Kybele’nin kültü de oradan oraya, kılık, işlev, isim değişikliğine uğrayarak savruldu.


Kybele, Gaia, Rea, Demeter gibi Yunanlı, Maia, Ops, Céres gibi Romalı tanrıçalarla bir tutuldu. Dini, yalın ritüelleri ile Trakya ve Yunanistan’ın daha çok geri kalmış iç bölgelerine yayıldı. MÖ 5. yüzyıldan itibaren çoğalan tapınaklarına “Metrôon - Ana’nın Tapınağı” dendi. Yunanlıların Girit’ten alınma ana tanrıçası Rhea ile eş tutuldu.


2. PHRYGİA’DA ANA TANRIÇA KYBELE

Latince Cybele, Yunanca Kybele, Büyük Ana ya da sadece Ana olarak bilinen tanrıça, Akdeniz dünyasının dinsel yaşamındaki en ilginç kişiliklerinden biridir. Akdeniz insanı MÖ 1. Bin yılın erken döneminden Roma İmparatorluğu’nun yıkılış günlerine MS 5. yüzyıla kadar Ana Tanrıça’ya tapınmayı sürdürmüştür.  Ana Tanrıça’ya en canlı haliyle antik Yunanistan ve Roma’ya ait şiirlerde, övgülerde ve dinsel anıtlar rastlarız ama onun asıl yurdu Anadolu idi. En kalıcı özellikleri Phrygia’da biçimlenmişti (Resim 19). Tanrıçanın adı ilk kez MÖ 7. yüzyılda Phrygia’da ortaya çıkar. Orada kendisine Phrygia dilinde Matar(Ana) diye sslenilmiştir. Phrygia dilinde ‘dağın’ anlamına gelen bir sıfat olan kubileya sözcüğünün geçtiği yazıtlar da vardır. 

Resim 19 - Boğazköy’den Phrygia Ana Tanrıçası kabartması. Tanrıça flüt ve harp çalan iki çocuk ile birlikte tasvir edilmiş. MÖ 6. yüzyıl başı.

Ana Tanrıça, Yunanistan ve Roma’da Phrygia dilindeki sıfatı kubileya’dan türetilen Yunanca Kybele ya da Latince Cybele olarak anılır. Ana Tanıça’nın Phrygia’dan Yunanistan’a geçişi, MÖ 7. yüzyılın geç dönemi ile 6. yüzyılda gerçekleştiği sanılıyor.

Anadolu’nun dinsel geleneğinde Ana Tanrıça’nın öne çıkması, Anadolu’nun Phrygia öncesi sakinleri arasında anaerkil toplumun geleneğinin yaygın olduğuna bir işarettir. Mısır’da toprak canlıların anası olmak şöyle dursun, genellikle erkek olarak kişiselleştirilmişti. Yunanistan ve Girit’te tanrıça Meter’in insanların çoğalmasıyla pek ilgisi yoktu. Yunanistan’da ise kaygı verici bir konuktu.

Anadolulu Ana Tanrıça kültünün Demir Çağı’na (MÖ 800) kadar Phrygia’da adamakıllı yerleşmiş durumda olduğu ve Phrygia’ya özgün biçimiyle Anadolu’nun batı kıyısına yayıldığı neredeyse kesindir. Phrygia’da yaşayan insanların vahşi karateri dinsellikte aşırıya varan bir gelenek doğurmuştu. ‘Şiddetli çoşku hali Phrygia’da herzaman görülen bir hastalıktı.’

Phrygia yazıtlarını tam olarak okuyamamız dağların ve pınarların kutsallığı hakkında Phrygialıların ne düşündüğünü yeterince bilmediğimiz anlamına gelmektedir.

2.1. Phrygia’daki Ana Tanrıça Kültü

Antikçağda Akdeniz dünyasında uzun süre varlığını sürdüren ana tanrıça imgesi Phrygia’nın Ana Tanrıçası’yla başlar. Tanrıçanın adı, dış görünüşü ve kültünün birçok özelliği Phrygia kültürüne ait olup bunlar Anadolu’nun başka bölümlerine, Yunanistan’ ve Roma’ya aktarılmıştır. İlerleyen yüzyıllat içerisinde Ana Tanrıça kültünün bazı yönlerinde önemli değişiklikler olmasına karşın Yunanistan’da, Roma’da ve Roma İmparatorluğu’nun her yerinde karşımıza çıkan tanrısal varlık, sonuçta Phrygia tanrıçasından türemiştir. Tanrıça taşındığı bu kültürlerde Phrygia’daki adının dışında Kybele(Yunanistan) ve Cybele(Latince) olarak tanınmıştır.  Sardes’de onun Lydialı, Batı Anadolu’daki çeşitli Yunan kentlerinde Helenleştirilmiş biçimine tapınılıyordu. Bunun dışında Phrygia dışında pek çok tanrı ve tanrıçadan biri gibi gözükür ve en önemli olanı da değildir. Phrygia içindeyse tartışmasız en önemli tanrısal varlıktır.

Orta Anadolu’da Phrygia göçünün ilk izlerinin görüldüğü zaman olan MÖ 1. Bin yıl başından İskenderin fethiyle devam eden Anadolu’nun Yunan egemenliğine girdiği zaman olan MÖ 4. yüzyılın ikinci yarısına bakarsak yazınsal ve arkeolojik buluntulardan şunları görürüz.

Yazıtsal Belgeler

Phrygia’da alfabetik bir yazı yaygın olarak kullanılmış olmasına rağmen günümüze birkaç yüz metin ulaşmıştır. Bu nedenle dil henüz tam anlamıyla çözülmemiştir. Phrygia dili Hint-Avrupa dillerinden olasılıkla Yunanca ile aynı koldan gelmedir. Zaten Phrygia’ler Anadolu’ya Balkanlar üzerinden gelmiştir. Phrygia dilindeki yazıtlardan elde edilen en önemli bilgi tanrıçanın Phrygia dilindeki adı olan Matar dır. Bu ad eski Phrygia dilindeki yazıtlarda on kez görülür. Matar sözcüğü ‘Ana’ anlamına geliyor. Bu durumda epigrafik bulgular Phrygia tanrıçasının bir ana tanrıça olduğunu açıkca belirtmektedir. Ana Tanrıça metinlerinde iki kez rastlanan bir sıfat ise daha ilginçtir. Ana Tanrıça için kullanılan bu sıfat Kubileya ya da Kubeleya’dır. Bu sözcük tanrıçanın Yunanca adının kökeni gibi gözükse de, Kubileya Phrygia’da bir ad değil büyük olasılıkla tanrısal bir sıfattı.

Romalı coğrafyacı Strabo, Kybele adının Kybelon (Pessinus civarında bir dağ) dağından gelmesi gibi, tanrıçanın Dindymene sıfatının da Dindymos(Günyüzü) dağından geldiğini söyler. Ana Tanrıça’nın isimleri genellikle bölgedeki dağ adlarından türetilmiştir ama Kybebe yer adından türeyen bir sıfat değil, kültü Phrygia  Ana Tanrıçası ile bütünleşmiş olan Geç Hitit tanrıçası Kubaba’nın adının Yunancalaşmış biçimiydi.

Eski Phrygia yazıtlarında Phrygia dilinde Matar adından başka üç ad daha görülür: Midas, Baba ve Ates. Midas adına, girifit bir biçimde oyulmuş büyük bir kaya parçasının tepesine yerleştirilmiş bir yazıtta rastlanmıştır. Midas anıtı denilen bu kaya anıtı Midas kentindeydi. Midas kentinde bulunan başka yazıtlarda ise yazının bir tanrısal varlığa değil bir Phrygia kralına adandığı görülmektedir. Tarihte bilinen tek bağımsız kral Midas, MÖ 8. yüzyıl sonu ile 7. yüzyıl başında güçlü Phrygia hükümdarıydı. Buradan ölümlü bir kral olan Midas’ın bir şekilde Ana Tanrıça kültüyle ilişkisi olduğu sezilmektedir. 

Phrygia’da yaygın olarak kullanılan Ates adı, Midas Anıtı’nın en önemli yazıtında adayan kişinin adıdır. Midas Anıtı’nın sağ tarafında dikey olarak yerleştirilmiş bir başka önemli yazıtta, adayan kişinin adı baba’dır. Ana Tanrıça kültünde bu ad da önmli bir şeyler ima eder, çünkü Baba ya da Yunanca şekliyle Papa, Greko-Romen kültte Attis için kullanılan bir ad idi.

Arkeolojik kanıtlar

Phrygia’da Ana Tanrıça betimleri neredeyse birbirinin aynıdır. Her zaman olgun bir kadın olarak betimlenen tanrıça, başı, gövdesi ve bacakları tamamen önden gösterilmiş biçimde dimdik durur. Kolları, genellikle gövdesi üzerinde çaprazlama kıvrılmış olup, elinde çeşitkli cisimler tutar. Bedeni yoğun kumaş kıvrımlarıyla örtülüdür: Boynuna dek kapalı, uzun kollu, uzun ve bol etekli, belde kemerle toplanan bir elbise giyer. Bol ve epeyce kalın kumaştan yapılmış bir giysiyi temsil eden yontma kostüm, anatominin sezilmesine izin vermez. Tanrıça genellikle uzun, kat kat yükselen, polos denilen başlık giyer. Bu başlıktan çıkan uzun örtü, tanrıçanın etek ucuna dek iner. Çoğunlukla bu örtünün bir ya da her iki ucu kemere sıkıştırılmıştır. Örtü o bölümde yatay pliler halinde tanrıçanın eteğinden aşağıya dökülür.  Bu kostümün MÖ 9 ve 8. yüzyıl Güneydoğu Anadolu‘daki Geç Hitit kabartmalarında betimlenmiş olan kadınların kostümlerinden alındığı açıktır.

Tanrıçanın orta Phrygia’dan çıkan imgeleri en güzel ve en iyi korunmuş olanlardır. Bunların içerisinden en büyük beş figür: Gordiyon’da, Ankara Bahçelievler ve Etlik’de, Ayaşta ve Boğazköy’dedir (Resim 20-21). 
Resim 20 - Ankara/Bahçelievler’den Phrygia Ana Tanrıça kabartması, MÖ 7. yüzyıl.

Resim 21 - Salmanköy’den Phrygia Ana Tanrıça başı MÖ 7-6. yüzyıl

Bu figürlerin büyüklüğü normal insan boyunun üçte biriyle üçte ikisi arasında değişir. Orta Phrygia’daki kabartmaların bir başka özelliği de, bir kapıya benzeyen ve tanrıçayı çerçeve içine alan mimari cephedir. Bir başka enteresan konuda herhangi bir Phrygia yerleşmesinde tanrıçanın tapınağı olarak saptanabilen hiçbir yapı yoktur. Buna rağmen tanrıçanın kent dışındaki kutsal yerlerine ait bol kanıt vardır. Ankara ve Gordion kökenli figürlü kabartmalar kent dışı ortamlarda (mezar anıtlarının yanlarında ya da Sangarios(Sakarya) ırmağının yakınında) bulunmuştur.

Phrygia’nın dağlık kesimlerinde yoğunlaşan anıtlar, Porsuk ve Sakarya ırmaklarının denizden uzak kısımlarındaki dağlık arazide, günümüzün Eskişehir, Kütahya ve Afyon illerinin sınırları içerisindedir. Hepsi doğal kayaya oyulmuş 23 adet anıt saptanmıştır. Her anıt, bir yapının ön kısmı olduğu anlaşılan mimari bir cepheyi canlandıran bir kabartmadan oluşur. Bu anıtların 16 tanesinin nişi boştur. Ama geriye kalan yedi tanesinde kapda duran tanrıça figürü hala gözükür.

Aslankaya anıtı diğerlerinden farklıdır (Resim 21-22). Kabartma yüzeyinin bir bölümü bir yapının cephesini andıran bölümü geometrik bezemelerle kaplıdır. Bu süslü duvarın ortasında geniş bir kapı, üst kısmındaysa tepesinde boynuzlu bir akroterin bulunduğu beşik çatının üçgen kısmı betimlenmiştir. Üçgen alınlığın içinde antitetik yerleştirilmiş iki sfenks, insan başlı, kanatlı aslanımsı yaratıklar görülür. Bu yaratıkların yüzü izleyiciye dönüktür. Nişin yani kapının içinde arka plandaki kayaya yüksek kabartma olarak oyulmuş tanrıça figuru vardır. Dimdik ayakta duran tanrıçanın yüksek bir başlık ve kollarıyla bedeninin tamamını örten uzun bir elbise giydiği bellidir.

Tanrıçanın iki yanında, kafaları tanrıçanın başlığıyla aynı seviyede olan iki iri aslan vardır. Arka ayakları üzerinde dikilen aslanların her biri, ön ayağını tanrışanın başı üzerine koymuştur. Tanrıçanın elinde ise arka ayaklarından tutarak eteğine doğru baş aşağı sarkıttığı bir aslan yavrusu vardır. Ayrıca yapının her iki yanında arka ayakları üzerinde duran ve kafaları alınlığın tepesine erişen iki aslan daha bulunur.
Resim 22 - Aslankaya genel görünüm MÖ 6 . yüzyıl başı

Resim 23 - Aslankaya nişin içerisindeki kabartma MÖ 6. yüzyıl başı

Midas kentindeki Midas Anıtı (Resim 24), özellikle geometrik bezeme bakımından zengindir. Cephenin ana bölümüne çevrelerinde meander motiflerinin zikzak yaptığı haç ve karelerden oluşan bir motif etrafında gelişen gösterişli bir bezeme oyulmuştur. Yapının saçak kornişi ile yan desteklerinin üzerinde birk kare etrafındaki dört baklava motifinden oluşan aralıksız bir bezeme, kornişin üzerindeki alınlıkta ve meyilli kornişle simanın üzerindeyse baklava motifleri dizisi bulunur. Girift geometrik motifler eskiden beri Phrygia’ya sanatının bir parçası olmuştur.

Resim 24 - Midas anıtı MÖ 7. yüzyıl.

Areyastis Anıtı (Resim 24), Yazılıkaya köyünün 1.7 km kuzeyinde, Çatalkaya-Yazılıkaya yolunun batısındadır. Anıta tepe akroterinin sağında bulunan Frigce yazıtta okunan “Areyastin” kelimesinden dolayı bu isim verilmiştir. Anıtsal fasadların günümüze en sağlam durumda kalanıdır. 5.50 m yüksekliğinde, 4.20 m genişliğindedir. Çatısı üçgen alınlıklı olup tepe akroteri ile taçlandırılmıştır. Alınlıkta çatı orta dikmesinin her iki yanında kabartma birer pencere yer alır. Kareye yakın dikdörtgen cephe duvarı kabartma iki çerçeve ile çevrilmiştir. Çerçeveler, düzgün aralıklarla yerleştirilen kare panolardan oluşan bezeme dizisi ile bezenmiştir. Cephe duvarının alınlığa yakın üst kısmında küçük bir niş vardır. Anıt üzerinde üç adet Frigce yazıt bulunur. Yazıtların hepsi iyi okunabilse de anlamı bilinmemektedir.
Resim 25 - Areyastis Anıtı MÖ 7-6. yüzyıl


Kayalara mezar oyma geleneği batı Phrygia’nın dağlık bölgelerinde yaygındı. Aslantaş adlı kabartmalı mezar önemli bir örnektir (Resim 26). Burada arka ayakları üzerinde dikilmiş, pençelerini ise mezar odasının kapısı üzerine koymuş iki aslan gösterilmiştir. Bu tür kaya cephelerinin mimari mezar odaları olarak kullanılması, Phrygialı Ana Tanrıça kültünün Phrygia’nın bu bölgesinde de bir mezarlık ortamıyla ilişkili olabileceğini sezdirir.

Resim 26 - Aslantaş kabartması MÖ 7-6. yüzyıl


Bugünkü Elmalı yakınlarındaki Bayındır’da 1986’da kazılan bir grup tümülüsten duruşu ve giysisiyle Ana Tanrıça’ya benzeyen fildişinden yapılmış ayakta duran bir kadın heykelciği bulunmuştur (Resim 27). Elmalı heykelciği bir polos, yani yüksek başlık takmış, uzun kollu, belden kemerli uzun etekli bir elbise giymiş olan olgun bir kadını göstermektedir. Bu heykel Ephesos’taki Artemis Tapınağı’nda bulunan özellikle Megabyzos denilen figüre çok benzemesi, MÖ 7 yüzyıl sonu ya da 6. yüzyıl başı gibi tarihi akla getirir. 
Resim 27 - Fildişi kadın heykeli. MÖ 7-6 yüzyıl Bayındır.

Tümülüste Phrygia’daki Matar kültü açısından büyük önem taşıyan başka bir parça da bulunmuştur. Belden kemerli uzun bir elbise giymiş, yüksek bir başlık takmış olarak ayakta duran, gümüşten yapılmış sakalsız bir heykelciktir (Resim 28). Kulakların önünde omuz hizasına inen bukleler vardır, ama kafanın arkası traş edilmiştir. Figür dua eder pozda, iki elini bel üzerinde birleştirmiştir. Giysisi tanrıçanınkine çok benzer, ama figürün anatomisi bunun kadın değil erkek olduğunu gösterir. Giysisi, değişik saç biçimi ve ellerinin duruşu bunun bir rahip olduğuna işaret edebilir. Hem Yakın Doğu hem de Yunan sanatındaki olgun erkek figürlerinin değişmez bir özelliği olan sakalsızlık, ayrıca bu kişinin bir hadım olabileceğini de akla getirir. 

Resim 28 - Gümüş rahip heykeli. Bayındır MÖ 8-7. yüzyıl sonları.

Phrygialıların Ana Tanrıça’larının atribütleri de kişiliği hakkında iyi ipucu verir. İçki kabı atribüsü yaygın olmasına karşın Anadolu’ya özgü kült sahnelerinde görülen eski bir gelenektir. İçki kabı, tanrıçanın tapanlarından alacağı sıvı sunularını simgeleyerek onun tanrısallığını onaylatır. Tanrıçanın hayvan atribüleri ise tam tersine kişisel ve müstesnadır. Tanrıçanın yanında alıcı kuşlar, aslanlar ve fantastik yaratıklar bulunur. Bunların hepsi yırtıcı hayvanlardır. Yırtcı hayvan tanrıçanın güçlü imajını sağlamlaştıran bir özelliktir. Orta Phrygia’da onun en sık rastlanan hayvan atribüsü olan atmaca ya da şahin, pratikte işe yarayan yırtıcı bir hayvandır.

Aslan, Phrygia’da her zaman Matar’ın yanında hazır ve nazır olan değişmez bir yoldaş olmamasına rağmen Orta Phrygia’da kayda değer anıtta gözükmektedir. Yunan Meter’inde ise aslan vazgeçilmez atribüdür. Her zaman tanrıçaya eşlik eden yırtıcı hayvanlar, tanrıçaya ürkütücü değil, doğal çevreye egemen bir güç imajı verirler.

Tanrıçanın önemli atribülerinden olan lir ve flüt yumuşak ezgili müziği anımsatsada Greko-Romen kaynaklarda Kybele kültüyle bağdaştırılan vahşi çıldırtıcı müziği bu enstrümanlarla nasıl bağdaştırmak gerekir. Greko-Romen Kybele’nin en yaygın müzik aleti olan tef tanrıçanın Phrygia tarzındaki betimlerinde görülmez.

Phrygialı Ana Tanrıça’yla ilgili bir soru işareti de tanrıçanın eşi konusudur. Phrygia’daki betimlemelerde tanrıça tek başınadır. Boğazköy ve Gordion kaynaklı heykellerde tanrıçanın yanında bulunan erkek figürleri tanrıçadan daha küçğük boyutta olduğu için tanrıçanın dengi değil yardımcıları olduğunu gösterir. Yunan ve Roma kültünde tanrıça Mater ya da Magna Mater’e çoğunlukla genç bir tanrı Attis eşlik eder. Rahiplerinin hadım edilmesini gerektiren Attis tapımı, daha sonra Yunan ve Roma toplumundaki Ana Tanrıça kültünün en tanınan özelliklerinden biri oldu. Ancak Greko-Romen tanrısı Attis’in Phrygia’da karşılığı yoktur. Bu hadım tanrının başka bir yerden kaynaklanmış olduğu kesin görünüyor.

Ana Tanrıça’ya en çok Matar yani Ana diye seslenilmişti. Elmalı’da bulunan fildişi heykelcik dışında, tanrıçanın kucağında çocuk tuttuğu ya da beslediği hiç görülmemiştir. Boğazköy ve Gordion heykellerindeki gençler çocukları değil yardımcılarıydı. Onun imajında bir bereket tanrıçasını çağrıştıran hiçbir şey yok gibi görünüyor. Dış görünüşü kadınsı olmakla birlikte, erotizmi ya da üreme işlevini vurgulamıyor. Bereketi çağrıştırabilecek tek atribüsü ise Boğazköy heykelinin elinde tuttuğu nar ama bu nesnenin nar olduğu da kesin değil.

MÖ 1200 yıllarında Trakya üzerinden Ege Göçleri ile Anadolu’ya giren Phrygia’ler, çok zayıflamış Hitit Devletini ortadan kaldırarak Anadolu’yu egemenlikleri altına almışlardır. Phrygia’lerin esas yerleşim bölgesi Gordion merkez olmak üzere Sakarya bölgesi olup Afyon, Kütahya, Eskişehir bu bölgeye bağlıdır. Geride bıraktıkları çok az sayıdaki yazıtlar onların Hint-Avrupalı bir dil kullandıklarını göstermektedir. MÖ 750 yıllarında Phrygia Devleti Kral Midas’ın döneminde büyük güç kazanmış ve zenginlemiş, ancak MÖ 7. yüzyılın başlarında Kimmer akınları ile zayıflamış; daha sonra Lidya egemenliğine girmiş ve MÖ 550 yıllarında da Pers istilası ile bağımsızlığını tamamen yitirmiştir. Truva savaşında Yunanistan dan gelen Akhalara karşı savaştıkları biliniyor.

Resim 29 – Anadolu haritası üzerinde Phrygia sınırları ve kentleri

Başkentleri olan Sakarya kıyısındaki Gordion’dan başka Kızılırmak yayı içinde ve güneyindeki Alacahöyük, Boğazköy, Pessinos, Pazarlı, Kültepe, Eskiyapar, Maşathöyük gibi şehirler kurmuşlardır (Resim 28). Dans ve müzikte iyidiler. Flüt bir Phrygia çalgısıdır. Günümüze kalan kaya anıtlarıyla sanat ve kültürde ileri oldukları anlaşılıyor. Phrygia kadınları başlarına turban takarlardı. Çok sayıda ülkeye tunç eserler satıyorlardı. Evlerini ağaç kütüklerden yaparlar, damlarını saz ve toprak ile kaparlardı. İç Anadolu’da hala böyledir. Kakma ağaç tekniğiyle mobilya yapmakta ustaydılar. İğneyle nakış işlemenin Phrygia buluşu olduğuna inanılmaktadır. Hayvan öykülerinin ilk yaratıcılarının Phrygialer olduğu biliniyor. Phrygia dili tam olarak çözülememiştir.


Athena’nın kırlara attığı flütü bulan Çoban Marsiyas'la tanrı Apollon arasında yapılan müzik yarışmasında, tanrıdan yana değil haklıdan yana taraf olduğu için, kulakları eşek kulağı gibi uzatılan kral Midas'ın kulaklarını kapatan sivri Phrygia başlığı (Resim 30), özgürlük ve onur mücadelelerinin simgesi olur dünyada. Roma döneminde özgürlüğüne kavuşan köleler Phrygia başlığı giyerler. 1789 Fransız ihtilalinde devrimcilerin simgesi, başlarına geçirdikleri Phrygia Başlıklarıdır (Liberty Cap). 18. yüzyılda Amerika'da yapılan bağımsızlık savaşının simgesi armalara işlenen Phrygia başlıklarıdır. Phrygia başlığı Küba'dan Uruguay'a pek çok ülkenin armasına işlenir. Ve bir kuşağın idolü, çizgi romandan diziye uyarlanan, sosyalist imgeler içerdiği için gösterimi yasaklanan, Gargamel'e karşı sürekli özgürlük mücadelesi veren Şirinler'in başını süsleyen başlık da tesadüfi seçilmiş bir başlık değil, özgürlük başlığı, yani Phrygia Başlığı'dır.

Resim 30 - Phrygia başlıklı bir genç

Phrygia’da Kral ailesi öldükten sonra üzeri büyük toprak tümseklerle örtülü tümülüslere gömülüyorlardı. Ölüler erken dönemlerde yakılmadan, sonraki dönemlerde yakılarak ve külleri kaplara konularak tümülüslere bırakılmışlardır. Phrygia yığma mezarlarının en büyüğü Gordion’da MÖ 740 yıllarında yapılmış 50 m. yüksekliğinde ve 300 m. çapındaki tümülüstür. Mezar odası dünyada halen ayakta kalan en eski ahşap yapıdır. Günümüzde tümülüsün içine 70 metre uzunluğundaki bir tünelden geçerek girilir. Odanın bir köşesindeki ağaçtan yapılmış büyük bir kerevet üzerinde yaşı altmıştan fazla ve boyu 1,59 m. olan bir iskelet bulunmuştur. Mezarın Kral Midas’ın babasına ait olduğu sanılmaktadır (Resim 30).

Resim 31 – Tümülüs ve girişi

Phrygia’lerin baş tanrıça olarak kutsadıkları Kybele MÖ 2000’de Hitit panteonunda ‘Kubaba’ olarak yer almıştır. Bereketi, çoğalmayı temsil eden, genellikle yanlarında aslanla betimlenen anatanrıça daha sonra Phrygialer aracılığıyla Sardes üzerinden batı dünyasına, Hellenistik ve Roma çağlarına geçmiştir.

Phrygialer çok-tanrılı bir dine sahip olmalarına rağmen ana tanrıça kültü öylesine ön plana çıkmıştır ki onların nerdeyse tek tanrılı bir Kybele dinine inandıkları söylenebilir. Phrygia’ya da yeni bir kült oluşturuyorlar. Kültleri üretken vahşi doğa’yı temsil ediyor, genellikle dağların doruklarında tapınılıyor.

Kybele, Phrygia’lerde doğanın bizzat kendisidir. Sembolü aslandır. Yunanlı tarihçi Strabon’a(MÖ 64-MS 24) göre bu tanrıçanın adı Rhea’dır. Kybele’yi diğer Phrygia tanrılarından öne çıkaran özellik tasvir edilişi ile ilgilidir. Çünkü sadece Kybele, insan formunda heykelleşmiştir. Matar (ana-anne) olarak görülen tanrıça, olasılıkla Phrygia’çe dağ anlamına gelen Kubileya sözcüğü ile adlandırılmıştır. Kybele heykellerinde tanrıça, ayakta ve ileriye doğru bakan, uzun bir elbise ve Yunanistan’da polos adı verilen silindirik başlık giyen bir kadın olarak tasvir edilir. Tanrıçanın ululuğu özellikle başındaki yüksek polos ile ifade edilir. Ellerinde ve yanında tanrısallığının simgesi içki kasesi, yırtıcı kuş ve aslan gibi semboller bulunur.

2.3. Attis’in Kökeni

Büyük ana tanrıçanın sevgilisi Attis’in kökenini bulmak için Sümerlere kadar gitmek gerekiyor. Sümerlerin panteonunda Tammuz adı verilen Tanrı önemli bir yer tutardı. Bu tanrının Sümerce adı ‘Derin suların gerçek oğlu’ anlamına gelir. Sümerler o dönemde sonradan Babil adı verilen uygarlığı yaratıyorlardı. Tarım yapıyor, su kanalları kazıyor, yazıyı icat ediyorlardı. Babil’in dinsel edebiyatında Tammuz, İştar’ın genç sevgilisi olarak görülüyor. Tabiatın gücünü temsil eden Tammuz her yıl Temmuz ayında ölüp yeraltı dünyasına gidip Mart ayında ilkbahar ile birlikte yeniden doğuyordu. Güncel takvimlerimizdeki Temmuz ayının adı buradan gelir.  Tammuz’un Sümerler de derin suların gerçek oğlu olması, Phrygialer de Attis’in de Sakarya Nehrinin Nana adındaki kızının oğlu ve dolayısıyla bir nehir evladı olması pek rastlantı sonucu olmasa gerek.

Anadolu’da alevi Türkmen olan Tahtacılar ve bazı diğer alevi köylerinde köylüler her ilkbaharda köyün en yakışıklı gencini giydirip kuşattıktan sonra ev ev gezdirirlerdi. Damızlık adı verilen bu genç, Tammuz’un doğuşunu ve Kybele ile kavuşmasını simgelerdi. Damızlık sözcüğü Tammmuz’dan gelmedir. 


Resim 32 – Kybele ve kadınımsı tavırlar içinde rahip ve eş Attis

Ritüellere, Attis tapımları da eşlik ederdi. Attis, Kybele’nin sevgilisi, çocuğu, rahibidir (Resim 32). Çok yakışıklıdır ve Kybele ona aşıktır. Bu durum, İnanna-Dumuzi ilişkisinin neredeyse tıpatıp benzeridir. Mit şöyle anlatır: Attis ve Pessinus kralının kızı evlenecektir. Ancak Attis’e aşık olan Kybele kıskançlıktan deliye döner ve Attis’i çıldırtır. Deliren Attis, kendi penisini keserek yere atar. (Burada da Hititlerin Kumarbi mitinin devamlılığı söz konusudur.) Döllenen topraktan bitkiler fışkırır, bereket gelir, doğa canlanır, kanının değdiği yerde kırmızı taçlı dağ laleleri biter. Aşığının ölümüne dayanamayan Kybele onu çam ağacına dönüştürür. Çamın dört mevsim yeşil kalmasının nedeni işte budur.

Anadolu’da tanrıça Kybelenin ideogramı küp, mührü 5 köşeli yıldızdır. Bu konuda Halikarnas Balıkçısı ilginç bir tez öne sürer: 

Kybele luvice kuwawa ku(wa)+aba+ula yani akarsu ve koruların kutsal annesi demektir. İslamiyet öncesi Arap yarımadasında Mekke’nin kutsal ilahesi Hübel-Übel’in ve şehrin bir başka koruyucu tanrıçası olan Lat’ın da Lykia kökenli Leto’nun devamı olduğundan hareketle Halikarnas Balıkçısı islamiyetteki ay sembolizmi ve 5 sayısına verilen önemi daha önceki dönemin anaerkil etkileşimine bağlar. Kıble ve kabe sözcüklerinin de Kybele sözcüğünden türetildiği, hatta “Abdullah” özel adının ilk şeklinin “Abdullat”-lat’a tapan olduğu bilinmektedir.

Galatia’daki kültün başlıca merkezi Pessinos’daydı. Anadolu’da Kybele’ye adanmış pek çok tapınak yapılmıştır. Bunların arasında en çok bilinenler İda, Sipylos, Kyzikos ve Sardeis’deydi. Afyon ve Eskişehir’de Phrygia tapınakları önünde, iki yanında yere uzanmış aslanlarla birlikteki Kybele heykelleri hala ayaktadır. Çocuk yapamayan kadınların bu heykellerin (gerek Tanrıça, gerek aslanların) üreme organlarına el sürme geleneği uzun zaman sürdürülmüş.

Phrygia mitolojisinde, Tanrıça, Sangrion (Sakarya) ırmağına atılmış bebek Attis’i (Atys) buluyor; onu hem evlat olarak bağrına basıyor, çocuk büyüdükten sonra onu sevgilisi, eşi yapıyor. Monoteizmdeki Adem’in kaburga kemiğinden kadının yaratılması inancının tersine, Ana Tanrıça erkeğini kendi buluyor. Üremede erkek etkisinin keşfedilmediği ilkel dönemlerde doğurma ve anne olma olgusu bir mucize gibi görülmüş. İlkel toplumlarca doğumun bir simge ile tanrısallaştırılması, dolayısıyla anaerkil düzenin kurulması akla yakın

2.8.1. Anadolu’daki en önemli Kybele Kültü: Pessinus

Kybele bir ay ve aynı zamanda bir dağ tanrıçasıydı. Bir dağ üzerinde durmaktadır. Isimlerinin üçü aynı zamanda bir dağ ismidir (Ana İdeia (İda dağı), Sipylene (Sipylos ya da Murat dağı), Dindymene (Murat dağı). Dağların konik şekli nedeniyle Kybele çoğunlukla konik taşlarla temsil edilirdi. Koni aynı zaman da çam kozalağı demekti.

Anadolu’da mermer kaidelerin üzerine konulmuş büyük kozalak heykelleri çoktur. Kybele aynı zamanda bir orman ve mağara tanrısıdır. Doğumlarını hep mağaralarda yapar. Anadolu’da Kybele’nin tapıldığı büyük dinsel törenler Pessinus’ta idi. Pessinus Anadolu’da Galatya’nın eski bir kentidir. Charles Texier’in bulduğu ören yeri, Sivrihisar Ballıhisar köyü yakınlarındadır. Kısmen sağlam kalmış bir tiyatrosu vardır. Kent eski bir Phrygiaya kentiydi. Burada bir Kybele ziyaretgahı vardı. O dönemde Kybele’nin adı Agdistis idi. Bergama kralı MÖ 189’da burada büyük tanrıçaya heybetli bir tapınak yaptırmıştı. Altıncı yüzyılda Doğu Roma İmparatoru Justinian, Sivrihisar’ı kurmaya karar verince Pessinus’un kalan taşlarıyla Justininapolis adı ile Sivrihisar kalesini yaptırmıştı.

Hiristiyanlık kentte 3. yüzyldan itibaren yaygınlaşmaya başladı. Pessinus MS 715’de İstanbul’u fethe giden Arapların saldırısıyla yıkılmıştır. Kent 11. yüzyılda Selçuklular tarafından alıncaya kadar Bizans İmparatorluğunun kontrolünde kalmıştır.  Kenti Fransız tarihçi ve arkeolog, Félix Marie Charles Texier (1802 – 1871) 1883 yılında bulmuştur. Texier 1893 yılında da Hititlerin başkenti Hattuşaş’ı araştırmaya başlamıştır.

Resim 33 - Pessinus kent tiyatrosu

Antik Pessinus kenti, Perslerin Kral Yolu üzerindedir (Resim 33-34). Ticaretin yanı sıra Kybele ve Attis için yapılan ayinleri ile de ün salmıştır. Pessinus, çok eski çağlardan beri Kybele Kültünün en önemli merkezidir. Ana Tanrıça Kybele'nin başında kuleye benzer yüksek bir taç vardır; Bu taç, onun, kentlerin ve tarımsal ürünlerin tek egemeni sayıldığının simgesidir. Aynı zamanda genç kızların da koruyucusudur.

Kybele kültünün Phrygia Krallığının ilk zamanlarına, çok masraflı bir ilk tapınağın yapılmasını hatta şehrin kuruluşunu Phrygia Kralı Midas'a bağlayan geleneğe rağmen, şehrin kuruluşu daha eski çağlara dayanır.

Pergamon kralı I.Attalos tarafından yaptırışlan som mermerden tapınak (Resim 35) etrafında bir baş rahip tarafından yönetilen bir ‘Rahip Prensliği’ gelişmiştir. MÖ 205'ten itibaren Pergamon Kralı Birinci Attalos'la Pessinus baş rahibinin arasında dostluk bağları kurulmuştur.

Resim 34 – Pessinus antik kenti sembollerinden aslan

Helenistik Çağda, MÖ. 3 yüzyılda Grek hakimiyeti altına giren Pessinus şehrinin yapı ve planları Yunan anlayışına göre düzenlenir. Mabet tamamen onarılır. Meclis binası, stoa(üstü kapalı sütunlu galeri), yollar, kanal ve tiyatro kurulur. Pessinus, MÖ 25 tarihinde Augustus zamanında Roma hakimiyeti altına giren şehir, bu çağda çok gelişir ve büyür. Şehrin içinden geçmekte olan su kanalı mermerlerle onarılarak iki yanı heykellerle süslü muhteşem bir duruma getirilir. Hatta şehrin iç kısmandaki kanal tamamen mermer döşenerek içine merdivenlerle girilen bir havuz havasına bürünür. Şehir kendi adına para basma imtiyazına sahip olur. Yerel Kybele dini inanç ve ayinlerine saygı daha da artar. Bizans çağında şehir çok bakımsız kalır. Yeni bir şey yapılmaktan ziyade, eski yapılar ve şahane sanat eserleri kırılıp sökülerek yapı malzemesi olarak kullanılır. MS 800 yıllarından sonra ise şehir bütün vasıflarını kaybeder. Bundan faydalanan Jüstinianapolis (Sivrihisar) daha önemli bir yerleşim haline gelir.

Resim 35 - Pessinus’da Pergamon Kralı I.Attalos’un yaptırdığı tapınağın temsili çizimi

Antik Pessinus Kenti'nde ilk kazılar 1967-1973 yılları arasında Prof. Dr. Pierre Lambrechts başkanlığında Belçika Gent Üniversitesi tarafından gerçekleşmiştir. Ara verilen arkeolojik araştırma ve kazılara, 1983 yılından bu yana Prof Dr. John Devreker başkanlığında devam edilmektedir. Kazıdan çıkan buluntuların taşınabilir olanları Eskişehir Arkeoloji Müzesinde, büyük buluntular, mimari parçalar da Pessinus Depo ve Açık Hava Teşhirinde yer almaktadır.

İonyalılar ve Troya yöresinin halkı, Sakarya vadisindeki bu prensliği kutsal sayardı.  Pessinus’daki tapınakta Kybele’nin bir heykeli yoktu ama Kybele adına büyük olmayan siyah bir göktaşına tapılırdı. Romalı yazarlara göre kara taş aşağıda belirtildiği gibi Roma’ya getirilmişti (Resim 36). Ama daha sonra Roma bölümünde bunun nasıl farklı bir senaryo ile gerçekleşmiş olabileceği tartışılacaktır.   

2. Pön Savaşında ( MÖ 218-202), MÖ 204 yılında Roma, Kartacalılar tarafından kuşatılmıştır. Savaşın 10. yılında kent düşmek üzeredir. Bunun üzerine kendisine başvuran Romalılara Sibil Kahini, ‘Pessinus’taki ana tanrıçanın karataşını Roma’ya getirin. Kent kötü kaderinden ancak böyle kurtulacaktır’ der. Anadolu’daki Pessinus kentini bir dönem yöneten Phrygia devleti çoktan yıkılmıştır. Bölge, Pergamon Krallığı’nın kontrolü altındadır. Beş senatörden oluşan Roma heyeti, müttefikleri Pergamon Kralı I.Attalos’tan Kybele heykelini ve kutsal kara taşı ister. MÖ 4 Nisan 204 tarihinde Gallos denen hadım rahipler eşliğinde bir insanın taşıyabileceği büyüklükteki kara taş, Dikili üzerinden Roma’ya götürülür. Efsaneye göre taşı taşıyan donanma Tiber ırmağına gelince gemi karaya oturmuş, Claudia Quinta adında saygın bir kadın kuşağı ile gemiyi çekerek çıkarmıştır. Kybele bir dağ tanrıçası olduğu için taş Palatinus tepesindeki Victoria Tapınağı’na konur. Ve Roma, Kartaca kuşatmasından kurtulur. Daha sonra onuruna aynı tepede Tanrıçayı kabul edecek Zafer tapınağı yapılacaktır. Tanrıça anısına her yıl Megalensia denilen festivaller yapılırdı.

Resim 36 - Kybele’nin gemi ile Roma’ya taşınmasını anlatan gravür

Meryem Ana ile birlikte Efes’i ziyaret eden Aziz Paulus, tapınaklardaki tasvirlere isyanla, putperestleri kafir olarak suçlamıştır. Aziz Paulus’un kafirlikle suçladığı tasvirlere örnek olarak, coğrafyacı Pausanias’ın, Phrygiayayı gezerken öğrendiği aşağıdaki Kybele ve Attis öyküsünü bakabiliriz. Burada bir ana-oğul yasak ilişkisi, açık yüreklilikle anlatılıyor.

‘Phrygiaya’da, Pessinos kenti Dindymon Dağının (Günyüzü Dağı) korunaklı tarafında kurulmuştu. Burada Agdistis adına adanmış bir tapınak mevcuttu. Agdistis, Eski Anadolu’nun Ana Tanrıçası Kybele’nin Phrygia’lerdeki adıdır. Tanrı Zeus bir rüya görür ve tohumunu yeryüzüne saçar. Bu tohumlardan kendisinde hem erkeklik, hem de dişilik özelliği bulunan Agdistis oluşur. Olimypos tanrıları, onun her iki cinsi de içine alan kapsamlı gücünden ürktükleri için erkeklik organını kesip atmışlar. Atılan parça toprağı dölleyerek bir badem ağacı olmuş. Sangrion (Sakarya) Irmağı tanrısı Sangrios’un kızı (Naiad Sagaritis-Sangrion Perisi) Nana bu ağacın ürünü bir bademi alıp göğsünde saklamış. Nana daha sonra bu bademin kaybolduğunu, onun yerine göğsünde bir bebeğin uyumakta olduğunu görmüş.

Attis adı verilen çocuk büyümüş. Tanrısal güzellikte, uzun saçlı bir genç olmuş. Bir teke ile kırları, tepeleri gezmeye başlamış. Dişil adı ile Kybele olan Agdistis onu görür görmez aşık olmuş (Pessinos’daki Kybele tapınağını ziyaret eden Strabo, Coğrafya adlı eserinde, orada Kybele’nin Agdistis diye anıldığını kaydeder). Fakat genci yetiştirip büyütenler, Kral Midas’ın kızı ile evlendirmek üzere Attis’i Pessinos’a göndermişler. Bu düğüne engel olmak isteyen Tanrıça Agdistis(Kybele) Attis’e görünmüş. Attis, bu tanrısal zorlama karşısında çıldırarak, cinsel organını kökünden kesmiş; akabinde intihar etmiş. Bu sahneye tanık olan Midas, bundan esinlenerek, erkekliklerini Kybele’ye kurban eden iğdiş rahip ‘Korybantlar’ törenini ihdas etmiş. Gencin acı ölümüne sebebiyet verdiğine pişman olan Agdistis, onun bu sonunu kabûl edemiyor. Attis’i yeniden, her zaman yeşil bir çam ağacı olarak Dünya’ya döndürüyor. İşte Attis’in ‘Hayat-Ölüm-Yeniden Hayata Dönüş Tanrısı’ olma hikayesi böyle.’

Bu söylencenin başka bir anlatımı da şöyledir; Zeus, Tanrıça Kybele’ye aşık olur. Tanrı onunla birleşmeyi başaramayınca tohumunu bir kayanın üstüne bırakır, bu tohumlardan Agdistis doğar. Dionysos, Agdistis’i sarhoş edip erkekli organını keser. Bu organdan bir badem ağacı oluşur. Bunun meyvesini Sangarios Irmağı’nın kızı Nana göğsüne alır, gebe kalıp Attes’i doğurur. Sangarios, bu bebeği doğaya bırakır. Phrygiaya dilinde Tekke anlamına gelen Attagus sözcüğü güzel anlamına da gelir. Agdistis ve Kybele bu güzel delikanlıya aşık olurlar. Agdistis Attes’ i çıldırtır ve delikanlının erkeklik organını keserek can verir. Tanrıça Kybele onu gömer, Attes’in akan kanından taçlı dağ laleleri biter. Agdistis, Attes’in bedeninin çürümemesi için Zeus’a yalvarır. Zeus da onun bu dileğini kabul eder.

Bu söylencelerde, Agdistis ile Ana Tanrıça Kybele birbirine karışırlar, Pessinus’taki Kybele kültünde rahipler, belirli zamanlarda ve törenlerde erkeklik organlarını keserlerdi. Bu söylenceler, toprağın yeniden dirilişini simgeler.

1.4. Kybele Kurban Törenleri

Kybele papazları Galliler hadım edilmişlerdi. Kybele törenlerinde flüt, davul, kuddum icra ederlerdi. Vecd halindeyken söyledikleri sözcükler tanrıçanın vahyi sayılırdı. En erken çağlarda tanrılara insan kurban edilirdi. İlkçağ sünnetinde penis kökünden kesilirdi sonraki zamanda bu işlem yumuşatıldı. Günümüzde daha da kabul edilebilir bir sünnet yöntemi uygulanmaktadır. Sünnet dinsel bir işlemdir. Bir itikada, bir dine giriş törenidir. İbrani tarihini anlatan Mukaddes Kitabın ilk ciltlerinde sünnetin Hz İbrahim zamanında da yapılmakta olduğu söylenir. Gene aynı kitapta Hz Yakup, din önerdiği kavimlere sünneti ilk koşul olarak koşar. Bu dine giriş töreninin çok eski olduğu, sünnet operasyonun Güneydoğu Anadolu’da keskin çakmak taşlarıyla yapılmasından bellidir. Günümüzde bile çoğu yerde sünnetten sonra kesilen deri parçası, çöpe atılmaz, saygıyla toprağa gömülür. Aynen Kybele törenlerinde olduğu gibi. Kurbanlar ya da hediyeler, kanlı ve kansız diye ikiye ayrılırdı.
  • İlk alınan üründen elde edilen buğday ve başka unlardan yapılan çörekler, tatlılar ve etler, Tanrının önündeki platforma konup yakılırdı. Kürsüye süt ve şarap da akıtılırdı. Tanrıya sunulan yiyeceklerden törene katılanlar da yerlerdi. Bu tip kurbanlara kansız kurban denirdi.
  • Kanlı kurbanlar canlı olanlardı. Kurbanlık hayvanlar, çiçek çelenkleriyle ve başka süslerle donatılır, yüzlerine gözlerine kutsal sular sürülür ve platformda papaz ya da yardımcıları tarafından kesilirdi. Hayvanın bir kaba toplanan kanları kürsüye ve inananların üzerine dökülürdü. Günümüzde kurban kesildiğinde çocukların alnına kan sürme geleneği buradan kalmadır. Tanrının gücünün sürülen kanla birlikte sürülene geçtiğine inanılırdı. Kurbanlar ya Tanrıya sunulan bir hediye ya da Tanrıya karşı işlenen bir felaketi, kaza ve belayı önlemek için yapılırdı. Tanrısına göre domuz, sığır, koyun, keçi, beygir ve köpek kurban edilirdi.
Kybele’ye doğuruculuğu nedeni ile dişi domuz kurban edilirdi. Ona sunulan kurbanlar holocaust (bütün olarak yanmış) biçimde yani kurbanın tümü tanrıçaya adanır ve yakılırdı. Tanrıçaya ait olan o kurbanı yemek katiyen yasak ve büyük günahtı.

Tammuz, Phrygiaya’da Attis, Suriye’de Adonis olduktan sonra, onu her yıl bir yaban domuzu öldürürdü. Dahası, Tanrıdan akan damlaları dağlara düşünce, kırmızı kır gelinciği (Mayıs, Haziran aylarında çiçek açan; tarlalarda, bozkırlarda ve taşlık alanlarda yetişen) olurdu. Onlara Adonis’in kan damlaları deniyordu. Bu holocaust ile şu efsane birleştirilince domuz etinin bazı kavimlerde neden yasak olduğu ortaya çıkar. Dişi domuzlar Kybele’ye adanıyordu, ayrıca Temmuz ayında domuz Tammuz’u ölüme gönderiyordu. Yoksa dünyanın başka sıcak yerlerinde yenilen domuzun trişin denilen paraziti yok muydu?

2.8.2. Pessinus’daki Kybele Festivali

Pessinus’dak Kybele festivali 22 Mart’ta başlardı. Platformun ortasında kutsal bir çam ağacı bulundurulurdu. Başka bir çam ağacı parçası da sanki ölü bir ceset gibi kefene sarılıp, üzerine taçlı dağ lalelerinden çelenkler konurdu. (Attis çam ağacına dönüştüğünde, kesilen penisinden damlayan kanlardan taçlı dağ laleleri oluşmuştu). Bu sembolik ceset bir su kıyısına götürülür ve sonra bir mezara konurdu.

23 Mart’ta yalnızca borular çalınırdı. 24 Mart’ta Attis’in başpapazı, yani Arkigallos, damarlarından bir miktar kan çıkartarak tanrıçaya sunardı. Ondan sonra gürleyen davullar, dümbelekler, çınlayan büyük ziller, çığlıklar salan flütlerle hüzün verici bir müzik başlardı. İkinci derecedeki rahipler başlarını sallayarak fırıl fırıl dönerken, uzun saçları, giydikleri uzun etekler etrafa savrulurdu. Kendinden geçen bu rahipler, bıçaklarla kendilerini yaralar, kutsal ağacı da platformu da kan içinde bırakırlardı. Dans eden rahipler, Kybele yeryüzü tanrıçası olduğu için, sık sık da yere dokunurlardı. Bu raksı seyredenlerin bazıları aşka gelerek, papazların önceden bileyip hazırladıkları bıçaklardan birini kapınca, kendi erkeklik organlarını kökünden keserlerdi. Kesilen kısımlar büyük saygıyla sarılıp sarmalanır Kybele’ye ait kutsal bir yeraltı hücresinde toprağa gömülürdü. Böylece Kybele’ye sunulmuş olurdu. Bu surette gebe kalan toprak harekete geçirilmiş ve ilkbaharın doğuşu da hızlandırılmış olurdu. Bunun içindir ki, ilkçağda bereket tanrıçaları, kutsal sevgiliyi yani Attis’I simgeleyen papazlardan kendilerini gebe bırakacak dualar etmelerini beklerdi. Bu törende erkeklerini kesip atanlar papaz adayı olurlardı. Pek erken çağlarda Artemis papazları, Suriye’de Astoret, özellikle Asur’daki Babil’deki Fenike’deki ve Arabistan’daki rahipler hep böyle dua ederlerdi.

Törenin gecesinde tapınanların kederi birdenbire bir sevince dönüşürdü. Bir ışık peydah olur mezar açılır ve içinden Tanrının cesedi çıkartılırdı. Ondan sonra doğan tanrı kutsal bir nehirde yıkanırdı. Bu bir çeşit vaftiz, bir temizlenme ve bir gusül aptestiydi.

Kybele’nin papazların ayrı ayrı adları vardı. Bu papazlara, Kabir, Koribant ve Daktil denirdi. Telkin, Semivir ve Gallis denildiği de olurdu. Bunların hepsinin penisleri kökünden kesilmişti. Bu olay gerçekleşmedikçe papaz olamazlardı. Bu ritüel, sonraki yıllarda Semitik halklarda (Arap ve Yahudiler) penisin tamamını değil ama ucundaki deriyi (erkeklerde prepusium, kadınlarda klitoris) kesme şeklinde ortaya çıkacaktır.

Ölüp yeniden dirilme motifi, birçok uygarlıkta mevsimsel döngülere göre hareket eden tarımsal üretime ait doğa-üstü bir metafordur. Kutsal evlilik ve ölüp dirilen tanrı imajı değişik adlarla sürekli tekrar etmiş bir olgudur ve birçok toplumda eşleniği görülmüştür.

Tanrı/tanrıça çiftleri bereket ve yaşam verme gücünün birlikteliğini sunarlar. Bu bütünlüğün eril tarafı genellikle tanrıçanın ya çocuğu ya da kardeşidir. Dişil öğe kalıcı ve değişmez dünyayı simgelerken dölleyici pozisyondaki ölüp dirilen tanrılar bahar-kış çelişkisini simgeleyerek yaşam ve doğanın döngüsel hareketini deşifre ederler.

2.9. Efes Kentinin Kybele’si Afrodit

Efes Kenti çok uzun süre Kybele kültünü muhafaza etti. Kybele’nin rolü sonradan Yunan döneminde Artemis’e, Roma döneminde de Diana’ya yüklendi. Genel olarak Ana Tanrıça olarak Artemis’e tapıldı.  Bahsi geçen tanrıçaların, bereketi, biyolojik döngüyü temsil etmeleri gibi bir ortak paydaları vardır.

Artemis onuruna Dünyanın yedi harikası arasında sayılan (Roma egemenliğinden sonra Diana Mabedi diye anılacak) Artemision tapınağı inşa edildi (Resim 37). Yapılışı MÖ 650-550. Tapınak 45.7 x 91.4 metre bir platform üzerine inşa edilmişti. Platforma 13 merdiven basamağı ile çıkılıyordu. Tümüyle mermerden yapılmış tapınağın her biri 20 metre yüksekliğinde 127 sütunu vardı. 

Resim 37 - Dünyanın yedi harikasından biri Artemision tapınağı.

1956 yılında Efes’ te yapılan kazılarda iki adet Artemis heykeli bulunur. Arkeologlar, bu heykellerden birini ‘Güzel Artemis Heykeli’ diğerini de ‘Büyük Artemis Heykeli’ olarak isimlendirirler. İki heykel de bugün Efes Müzesinde sergilenmektedir.

Büyük Artemis heykelinin başının üzerinde üç katlı kule bulunur (Resim 38). Bu onun şehrin koruyucusu olduğunu sembolize eder. Tanrıçanın ensesinde dolunay biçiminde büyük bir disk vardır. Artemis bozulmamış aydır ve alnında ki hilal ile Yunanlı Artemis gibi onun da ay tanrıçası olduğuna vurgudur.

Resim 38 - Artemis Kült Heykeli (Büyük Artemis) - Efes Müzesi-Selçuk/İzmir. Heykelin bulunduğu Yer:Efes Prytaneion’u (Belediye Binası)-1956. Dönemi: MÖ 1. yy Roma

Efes Artemis’i bir doğa tanrıçasıdır; doğurganlığı, verimliliği ve bereketi simgeler. Boynundaki gerdanlığın altında bulunan dört sıra halindeki onlarca meme,  (Polymastos: çok memeli), bolluk ve bereket anlamına gelir. Ensesi dolunay biçiminde bir diskle çevrilidir, bu onun bakireliğinin işaretidir. Alnındaki hilal ise ay tanrıçası olduğunun işaretidir. Diskin iki yanında beşer grifon, yani kartal başlı aslan vardır. Altı kat halindeki eteği, dörtgen biçimli plakalara bölünmüştür. Her dörtgenin içinde aslanlar, boğalar, keçiler, grifonlar, sfenksler ve arılar kabartma olarak gösterilmiştir. Bunlar Artemis’in doğa üstündeki egemenliğinin simgeleri olarak kabul edilir. Efes Artemis heykelinin değişmez kutsal simgelerinden biri de üç sayısıdır. Bu sayı ile Artemis’in üçlü karakteri dile gelmektedir; bakire, kadın ve anne.

Güzel Artemis, Roma döneminde yapılmış olup doğunun izlerini taşımaktadır (Resim 39). Güzel Artemis heykelinin boynunun iki yanında 5 adet kartal başlı aslan bulunmaktadır. Gerdanlığında, burçları, hakimi olduğu güneş-ay-gezegenler döngüsü kozmolojiyi yansıtır. Göğüs bölgesinde yaklaşık 40 kadar, düzenli bir sırada betimlenmiş meme tasviri dikkat çekmektedir. Yapılan son çalışmalar, aslında meme olarak düşünülen bu tasvirin boğa testislerini ifade ettiğini göstermektedir. Bu betimleme, ana tanrıçanın bereketine yapılmış bir övgüdür. Etek kısmında, dörtgen plakalar halinde hayvan betimleri göze çarpar. Her dörtgenin içinde boğa, keçi, aslan, arı, grifon, sfenks bulunmaktadır. Bu betimleme, Artemis’ in doğa ve kozmik enerji üzerinde ki hükmünü ifade eder ve tamamen Efesli Artemis’ e özgüdür.

Resim 39 - Artemis Kült Heykeli (Güzel Artemis)-Efes Müzesi-Selçuk/İzmir-Bulunduğu Yer:Efes Prytaneion (Belediye Binası)-1956. Dönemi: M.Ö.1. yy Roma

Anadolu’da Efes’te, Artemis, Yay taşımaz, Phrygia Kybele’si ile özdeştirilir. Tanrıça, ayakta ve tamamen giyinik olarak tasvir edilmiştir. Başında silindirimsi çemberlerle tutturulmuş bir örtü, gri-fon ve sfenkslerle süslü üç katlı bir taç vardır. Heykelin yüzünde tatlı bir ciddilik görülür. Kaşlar sertçe çekilmiş, gözler badem şeklindedir. Şişkin dudaklar birbirine yapışık şekilde işlenmiştir. Boyun kalın ve gerdanlıkla süslüdür. Göğsünü girlantlar ve yumurta şeklinde bereket sembolleri doldurur. Etek kısmı bölümlere ayrılmıştır, her bölüm kutsal hayvanlara ait kabartmalarla doludur. Elbise uçları, ayak bileklerinden bir bağ ile boğulmuştur. Ayakların yalnız uçları görülür. Bazı yorumcular gögüs olarak yorumlanan  yumruların aslında boğa testisi olduğunu iddia etmiştir.

 2.10. Giritli Ana Tanrıça Rhea

Yunan tanrılarının anası olan Rhea Girit kökenlidir (Resim 40).  Doğan her çocuğunu yutan Gök Tanrısı Kronos ile evli olan Rhea, Zeus’u Girit’te bir mağarada doğurur. Bu olay matriyarkel toplumdan patriyarkel topluma geçiş ile birlikte olmuştur. Patriyarkel toplumda baştanrının bir erkek olmasına karar verildikten sonra Baştanrıçaya bir çocuk doğurtularak Zeus yaratılmış ve baştanrıça tanrılar panteonundan çıkarılarak neredeyse ölümlü insana dönüştürülmüştür. Bu değişim daha sonra Yunanistan’a da oradan Roma’ya da geçecek ve yaygınlaşacaktır.   

Minos kültüründe Zeus, tıpkı Dumuzi ve Tammuz’da olduğu gibi doğanın ölüp-dirilmesiyle eşgüdümlü bir yaşam süren bitki tanrısıdır. Zeus, toprağı simgeleyen annesi Rhea ile birleşecek, onu dölleyerek doğada bereketi sağlayacaktır.

Resim 40 – Giritli Tanrıça Rhea

Giritli Rhea ile Anadolulu Kybele’nin hangisinin diğerine esin kaynağı olduğu yanıtlaması zor bir sorudur ve elde de fazla veri yoktur.


3. KYBELE KÜLTÜ YUNANİSTAN’DA

3.1. Altıncı yüzyılın başında Yunan toplumların Kybele ile tanışması

Phrygialı Ana Tanrıça, Anadolu’dan MÖ 6. yüzyılın başlarında Yunan dünyasına geldi ve orada güçlü bir varlık haline gelerek Yunan toplumu üzerinde kalıcı bir etki oluşturdu. Çeşitli Yunan kentlerinde önemli kült yerleri ve çok sayıda özel adak edindi. Phrygia’daki kült ünvanı Matar, Yunanistan’da Meter(ana) adıyla kullanıldı. Yunanlar ona ayrıca Meter Megale (büyük ana), Meter Antropon (insanların anası), Meter Theon (tanrıların anası) Manga Mater Deum İdea (İda Dağı tanrılarının büyük anası) da derler. Dağ anlamına gelen kubileya sıfatı da Yunan edebiyatında Kybele adıyla anılmıştır (Resim 41).

Meter kültünün Yunanistan’a gelmesiyle birlikte hiçbir zaman Yunan toplumu tarafından kabul görmeyecek, hadım rahipleri yani Galluslar da geldiler. Ancak onların Yunanlılar tarafından hoş karşılanmadıkları ‘yıkıcı, barbar, sorunlu topluluk’ kelimeleriyle açıklanabilecek ‘gallus’ olarak adlandırılmalarından anlaşılmaktadır.


Kybele, Yunan edebiyatında, özellikle Atina tiyatrosunda ünlü bir kişilik oldu. Ünü arttıkça adı, görünümü ve geçmişi Helenleştirildi; Rhea ve Demeter gibi tanrıçalarla bütünleşti. Ama gene de yabancı statüsünü korudu. O Asyalı Ana, Phrygia’lı Kybele idi. 

Resim 41 – Tanrıça Kybele Yunan atribüleri tef ve aslan ile birlikte

Tanrıça Yunan dünyasında ilk olarak Anadolu’nun batı kıyısında ortaya çıkar. Miletos, Smyrna ve Kyme’de(Aliağa) kabartmalar bulunmuştur. Tanrıçanın tapımı oradan kara Yunanistan’a ve daha batıdaki Sicilya, İtalya ve Güney Fransa’daki Yunan kentlerine yayılmıştır. Atina agorasında tanrıça için Metroon tapınağının yapılmasıyla tapımı Atina’da resmen tanınmıştır. Olympia, Kolophon ve diğer Yunan kentlerinde de Meter bilinmekteydi.

Yunanlılar Ana Tanrıça’ya yaygın bir şekilde tapmalarına karşın yine de onu barbar bir tanrıça sınıfına soktular. MÖ 5. yüzyıl da Yunanlılar Ana Tanrıça kültü ile ilgili olarak, gizem kültü yoluyla tapınmak ve deliliğe varan taşkınlıklar ya da esrime (kendinden geçip tanrıyla bir olma hali) ayinleri yapmak gibi ritüeller geliştirmişlerdir. Birçok Yunan yazar bunlara olumsuz bakıyordu ve bu özellikleri tanrıçanın Phrygia kökenlerine bağlıyorlardı.

Meter adı metinlerde, ilk olarak MÖ 6. yüzyılın ortasında yazılmış, 14. Homerik ilahide görülür:
'Ulu Zeus’un kızı, berrak sesli Musa, tüm tanrıların ve insanların Ana’sını söyle bana; O, zillerle teflerin çın çın ötmesinden, flütlerin uğultusundan, kurtlarla parlak gözlü aslanların sesinden, yankılanan dağlardan ve ormanlık vadilerden zevk alır. Selam sana ve şarkıya katılan tüm tanrıçalara.’

Ana Tanrıça, burada her şeye kadir olan tanrıça, tanrıların ve insanların atası olarak sunulmuştur. Ona, doğaları onun karakterine uygun olan, yabani hayvanlar eşlik etmektedir. Tanrıça açık havayı sevmekte ve kentlerden uzak durmaktadır. Kendisini, kulakları tırmalayacak düzeyde yüksek sesler çıkaran, ona eşlik eden hayvanların sesini taklit eden, müzik aletleriyle(ziller ve teflerle) kuşatmıştır. Meter, Yunan panteonunda ikinci dereceden bir tanrıça olsa da Yunan tanrılar grubunun bir üyesiydi ve diğer tanrılara yapıldığı gibi ona da Musa’lar aracılığıyla yakarılıyordu. Yunanlılar, Yunanistan’a Anadolu’dan geldiği bilinen Kybele’ye de, Olymposlu altı esas tanrının anası olan tanrıça Rhea’ya da, ana tanrıça diye sesleniyorlardı. 

Tanrıçayı, Anadolu’da dağ kabartmalarında olduğu gibi, bir yapının duvarlarını ve beşik çatısını andıran bir çerçeve içinde dururken gösteren mermer kabartma örnekleri, Miletos’da da bulunmuştur. Bu kabartmalar MÖ 6. yüzyılın ikinci çeyreğine tarihlenmiştir. Miletos adaklarının ayakta duran figürleri giysi, poz ve atribüler bakımından tamamen Helenleşmiştir. Kabartmalarda ayakta duran kadın figürleri İon genç kız heykellerinin khiton, pelerin ve örtüden oluşan tipik kostümleri içindedir. Bu kadın figürlerin bazıları bir ellerinde, gögüsleri hizasında nar tutarlar.

İonia’lı Yunanlılarla Anadolu kültlerinin kesiştiği bir başka nokta, İonia’lıların Sardes’le ilişkileri nedeniyle, Lydia idi. Sardes kazılarında Meter kültüne çok benzeyen bir tanrıça kültüne ait kanıtlar elde edilmiştir. Sardes tapınak anıtında aslanların yer alması dikkat çeker. Aslan aynı zamanda Lydia kral ailesinin güç simgesiydi. Kentleri koruyan bir tanrıça olan Kubaba’ya adanmış kült eşyaları arasında aslan öne çıkmaktadır. Lydia kültündeki aslan, Yunanlıları etkilemiş olması bakımından da önemlidir.

Aslankaya tapınma cephesi bir yana bırakılırsa, aslan, Phrygialı Matar’ın yaygın atribülerinden değilken, Yunan Meter’in standart bir atribüsü haline gelecekti. Aslanın Yunan Meter’in bir simgesi olarak kolayca kabullenilmesinin bir nedeni, Yunan kentleriyle yakın temas içerisinde olan Lydia’lıların, kült eşyalarında çok kullanılması olabilir.  

Tanrıçanın görsel biçiminin Phrygia’da ve Lydia’da görülen ayakta duruş pozundan, Yunan toplumunda neden oturuş pozuna dönüştüğü, tam olarak belli değildir. Yunan oturan heykel geleneğiyle aşınalık, oturuş pozunu daha cazip hale getirmiş olabilir. Kyme’de(Aliağa İzmir) gün ışığına çıkarılan parçalar, khiton giymiş bir oturan tanrıçayı göstermektedir. Bacakları arasından inen üç kumaş kıvrımı, Diadem’de bulunan oturan figürlerde de görülen bir ayrıntıdır. Kyme yakınlarındaki Sipylos Dağı’nda bir kayaya oyulmuş olan ve oturan bir kadını gösteren büyük kabartma, böyle ürkütücü bir figür örneği olabilir. Bu kabartma Hitit  İmparatorluk Dönemine ait bir yapıt olmasına rağmen, Hellenistik Dönem Yunan yazıtlarında Meter Sipylene olarak tanımlanmış olup, MÖ 6. yüzyıl Yunanlıları bu figürü tanrıça Meter’le ilişkilendirmiş de olabilirler.

Yunan dünyasındaki oturan Meter figürlerinin tarihinin, Didyma’da(Didim) bulunan oturan figürlerle paralellikleri göz önüne alınarak MÖ 6. yüzyıl ortasına dayandığı ileri sürülür. MÖ 6. yüzyıl sonlarına doğru Yunan Meter kültünde önemli bir simge haline gelecek yeni bir öğe ortaya çıkar. Bu Meter’in sol elinde görülen teftir. Tef atribüsünün Anadolu’da örneği yoktur. MÖ 5. yüzyıl ve sonrasında Meter ikonografisinde oturan tanrıçanın sol elinde bir tef, kucağında bir aslan ve uzattığı sağ elinde de derin olmayan bir kase vardır. Tef bu tarihten sonra Geç Roma Dönemine kadar varlığını sürdürecektir. Tefin kökeni antik Yakın Doğu’dadır. Tef, Asur’da, Güneydoğu Anadolu’daki Geç Hitit merkezlerinde ve Kıbrıs kült törenlerinde kullanılmıştı. Ama henüz Phrygia’da kullanıldığına dair bir buluntu yoktur. Yunanlılar kuşkusuz tefin doğu kökenli bir müzik aleti olduğunu biliyorlardı ve Phrygialı tanrıça da doğudan gelmiş olduğu için tefi onunla bağdaştırmışlardı.

Tanrısal ana kavramı, Yunan panteonunda yerleşik durumda olan Rhea, Hera ve Demeter gibi tanrıçalar tarafından zaten temsil ediliyordu. Ayrıca tüm tanrıların anası olarak Meter Aphrodite’nin alanına da giriyordu. Yunan Meter’i 6. yüzyılın sonunda vahşi yerlerin ve serbestçe dışa vurulan dinsel heyecanın tanrıçası olarak Yunan kültüne girmişti. Tüm tanrıların ve insanlığın anası olarak onun herşeye gücü yeterdi. Ancak bir Yunan topluluğundaki toplumsal bağları ya da kent kimliğini pekiştiren bir tanrıça değildi. Bu noktalar, tanrıçanın kültünde MÖ 5. yüzyıl ve sonrasında önem kazanacaktı.

3.2. Yunanistan Klasik Dönemde(Altın Çağ) Kybele (MÖ 5-4. yüzyıl)

MÖ 5. ve 4. yüzyılda Klasik Dönemde, karşımıza daha da canlı bir Meter portresi çıkar. Tanrıça, Yunan kült geleneğinde, halka açık kutsal alanlarda tapınılan ve kendisine yüzlerce kişisel adak sunulan bir figürdür. Giderek diğer Yunan tanrıçaları Rhea ve Demeter’le kaynaşmış, dinsel törenleri de, Dionysos ve Pan gibi önemli Yunan tanrılarının dinsel törenleriyle birleşmiştir.

MÖ 5-4. Yüzyılda Yunanistan’da Kybele’nin önem kazanmaya başladığı dönemde Anadolu’da İonia kentlerinde Meter kültüne ilgi azalmaya başlamıştı. Bunu Anadolu’nun Pers işgali nedeniyle  kentlerin giderek güçsüzleşmesine ve doğudan gelen Patriyarkel anlayışın öne çıkmasına bağlanabilir. 

Klasik Dönem’de Meter kültü, genellikle bir tahtta oturur durumda gösterilir. Omuzlarından tutturulmuş bir khiton ve kıvrımları kucağına dökülen bir khimation(pelerin) giymektedir. Tanrıçanın başında genellikle alçak bir taç ya da polos bazı örneklerde de sırtına dökülen bir örtü vardır. Tahtın koluna dayadığı sol elinde bir tef, sağ elinde ise tanrılara sıvı adağı sunmakta kullanılan standart Yunan kabı olan yayvan bir kase(phiale) tutmaktadır. Birçok örnekte ya tanrıçanın kucağına kıvrılmış bir aslan ya da tahtın dibine çökmüş iki aslan görülür. Bazı heykellerde tanrıçanın sağ elinde tuttuğu yayvan kap, bazı Yunan tanrılarının elinde de bulunabilir. Bu kap, tapınıcıların tanrılara sunduğu sıvı adakları simgelediği için, figürün tanrısal bir varlık olduğunu gösterir (Resim 42). 

Resim 42 - Pire’den Meter naiskosu, tanrıçaya eşlik eden iki kişiyle birlikte. Tanrıça sol elinde tef sağ elinde kase tutuyor kucağında ise bir aslan yavrusu yatıyor. MÖ 4. yüzyıl.

Eğer aslan bir Yunan uyarlamasıysa, Meter betimine tefi de Yunanlar eklemiştir. Yunan betimlerinde tanrıça her zaman tefi sol elinde tutarken gösterilir, sanki sağ eliyle de tefe vurmaya hazırlanmaktadır. Bu müzik aleti tanrıçanın yaptığı eylemi değil, onuruna düzenlenen dinsel törenleri simgeler, bu törenlerde tapınıcıların vurmalı çalgılarla yaptığı müziği cisimlendirir.

Meter’in dinsel törenleri, herkesin gözü önünde ve herkesin katılımına açık olarak yapılmayan, gizli kutlanan, yalnızca külte giren kişilerin, yani mystai’nin(erenlerin) katılabildiği gizem ayinleriydi. Ayinler belli ki gece yapılıyordu. Kaynakların meşale kullanımından sık sık söz etmesi bu savı doğruluyor. Gece ayinlerinin görsel etkisi müzikle güçlendirilmiş olabilir. 

Resim 43 - Pire’den adak kabartması. Meter ve kendisine eşlik eden iki görevli. MÖ 4. yüzyıl ortası
Meter’e yalnızca gizem kültü aracılığıyla değil, bireysel olarak da tapınılmıştır. Meter kültü birçok kişinin hissettiği bir gereksinimi, yani devletin resmi dinin debdebesinden ve katı kurallarından sıyrılarak, tanrıyla doğrudan ilişki kurma arayışını karşılamaktadır (Resim 43).

3.3 Meter’in Yunan Kent Devletindeki Konumu

Kybele’ye, Meter’e adanmış tapınma yerlerinde, yani Metroon’larda da tapınılıyordu. Metroon’un varlığı, pek çok insana açık olan, adaklı, dualı, resmi bir kültün belirtisidir. MÖ 5. yüzyılın sonunda Olympia’da Zeus kutsal alanına bir Metroon inşa edilmişti. Meter kültünün Olympia’ya getirilmesi, Meter’in Rhea ile özdeşleştirilmesiyle ilgili görünüyor.

MÖ 6. yüzyıl boyunca Meter, Atinalılardan kişisel kült sunuları almıştı. Tanrıçanın Yunan kent merkezinde tanınması MÖ 5. yüzyıl başlarında Atina Agorası’nda inşa edilen bir Meter tapınağı ile olmuştur. Bu ilk kent Metroon’u, Agora’nın güneybatı kanadında bulunan ve eski yayınlarda Eski Bouleuterion (Meclis Binası) olarak adı geçen binadır (Resim 44).  Zaman içinde döküntü haline gelen yapı MÖ 150’de aynı temeller üzerinde Hellenistik Metroon olarak yeniden yapılmıştır. İlk yapılan erken Metroon MÖ 480’deki Pers istilası sırasında Agora’daki diğer yapılar gibi yıkılmış MÖ 460 civarında onarılmış ve 5. yüzyıl sonlarından itibaren devlet arşivlerinin saklandığı bir depo olarak kullanılmıştır.

Resim 44 - Atina Agora’nın güney batı bölümü. Soldaki silindirik yapı devlet görevlilerinin yemeklerini yediği bina. Onun hemen sağındaki kiremit çatılı alçak yapı eski meclis binası (Bouleuteria), yanındaki daha yüksek olan ise yeni meclis binasıdır. Yeni bina MÖ 425’de yapılmıştır. Tepede görülen tapınak ise Dor tarzından inşa edilmiş Hephaestus tapınağıdır.

Anlatıya göre MÖ 5. yüzyıl sonu, 6. yüzyıl başlarında Atina ile Sparta arasındaki Pelopennes savaşları sırasında, Atina’ya Phyrgia’dan büyük Ana’nın ritlerini tanıtmak amacıyla bir rahip (metragyrtai) gelmiş. Kendi inanışlarına tehdit oluşturan rahibi, tutucu Atinalılar, uçurumdan atarak öldürmüşler. Bu olayın hemen ardından kente bir veba salgını ortaya çıkmış. Herkez başlarına gelen bu felaketin, rahibin öldürülmesi nedeniyle Kybele’nin lanetiyle gerçekleştiğine inanmış. Delphoi kahininin, Atinalılara veba salgınından kurtulmak için ana tanrıçaya bir tapınak inşa etmelerini önermesi üzerine MÖ 430’da Atinalılar Metroon’u (Meter Tapınağı) inşa etmişler.

Bu olay, matriyarkel bir tanrıça olduğu için Zeus’u doğurmuş olmasına karşın, devletçe resmen Panteon’a kabul edilmemiş olan Kybele’ye, Atina’da bağlı olanların çok olduğunu gösteriyor. Sinoplu Diogenes’in (Sinoplu Diyojen) içinde yaşadığı fıçı, Kybele’nin bu tapınağının önündeydi (Resim 45).

Resim 45 - Metroon önünde fıçısının içinde yaşayan filozof Diogenes, Büyük İskender ile konuşurken.

Metroon’un kuruluşuyla ilgili ‘O Phrygialı adamın‘ öyküsü ilk kez  MS 4. yüzyılda, Roma İmparatorluk tahtında iki yıl kalmış, Hiristiyanlıktan Pagan dinine dönmüş, Roma İmparatuarı Flavius Claudius Iulianus’un (Julianus Apostata (Dönme Julianus) MÖ 331-363) söylevlerinde bulunur. Bu konudaki en zengin anlatımı ise  MÖ 9. yüzyılda Photios yazmıştır. Photios’un anlattıklarıyla Iulianus’un anlattıkları bağdaşmaktadır.

Kimileri der ki, adamın biri Attika’ya geldi ve kadınları Tanrılar Anası’nın gizemlerine soktu. Atinalılar onu baş aşağı bir çukura atarak öldürdüler. Veba salgını baş gösterdiğinde, bir bilici öldüren adamın ruhunu yatıştırmalarını söyledi. Bu yüzden metragyrtes’i öldürdükleri yerde Bouleuterion’u inşa ettiler. Çevresini bir çitle çevirerek onu Tanrılar Anası’na adadılar ve metragyrtes’in heykelini diktiler. Metroon’u arşiv ve yasal belge deposu olarak kullandılar, çukuruda doldurdular.’- Photios.

Metragyrtes kimdi? Bu sözcük Yunanca ana ve toplamak sözcüklerinden türetilmiştir. Metragyrtes ‘Ana için toplayan’dır. Sözcük, çevrede dolaşarak kült için (kendisi içinde) sadaka toplayan bir Meter rahibini ifade ediyordu.

Yaygın bilinen söylenceye göre, kente bir yabancı gelir. Halkın bir bölümünü, kadınları yeni bir tanrının dinine döndürür. Toplum buna sert tepki göstererek yabancıyı öldürür, bunun üzerine tanrı salgın bir hastalık yayarakintikam alır. O zaman toplum tanrının gücünü kabul ederek ona büyük saygı gösterir.

İnsanları yeni bir tanrının dinine döndüren metragyrtes öyküsü, Hiristiyanlık dahil birçok dinde rastlanan bir öyküdür. Yeni dine direniş, Yunan paganizminin değişken yapısından çok, Kuzey Asya’yı dolaşarak kadınlar arasında kazandığı taraftarlara din değiştirten ve bu yüzden zindana atılan Aziz Paulus’u anımsatır. Ayrıca tanrının rahibine saygı göstermeyen insanların cezalandırılması için veba salgınının kullanılması, Homeros’un İlyada’sı (MÖ 800)  kadar eski bir öykü motifidir.

MÖ 412’de yazılmış olan Euripides’in Helene’sinde Phrygialı Ana Tanrıça, Demeter ile iyice bütünleştirilmiştir. MÖ 4. yüzyılın başında Meter kültüne gösterilen tepkiler büyüyor. Bu dönemde Metragyrtes, doğulu aşağılık barbarların simgesi haline gelmişti.  Euripides’in Bakkha’ların tüyler ürpeten sonu, Meter’in teflerinin katkısıyla taşkın duyguların serbestçe dışa vurulduğu, esriklik içeren dinsel törenlerden duyulan huzursuzluğu canlı bir biçimde anlatır.

Bu olumsuz yargılar, Yunanlıların sadece Doğulu kültlerle değil, genel olarak Doğululara, özellikle de Phrygia’lılara karşı olumsuz bir tutum içinde olduklarını yansıtmaktadır. Pek çok Yunanlı öteden beri Phrygia’lıları hor görmüş ve onlara köle gözüyle bakmıştı ama bu kişisel tutum MÖ 5. yüzyılın ikinci yarısında neredeyse kamu ideolojisi durumuna erişti. Yunanların en az MÖ 8. yüzyıldan beri sürekli ilişkide olduğu tarihsel bir halk olan Phrygia’lılar, efsanevi Troialılar ile karıştırılır hale geldi ve Aiskhylos tragedya sahnesinde iki halkı eşdeğer olarak tanıttı. Böylece Phrygia’lılar Yunanlıların ezeli düşmanlarıyla özdeşleştirmiş oldular. MÖ 5. yüzyılda Troialılar doğulu barbarların simgesi haline geldi. 
Resim 46 - Solda Demeter, sağda Afrodit- Milo Venüsü

Anadolu’nun Anası, Yunan topraklarına geldiğinde kişiliği parçalanmış ve bereket, cinsellik, doğurganlık gibi özellikleri başka tanrıçalar arasında paylaştırılmıştır. Giritli Rhea, Kybele ile özdeş sayılmıştır. Tarım ve bereket tanrıçası Demeter (Roma’da Ceres), ana tanrıçanın kişiliğinin bir parçasıdır. Üstelik ad olarak da ( De-meter) “ana” sözcüğünü içerir. Güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit (Roma’da Venüs), Fenikelilerin Astarte’sinden evrilerek Yunan tanrıçası olmuştur ve ana tanrıçanın aşk yetisini simgeler (Resim 46).

Av ve vahşi doğa tanrıçası Artemis (Roma’da Diana) Yunanistan ve Roma’da bekareti simgelese de anayurdu Anadolu’da Kybele’nin devamı olmayı sürdürür. Efes Artemis’i (İyon Kybele’si) bereket, üreme ve doğurganlığın sembolü olarak Ana Tanrıça’nın görkemli bir görünüşüdür. Onun da tıpkı Kybele’ninki gibi, Megabyzos denen hadım rahipleri vardı.

3.4. Eski Yunanistan Orfik Anlatımına Göre Kybele

Kybele’nin Orfik (Eski Yunanistan’ın gizemli dini) anlatımına göre bir zamanlar gökler, denizler, ve kayalar birbirinden ayırt edilmeyecek halde iç içe geçmişti. Ama bir gün birdenbire bir esrarengiz ses duyulmuş, gökler ve denizler birlikte bir evren doğurarak birbirlerinden ayrılmışlar. O esrarengiz melodi Urinom’un (Kybele’nin) doğduğunu ilan ediyormuş. Kybele’nin sembolü de ay imiş. Bütün evrenin yüce tanrıçası Kybele ıssız bir dünyada, boş sular, çıplak çorak topraklar ve gökte dönen yıldızlar altında yapayalnız kalmış. Avuçlarını birbirine sürtünce, aralarında büyük yılan Ofiyon kayıp çıkmış. Kybele onunla flört etmiş. Bu sevgi ve kavuşmanın yuvarlanış sarsıntılarıyla topraklar devrilip dağlar oluşmuş, sular fışkırıp nehirler akmış, göller toplanmış, birçok sürüngen yaratık oluşmuş.

Yaptığına pişman olan Kybele yılanı öldürüp gölgesini yani ruhunu yer altına göndermiş. Kybele kendine de bir ceza vererek Hekat adıyla bir kısmını da yer altına göndermiş. Ölü yılanın ortalığa savrulan dişlerinden çoban ve sığırtmaç insanlar peydah olmuş. Bunlar ceviz, incir, üzüm gibi ağaç yemişleriyle geçiniyorlarmış. Henüz daha madenleri tanımıyor taş devrini yaşıyorlarmış.
Kybele gökde, denizde, karada yaşamaya devam etmiş. Karada adı Rhea olmuş. Soluğu taze çalı ve çiçek kokuyormuş. Gözleri ela imiş (glaukopis-Yunan mitolojisinde Athena’nın göz rengini belirtmek için de kullanılmış.). Rhea olarak Girit adasını ziyaret etmiş. Yalnızlığına çare olsun diye güneş ve buhardan sevgilisi Kronos’u yaratmış. Analık duygusunu ve özleyişini doyurmak üzere, her yıl İda dağında Dikte mağarasında bir güneş oğlu doğururmuş. Kronos ise çocukları kıskandığı için onları öldürüyormuş. Kybele sonunda bu işe öfkelenmiş, Kronos’un sol elinin beş parmağını keserek onlardan Daktil’ler yani beş parmak tanrılarını (parmak büyüklüğündeki cüceler) yaratmış. Kybele altıncı olarak doğurduğu Tanrıya Zagreus (Zeus değil Frigya dilinde bir isim) adını vermis.

Zagreus Yunan mitolojisinin ikincil tanrıları arasındadır. Genellikle şarap tanrısı Dionysus ile ilişkilendirilir. Orpheus tarikatına bağlı kişiler tarafından tapılırdı. İnançlarına göre Zeus ile Persephone’nin oğluydu. Yunan efsanesinde Zeus ile Kronos birbirine karışmış.

Zeus'un isteği Zagreus’un kendisinden sonra tahta oturmasıydı ama kocasının sadakatsizliğinden nefret eden Hera, Titanlardan Zagreus’u öldürmelerini ister. Zagreus oyuncaklarıyla oynarken Titanlar çocuğu kaçırmak isteyince tehlikeyi sezen çocuk kendini değişik hayvanların formuna sokarak Titanlardan kurtulmak istemiş. Zagreus en son bir boğa kılığındayken Titanlar tarafından yakalanıp, öldürülmüş ve yenmiş.

Sonunda Zeus, Titanları gökten gönderdiği şimşekler ile yok eder. Titanlar küle dönüşür. Titanların kötülük dolu külleri ile Zagreus’un kutsal vücudunun birleşiminden insanlar oluşur. Bundan dolayıdır ki insanlar hem şeytan kadar kötü, melek kadar iyidir. İki özelliği de bünyelerinde taşırlar. Onun için insanlarda tanrısal bir özellik var sayılır. Persephone (yerine göre Athena’da olabiliyor), Zagreus’un hala canlı atan kalbini bulmayı başarır Zeus’da bu kalbi Semele adlı ölü bir kadının vücuduna yerleştirir. Böylece Semele Zagreus’a yeniden can verir.

Yukarıda anlatılan mitin birde başka bir biçimi vardır. Nehir tanrısı, Sangarios’un (Sakarya nehri) Nana adlı bir kızı vardır. Bu kız Agdistis’in yani Kybele’nin kanından yetişen bir badem ağacının beyaz çiçeklerinden gebe kalır (Badem ağacı ilkbaharda yapraklarından önce çiçek açan ağaçtır).
Başka bir anlatıma göre kız, nardan gebe kalır (nar bereket sembolüdür) ve Attis’i doğurur. Kybele/Adistis kızı o kadar kıskanır ki, Attis’i çıldırtır. Attis erkeklik organını keser, kendini öldürür. Kybele ettiğine pişman olur ve Attis’i çam ağacına dönüştürür. (Bakkhaların taşıdığı çam dallarının uçundaki çam kozalağı önemlidir. Çünkü hem bir fallosu(penis biçiminde objeler) hem de Attis’I temsil eder). 

3.5. Klasik mitolojiye göre Kybele

Klasik ve formel mitolojiye göre Kybele, gök ve toprağın kızı idi. Sonradan Kronos’un karısı olur. Kybele’nin çocukları Zeus, Hera, Poseidon ve Hades idi. Kybele doğar doğmaz bir ormana bırakılır. Kendisine yabani hayvanlar bakarlar. Kybele Phrygia’lı genç ve güzel Attis’e aşık olur. Kendisine tamamıyla sadık kalması şartı ile sevgilisini inancını yaymasıyla görevlendirir. Attis, Kybele’ye ettiği yemini unutarak Sangarid adlı peri kızıyla evlenir. (Sangarid Sakarya nehrinin kızı demektir) Kybele kıskançlıktan peri kızını hastalandırarak öldürtür. Attis o kadar üzülür ki kendi erkekliğine kıyar, kendini öldürmeye kalkışır. Kybele Attis’e acır ve yaptığına pişman olarak Attis’i çam ağacına dönüştürür.

3.6. Yunan Panteonunda Meter’in yeri

Klasik Çağ tanrıças Kybele, Phrygia’daki kült adından aktarılmış olarak Meter(Ana), hem de Olympos panteonundaki Tanrıların Anası idi. Bu çifte kimlik, Anadolu’nun Ana Tanrıçası’nın Yunan yazını ve kült geleneğinde Yunanlıların diğer ana tanrıçalarıyla birleştirilmesine neden oldu. Tanrıların Anası olarak Gaia(Toprak) ile daha çok da Kronos’un karısı ve ilk altı Plympos tanrısının anası olan Rhea ile özdeşleştirilmişti. Meter, yani Ana Tanrıça olarak, fedakar analığın simgesi olan Yunan tanrıçası Demeter’le birleştirilmişti.

Meter ile Gaia arasındaki bu özdeşliği, MÖ 4. yüzyılda, Meter’i Yunan kült geleneğindeki bütün ana tanrıçalarla eşit olarak tanımlayan Derveni Papirüsü açıklığa kavuşturur, kutsal metinlere göre: ‘Toprak ve Meter ve Rhea ve Hera aynı şeydir’.

Titan Kronos’un karısı Rhea mitolojide daha somut bir figür olup, Hesiodos’un anlattığı, Rhea’nın altı tanrısal çocuğunun doğumu, Yunan mitolojisinin klasik öykülerinden biri olmuştur: Kronos her çocuğunu doğar doğmaz yutmaktadır. Onun bu davranışına öfkelenen Rhea sonuncu çocuğu Zeus’u Girit adasına kaçırır ve yutması için kocasına bir taş verir. Bu öykünün daha geç tarihli versiyonlarında, Girit’te çocuk Zeus’a Krutes(Kureta’lar) denilen bir grup gencin baktığı kaydedilmiştir. Kureta’lar, babası Zeus’un varlığından haberdar olmasın diye, kalkanlarını birbirine vurarak çıkardıkları gürültüyle bebeğin çığlıklarını bastırırlarmış.(Resim 47).

Resim 47 – Curetes, kalkanlarını birbirine vurarak çıkardıkları sesl ie, peri Amalthea’nın kucağındaki yeni doğmuş bebek Zeus’un ağlama sesini Kronos’un duymasını engelliyorlar.

MÖ 6. yüzyılın ortasında Yunan ozan Hipponaks Anadolulu Ana Tanrıça Kybele’yi tanrıların anası Rhea ile birleştirdi. Bu birleşme, MÖ 5. yüzyılda Meter kült figürüne hem Kybele hem Rhea diye seslenme noktasına vardı.Tragedya da Kybele ile Rhea’nın her ikiside tef kullanıyordu ve meskenleri dağlardı.

Rhea’da Phrygialı Ana Tanrıça gibi bir ana tanrıça olduğuna göre, yabancı tanrıçayı yerli Tanrılar Anası ile özdeşleştirmek, yabancı tanrıçayı Yunan panteonunun içinde eritmenin bir yoluydu. Bu yeniden tanımlama Phrygialı tanrıçaya daha net bir tanım kazandırdı. O her zaman Meter yani Ana idi, ama kimin anası olduğuna dair fazla bir ipucu yoktu. Rhea ile özdeşleştirilmesi onu kesin olarak Tanrıların Anası yaptı. Rhea ile Asyalı Kybele başlangıçta iki ayrı figür olabilir, ama sonunda aynı dinsel fenomeni esinleyen iki simge oldular.

Sicilya’nın Gela kentinde MÖ 6. yüzyıldan kalma bir kutsal alanda bulunan ve tanrıçayı kucağında bir aslanla tahtta oturur durumda gösteren Demeter adak heykelciği 6. yüzyılın sonlarından beri Meter’in Demeter’le kaynaştığını ortaya koyar.

Phrygialı Ana Tanrıça’dan başka hiçbir yabancı tanrı, bir Yunan tanrısı ya da tanrıçası ile özdeşleştirilmemiş ve Yunan panteonunun göbeğine sokulmamıştır. Yunan tanrılarının kült kimliğini Phrygia’lı Ana Tanrıça gibi değiştiren başka bir yabancı tanrı ya da tanrıça olmamıştır. Meter’in doğrudan Yunan ana tanrıçaları Rhea ve Demeter’le birleştirilmesinin yanısıra, Meter kültü da Hermes, Dionysos ve Pan gibi bazı Yunan tanrılarının kültleriyle birleşmiştir.

3.7. Kybele ve Attis

Ana Tanrıça’nın tapınakları, kült heykelleri, adak sunuları, övgüler ve adak yazıları güncel kült uygulamalarının kalıntılarını oluşturmaktadır. Tanrıça ile öykü çemberinde ise oldukça farklı bir görüntü ortaya çıkar. Bu öykü Tanrıların Anası Kybele ile genç sevgilisi Attis’in söylencesidir. Öykü Kybele’nin yaşamındaki temel öğeleri anlatır: Doğumu, tanrıça olarak tanınması, genç çoban Attis’le ilişkisi, Attis’in hadım oluşu ve ölümü. Öykü tanrıçayı soyut dünyadan çıkarıp Homores tanrıları gibi canlı ve dramatik bir gerçeklik kazandırır.

Kybele Ana’nın hadım edilmiş aşığı olarak söylence ve kültte sonradan öne çıkan ve Meter’le çok yakın bir ilişki içinde olan tek tanrı Attis’tir. MÖ 4. yüzyıl ortasından önce Meter kültünde Attis’in varlığını gösteren bir kanıt yoktur. Meter kültünü canlı bir şekilde tanımlayan 5. yüzyıl şairleri ve tragedya yazarları Attis’ten hiç söz etmez. Yunan dininin ve Yunan mitolojisinin Attis’i büyük ölçüde bir Yunan yaratışıydı. Phrygia tanrıçası Matar’a dayana Meter’in aksine, Phrygia sanatında ya da Phrygia kült geleneğinde Attis’in dengi olabilecek bir tanrıya rastlanmamıştır. Attis adı, Phrygia’da en azından MS 1. yüzyıla kadar Meter rahiplerinin ünvanı olarak kullanılmıştır.

Attis genellikle betimlerde Doğulu bir çoban ve Meter’in yoldaşı olarak gösterilmiştir. Ancak ne kostüm ne de atribüler özgün olarak Phrygia’ya aittir. Kostüm Pers kılığına benzer. Bu kostüm MÖ 5. yüzyıl ortası ve sonrasına ait Troialı Paris betimlerinde de görülür. Yunanlılar için tüm doğulular aynıydı.

Pire’den bulunan ve şu anda Berlin’de sergilenen bir stelde Attis söylencedeki gibi genç çoban değil, Meter/Agdistis’e eşlik eden bir tanrıdır. Tanrı olduğu hem stelin ona adanmış olmasından hem Angdistis’in kendisine adak sunulan kabı ona uzatmasından bellidir. Böylece Attis, Meter’in yoldaşı ve hizmetkarı olarak büyük bir olasılıkla MÖ 4. yüzyıl başlarında Yunan sanatı ile Yunan kültüne girdi.

Bulunan Attis heykelciklerinin çoğunda onu dans eden, hoplayıp zıplarken ya da bir müzik aleti çalarken bir başka deyişle Meter’e tapan insanların dinsel törenler sırasında yaptıkları hareketleri sergilerken gösterir.  Cinsel organları açıkta olan Phrygialı teşhirci tipi Attis heykelciği ilk olarak MÖ 2. yüzyılda Roma’da görülür.

Tanrıça Meter’in Yunan toplumunda özellikle kadınlar üzerinde büyük bir çekim gücü olduğunu belirtmek gerekir. Ferrra krateri üzerindeki sahnede ayine katılanların çoğu kadındır, grubun arasında sadece bir tek yetişkin erkek görülmektedir. Atina Metroon’unun kuruluş efsanesinde metragyrtes’e yöneltilen en ağır suçlamalardan biri, onun Atinalı kadınlara Meter’in gizemlerini öğretmeye gelmiş olmasıydı.

3.8. Hellenistik Çağ Phrygia ve Lydia’da Meter

Büyük İskender’in Pers İmparatorluğu’nu fethini takiben yayılan Hellenizm, Yunan olmayan Anadolu halklarının kent ve kült merkezlerine damga vurmuştur. Eski Anadolu dilleri ve kültürel tarzları ortadan kalkmış, Gordion, Ankara, Pessinus ve Sardes gibi merkezler giderek Hellenleşmiştir.
Hellenizmin yayılışının Phrygialı Matar kültü üzerindeki etkisi, sadece Anadolu tarzının yerini Yunan tarzının alması değil, bu ikisinin karışımından yeni bir Meter formu yaratması oldu. Bu karışımın en önemli sonuçlarından biri Meter kültünün MÖ 3. yüzyılda Asya’dan Roma kentine getirilmesiydi.

Phrygia’daki Matar kültünün Yunanlaştığı, tanrıçanın adlarından bellidir. Artık ona sadece Yunanca olarak, genellikle Ana yani Meter ünvanının arkasına yer adından türeme bir sıfat eklenerek sesleniliyordu. Kutsal bir dağı belirten Meter Dindymene adını biliyoruz. Bu dağ, biri Aizanoi, biri Pessinus, diğerleri de Yunan kentleri civarındaki dağlardan biri olabilir.

Gordion uzun zamandır Phrygia Devleti’nin başkeni olma özelliğini yitirmiş olmakla birlikte, bir ticaret merkezi olarak önemini koruyordu. Burada Hellenistik Dönem’e ait çok sayıda heykelcik bulunması Phrygialı Ana Tanrıça kültünün sürdüğünü gösterir. Bu dönem Merter heykelcikleri üzerindeki Yunan etkisi açıkca görülür. Tanrıça sol elinde tef tutmakta, sağ elinde ise kutsal kaseyi taşımaktadır.

Orta Anadolu’nun kült merkezi Pessinus’dan Phrygialı Ana Tanrıça kültüyle çok az eser bulunmuş olması şaşırtıcıdır. Eski kaynaklar Pessinus’un eskiliği hem de ünü konusunda ısrarlı olmasına karşın buranın önemli bir yerleşim merkezi olmadığı aşıkardır. Aksini kanıtlayacak yerleşim kalıntıları bulunamamıştır. Muhtemelen öne çıkmış bir dini kült merkeziydi.

Pessinus’a en çok ilgiyi Pergamon kralları göstermiştir. Attaloslar burada beyaz mermerden portikolar ve bir tapınak yaptırmıştır. O dönemde Pessinus rahiplerin yönettiği bir tapınak devletti. Pergamon kralları II.Eumenes ve II.Attalos ile Pessinus hükümdarları arasındaki mektuplaşma, MÖ 2. yüzyıl ortasında Pergamon’un Pessinus’la ilgilendiğini kanıtlamıştır. Mektupların muhatabı rahiplerin hepsinin adının Attis olması belki de bu adın Phrygia kralları tarafından kullanıldığını gösterir. Aynen Sezar, Firavun gibi.

Pessinus’un parlak dönemi kısa sürmüş, Augustus çağdaşı Strabo’nun belirtiği gibi rahiplerin gücü azalmış, kentin zenginliğinden eser kalmamış buna karşın Meter kültünün önemini hala korumuştur. Eski Phrygia yazıtlarında bulunmamasına karşın, Angdistis, Hellenistik Çağ’da Ana Tanrıça için giderek daha sık kullanılan bir ad olmuştur.

Özet olarak, Meter Hellenistik Çağ’da Yunan olmayan Anadolu halklarının dinsel yaşantısında egemen bir güç olmayı sürdürdü ve kültü daha çok Anadolu’nun eski merkezlerinde parladı. Sadece Pessinus ve Sardes’te kutsal alanlarda gösterişli tapınaklar vardı, bunlar da ünlerini Hellenistik Kralların desteğine borçluydular.

3.9. Batı Anadolu’daki Yunan Meter’i

Yunan Meter’ine, Asya’da hala geleneksel ünvalarıyla,  Büyük Ana, Tanrıların Anası ya da Dağ Ana diye sesleniyordu. Ayrıca tanrıçaya sık sık onun kutsal yeri olan özel bir dağı belirten topoğrafik sıfatlarla seslenilmiştir. Sipylos eteğindeki Magnesia Kenti’nde Meter  Sipylene ya da Meter Plastene olmuştu. Erythai’da Meter Kybeleie idi. Tanrıça Kolophon’da Meter Antaia idi. Smyrna’da ise ona hem Meter Sipylene, hem de yöreye özgü Meter Smyrnaike sıfatıyla sesleniyordu. Batı Anadolu’nun diğer bölgelerinde de tablo aynıdır. Kyzikos’ta Dindymos dağının tanrıçası Meter Dindymene idi.

Tanrıçanın Anadolu’daki Yunan tapınaklarından birçoğunun yerleşim merkezlerinden uzak olan ıssız dağlık bölgelerde yer alması, tanrıçanın doğal çevreyle bağdaştırıldığını destelemektedir.

Sipylos Dağı’nın Anası olan ve Meter Plastene olarak da bilinen Meter Sipylene’nin tapınağıdır. Bugün de görülebilen yontu, uzun elbiseli oturan bir figürü tarif eder. Bu yontu Phrygia değil Hitit betimidir. Ancak yazıtlar ve Meter adakları Hellenistik dönemdendir. Bu da bu yontuya çok eskiden beri tapınılmakta olduğu gösterir.

Yeniden kurulan Ilion Kenti’ndeki İdalı Ana kültü, burası Homeros Troiası’nın yeri olarak yüceltildiği için, özellikle ilgi odağıydı. İki tapınağı vardı. Kutsal alanda çok sayıda Meter ve iki Attis heykeli bulunmuştur.

MÖ 205/204 yılında Romalılar tanrıçayı Mater Deum Magna Idaea, Roma’nın İdalı Büyük Anası olarak Roma’ya getirdiklerinde,  Troia’daki Meter kültü iyice ünlenecekti. Bunun sonucunda Ilion kenti bazı ayrıcalıklar kazandı: MÖ 188’de Roma Senatosu tarafından resmen Romalıların ana kenti kabul edildi, toprakları genişletildi ve vergiden muaf tutuldu.  

Resim 48 - Pergamon’dan mermer Meter heykeli, MÖ 2. yüzyıl. Berlin

Pergamon’da Attalos hanedanının tanrıçaya gösterdiği büyük ilginin sonucu çok sayıda yazıt ve heykelcik bulunmuştur. Bunlar arasında belki de antik dünyadan kalma en etkileyici Meter betimi olan insan boyutundaki oturan mermer Merter  heykeli bugün Berlin’de sergilenmektedir (Resim 48). Tanrıça ayak koyma yeri bulunan özenle işlenmiş büyük bir tahta oturmaktadır. Gögüs altından kemerli bir khtion ve dizlerine sarkan dökümlü bir pelerin giymiştir. Pelerinin yatay kıvrımları, khitonun düşey kıvrımlarıyla kontrast oluşturmaktadır. Heykel klasik çağdaki Meter betimlerine özgü modeli korumaktadır.

Pergamon ve civarında Meter önemli bir kült ve tanrıça olmasına karşın yine de kent için bir Athena ya da Zeus değildir. Meter’in kült yerleri de Pergamon kent merkezinde değildir. Pergamon’da da Meter’e açık hava tapınaklarında, ev kültünde ve dağlardaki kutsal alanlarda tapınılmıştır.

Tanrı Attis, Anadolu’da değil kara Yunanistan’ınında külte ait bir gelişmedir. MÖ 4. yüzyılda önce Atina ve Attika’da ortaya çıktı, oradan Ege adalarında ve Yunanistan’ın kuzeyinde bulunan Yunan kentlerine yayıldı. Yani Meter’in izlediği yolu tersden aldı. Attis özgün Meter kültünün bir parçası olmadığı için Küçük Asyanın batısında heykellerinin çok az bulunması şaşırtıcı değil.

Yine de Attis, en çok Meter’in Pergamon’daki kent kültüründe kendine yer buldu. Pergamon’da bulunan doğal ölçülerin üzerindeki mermer Attis heykeli şimdi Berlin’dedir (Resim 49).   

Resim 49 - Pergamon’dan mermer Attis heykeli. MÖ 2. yüzyıl. Berlin

Pergamonlu Attis’in atribüleri yoktur ama tipik Doğulu çoban kostümünden Attis olduğu saptanabilir. Heykelin boyutu ve kalitesi de Meter kültünün önemli bir parçası olduğunu gösteriyor. O dönemde Meter’in kent kültü tamamen Hellenleşmişti. O nedenle belki de Attis, Meter’in kültünün temel parçasıydı. Kent dışındaki dağ tapınaklarında Attis’e rastlanılmaması, dağ tapınaklarının eski Anadolu kült adetlerine bağlı kaldığını düşündürüyor (Resim 50).

Resim 50 - Meter ve Attis kabartması. MÖ 2. yüzyıl sonları.

3.7. Yunanistan’da Meter

Eski Atina Metroon’unun bulunduğu yere, MÖ 2. yüzyılın ortasında yeni bir yapı inşa edildi. Bouleuterion’a bitişik olan bu yapı, önde bir revakla birleşen birbirinden bağımsız dört paralel odadan oluşuyordu. Güneydeki ikinci oda Meter kültünün hizmetindeydi. Yeni yapı, Metroon’un kült ve evrak saklama işlevleri için ayrı ayrı mekanlar sağlıyordu.  Hellenistik Metroon’la Pergamon kralı II.Attalos’un armağanı olan Attalos Stoa’sının yapımı aynı döneme rastlar.

Ayrıca Tanrıların Anası onuruna düzenlenen Galaksia(Galaxia) adlı bir Atina bayramı kutlanıyordu. Bu bayram adını şenlikler sırasında tüketilen arpa ve süt karşımı lapadan alıyordu. Meter’e kurban kesmek, rüştünü ispatlamış erkeklerin dinsel yükümlülüklerinden biriydi.

Hellenistik Dönem’deki kült uygulamaları ile ilgili olarak birkaç resmi yazıttan bilgi sahibi oluyoruz. Bunlardan Meter adına iki özel tören bulunduğunu öğreniyoruz: “Strosis” (döşeme) ve Agermos (toplama). 
  • Strosis, Meter ve Attis için iki tahtın mükemmel bir biçimde bezenme törenidir.
  • Agermos (toplama) Meter’in rahipleri tarafından tanrıça adına toplanan armağanlarla ilgilidir. Bu törende kadınlara gümüş süsler takılır.
Pire’de ele geçen bir yazıtta Attis için yapılan Attideia Bayram’ından söz edilmektedir. Yazıtta rahibenin Attis için iki sedir döşediği için takdir edildiğinden bahsedilmektedir. Bunlardan biri evlilik diğeri tanrı için yas tutma yani cenaze sedirinin döşenmesi anlamına geliyor olmalıdır. Theokritos tarafından bahsedilen Adonia Bayramı’nda her yıl ölü Attis’in heykeli cömertçe donatılmış bir sedir üzerinde sergilenirmiş.

Yunan söylencesi çerçevesinde Attis Kybele’nin genç yaşta ölen sevgilisidir ve edebiyatta ele alınan öykülerinde sürekli Attis’in ölümünden ve Attis bayramının birinci bölümünü oluşturan yas törenlerinden söz edilmektedir.  Bu söylence, Attis adlı ömüş bir Phrygia kralının onuruna yapılan ve Attideia törenleri, özellikle de Attideia’daki sedir döşeme işi, yani strosis yoluyla Yunan mitolojisinde ve Yunan kültünde yaşayan gerçek bir Phrygia törenini yansıtıyor olabilir. Söylence ve kült, strosis’in, yas töreni için üzerine Attis heykeli yatırılan bir cenaze sediri döşemek olduğunu düşündürüyor. Bu törenin çok benzerine Theokritos’un anlattığı Adonia’da rastlamıştır. Her yıl Adonia sırasında ölü Asonis’in heykeli cömertçe donatılmış bir sedirin üzerinde sergilenirmiş. 

Hellenistik dönem edebi metinlerde tanrıça korkutucu biri değil daha çok anlatımına egzotik ve eksantrik öğeler katması amaçlanan bir figürdür. Metinlerde küçük farklılıklarda olsa hep aynı öyküdür.

‘Meter’in hadım rahibi ya bir mağaraya sığınır ya da ıssız kırlarda dolaşır. Orada ona bir aslan saldırır, ama rahip tef çalıp dağınık saçlarını sallayarak hayvanı korkutup kaçırmayı başarır. Onu kurtaran tanrıçaya duyduğu minnettarlığın bir işareti olarak, giysileriyle saçını, tefini ya da saldıran hayvanın bir imgesini sunarak, tanrıçaya (hem Kybele hem Rhea denmiş) adak yapar.’

Bu epigramlar, Gallos sözcüğünün bir Meter rahibi anlamında görüldüğü ve bu rahiplerin hadım olduğunu kesinleştiren en eski belgeler. Daha sonraları Roma ve Yunan edebiyatında bu rahipler giderek daha kötü bir ün kazanacaktır.

MÖ 280’lerde Anadolu’ya giren bir Kelt grubunu belirten Galatos, Galat sözcüğünün kısaltılmış biçimiydi. Galatlar Orta Anadolu’daki eski Phrygia merkezine yerleşmişler, orada etkili bir güç haline gelmişler ve bölge Galatia adıyla anılır olmuştu. Galat rahiplerin Pessinus’taki Meter tapınağında etkin olduklarını daha önce görmüştük.

MÖ 190’da Romalılar Küçük Asya’nın batısındaki Sestos kentini kuşattıkları sırada Gallos’lar, Roma ordusuna yanaşıp, orduyu kente dokunmamaya ikna etmiş, MÖ 189’da ise Roma ordusu Pessinus yakınlarındayken Galloslar orduyu karşılamış ve zafer kazanacaklarını kehanet ederek Roma ordusunu yüreklendirmişlerdi. Livius onların garip görünüşlerinden ve çoşkulu şarkılarından söz etmiş, buna karşın Galloslar anlatılan her iki olayda da saygıyla karşılanmışlar.

Bu epigramlarda bir yandan da dış görünüşü, hareketleri ve cinsiyet durumuyla sapkın damgası vurulan bir kişi görüyoruz. Bu o kadar şaşırtıcı değil, çünkü Gallos yerine metragyrtes sözcüğünün kullanıldığı bir epigramda açıkca görülür. Gallos, 4. yüzyıl kaynaklarındaki metragyrtes’in soyundandı ve Eski Yunan edebiyatındaki metragyrtes aşağılanan bir kişiydi. Metragyrtes’in dış görünüşü nadiren eleştri nedeni olmuş, cinsiyetinden hiç söz edilmemiştir. Gallos’ların cinsiyet durumu ise tam tersine, epigramlarda açıkca vurgulanmıştır. Bunlar hadım ve kadınsı idiler. Dış görünüşleri ve karakterleri de kadın gibiydi. Serbestçe salıverilmiş uzun saçlarına bazen kokular sürer ve kadın elbiseleri giyerlerdi. Ayinler sırasında çığlıklar atar, saçlarını çılgınca savurur, müzik aletlerini gümbürdetirlerdi.

Gallos’ların etkinlik alanı Küçük Asya ile sınırlı grünüyor. Kült yönetmeliklerinin hiçbirinde Galloslara rastlanmıyor. Eksantrik görünümleri ve davranışları yüzünden küçümsenerek saygın toplumun dışına itilen hadımların davranışları Hellenistik yapıtlarda abartılmış gibi gözüküyor.
Meter, aydınların gözünde uygar olmayan (aynı zamanda Yunan olmayan) davranış tarzının simgesi olmuştu. Gallos sözcüğüne dinsel etkinlikleri anlatan metinlerin hiçbirinde rastlanmadığı halde edebiyatta kullanılması, tanrıçanın rahiplerinin Yunanlılar tarafından en iyi olasılıkla rahatsız edici, en kötü olasılıkla zararlı barbarlar olarak görülen etnik bir grubun üyeleri olan Galatialı yabancılar olarak tanımlanarak, Meter taraftarlarını aşağılamanın bir yolu olabilir.

Hellenistik toplumda Meter’in kent kültündeki etkisi azalmış, daha çok bireysel kültlerin tanrıçası haline gelmiştir. MÖ 3. ya da 2. yüzyıla ait olan Pythagorasçı bir metinde ilginç iafedelere rastlıyoruz. ’Kadının namusunun işlendiği metinde, kadınlar için uygun olan davranış örnekleri verilerek, kadınların devlet kültlerine katılmak üzere evden ayrılmalarına izin verileceği, ama cümbüşlü ayinlere ve Meter’in dinsel törenlerine katılmalarının yasak olduğu, çünkü bunların bir ev kadınına yakışmayan davranışlara, sarhoşluğa ve ruhsal esrimeye yol açacağı bildiriliyor’.


4. ROMALI MAGNA MATER

Cybele kültü, Kartaca tehlikesine karşı uğur getirmesinden olacak, Romalılarda daha çok itibar görmüştür. İnsanların kaderlerini belirleyen, onları kötülüklerden uzak tutan göklerin, yeryüzünün, denizlerin egemeni, madenlerin koruyucusu nitelikleri olduğuna inanılmıştır. Bacchus (Dionysos olarak da bilinir) kültü ile benzer özellikler gösterir (Resim 51).

Resim 51 - Kybele ve Attis aslanların çektiği arabada etrafında dans eden corybantes’ler – Parabaigo tabağından detay gümüş MS 200-400 Milan’da bulunmuş

4.1. Magna Mater’in Anadolu’dan Roma’ya getirilişi

MÖ 205 yılında, gökten sık sık taş yağması nedeniyle körüklenen bir dindarlık dalgası, Romalıları Sibylla Kitapları’na başvurmaya yöneltir. Sibylla kitapları antik dönemden beri Yunanlılar ve Romalıların başları sıkıştığında başvurdukları kehanet metinleridir. Hiristiyanlık yaygınlaşınca MS 5. yüzyılda yakılarak yok edilmiştir. Ayrıca İkinci Kartaca Savaşı’nın yarattığı baskılar bu dinsel heyecanı kızıştırmıştı. Bazı antik yazarlar bu işi doğrudan Hannibal’ın İtalya’daki varlığına bağlamışlarsa da, bu bağlantı olaydan çok sonra kurulmuş olabilir. Livius’un kaydettiğine göre, Sybilla’nın cevabı, Magna Mater Roma’ya getirildiği takdirde yabancı bir düşmanın İtalya’dan çıkartılacağını bildirmek olmuş.

Romalılara tanrıçayı aramaları söylenen yerin neresi olduğu hakkındaki rivayetler çeşitlidir, ama antik kaynakların çoğu Ana Tanrıça’nın Orta Anadolu’daki Phrygia kutsal alanı Pessinus’un adını verir. Ancak Varro, tanrıçanın Pergamon Kenti’nde bulunan Megalesion adlı bir tapınaktan getirildiğini aktarırken, Ovidius, Ana Tanrıça’nın evi olarak, o dönemde Pergamon’un denetimindeki antik Troia kenti yakınındaki İda Dağı’nı gösterir. Romalıların tanrıçayı Pessinus’tan almak için Pergamon kralı I.Attalos’tan yardım istediğini anlatan Livius ise iki rivayeti birleştirmiş gibi gözüküyor. Tanrıçanın heykeli diye bahsi gecen cisim, Pessinus’taki tapınağa gökten düşmüş olan, aslında heykel niteliği taşımayan, tek elde taşınabilecek büyüklükte, siyah bir kutsal taştı.

Resim 52 - Claudia Quinta

Sibylla Kitapları, tanrıçanın Roma’da nasıl karşılanması gerektiğini de bildirmişti. Romalıların, kentin en mükemmel adamını, tanrıçayı karşılamakla görevlendirmeleri gerekiyordu. Seçilen kişi, MÖ 211’de İspanya’da öldürülen Cornelius Scipio Calvus’un oğlu ve ve Romalı General Scipio Africanus’un kuzeni Pablius Cornelius Scipio Nasica oldu. Kendisi o zaman henüz politik kariyerine başlamamış genç bir adamdı. Bu ev sahibinin yanında, Ana Tanrıça, Roma’nın ileri gelen kadınlarından oluşan bir grup, ya da antik belgelerin çoğuna göre, kentin en iffetli kadını tarafından karşılanarak kente götürülecekti. Kaynakların çoğu bu kadının Claudia Quinta (Resim 52) olduğunu kaydeder. Bazen olgun bir kadın, bazen de bir Vesta Bakiresi olarak gösterilen bu kadın da önde gelen bir aileye mensuptu. Arnobius, taşın tek elle tutulabilecek kadar küçük olduğunu belirtir. Bu taş, Magna Mater’in Palatinus’daki tapınağındaki kült heykelinde tanrıçanın yüzü olarak kullanılmış.

Livius’un anlattığına göre, tanrıçanın naklini sağlamak için Pergamon’a elçi olarak yollanan Marcus Valerius Falto, Magna Mater’i Roma’ya getiren geminin Ostia’ya vardığını Senato’da ilan ettiği zaman, Scipio Nasica önderliğindeki halk tanrıçayı karşılamak için Ostia limanına akın etmiş. Livius’un versiyonunda, Scipio gemiye çıkıp siyah taşı alır, sonra onu Romalı kadınlara devreder, kadınlar da tanrıçayı(taşı) Roma’ya, Palatinus’taki Zafer Tapınağı’na götürürler.

Ovidius ise, olayın daha sonraki anlatımların çoğunda rastlanan daha sansasyonel bir öykü aktarır. Ovidius’a göre, Magna Mater’in imgesini taşıyan geminin doğruca Roma’ya getirilmesi kararlaştırılmıştı. Fakat gemi Tiber ırmağı’ndan yukarı çekilirken karaya oturmuş ve bir türlü yerinden oynatılamamış. O anda Claudia Quinta ortaya çıkmış ve ünlü mucize gerçeşleşmiş. Ahlaksızlıkla suçlanmış olan Claudia, adına sürülen lekeyi temizlemek ve bakire olduğunu kanıtlamak için Ana Tanrıça’ya yakarmış. Sonra kemerini belinden çözerek, gemiyi çeken halata bağlamış, halata hafifçe asılarak gemiyi yerinden oynatmış ve Roma’ya kadar çekmeyi başarmış. Böylece Sibylla’nın kehanetindeki casta manus’un yani temiz ellerin sahibininin Claudia olduğu kanıtlanmış.

Ovidius’un versiyonunda da Romalılar Ana Tanrıça’yı sevinçle karşılar, kutsal taşı Palatinus tepesindeki Zafer Tapınağı’na yerleştirirler. Bunun hemen ardından tanrıçanın gelişine şölenler ve oyunlar düzenlenerek muhteşem bir kutlama yapılmış. Palatinus’ta Magna Mater için yapılmaya başlanan tapınak Scipio Nasica’nın konsüllüğü sırasında, MÖ 191’de Marcus Iunius Brutus tarafından tamamlanıp hizmete açılmış.

Romalılar Magna Mater’i neden Roma’ya getirmek istediler? Antik yazarların çoğu Magna Mater’in gelişini Romalıların Kartaca’yla savaşmasına ve Hannibal’ın MÖ 218’den MÖ 203’e kadar süren seferlerle İtalya’yı istila etmesine bağlarlar. Cicero, Livius ve Appianus gibi bazı yazarlar, Hannibal’ın İtalya’da bulunuşunun yarattığı korkuyla halkın paniğe kapıldığını canlı bir şekilde anlatmış ve tanrıçanın gelişinin verdiği rahatlama duygusunu açıkca belirtmişlerdir. Gerçekci olmak gerekirse Magna Mater’in gelişinin Kartaca Savaşları’yla pek fazla ilgisi yoktur.

Resim 53 - Aslanların çektiği arabasında oturan Magna Mater’i gösteren tunç heykel grubu. MS 2. Yüzyıl New York Metropolitan Sanat Müzesi.

Romalıların aldığı kült gerçekte nereden gelmişti?(Resim 53) Kaynaklara göre burası Pessinus’tur. Ne var ki MÖ 3. yüzyılda Pessinus’un bulunduğu bölge Galatların kontrolündeydi. Livius’a göre Roma heyeti Pergamon kralı I.Attalos’tan yardım istemiş, o da Romalıları Pessinus’a yönlendirerek tanrıçanın nakil işini çözümlemişti. Ancak o dönemde Attalos’un yetki alanının Phrygia içlerine dek uzanması mümkün değil. Bu nedenle Romalıların MÖ 204’te Pessinus’a varıp, oradaki yüksek rahiplerle anlaşmış olması uzak bir ihtimal.

Anadolu’nun kuzeybatısında İda dağı civarındaki Troia yöresi, Romalılar için önemliydi, çünkü burası efsanevi ataları Aeneas’ın doğum yeriydi. İda aynı zamanda Troia’nın düşmesinden sonra Aeneas ve beraberindekilerin İtalya yolculuğuna başlamadan önce sığındıkları yerdi ve İda Dağı’nın tanrıçası Magna Mater onlara yol göstermişti. Augustus çağı ve sonrasında öne çıkan bu temaya diğer yazarların eserlerinde de rastlanır. Herodianos’da, Romalıların Aeneas soyundan gelmelerine ve akrabalık bağlarına dayanarak Magna Mater’i Phrygialılardan aldıklarını söyleyerek yine bu temayı işler. Aeneas, Troia ve Roma bağlantısı, MÖ 3. yüzyıl sonunda bile bilinen bir bağlantıydı.

Livius ve Ovidius’un ifadeleri, Romalıların Ana Tanrıça’yı gelişigüzel aradığı, Attalos’un bundan yararlanarak onlara kutsal taşı vermiş olabileceği hissini uyandırıyor. Romalılar, soylarının kökeni nedeniyle Troia ile ilişki kurdularsa, yerel Ana Tanrıça’nın aynı zamanda kendi efsanevi atalarının tanrıçası olduğunu keşfettiklerinde, araştırmalarını Pergamon’da noktalamış olabilir.

Eğer Romalılar Pessinus’a gitmedilerse tanrıçanın kültünün Pergamon’da gelme olsalığı yüksektir. Diğer yandan Pergamon topraklarına ilginin artışı ve bu toprakların Roma’nın efsanevi geçmişiyle bağlantısı, Pergamon’un İda Dağı’ndaki tapınağının Romalı Magna Mater’in çıkış yeri olma ihtimalini yükseltiyor. Phrygia’nın merkezindeki ve Yunan dünyasındaki Ana Tanrıça kültü birbirinden farklıydı. Eğer Romalılar kültü Pergamon gibi bir Yunan Kenti’nden aldılarsa, Phrygia kökleriyle pek az ilgisi kalmış, fazlasıyla Yunanlaşmış bir kült ile karşılamayı bekleriz. Roma’daki kanıtlar gerçekten de durumun böyle olduğunu gösteriyor.

Magna Mater’in Roma’daki en önemli tapınağının yeri uzun zamandır biliniyordu. Bu tapınak Palatinus’un güneybatı tarafında, Erken Cumhuriyet dönemine ait Scalae Caci’nin, Zafer Tapınağı’nın yakınındaydı.

Palatinus’daki Attis heykelciklerinin sayısı Ana Tanrıça betimlemelerinden fazla olması başlangıçtan beri Attis’in bu kültün önemli bir parçası olduğunu gösterir. Roma’nın Anadolu’yu fethine kadar bir Phrygia yerleşmesinde epigrafik ya da ikonografik olarak Attis adlı bir tanrı saptanmamış olduğundan, Roma’daki Attis kültünün Phrygia’daki bir tapınaktan getirilmiş olması mantıklı değildir.

Palatinus terrakottaları arasındaki simgelerden biri olan kozalak, Roma ile İda Dağı arasındaki bağlantıyı ve Magna Mater’in Aeneas efsanesiyle kaynaştırıldığını gösteriyor. Kozalak, Attis bir çam ağacının altında kendini hadım ettiği için çam ağacının mitolojik gelenekte Attis’in özel simgesi haline geldiğini hatırlatmakla birlikte, bu durum bu simgenin Roma kültündeki varlığını açıklamak için uydurulmuş bir nedene benziyor. Hiçbir yerde çamın bir Phrygia kült simgesi olduğu saptanmadığı gibi, Yunan dünyasında tanrıçayla ya da Attis’le ilgili imgeler arasında çam kozalaklarına rastlanmamıştır.

Şair Ovidius, Fasti adlı eserinde, Magna Mater’i Roma’ya taşıyan geminin, Aeneas’ın Troia’dan kaçtığı gemileri yapmak için kullandığı ağaçlardan, İda Dağı’nın kutsal çamlarından yapıldığını söyler.Ovidius’a göre çam ağacı bu yüzden Aeneas’ın koruyucusu olan Ana Tanrıça’nın kutsal simgesi haline gelmiştir.

Romalılar Magna Mater’e başka özellikler de yüklediler. Cinsellik ve bereket temaları bunlar arasındadır. Üreme ve bereketin vurgulanması sadece insanla değil, tarımla da ilgilidir. Plinius, Magna Mater’in Roma’ya gelişinin ertesi yılında ürünün her zamankinden daha fazla olduğunu söyler. Ovidius’da Claudia efsanesini anlatırken, toprağın Ana Tanrıça’nın gelişinden önceki kısırlığının, onun varlığı sayesinde düzelmiş olabileceğini iddia eder. Bu özellik, hem Phrygia hem de Yunan Ana Meter’in  durumuyla çelişiyor. Anadolu’da ve Yunanistan’da bereket dağıtmakla fazla ilgileri olmayan bu tanrıçalar, vahşi ve ıssız dağlarla bütünleşmiş oldukları için, tarımla ve yerleşim bölgeleriyle doğrudan bağdaşmıyorlardı.

Magna Mater, Cumhuriyet çağında Romalıların kentteki ciddi bir kriz sırasında dışarıdan getirdikleri tanrılardan sadece birisiydi. Romalılar MÖ 3. yüzyıl başında bir veba salgınından kurtulmalarına yardım etmesi için Yunan sağlık tanrısı, Asklepios’u da getirmişlerdi.  MÖ 215’te aşk, güzellik, ve bereket tanrıçası Venus Erycina’nın Sicilya’dan Roma’ya aktarılışıyla kente yeni bir tanrı daha gelmiş oldu.

4.2. Roma’da Mater Deum Manga İdea Tapınağı

Ana Tanrıça Roma’da, Latince ‘Mater Deum Manga Idea-Tanrı Anası Büyük Fikir’ diye tanımlanan Cybele ‘İda’ kısaltması ile de anılıyor. Romalılar, onu, ayrıca kendi ilkel tanrıçaları Maia (Yunanlılarda Zeus’un aynı isimde sevgilisi var), verimlilik tanrıçası Ops, tahıl tanrıçası Céres ile özdeşleştirdiler.

Ana Tanrıça tapınağının Roma’nın göbeğindeki önemli bir yerde olması ve Cumhuriyet Dönemi’ne ait kutsal yapıların çok yakınında bulunması, Romalıların bu külte büyük saygı gösterdiğini açıkca ifade eder. Magna Mater’in onuruna inşa edilen ilk tapınak, cella ile pronaos’tan oluşan standart bir Roma tapınağı tipindedir. Yüksek bir podyum üzerine inşa edilen yapının ön tarafında büyük olasılıkla Korinth düzeninde olan altı sütun bulunur. Kült heykelinin durduğu platform günümüze kalmıştır. MÖ 204 yılında Ana Tanrıça’nın gelişinden kısa bir süre sonra yapımına başlanan ve MÖ 191’de hizmete açılan tapınak budur (Resim 54-55-56). Tapınğın üst yapısı MÖ 111’deki bir yangın sonucunda ciddi biçimde hasar görmüş ama ikinci tapınak yapılırken mevcut podyumu ve temelleri kullandıkları için ikinci tapınak eski yapının planını izlemiş. Podyumdan meydana inilen merdivenlerin bittiği meydanda kült törenlerinin ayrılmaz bir parçası olan yalaklı büyük bir çeşme bulunuyordu. Basamaklar doğal anfi tiyatro düzeninde oluşturulmuştu ve halk bu merdivenlerden ayakta törenleri, oyunları izliyordu.

Meydandaki yalaklı çeşme, tanrıça heykelinin yıkandığını yansıtabilir. Lavatio denilen bu yıkanma töreni İmparatorluk çağında Almo nehrinde yapılıyordu.

Resim 54 - Magna Mater tapınağının inşaası MÖ 204’de başladı ve ancak MÖ 191’de bitirildi. Tapınak Palatine tepesinin güney batı bölümündeydi ve MÖ Nisan 191’de tanrıçaya adandı. Tapınak iki kez yandı, yeniden yapıldı.

Resim 55 - İmparator Augustus dönemindeki restorasyonda tapınak merdivenlerle çıkılan yüksek bir platformun üzerine inşa edildi.  Ön tarafı Corinthian tarzında alınlık ile birlikte sütunlar üzerinde yükselen bir tapınaktı. Augustus Cybele’ye bağlılığını göstermiş ve eşi Livia’da Cybele ile özdeşleştirilmiştir. Roma’da Cybele kültüne, paganizmin yasaklandığı, Batı Roma İmparatorluğunun çöküş yıllarına kadar tapıldı.

Resim 56 - Palatine tepesinde Cybele tapınağından günümüze kalanlar. Üzerinde ağaçların olduğu yükseltili alan tapınağın içi.

Cybele kültünün en son ve en gelişmiş biçimine Roma’da rastlanır (Resim 57).  Oysa o dönemde Anadolu’da patriyarkel topluma geçiş olduğu için Kybele iyice gözden düşmüştü. Cybele’nin taşı Pessinus’dan alınıp Roma’ya götürüldükten sonra, Cybele’ye Romalılarca Mater Deum Magna yani Tanrıların Büyük Anası denildi. Kendisine, başında taç yerine bir kule taşıdığı için Mater Turitta yani Kuleli Ana derlerdi. Bu nedenle bugün İtalya, tepesi kuleli bir kadın olarak simgelenir. Çoğu heykelde Cybele’nin vahşi doğasını ve gücünü temsil etmek için tanrıça iki aslan ile gösterilmiştir. 

Resim 57 - MÖ 1. yüzyıl mermer Magna Mater heykeli, Roma (Carlsberg Glyptotek, Copenhagen).

4.3. Romalıların rahip Galluslar(Gallos) hakkındaki görüşleri

Roma’da Magna Mater için ‘Gallos’ adı verilen kadın kılığındaki süslü, takılı hadım rahiplerin yönetiminde, Frigya kökenli müzik araçları (flüt, zil, davul) ile danslı şenlik yapılırdı. Bu şenliklerde galeyana gelip, Şiilerin Muharrem törenlerinde yaptıkları gibi dövünüp kendilerini yaralayanlar olurdu (Resim 58-59).

MÖ 2. yüzyılın sonuna doğru Magna Mater uğruna hadım olan Galloslara karşı, toplumda bir nefret dalgası uyanmaya başlıyor. MÖ 101’de Mater İdaea’nın ayininde kendini hadım eden Servilius Caepio adındaki bir köle Roma’dan sürülmüş ve ömür boyu dönmesi yasaklanmış. İkinci bir olay ise daha ilginç. MÖ 77’de, Genucius adlı bir köleye, Naevius Anius adlı bir azatlıdan bir miras kalmış. Magna Mater rahibi olan Genucius bir hadım imiş ve ne kadın ne erkek olduğu gerekçesiyle mirastan mahrum olmuş. Üstelik iğrenç varlığı ve çirkin sesiyle kutsal mahkemeyi kirletmesin diye, Genucius’un kendi davasında savunma yapmasına bile izin verilmemiş. Romalılar tanrıçaya verdikleri onay, tanrıçanın rahiplerini kapsamıyordu.Bu da toplumda bir çelişki yumağı oluşturmaya başlamıştı.

MÖ 23 yıllarında Halikarnassoslu Dionysios yazısı ilginç: Dinsel törenler, İdalı tanrıçanın törenleri misali, bilicilerin önerisiyle getirilmiş bile olsa, kent bunları kendi geleneklerine göre değerlendirerek bütün safsataları reddetmiştir. Valiler tanrıça için her yıl Roma kanunlarına göre kurban törenleri ve oyunlar düzenler. Törende tanrıçanın rahipleri olarak Phrygialı bir erkek ile bir kadın görev yapar. Bu rahipler gögüslerine betimler takar, taraftarları için flütle Ana Tanrıça ilahileri çalıp, teflerine vura vura tanrıçayı kentte dolaştırarak kendi geleneklerine göre tanrıça adına sadaka dilenirler. Oysa kanuna ve Senato’nun kararına göre, hiçbir Romalı allı pullu giysiler içinde flüt çalıp sadaka dilenerek kentte dolaşamaz, tanrıçanın Phrygia usulündeki cümbüşlü ayinlerine katılamaz. Bu kent kendininkiler dışındaki dinsel gelenekler konusunda çok dikkatlidir; uygunsuz davranışların tümünü uğursuz sayar.

Roma’da Phrygialı Gallusların rengarek motiflerle bezenmiş giysisinin Romalıların genellikle tek renkli olan sade tunik ve togalarıyla ne kadar çarpıcı bir zıtlık oluşturabileceğini düşünebiliriz. Ayrıca göğüse takılan tanrı betimlerinin Küçük Asya’da da kullanıldığı arkeolojik kalıntılardan tespit edilmiştir.

Tanrıçanın Phrygialı kökenli sanılan özelliklerinin Yunan kökenli olma olasılığı daha yüksektir. Anadolu’da ne tanrıçanın heykelini taşıyan tören alaylarına ne de sadaka toplama geleneğine ilişkin bir kanıt vardır, buna karşın bunların her ikisi de tanrıçanın Yunan kültünde mevcuttur. 

Resim 58 - Roma’daki bir Gallos heykeli. MS 2. yüzyıl. Roma Capitoline Müzesi.

Dionysios’a göre Magna Mater törenlerinin sakin ve kontrollü tarafı Roma kültürünün ürünüydü, gürültülü ve renkli yönleriyse ise uygunsuz ve bayağı idi, dolayısıyla Roma’ya ait değildi.

Ana Tanrıça nasıl yeryüzünde duramazsa, Magna Mater de toprakta duramayacağı için el üstünde yüksekte taşınır. Kent sokaklarında yapılan bir resmi geçit olan bu törende, aslanlar koşulu arabasında oturan tanrıça heykeli Ana Tanrıça’nın hadım rahipleri Galloslar tarafından yüksekte taşınırmış.

Tanrıçanın arabasını çeken vahşi aslanlar, asi çocukların ana-baba terbiyesiyle yatışabileceğini simgeler. Hadım edilmiş Galloslar, ana-babalarına nankörlük edenlerin çocuk sahibi olmayı hak etmediğine ilişkin bir uyarıdır. Bu yüzden Ana Tanrıça kültü aile bağlarını ve evlatların bağlılık duygularını güçlendirir. 

Resim 59 - Roma’da Gallusların başı Archiggallus

Magna Mater, Aeneis efsanesinde baştan sona önemli bir karakterdir. Troia’nın yağmalanışı sırasında tanrıçanın İda Dağı’ndaki ışığı, abluka altındaki Troialılar için umutlu yarınların ilk işareti olur. Aeneis’ın karısı Kreusa’ya Troia’da kalıp, ölümün eliyle Yunanlılara köle olmaktan kurtulmasını buyuran odur.

Vergilius’un şiirinde, Magna Mater eskiden beri sürdürdüğü devletin koruyucusu rolünün ötesine geçer. O, asıl yurdu İda olan bir tanrıça olarak, Roma’nın İda Dağı’nda doğmuş yüce kahramanının doğal destekçisidir.

Augustus çağı ideolojisindeyse tanrıça ile kahraman Aeneis’in izledikleri yollar birbirine daha yakın çizgiye gelir. Her ikisinin de asıl yurdu Asya idi, o çevrede belli ölçüde tanınmışlar, ama güçlerini ortaya koyup Roma’yı büyük bir kent yapmak için İtalya’ya gelmişlerdi.

Magna Mater sadece Roma’nın soylu geçmişi ile şanlı geleceğinin temsilcisi değildi, aynı zamanda erkekleri yoldan çıkaran ve mahveden bir tanrıçaydı. Çevresinde kadınsı hadımlar bulunan bir tanrıça olarak, erkeğin kendi cinselliği hakkında kuşkularını, hatta korkusunu temsil ediyordu.  Bu cinsel imajı tanrıçanın kendisi değil, Galluslar sergiler. Alaycı bir biçimde yarı-adam, hadım diye tanımlanmalarına karşın, Galluslar, Geç Cumhuriyet ve İmparatorluk Roma’sında giderek göze çarpar hale gelmiş gibi görünüyor. Ne varki haklarında çok az şey biliyoruz. Kökenleri, geçmişleri ya da aile ilişkilerine dair güvenilir bir bilgimiz yok. Yanlız Gallusların Roma yurttaşı olmadığını biliyoruz.

Romalıların, Gallusları aşağıladığı açıkca görülüyor. Galluslar kendilerini hadım etmekle kalmayıp kadınsı tavırlar ve giysileriyle yapay kadınlıklarını vurguladıkları için, tiz sesleri, uzun ve dağınık saçları, allı pullu giysileriyle toplum içerisinde hemen seçiliyorlardı.  Bu kadınsı görünüm, bunların ahlaksız davranışlar içinde olduğunu kanısını güçlendiriyordu. Hadım edildikleri için çocuk yapma olanakları yoktu, ama bu durumları cinsel arzularını dizginlemiş ya da onları hem kadınlarla hemde erkeklerle erotik ilişkiler kurmaktan alıkoymuş gibi görünmüyor. Galluslar birçok kaynakta, saygın insanları telaşa düşüren, alışılmamış cinsel eylemler yapan kişiler olarak tanımlanırlar.

Galluslar çekingen bir evli kadın için evlilik dışı ilişki kurmaya uygun kişilerdi; gerçek bir erkek gizlisi saklısı olmayan bir fahişeyi tercih ederdi. Gerçekten özellikle kadınlar Gallusların cazibesine kapılmaya yatkın sayılmışlar; Gallusların kısır oluşu belki de evlilik dışı ilişkiler için onları kadınların gözde seçeneği haline getirmişti.

Şiir ve tragedyalarda nasıl Magna Mater Roma’ya gelerek kaderini gerçekleştirdiyse, Aeneas da Phrygialı (yani Troialı) geçmişine ait giyim kuşamı bir kenara bırakıp, Latin olacaktır. Kaderini gerçekleştirip Roma’nın atası olmak için Doğu’ya özgü kadınsılıktan arınacaktır. Hem Dionysios’a hem de Vergilius’a göre iyi bir Romalı kendini Roma devletinin İdalı Büyük Anasına adamalı, ama yabancı Galluslardan kaçınmalıdır.

Magna Mater kültünün, resmi kabule göre devlet kültleri grubunun içinde yer almakla birlikte, toplumca uygun sayılan davranış ölçülerinin dışında kalması, insanlara yasak ve heyecan verici erotik bir deneyim yaşama şansı veriyordu. Külte katılan erkek, Roma’nın en kutsal tapınma yerlerinden birinde travestilik ve biseksülükle oyalanabiliyor, duygularını özgür bırakabiliyordu.    

4.4. Geç Cumhuriyet ve Erken İmparatorluk dönemi anıtlar ve dinsel törenler

MÖ ve MS 1. yüzyıllara ait yazınsal kaynaklar çok fazla olmasına karşın arkeolojik anıtlar o kadar zengin değildir. Magna Mater’in Roma’daki betimlerinin çoğu, tanrıçanın sol elinde tef, yanında bir aslanla birlikte tahtta oturan olgun bir kadın olarak gösterildiği standart Yunan ikonorafisini izler. Dönemin en tanınanı Palatinus tepesindeki üçüncü Magna Mater tapınağıdır. Augustus, tapınağın yeniden yapım işini bizzat üstlenerek bu tapınağı MS 3’te yanan ikinci tapınaktan daha özenli bir biçimde inşa ettirmiştir. Tapınak, Augustus ile Livia’nın evine bitişikti. İmparatorun Roma’nın en önemli tapınaklarından birine bu kadar yakın olması, kuşkusuz külte duyduğu ilgiyi güçlendirirdi. İmparatorun tanrıçayla özel ilişkisinin daha çarpıcı bir kanıtı ise J.Paul Getty müzesindeki bir portre heykelinde görüyoruz. Standart bir Magna Mater pozundaki bu oturan heykelin başı İmparatoriçe Livia’nın başıdır.

Bir başka önemli buluntu, Capitolini Müzesi’nde saklanan mermer bir adak kabartmasıdır (Resim 60). Bu kabartmada Claudia Quinta figürü görülür. Sağ tarafta görülen Claudia’nın Vesta Bakiresi kostümü giyer ve sağ elinde ucu gemiye bağlı bir halat vardır. Gemide oturan figür ise hiç kuşkusuz Magna Mater’in heykelidir. Aştar’ın ön yüzünde Tanrıça Cybele’nin Roma’ya gemi ile getirilişi işlenmişti. Arka yüzünde 2 flüt, sağ tarafta Tanrıların alameti olan asa ve zil, sol tarafta Frig başlığı resmedilmişti. Tüm kabartmalar Cybele’nin Frig geçmişini ve Attis ile olan ilişkisini gösteriyordu.

Resim 60 - Roma’da Cybele anısına yapılan tapınaktaki adak.

Cumhuriyet döneminde bir süre sonra bu inanç Romalılara yasaklandı. Halka çok çekici gelen bu inanç’a İmparatorluk zamanında yeniden izin verildi. Rahipleri itibar kazandı ve örgütlendi. Büyük kentlerde “Archigallicus-Başrahiplik” makamları kuruldu. Bunların temsilcisi “quindecemvir’ler denilen onbeş kişilik din büyükleri konseyi içinde yer aldı; İmparator da en yüksek din temsilcisi olarak bu konseye başkanlık etti.

Augustus, kendi azatlıları olan liberti arasından seçilen rahipleri kült yöneticisi atayarak kültü daha yakından denetledi. Böylece Magna Mater şenliklerine sadece özgür doğmuş olan Roma yurtaşlarının katılabildiği eski uygulamanın dışına çıkılmış oldu. İmparator Claudius kültü desteklemiş ve iffetli atası Claudia’nın dindarlığıyla gurur duymuştu. Claudius’un saltanatı sırasında Attis resmen Roma panteonuna kabul edilmiş, Roma yurtaşlarının onun rahiplerine katılmalarına izin verilmiş. Attis için Hilaria denilen bir bayram düzenlendi. Bu şenlikler 15-27 Mart tarihleri arasında kutlanırdı.  

4.5. Roma’da Cybele Festivali

İmparator Claudius döneminde Cybele kültü resmi din haline gelmişti. Cybele’nin festivali, her yıl 15-27 Mart tarihleri arasında yapılırdı. Bu bayrama Megalesia ya da Megalensia denirdi. Kutlamak için atletik oyunlar yapılırdı.
  • Megalesia bayramının birinci bölümüne yani Mart ayının on beşinci gününe Canna intrat denirdi. Altı yaşında bir boğa dağda başrahip tarafından tanrıya kurban edilirdi. Alaydakiler tören yerine kamışlar ya da bataklık sazları taşırdı. Çünkü Attis, Frigya’da Gallus (Sakarya ırmağı) ırmağının kıyısına sazlık bataklık alana bırakılmıştı. Bu ritüelde Attis'i Cybele'nin bulmasını sembolize ediyor. 22 Mart’taki törene Arbor intrat deniyordu. Bu günde, efsanelere göre Attis'in kendisini altında sakatladığı kutsal çam ağacının bir örneği Dendrophori (ağaç taşıyıcılar) alayı tarafından tanrıçanın Palatinus'daki tapınağına taşınırdı. Aslında ölü Attis'i sembolize eden çam ağacının gövdesi ise yün bantlarla sarılır ve dallarına taçlı dağ laleleri asılırdı. Bu da, efsanelerde Attis'in vücudunun kendisini seven İa tarafından yünlerle örtülmesini ve Büyük Ana Tanrıçanın çam ağacını Attis'in toprağa düşen kanından çıkmış olan taçlı dağ laleleri süslemesini anımsatıyordu.
  • Festivalin üçüncü günü 24 Mart'taki Dies Sanguinis veya Sanguem denilen yas ve perhiz günü idi. Bu gün esnasında, inananlar tanrıçanın Attis'in kaybından duyduğu acısını taklit ederek acı acı ağlar ve oruç tutarlardı. Bu arada başrahip (Archigallos) ve rahipler(Gallos) de Frigya çalgıları eşliğinde çılgınca danslar ve etki edici bağırışlar ile kendilerinden geçerek vücutlarını döver, etlerini keserlerdi. Bazen coşkunun en yoğun olduğu anda, bir adam ortaya çıkar taş bıçakla kendini Attis gibi hadım eder Gallos olurdu. Bu günde ayrıca Taurobolium töreni yapılırdı. Demirden yapılmış büyük bir ızgaranın üzerinde bir boğa kesilirken, kanları ızgaranın altında duran bir adamın üzerine dökülürdü. O adam Roma devletini simgelerdi.
  • Ertesi gün, yani 25 Mart sevinç ve şenlik günü idi. Hilaria diye isimlendirilen bu günde, Attis'in ilkbahar ile birlikte ölüm uykusundan uyanmış ve dirilmiş olmasından duyulan genel sevinç, aşırıya kaçan eğlenceler ve lükse varan ziyafetlerle kutlanırdı. Gece ve gündüz eşit olduktan sonra günler uzamaya başlardı.
  • Ertesi günkü dinlenmeden sonra (Requietio) 27 Mart’ta tanrıçanın heykeli, başında Quindecemvir'lerin bulunduğu bir alay içinde Roma dışındaki Tiber'e dökülen Almo deresine götürülür ve orada yıkanırdı. O gün Lavatio diye adlandırılmıştı.
Resim 61 - Taurobolium töreni

Bunlardan başka, senelik festivalin parçası olmayan ve fakat büyük önemi olan bir ayin de Taurobolium (Boğa kurbanı Resim 61) ve bunun değişik biçimi olan Criobolium (Koç kurbanı) idi. Seremoninin ortaya çıkışı, MS 105 senesine ait Pergamum'dan ele geçen bir yazıtta ilk kez görünür.

Roma çağı yapıtlarında geçen tanrıça ile ilgili kayıtlar, gerek tanrıçanın özellikleri gerekse tapınımının Frigya kökenine açıkça işaret etmektedirler. Çünkü, herşeyden önce, Sangarios (Sakarya) nehrine katılan Gallos (Göksu / Gökçesu) deresinin adını Cybele rahiplerinin adı ile aynı kökten olması, tanrıça Cybele'nin kökeninin Frigyalı olduğuna şüphe bırakmamaktadır

4.6. Magna Mater’in Roma toplumu içerisindeki durumu

Magna Mater’in hoşa gitmeyen yabancı öğeleri özellikle Attis efsanesi ve Galluslar zamanla daha şiddetli bir biçimde eleştirilirken, Roma öğeleri, özellikle Claudia Quinta öyküsü gittikçe abartılarak fantastik bir hale sokuldu. Roma ile tanrıça arasındaki bağlar zayıflamadı. Magna Mater yurtseverlikle ilgili bir tanrıçaydı. O devletin Ana’sıydı ve devletin en önemli tanrısı Jupiter’in annesiydi (Resim 62).

Yunan politikasının belli başlı kişiliklerinin hiçbirinin Meter’le yakın bir ilişkisi yoktu. Metroon’un Agora’da merkezi bir yer işgal ettiği Atina’da bile Perikles, Lykurgos ve Phaleronlu Demetrios gibi adamlar Meter’e pek ilgi göstermemişlerdi. Roma’daki durum sa bunun tam tersidir: Tanınmış kişilerin tümü Magna Mater’le ilişkilerinin reklamını yapmışlardır.

Resim 62 - Magna Mater, Museo Palatino Roma. Sağ ayağı inananları tarafından çok fazla öpülmekten birkaç kez değiştirilmek zorunda kalınmış. Sağ ayak öpme ritüeli daha sonra Katoliklere geçmiştir. Bazı Hiristiyan aziz heykellerinin sağ ayaklarının üstü öpülmekten aşınmasın diye bakır metal ile kapatılmıştır.

Roma’da bir devlet tanrıçası durumunda olsa da Yunan dünyasında Ana Tanrıça aslında bireysel kült tanrıçasıydı. Atina’da ve İonia’daki bazı Yunan kentlerinde yasaların koruyucusu konumunda olmasına rağmen kent devletini belirleyen ve koruyan bir tanrıça değildi. Tanrıçanın esrime ayinleri ve hadım rahipler gibi, Anadolu ve Yunanistan’da gizemli kalmış olan birçok yön, Roma’da halka açık törenler haline geldi ve bir bakıma kamu denetimine tabi tutularak nitelikleri değişti.

Yunan dünyasında, özellikle yüksek tempolu, çoşkulu müzik ve dansla yaratılan esrimeyle, tanrıyla iletişim kurmaya açık bir ruh haline girilmesi amaçlanırdı. Bu besbelli bireysel bir etkinlikti ve seyirci için değil, katılımcı için tasarlanmıştı.Bu tür etkinlikler gizliydi ve halkın önünde nadiren gerçekleştirilirdi.Roma’da ise herşey açıkta gerçekleşiyordu. Bu ayinler, sadece izleyici konumunda olan Roma halkına şaşırtıcı bir gösteri gibi görünmüş olmalı. Hadım rahiplerin durumu da ilginçtir. Bu rahiplerin Doğu kökenli olduğu iddia edilmesine karşın, hadım olma adedi eski Akdeniz dünyasının diğer bölgelerinden ziyade Roma’da saptanmıştır.

Ana Tanrıça kültünün sadece Roma’ya özgü olan bir yönü, bereketin şiddetle vurgulanmasıdır. Ne Anadolu’nun ne de Yunanlıların Ana Tanrıçası bir bereket tanrıçasıydı ama Romalılara göre hu özellik Magna Mater’in karakterinin ayrılmaz bir parçasıydı.

Anadolu’da hadım etme adetiyle ilgili bulgular seyrek ve belirsizdir. Anlaşılan bu adet sadece rahip sınıfı içindeki seçkin bir tabaka tarafından uygulanıyordu ve belki de bir cinsel namusluluk yöntemi olarak doğmuştu. Gallusların Küçük Asya’daki birkaç yerde görüldüğü Hellenistik Dönem’e dek, Yunan dünyasında hadım etme adetine ilişkin bir kanıta rastlanmaz. Roma’daki kanıtlar ise tam tersine hadım rahiplerin Roma’da alışılmış bir görüntü olduğunu gösteriyor. Kültün korunması altında olmaları bunların sayısının artmasına yol açmış olabilir, çünkü rahiplik müessesesi transseksüelleri, travestileri ve toplum dışına itilen başka kişileri bir mıknatıs gibi çekiyordu.

Roma’da hadım kölelerin evlerde ve saraylarda kullanılması yaygındı. Yalnız hadımlardan oluşan bu özel grubun önemli bir devlet kültünde kutsal bir mevkiye sahip olması ve bu mevkinin Galluslara dokunulmazlık kazandırarak onları kölelerden esirgenen sosyal bir konuma ulaştırmış olması Romalıların kolayca kabul edebileceği birşey değildi. Bu grubun konumu, Romalıların hiyerarşi anlayışına uymuyordu. Roma’da erkeklerin kadınlardan, özgür doğmuş Roma yurttaşlarının köleler ve yabancılardan üstün olduğu düşünülürdü.

4.7. Roma Tanrıçası Küçük Asya’da

Romalılar İspanya’da, Galya’da, İngiltere’de, Ren ve Tuna vadilerinde ve Küzey Afrika’da egemenlik kazandıkça, Magna Mater kültü batı eyaletlerinde de yaşamın bir parçası haline geldi. Bu bölgelerde Magna Mater kültü Roma’dan ithal edilmişti ve Phrygialı kökenlerinden pek iz yoktu. Ana Tanrıça kültü Romalıların yeniden tanımlandığı haliyle sonunda tanrıçanın anayurdu Anadolu’ya bile yayıldı. Tanrıçanın Romalı kişiliğinin anahtar öğesi olan Attis figürü, Asya’da daha etkili bir varlık haline geliyor.

MS ilk ve ikinci yüzyıllarda Ana Tanrıça kültünde iki farklı eğilim görüyoruz: Tanrıçanın kentlerin ve kırsal bölgenin koruyucusu olması. 
Resim 63 - Kyzikos’tan, Soterides tarafından adanan Meter adak kabartması MÖ 1. yüzyıl Paris Louvre Müzesi.

Kyzikos’ta bulunan ve Soterides adında bir tarafından adanmış olan MÖ 46 yılından kalma yazıtlı bir kabartmada Meter kültünün bir hadım rahibiyle karşılaşıyoruz (Resim 63). Meter’den bir savaş sırasında korsanlara esir düşmüş arkadaşı Markos’a yardım etmesini dileyen Soterides yazıtta kendisini Gallos olarak tanıtır. Kadınsı giysiler de bu durumu destekler.

Aizanoi’daki(Çavdarhisar Kütahya) Zeus kutsal alanında Meter kültü önemli bir rol oynamıştır.Yerel söylence geleneğine göre, Zeus, yakındaki Steunos mağarasında doğmuş, çoktan beri Rhea’yla özdeşleşmiş olan Meter de Zeus’un anası kabul edilmiştir.

Özetle, Meter kültü MS ilk yüzyıllarda Anadolu’daki gelişimini sürdürdü. Neredeyse her topluluğun kendine ait bir Meter tapınağı vardı, ve genellikle yöresel adla anılıyordu. Tanrıça bölgedeki kent merkezlerinde de varlığını sürdürdü, ama asıl meskeni hala dağlar ve kır tapınaklarıydı. Tanrıçanın kültünün en önemli kült olduğu saptanmış kent çok azdır.

Aizanoi’daki Zeus Tapınağı (Resim 64), ırmağın batı kıyısına yakın, etrafı sütunlu galerilerle çevrili 130,5x112 m. boyutlarındaki alanın ortasında, bir podyum üzerine kuruludur. 8X15 ölçülerinde 120 adet İon ve 4 adet Korinti üslubunda sütunlarla dipteras planlı olarak inşa edilmiştir. Frig tanrıçası Meter Steunene'ye adanmış olan yer altı cellasına inen ve çatıya ulaşan bir merdiveni bulunmaktadır. Anadolu'daki en iyi koruna gelmiş İon düzenindeki tapınaklardan biri olan yapının bezemelerinden özellikle akroterleri ilgi çekicidir. Batı alınlığında orta akroter akant dalları ve yaprakları arasında tanrıça Kybele'nin büstüyle bezenmiştir. Doğu alınlık akroterindeyse Zeus büstü bulunmaktadır. Dor sütunlu avlusu ve agorasıyla MS 117-138 yılları arasında yapılmış tapınağın ön galeri duvarlarında; Roma İmparatoru Hadrian'i ve Aizanoi için önemli hizmetler görmüş Apuleius'u öven yazıtlar yer almaktadır. 

Resim 64 - Aizanoi(Çavdarhisar Kütahya) Zeus ve Meter tapınağı MS 2. yüzyıl. Aizanoi kenti, antik Frigya'ya bağlı olarak yaşayan Aizanitis’lerin ana yerleşim merkeziydi.


5. Hindistan’da Tanrıça Mata

Roma tanrıçası Magna Mater ile tapımı 20. Yüzyılda Hindistan’da hala devam eden bir başka ana tanrıça kültü arasında ciddi benzerlikler vardır. Mata(Ana) diye tanınan Hintli tanrıça da Romalı tanrıça gibi ana tanrıçadır. İkisi de halk arasında hem hayranlık hem de korku uyandırır ve belki de en önemlisi, ikisine de tanrıçanın hizmetine girerek gönüllü olarak kendilerini hadım eden rahipler eşlik eder. Aslan da her iki tanrıçanın ortak atribüsüdür. Bu Hintli ana tanrıçanın kültü ve hadım hizmetkarlarının rolü, Serena Nanda’nın Neither Man not Woman başlıklı çalışmasına konu olmuştur.

İki tanrıçanın karakterleri birbirine benzemekle birlikte, aynı değildir. Magna Mater’in aksine, Hindu ana tanrıçası Mata bir devlet tanrıçası değildir. Onun etki alanı bireysel düzeydedir ve insanın çoğalmasına yöneliktir. Düğünlerde ve doğumlarda, özellikle erkek çocukların doğumunda tanrıça onuruna büyük törenler düzenlenir. Bir bereket tanrıçası olarak, onun gücünü insani düzeyde temsil eden yetkiler, hijra denilen hadım rahiplerdir. Bu rahiplerin en önemli dinsel etkinliği, düğünlerde ve erkek çocuklara ad koyma törenlerinde şarkı söyleyip dans ederek kutsama ayinleri yapmaktır. 

 Resim 65 - Hintli tanrıça Mata, atribüsü aslan ile birlikte.

Saldırgan tanrıça imgesi, özellikle ölümlü kocasını hadım etmesinde öne çıkar. Ana Tanrıça’yı erkeği hadım eden bir kraliçe olarak tanımlayan ve tanrıçanın rahiplerinin hadımlığına gerekçe oluşturan geleneksel bir söylence vardır. Bu söylenceye göre, Mata genç ve yakışıklı bir prensle evlenir, ama cinsel birleşme bir türlü gerçekleşmez. Sonunda prens iktidarsız olduğunu itiraf eder; o ne kadın ne erkektir. Buna çok kızan tanrıça prensi hadım eder, prens de bir kadın görünümü alır. Bu yüzden hijra’lar ‘Tanrıça her zaman bizimledir ve biz onun gücüyle yaşıyoruz’ derler.

Bu öykünün Kybele ile Attis söylencesi ile ilginç benzerlikleri var. Her iki masalda da güçlü tanrıça yakışıklı bir genç olan ölümlü sevgilisiyle evlenir, ama evlilik başarıya ulaşmaz. Bunun nedeni, Hindu geleneğinde iktidarsızlık, Greko-Romen geleneğinde ise sadakatsızlık olmakla birlikte, sonuç aynıdır. Bunalım delikanlının hadım etmesiyle sonuçlanır. Ya tanrıça tarafından hadım edilir(Hindu) ya da kendi kendini hadım eder(Greko-Romen). İki kültürün söylencesinde de hadım etme adetinin nedeni, iki kültürün de anlamadığı ama gerekli olduğunu hissettiği hadım rahiplerin varlığına gerekçe bulmak için sonradan yakıştırılmış, son derece yapay bir açıklamaya benziyor.

Hijralar hayatlarını Mata’nın hizmetinde, tanrıça için düzenlenen şenliklerde gösteriler yaparak ve din adına sadaka toplayarak kazandıklarını iddia ederler. Gizli gerçek ise oldukça farklıdır. Çoğu erkek, hijra topluluğuna dindarlık yüzünden değil, iktidarsız oldukları için girmişlerdir. Üremede ne erkek ne kadın rolü oynayabilen bu adamlar, kendilerine bir statü ve içinde ortak bir yaşam sürdürebilecekleri bir topluluk kazandırabildiği için, kutsal hadımlık yaşamını seçerler. Bunların çoğu erkek bedeninde kadın ruhu taşıyan transseksüellerdir. Hepsi erkek olarak doğmuş, ama toplum içinde kadın rolünü benimsemişlerdir. Kadın gibi giyinir, saçlarını kadın gibi tarar, kadın mücevherleri takar, kadın gibi boyanır, kadın adı alır ve kendilerinden kadın olarak bahsederler.

Hijra’ların çoğu Hindistan toplumunun orta ya da işçi sınıfından gelir, en alt sınıftan gelen pek azdır. Katıldıkları düğün ve doğumlarda yaptıkları dinsel törenlerde saygınlıklarını artırmak için, bedensel zevklerden sakınan sofu kişiler olduklarını iddia ederler. Ama çoğunun cinsel ilişkilerden vazgeçmediği bellidir. Birçoğu belki de büyük kısmı fahişedir. Diğerleri ise kocaları saydıkları erkeklerle uzun süreli ilişkiler kurarak, aile yaşamı görüntüsüyle saygınlık kazanmaya çalışırlar. Hijraların toplum içerisinde hor görülmelerinin nedeni törenlerdeki saflıklarıyla tezat oluşturan özel hayatlarının çarpıklığıdır.

Romalılar da Gallusları kadın gibi görmüş ve onlardan kadın olarak söz etmişler. Gallusların kadınsı görünümleri ve giysileri hakkında yapılan yorumlar, erkeklerin bu görünümü onayladığını, hatta cinsel heyecan duyduğunu gösteriyor. Benzer bir başka nokta da hijraların aynen Galluslar gibi garip tavırları ve gürültülü etkinlikleridir.

Her iki grubun bir başka ortak noktası da yaptıkları dinsel dilenciliktir. Galluslar dinsel bayramlarda tanrıçaları ve elbette kendileri için halktan sadaka toplarlar. Bu yüzden Yunanistan ve Roma’da küçümsenmişler. Yaptıkları faaliyet dinsel törenlerle ilgili olmasına karşın yine de hor görülmüşlerdir. Dilenmek Hindi Hijraların da uğraştığı bir iştir.

Bu iki grup arasındaki bir diğer benzerlik bunların hadım edilerek kısırlaştırılmalarıdır. Hijraların cinsel organları tamamen alınır, Galluslarda ise sadece testisler alınır. Hindistan’daki Hijra fahişeler sadece erkek müşterilere hizmet verir. Roma’daki Galluslar ise görünüşe bakılırsa hem erkeklerin hem de kadınlara cazip gelmiştir. Hindu kültünde, Mata’nın taraftarları kültte uzun bir çıraklık dönemi geçirdikten sonra, bilinçli olarak hadım oluyorlardı. Romalı Gallusların ise dinsel törenlerdeki çılgınlığın sonucunda heyecanlanan kişilerin ansızın yaptıkları bir eylemle oluştuğu yazılıyor. Ama Hindu geleneği bizi düşündürmeli. Belki de hadımlığa duyulan nefretin yumuşatılmış bir yansımasıdır. Galluslara yönelik antik kaynaklarda Romalı yazarların aksine bu insanların Anadolu yaşamında çılgınlıklarına yönelik bir yazı yoktur.


7. KYBELE VE ATTİS’İN DOĞUŞU

Tanrıça Kybele ve tanrı Attis’in doğuş mitosu hakkındaki bilgileri, Yunanlı ve Romalı yazarların metinlerinde buluyoruz. Onların doğuşu ile ilgili en detaylı bilgiyi üç yazar, Yunanlı Diodoros (MÖ 90-30), Lydialı gezgin Pausanias (ölümü MS 180), Kuzey Afrikalı Hiristiyan rahip Arnobius (MS 255-330) vasıtasıyla öğrenebiliyoruz.

Diodoros’un anlatımında, Kybele’nin babası Phrygia Kralı Maeon(Meion) ve annesi Dindymene’dir. Doğduğu zaman babasının Kybelon dağında bıraktığı bu çocuk, leoparlar tarafından beslenerek mucizevi bir şekilde hayatta kalır ve Kybele adını alır.

Arnobius’un anlatımında, Kybele Phrygia’daki Agdos Dağı’nın altında yatmış uyurken, Zeus (Roma döneminde kahraman Jüpiter olur) onun ırzına geçmek ister. Tanrı amacına ulaşamaz menisini dışarı akıtmak zorunda kalır. Gebe kalan dağ, Agdistis adında, hem dişi hem de erkek organlarına ve her iki cinsin cinsel dürtülerine sahip olan, vahşi ve azgın bir yaratık doğurur. Agdistis’in çift cinsiyetli oluşu ve bundan kaynaklanan şehvet düşkünlüğü tanrılar için bir tehdit oluşturduğundan, tanrılar onun erkeklik organını keserler. Bunlar toprağa düşer ve toprakta bir badem ağacı türer. Daha sonra Sangarios’un (Sakarya ırmağı) kızı ağaçtan badem toplar ve badem den hamile kalıp, çok güzel bir çocuk olan Attis’i doğurur.

Pausanias ise Agdistis ve Attis’in doğuşunu şöyle anlatmıştır:‘Zeus bir gece bir rüya görür ve bunun etkisi ile toprağa boşalır. Bunun sonucunda Agdistis adında bir hermaphrodite (çift cinsiyetli insan) dünyaya gelir. Yaptığı azgınlıklar ile tanrıları sinirlendiren Agdistis’i durdurmak için tanrı Dionysos görevlendirilir. Dionysos, Agdistis’in her gün serinlemek için gittiği suya şarap karıştırarak onu sarhoş etmeyi başarır. Sızan Agdistis’in erkeklik organını da bir çam ağacına bağlar. Agdistis ayılıp kendine gelince, birden zıplar ve böylece kendi kendini hadım etmiş olur. Agdistis’in kesilen organından akan kanlardan bir badem ağacı ve meyveler oluşur. Irmak tanrısı Sangarios’un kızı bu badem ağacından bir meyve alıp koynuna koyar ve hamile kalır. Kızın babası bu durumu öğrendikten sonra kızını ölüme terk eder ama tanrılar kıza yardım ederler ve onun beslerler. Tanrıça Kybele’ye dönüşen kız, Attis’i doğurur. Babası Sangarios çocuğun doğduğunu duyduğunda bebek Attis’i sokağa atar. Tanrıça Attis’i alır ve onun himayesi altında çobanlar Attis’i keçi sütü ile besleyerek büyütürler.’ Attis tasvirlerde hep çoban kılığındadır.

Pausanias’ın diğer anlatımında, Agdistis’in doğması ile ilgili bazı kısımlar farklı anlatılmıştır: ‘Phrygia bölgesinde Agdos adlı ıssız bir dağ varmış, orada Kybele tanrıçaya bir taş kültü aracılığıyla tapınılırmış. Zeus tanrıçaya tutkulu bir şekilde aşık olmuş. Ana Tanrıça, Zeus’a yüz vermemiş; Zeus onunla birleşmeyi başaramayınca spermlerini dağın üzerine bırakmış. Zeus’un bıraktığı menilerden bir kısmı tanrıçanın rahminden içeri girmiş ve Kybele, Agdistis olarak adlandırılan çift cinsiyetli korkunç bir yaratık dünyaya getirmiş.

Tanrılar bu yaratığın ortadan kaldırılması gerektiğini düşünürler ve onu yok etme görevini Dionysos’a verirler. Agdistis, Dionysos’un yardımı ile hadım edilir. Agdistis’in cinsel organından akan kandan bir nar ağacı meydana gelir. Sangarios’un kızı Nana ağaçtan bir nar alır ve göğsüne koyar, hamile kalır. Sangarios kızını evden atar, fakat tanrılar Nana’ya yardım ederler ve onu aç kalmaması için nar ile beslerler. Nana, Attis’i dünyaya getirdikten sonra ortadan kaybolur. Attis tanımadığı insanlar tarafından keçi sütü ve bal ile beslenir.’

Pausanias’ın her iki anlatımında da farklılıklar görülmesine rağmen, doğuş mitosu ile ilgili en önemli ayrıntıları onun vasıtası ile öğrenebilmekteyiz.

Kybele-Attis doğuş mitosunun Anadolu kaynaklı olması muhtemeldir, çünkü olayların geçtiği yerler, Anadolu’dadır. Mitosta adı geçen ırmak tanrısı Sangarios, Phrygia bölgesinden geçen Sakarya ırmağının adıdır. Olaylar, Agdistis, Attis, Sangarios üzerinde yoğunlaşmaktadır. Agdistis’in ve Attis’in doğuş mitosunun kökleri MÖ 3. yüzyıl Tunç Çağı’nda, özellikle Hitit destan geleneğinde yatar. Hititler’e ait Ullikummi Şarkısı, Kumarbi söylencesi ve Yunan mitolojisinde Thegonia (Tanrılar’ın Doğuşu) mitosu ile benzer yönler sergilemektedir. Bu mitosların benzer bölümlerini şöyle sıralayabiliriz:

Agdistis ve Attis’in doğuş mitosunda görülen Agdistis’in hadım edilmesi olayı Yunan mitolojinde Hesiodos’un Theogonia (Tanrıların Doğuşu) adlı eserinde, Kronos ile Uranos arasında geçen mitos ile de benzerlik göstermektedir. Mitosla ilgili kısım şöyledir: Kronos ile annesi Gaia anlaşır. Gaia, Kronos’u saklar ve onu pusuya yatırır, eline tırpan verir. Kronos ile annesi Uranos’u ortadan kaldırma planları kurarlar. Uranos geceyle birlikte yeryüzüne iner. Ama pusuda bekleyen Kronos, babası Uranos’un cinsel organını tırpanla keser ve onları fırlatır. Atılan organdan çıkan kanlarla toprak ana hamile kalır; Erinysler’i, öç tanrılarını, parlak zırhlı, uzun kargılı devleri, Orman perilerini doğurur. Atılan hayalar denize düşmüştür. Hayalardan çıkan ak köpüklerden (spermler) tanrıların en güzeli Aphrodite dünyaya gelir. Agdistis’in kesilen erkeklik organından çıkan tohumlar ile güzel bir bebek olan Attis doğar; Theogonia (Tanrılar Doğuşu) efsanesinde de Uranos’un tohumlarından dünyalar güzeli Aphrodite doğmuştur.

Attis’in doğuşu ile Aphrodite’nin doğuşu birbirine benzemektedir. Ayrıca güçlü bir kral olan Uranos’un ortadan kaldırılmak istenmesi ile tanrıların Agdistis’i ortadan kaldırmak istemeleri de benzer yönlerdendir.

Theogonia’dan başka, Yunan mitolojisinde Agdistis’in hadım edilişi ile benzer anlatımlar vardır. Hephaistos’un Athena’ya tecavüz girişimi buna iyi bir örnektir (Resim 66). Bu mitos anlatımında; Tanrıça Athena Troya savaşında kullanmak üzere Hephaistos’tan kendisine silah yapmasını ister. Hephaistos şaka ile karışık ona birlikte olma karşılığında bu istediklerini yapacağını söyler. Athena bu sözleri ciddiye almaz, Hephaistos’un demirci atölyesine gider. Tanrı Hephaistos, tanrıça Athena’ya tecavüz etmeye kalkışır. Athena Hephaistos’tan kendisini kurtardığında, tanrının bacağını ıslattığını görür; bacağındaki ıslaklığı bir yün parçası ile siler ve tiksinerek Atina yakınlarındaki bir yere atar. Yere düşen bu tohumlar, Toprak Ana’yı şans eseri döller.

Resim 66 - Hephaistos’un Athena’ya tecavüz girişimi - Paris Bordone (1500–1571)



8. KYBELE ATTİS BİRLİKTELİĞİ ve ATTİS’İN ÖLÜMÜ

Kybele ve Attis’in birliktelik efsaneleri, Roma ve Yunan yazarlarına ait anlatımlardır. Bu anlatımların Lydia ve Phrygia versiyonları birbirlerinden biraz farklıdır.

8.1. Efsanenin Lydia’daki anlatımı

Lydia versiyonu olarak adlandırılan anlatımda, mitos Lydia’da geçmektedir ve Attis ile yabandomuzu arasında yakın bir ilişki vardır. Yabandomuzu Atys ya da Attis’i öldürür ya da bu hayvanın avlanması sırasında Attis istenmeyen yazgısına yenik düşerek ölür. Bu anlatım şeklinde Attis, Kybele’nin aşığı ya da hadım rahibi değil, kral soyundan gelen yaşayan bir kişi olarak görülür.

Herodotos (MÖ 5. yüzyıl), Hermesianax (MÖ 3. yüzyıl başı) ve Pausanias’ın (MS 2. yüzyıl sonu) anlatımına dayanan Lydia versiyonu, bir kralın oğlu ya da rahip olan Attes ya da Atys isimli kişinin kaza sonucu yabandomuzu avı sırasında bir kişi tarafından öldürülmesine ya da arada hiçbir aracı olmadan yabandomuzu tarafından öldürülmesine dayanır.

8.1.1. Halikarnaslı tarihçi Herodotos anlatımı

Lydia versiyonu anlatımlar içerisinde en erkeni MÖ 5. yüzyıl Herodotos’a aittir. Ancak bu yazar, Kybele (Angdistis)- Attis ilişkisinden bahsetmez; sadece o, Lydia kralı Kroisos’un oğlu olan Atys’in bir yabandomuzu avı sırasında Kroisos’un sarayına sığınmış Adrastos tarafından öldürülmesinden bahseder. Bu burada Attis yerine Atys adını görürüz.

‘Lydia kralı Kroisos’un iki oğlu vardır. Bunlardan biri dilsizdir; diğeri ise Atys adında tüm yaşıtlarından her yönden daha önde olan bir gençtir. Kroisos bir gün rüyasında oğlu Atys’in demir uçlu bir kargı ile öldürüleceğini görür ve uyandığında ilk iş olarak onu evlendirmeye karar verir. Rüyasından esinlenerek, oğlunun kargı, mızrak gibi silahların tehdidinden korumak için, ordu komutanlığı görevinden alır.  Atys’i evlendirme hazırlıklarının devam ettiği bir zamanda Phrygia’dan bir misafir Lydia’ya gelir. Bu kişi Phrygia kralı Gordios’ın oğlu, Midas’ın torunu Adrastos’tur. Kardeşlerinden birini öldürdüğü için ülkesinden uzaklaştırılmıştır. Kroisos ona sahip çıkar ve kendi ülkesinde dilediği gibi yaşayabileceğini söyler. Adrastos, Lydia kralının sarayına yerleşir. O sıralarda Mysia yöresinin Olympos dağlarının olduğu kısımda, Mysialı çiftçilerin tarlalarını silip süpüren, ekinlere zarar veren bir yabandomuzu türemiştir. Çiftçiler bir türlü yabandomuzunu yok edemezler; bunun üzerine çiftçiler kral Kroisos’a elçi yollarlar ve onun oğlunun, adamlarının köpeklerini alarak bu yabandomuzunu öldürmek için gelmelerini isterler. Kral, oğlu dışında tüm istedikleri kişilerin ve köpeklerin yollanacağını onlara söyler. Atys babasının Mysialı elçiler ile konuştuklarını duyar ve kendisinin de bu avda bulunması gerektiğini babasına bildirir. Kroisos oğluna rüyasında gördüklerini anlatır ama oğlu Atys’i bu ava gitmemesi için ikna edemez; çünkü Atys, babasına bu avda savaş gibi bir durumun olmadığını, yabandomuzunun da kargı kullanamayacak olduğundan başına bir olay gelmeyeceği söyler ve ava katılır. Bunun üzerine kral, Phrygia’dan gelen Adrastos’u oğluna göz kulak olması için av partisine dahil eder. Andrastos’da kralı kırmayarak av partisine katılmayı sevmediği halde ava Atys’i korumak için katılır. Tüm görevlendirilenler ve köpekler yola çıkarlar Olympos’a ulaştıkların da yabandomuzunu bulmak için bir sürek avı başlatılır. Domuzu bir köşeye sıkıştırırlar ve kargılarını onun üzerine fırlatırlar. Kroisos’un görevlendirdiği Adrastos’un fırlattığı mızrağı domuzu ıskalayıp kazayla Atys’i vurur ve Atys ölür. Böylece de Kroisos’un rüyasında gördüğü kehanet doğru çıkar. Ama üzücü olan bu cinayeti ülkeye misafir olarak gelen kişinin işlemesidir. Adrastos, kardeşini öldürdüğü gibi birini daha öldürmüştür.

Avcı grubundan biri koşarak Lydia Devleti’nin başkenti Sardes’e varır ve krala oğlunun Adrastos tarafından öldürüldüğünü bildirir. Bu ölüm onu altüst eder ama onu asıl üzen oğlunun katilinin onu korumakla görevli olan kişinin olmasıdır. Kroisos bu yaşananlardan dolayı, Zeus’a isyan eder. Ava gidenler Atys’in ölüsünü Lydia’ya getirirler; katil onların arkasından gelmektedir.

Ölünün arkasında duran Adrastos bu yaptıklarının cezası olarak kendisinin öldürülmesinin gerektiğini söyler ve kurban edilmek ister. Ancak kral, ona ‘konuğum’ diye hitap ederek ocağını söndüren Adrastos’a acır ve onu bağışlar. Lydia kralının oğlu törelere uygun olarak gömülür. Gece olunca yaptıklarına dayanamayan Adrastos, Atys’in mezarı üzerinde kendi canına kıyar.’

Bu anlatımda Atys, avcılıkla uğraşan, savaşlarda başarılı olan bir kişi olarak anlatılmıştır. Açıkçası bu kişinin Phrygia dışında, Lydia’da yaşayan bir kişi olarak bu adı alması oldukça ilginçtir. Ayrıca, Atys’in mezarının Lydia’da, başkent Sardes yakınlarında bulunduğunun da burada belirtildiği görülür. O halde bu kişi bir tanrı olmaktan ziyade yaşayan bir kişidir ve onun mezarı yapılacak kazılarla belki de bulunabilinir. L.E.Roller, bu anlatımdaki Atys’in Anadolu’da yaşayan erkeklere verilen bir isim olduğunu ve bundan dolayı bu kişinin tanrı ya da rahip kral olan Attis olamayacağını belirtir.

Attis’in bir yabandomuzu avı sırasında öldürülmesi, Aphrodite’in genç sevgilisi Adonis’in ölümünü hatırlatır. Aslında bu hikayelerdeki öykünün çekirdeği vahşi yabandomuzu sahnesi değildir. Bu sadece mitosun bir yüzüdür; ama genelde avlanma motifi öykünün çekirdeğidir. Hermesianax’ın anlatımında, Attis, Phrygialı Kalaos’un doğuştan hadım olan oğludur. Büyüdükten sonra Lydia’ya göç eder ve orada Ana’nın ayin şenliklerini kutlar.

8.1.2. Lydialı gezgin Pausanias’ın anlatımı

L.E.Roller, Pausanias’ın anlatımlarını, Pausanias A ve B şeklinde ayırmıştır. Pausanias’ın anlatımlarındaki bu ayrım dışında, mitosun geçtiği yerler ve içeriği konusunda da bazı farklılıklar bulunmaktadır. Bunun içinde Pausanias’ın anlatımlarının ilkini Lydia versiyonu olarak adlandırılan anlatımlara; ikincisini de Phrygia (Pessinus) versiyonu olan anlatımların arasına yerleştirmemiz gerekir.

Pausanias (Pausanias, VII.17.9–12.): ‘Phrygialı Kalaos’un oğlu olan Attes üreme iktidarı olmaksızın doğmuştur. Büyüyünce Lydia’ya gider ve onlara Ana Tanrıça kültünü kabul ettirir. Attes, Ana Tanrıça tarafından o kadar hürmet ve takdir görür ki Zeus bu olaya sinirinden ve öfkesinden Attes’in arkasından ülkeye bir domuz gönderir. Bu domuz birçok Lydialı ile birlikte Attes’i de öldürür. Bu yüzden Pessinus’taki Galatyalılar domuza dokunmazlar ve yemezler.’

Pausanias, Kybele ve Attis mitosunu anlatırken iki farklı Attis tiplemesi ortaya çıkarır ve ayrıca bu anlatımlarda olayın geçtiği yerlerin de farklılığı göze çarpar:
  • Lydia kralının ülkesine giden ve Kybele kültünü Lydialılara tanıtan Attis’in görüldüğü anlatım, Lydia versiyonudur.
  • Tanrıçaya sadık kalacağına söz veren ama sözünü tutamayarak Pessinus kralının kızına aşık olan Attis’in başından geçenlerin anlatıldığı, olayların Pessinus’ta geçtiği, anlatımda Pessinus versiyonudur.

Pausanias’ın Lydia anlatımında Attis, Phrygia’da ölümlü bir babadan doğan, kısır olan, yetişkinliğinde Lydia’ya taşınan, orada Ana Tanrıça ayinlerini Lydialılar’a tanıtan, Zeus kültünü gölgede bırakmasından dolayı Zeus tarafından kıskanılan önemli bir şahsiyettir. Bu anlatımda, Kybele ve Attis’in birlikteliğine ve aşkına değinilmemesi dikkati çeker. Buradaki Attis, tanrıçaya kendisini adamasından sonra tanrısal konuma ulaşmış bir insan ya da rahiptir. Attis’in normal bir insandan sonra tanrıya dönüşmesi, onun tanrıçayla aşk yaşamasından değil; ona olan bağlılığından dolayı olmalıdır.

Ankara Eskişehir ekseninde bir dönem yaşayan Galatlar’ın bu külte girenlerinin yabandomuzu eti tüketmemeleri muhtemelen buradaki anlatımlarda tanrılarını ya da prenslerini öldürdüğü için lanetledikleri bu hayvanın etini yememek için olmalıdır. Ayrıca, bu tanrı ve tanrıçanın toprak ve tahıl ürünleri ile ilişkisini düşündüğümüzde; Attis, tarladaki topraktan çıkan ekinleri, tanrıça da toprak ana olarak Attis’i kucaklayan anneyi, Attis’i öldüren yabandomuzu da tahıl başına gelecek kötülükleri simgelemektedir. Bundan dolayı da domuz bazı toplumlarda verimsizlik ve bereketsizlik getireceğine inanıldığından istenmeyen bir canlı olmuştur.

8.2. Phrygia Versiyonu

Phrygia (Pessinus) versiyonu olarak adlandırılan anlatımlar da genellikle Attis, Angdistis’i ya da Kybele’yi aldatan bir sevgili olarak görülür ve onun Kybele’nin hadım rahibi olarak ölmesi teması ana konudur. Phrygia (Pessinus) versiyonu, Diodoros (MS 1. yüzyıl), Ovidius (MS 1. yüzyıl), Pausanias (MS 2. yüzyıl), Arnobius (MS 3. yüzyıl) ve Servius’un (MS 4. yüzyıl) anlatımlarına dayanır.

Mitosun Lydia versiyonunda bir kralın oğlu olarak görülen Attis tiplemesi, Phrygia (Pessinus) versiyonunda Kybele’nin iradesine sahip olamayan sevgilisi olan bir tanrı olarak karşımıza çıkar.

6.2.1. Yunanlı tarihçi Diodoros anlatımı

‘Çobanlar tarafından büyütülen Kybele büyüyünce ilk önce Attis ardından da Papas adında bir genci sevdi, onunla yakın ilişkiye girdi, Papas’ın anne ve babasını Kral ve Kraliçe olarak tanıdığında hamileydi. Kralın sarayına götürüldü, bakire olmasına karşın hamile olduğu anlaşıldı ve Kral onu büyüten çobanları ve Attis’i öldürttü. Ve bedenleri mezarsız bıraktı. Attis’e karşı olan sevgisi ve kendisini büyütenlerin başına gelenlerden dolayı çıldıran Kybele, dağınık saçlarıyla, inleyerek ve tef çalarak ülkeden ülkeye dolaştı durdu.’

Bu anlatımda Kybele ve sevgilisi Attis arasındaki ilişki diğer anlatımlara göre biraz daha farklıdır. Burada, Attis ve Kybele uygunsuz bir ilişki yaşamışlar ve sonucunda da cezalandırılmışlardır. Diğer anlatımlarda, Attis kusur işleyen, Kybele ise öç alan kişi olarak; ahlaksal uygunsuzluğa karşıydı. Ayrıca buradan Attis’in annesi Nana’da görülen bakire Ana Tanrıça olmanın kutsallığı burada da devam etmiş gibi görülüyor. Anlatımda Attis’in Kybele tarafından değil de babası tarafından öldürülmesi ve hadım edilmemesi diğer anlatımlardan farklı olan başka bir noktadır.

8.2.2. Romalı şair Ovidius anlatımı (Ovidius, IV.181–244.)

'Phrygialı genç, güzel yüzlü Attis ormanlarda kule taşıyan tanrıçayı lekesiz aşkla yendi. Attis itaat sözü verdi ama yeminini bozdu ve Nympha Sangaritis ile kendisi olmaktan çıktı. Bunun için öfkeli tanrıça onu cezalanırdı, Attis çıldırdı, evi yıkılıyordu sanki, kaçtı koşarak Dindymus Dağı’nın tepesine, kah ‘Meşaleleri kaldırın’ kah ‘Kamçıları kaldırın diye bağırır’; yemin eder Palaestine tanrıçalarının orada olduğuna, keskin bir taşla kendini hadım edip uzun saçlarını peşinden sürükledi, kir toz içinde. Şöyleydi çığlığı: ’hak ettim, kanla ettiğim cezaları, ödüyorum, bana zarar veren o organlar yok olsun’’... kasıklarının ağırlığını kaldırıp attı... çılgınca kendinden geçmesi örnek oldu ve kadınsı rahipleri saçlarını sallayarak aşağılık uzuvlarını kestiler.’ Tanrı Attis’in hadım edilmesi temasının ilk defa bu anlatımda işlendiğini görüyoruz.

8.2.3. Lydialı gezgin Pausanias anlatımı (Pausanias, VII.17.9–12.)

‘Attis’e Ana Tanrıça (Kybele) aşık olur. Attis ona sadık kalacağına söz verir ama Pessinus kralının kızına aşık olur. Attis kralın kızı ile evleneceği sırada düğün konukları arasından Agdistis (Kybele) görünür ve kıskançlığından Attis’i çıldırtır. Dağa kaçan Attis, bir çam ağacının altında kendini hadım eder ve ölür. Kanından taçlı dağ laleleri meydana gelir. Bu yaptığından pişman olan Agdistis(Kybele), Zeus’a yalvarır ve Attis’in yeniden dirilmesini ister. Ancak Zeus, Attis’in bedeninin hiç çürümeyeceğini, saçının hep uzayacağını, yalnızca sağ elinin küçük parmağının hareket edeceğine söz verir. Tanrıça, Attis’i Pessinus’ta gömer ve o her yıl yapılan törenlerde tanrı olarak anılır.’

8.2.4. Kuzey Afrikalı rahip Arnobius anlatımı (Arnobius V.5–8)

‘Genç Attis’e Agdistis ve Magna Mater aşıktır ve Agdistis gizlice Attis’e birçok kez av hediyesi vermiştir. Attis bir gün sarhoşluğu sırasında onların aşkına ihanet eder ve Midas’ın kızı İa(İo) ile evlenir. Kral Midas düğününden Agdistis’in haberi olmasın diye şehir kapılarının kapanmasını emreder. Ama Magna Mater şehir duvarlarının başı ile kaldırarak içeriye girer. Agdistis çılgınlık içinde tüm topluluğa saldırır ve bunun sonucunda Attis kendini bir çam ağacının altında hadım eder ve kestiği genital organını Agdistis’e fırlatır.

Magna Mater bunları gömer ve bunlardan taçlı dağ laleleri meydana gelir. İa(İo) ise Attis’in bedenini yüne sarar ve Agdistis ile birlikte o da ağlar. Daha sonra İa(İo) kendini öldürür ve bedeni Magna Mater tarafından gömülür. İa(İo) kanından taçlı dağ laleleri, mezarından da badem ağacı meydana gelir. Magna Mater çam ağacını mağarasına taşır ve Agdistis ile birlikte Attis için ağıt yakar. Tanrıçanın isteğine rağmen Zeus, Attis’in tekrar dirilmesine izin vermez. Ancak bedeninin çürümemesine, saçlarının uzamasına ve küçük parmağının hareket etmesine izin vermiştir. Bunun üzerine Agdistis, Attis’in bedenini Pessinus’ta kutsar ve her yıl rahipsel kutlamalar ile onurlandırılmasına izin verir.’

Bu anlatımda tanrıça, Kybele adı görülmez. Agdistis adı ile ön plana çıkar. Zaten Agdistis, gök tanrısı ile toprak tanrıçasının çift cinsiyetli kızıdır. Sonradan erkeklik uzvu tanrılar tarafından yok edilecek ve Kybele’ye dönüşecektir. Bu anlatımda, Tanrı Attis’in ölümü de diğer anlatımlara göre biraz daha farklıdır. Onun ölümü, tanrının kendisini bir çam ağacının altında hadım etmesi ile gerçekleşir. Buradaki Attis’in bedeninin yüne sarılması, Mart törenlerindeki bir uygulamanın temeli olmalıdır. Demek ki Kybele’nin hadım rahipleri, bu mitostaki Attis karakterini fazla önemsiyorlardı.

Ayrıca, Agdistis’in (Kybele), tanrı Attis’in cinsel organını toprak içerisine gömmesi, bu tanrının üremedeki gücünün göstergesidir. F. Maternum, Kybele-Attis mitosunda geçen ayrıntıların anlamını yorumlarken Kybele’yi toprağa Attis’i de topraktan çıkan ekine benzetir. Kybele’nin Attis’e olan sevgisini de toprağın ekini sevmesine, tanrının hadım edilmesi cezasını da çiftçinin orakla olgun ekinleri kesmesiyle; tanrının ölümünü de kesilen ekinlerden düşen tohumların toprağa saklanması şeklinde niteler ve her yıl toprağa serpilen tohumların yıllık sürelerle yeşermesini de Attis’in yaşama dönmesi ile ilişkilendirir.

Attis’in cinsel organının toprağa gömülmesi sonucu taçlı dağ laleleri ortaya çıkması nedeniyle Adonis’in kanından taçlı dağ laleleri oluşması arasında bir bağlantı kurulmuş olunabilinir. Yazarlar, Kybele’nin eşi olan Attis’in hadım edilmesini, maddi dünyanın sonsuzluklarına doğru hızlı düşen Attis’in isteklerine gem vurulması olduğunu belirterek insanoğlunun da Attis gibi içindeki taşkınlığa gem vurmasıyla, bir olana erişebileceğini vurgular.

8.2.5. Romalı Servius

‘Güzel çocuk Attis, Mater Magna’nın üst rahibidir. Şehrin kralı tarafından seviliyormuş ama onun bir zorbalık yapacağını anladığı zaman ormanlara kaçmış. Ancak kral tarafından bulunmuş ve kralın kendisine tecavüz etmesinden önce kralın cinsel organını kesmiş. Aynı şeyi ölmekte olan kralda Attis’e yapmış. Mater Magna’nın rahipleri bir çam ağacının altında ölmekte olan Attis’i bulurlar ve onu tanrıçanın tapınağına götürürler. Onu hayatta tutabilmek için her şeyi yaparlar ancak sonuç alamazlar. Attis’in cesedini gömerler, tanrıça da her yıl ona tören düzenler.’



7. YUNAN MİTOLOJİSİNE GÖRE DÜNYANIN OLUŞUMU

Yunan Mitolojisi herşey bir kaos ile başlar. Efsane "Başlangıçta kaos vardı" der.  Belki de bu belirsizlik ona kaos ismini vermiştir.

9.1. Önce Toprak Ana Gaea vardı

Yunan yaratılış efsanesine göre önce kaos vardı. Bir süre sonra bu kaos'tan bir anda Gaea oluşmuştur, yani toprak, başka bir deyişle "Toprak Ana" (Resim 67).

Resim 67 - MÖ 750-650 yılları arasında yaşamış Yunan didaktif şiirin babası sayılan Hesiod der ki, "Gaea'dan gökyüzü yükseldi", Gökyüzü, yani Uranus; toprağın, yani Gaea'nın hem oğlu hem eşi oldu. O zamanlarda, gökyüzü ve yeryüzü birbirine o kadar yakındı ki, birbirlerine öyle büyük bir aşkla sarılmışlardı ki, aralarındaki sınır ayırt edilemezdi. Bereketli, yeşil Gaea, Uranus'un yağmurlarıyla ıslanınca, Eros ortaya çıktı; yaratıcı aşkın ruhu. Eros, bir varlıktan çok, Gaea'nın ruhu olarak tanımlanır; yeryüzü ve gökyüzünü birlikte kılan bir güç.

9.2. Erkek Egemen Tanrı Başlıyor - Uranus

Gaea ve Uranus'un kucaklaşmasıyla ilk varlıklar oluşmaya başladı. Gaea, Uranus'un kolları arasında mutlulukla kıpırdandığında, narin, yeşil, yumuşak tepeler oluştu ve Gaea bu tepelerden düşünme yeteneğine sahip ilk varlıkları Titanları doğurdu (Resim 68).

Titanlardan sonra Gaea, yüz kollu, dev canavarlar doğurdu. Babaları Uranus onları görür görmez nefret etti, iğrendi ve toprağın içine geri itti. Gaea acıyla kıvranıyordu, bu kıvranmalardan yeryüzündeki büyük taşlık dağlar oluştu. Ancak Uranus Gaea'ya eziyet etmekten vazgeçmiyordu.
Uranus, Cyclopes ve Hecatonchires gibi bazı çocuklarını Tartarus yeraltı zindanlarında tutsak edince anneleri ve eşi Gaea’ın gazabına uğradı. Gaea, acı içinde ilk çocukları olan Titanlar'a seslendi. Babaları ve yarı kardeşleri olan Uranus'a karşı kendisiyle birlik olmalarını istedi. Ancak Titanların hemen hepsi Uranus'tan ölesiye korkuyorlardı, yardım çağrısına karşılık vermediler Gaea'nın. 

Resim 68 – Gaea ve Uranus

Ancak içlerinden biri, Cronus, annesine yardım edeceğini belirtti. Titanların en cesuru olan Cronus, annesine yardım edip babasını saf dışı bıraktıklarında evrenin idaresinin kendisine geçeceğini sezinliyor olmalıydı. Bunun üzerine Gaea, Cronus'un pençeye benzeyen güçlü elleri için demiri yarattı. Yerden biten bu demiri çakıl taşıyla biledi, bir orak haline getirdi ve Cronus'a verdi. ‘Bununla babanı hadım edeceksin!’ dedi. Cronus orağı aldı ve gece olduğunda uykuya çekilen babasının üzerine atıldı ve onu hadım etti. Böylece gökyüzü sonsuza dek yeryüzünden ayrılmış oldu, artık dünyaya hükmedecek hükümdarların, toprağa ayak basmaları gerekecekti, gökyüzünden yeryüzüne hükmetmek olanaksızlaşmıştı.

Babasının erkeklik organını kesen Cronus, ardına bile bakmadan ordan uzaklaştı. Kesilmiş erkeklik organından toprağa damlayan kanlarından yeni varlıklar doğdu. İlkin, doğa yasalarının ve evrenin koruyucuları Erinys’ler. Bu tanrıçalar birçok söylemde yer almış olan korkunç yaratıklardır. ‘Suçluları kovalayıp duran bir nevi mitolojik polistirler’ diye anlatılır. Ardından, Uranus'un kesilmiş erkeklik organından damlayan ikinci kan damlalarından Gigantlar doğdular. Yeryüzü görünümündeki Gaea, gökyüzü görünümündeki Uranus, fiziksel özellikleri pek bilinmeyen ancak insan görünümünde olduklarını düşündüğümüz Titanlar ve yüz kollu devlerden sonra; Gigantların dış görünüşleri pek garipti. İnsanlara benzer bir yapıları vardı ancak vücutlarının alt kısmında yılan biçimli bir kuyruk bulunuyordu. İki ayakları üzerinde duruyorlar ancak sürüngen özellikleri de gösteriyorlardı. Üçüncü damladan da Dışbudak ağacının perileri Meliae’lar doğdular.


Resim 69 - Yunan Tanrılar Panteonu

Organ sonunda suya düştü... Üzerinde bulunan spermler tuzlu deniz suyu ile birleşti ve bir köpük oluşturdu. Bu köpük Kıbrıs kıyılarında karaya vurdu ve içinden güzeller güzelli Aşk Tanrıçası Aphrodite çıktı. Aphrodite göğün kızıdır ve ilk tanrıçalardan biridir. Roman mitinde kendisine Venüs ismi verilmiştir, sabah ve akşam yıldızı olarak görünmüştür.

9.3. Ve Tanrılar tahtı Cronus’un (Roma’da Saturn)

Böylece Cronus tahta geçmiş oldu. Ancak Cronus'un babasından daha da zalim bir tanrı olacağını kimse bilemezdi. Yüz kollu dev kardeşlerini kurtaracağı yerde, ona umut bağlamış olan zavallıcıkları daha da gerilere, Tartaros'a itti. Tartaros, Yeraltı Dünyası'nın en derin, en korkunç, en karanlık yeridir ve Homeros tarafından ‘Tartaros'un yeraltı dünyasına olan uzaklığı, dünyanın gökyüzüne uzaklığı kadardır.’ diye tanımlanır. Oraya düşmek, bir varlığın başına gelebilecek en kötü şeydir.

Cronus, kendisine ayak bağı olacaklarını düşündüğü kardeşlerini Tartaros'a hapsettikten sonra keyfine baktı ve kardeşi Rhea'yı kendisine eş olarak aldı. Fakat hayal kırıklığına uğramış olan Gaea, Cronus'un ihanetine bir kehanetle yanıt verdi ve Cronus'un keyfini kaçırdı... ‘Babana yaptıklarının aynısını günün birinde çocuklarından biri de sana yapacak.’

Rhea, Cronus'a bir sürü çocuk doğurdu... Böylece eski Yunan Tanrıçaları ve Tanrıları birer birer ortaya çıktılar.
Resim 70 – Roma’da Saturn olan Cronus doğan çocuklarını yutuyor.

Cronus, annesinin kehanetinden korkuyor, Rhea doğurdukça bebeği yutuyordu (Resim 70). Rhea bu durumdan elbette hoşnut değildi ancak, günün birinde doğacak çocuğunu sever de kıyamaz yutamaz umuduyla doğurmaya devam ediyordu. Ancak Cronus akıllanacağa benzemiyordu. Oysa Rhea'nın sabrı tükenmişti, yine hamileydi ve bu sefer doğacak çocuğunu Cronus'un midesine göndermeye hiç niyeti yoktu!

Rhea annesi Gaea'dan akıl aldı, ve onun öğüdüne uyarak çocuğunu dağlık bir yere gidip doğurdu ve oğlunu keçi sütü ile besledi. Sonra da onu ne idüğü belirsiz Kuretler'e verdi. Kuretler o dağlık bölgede yaşayan küçük tanrıcıklardı. Kuretler eğer Cronus oralara yaklaşacak olursa korkunç sesler çıkarıp bebeğin sesini duymamasını sağlayacaklarına söz verdiler.

Sonra Rhea, yerden bir kaya parçası aldı, onu battaniyelere sardı sarmaladı ve yutması için Cronus'a sundu. Cronus'un gözü öylesine dönmüştü ki, battaniyeyle beraber kayayı yuttu, Rhea'nın bir sonraki doğumuna kadar rahatladı. Ancak Rhea bir daha doğurmadı.

Aradan yıllar geçti, Zeus büyüdü, genç ve kuvvetli bir tanrı oldu. Günün birinde akıllı ve bilge peri Metis’e rastladı. Zeus hemen ona aşık oldu. Metis'e hayatını anlattı. Babasının çılgınlıklarından, yeraltına hapsedilmiş kardeşlerinden bahsetti. Metis öğrendikleri karşısında kayıtsız kalamadı ve Zeus'a yardım etmeye karar verdi. Hemen büyülü bir iksir hazırladı ve babasına içirmesini tembihleyerek bunu Zeus'a verdi.

Zeus, babasının sarayına saki olarak bir şekilde kendisini kabul ettirdi ve şarabına büyülü iksiri karıştırıp içirmeyi başardı. İksir hemen etkisini gösterdi, Cronus birer birer yuttuğu çocuklarını kusmaya başladı. Bebekler babalarının karnından büyümüş, gelişmiş bir şekilde çıktılar. Ölmemiş olmaları çok doğal aslında, çünkü onlar tanrı ve tanrıçalardır.

Çocukları, Cronus'un midesinden çıktıktan sonra babalarının karşısına dikildiler. İlerde Olympos'ta bir nevi ev kadını olan ocak ve ev düzeni Tanrıçası Hestia, kolunda bir demet başak ile tasvir edilen bereket tanrıçası Demeter, evliliğin koruyucusu Hera, sonradan yeraltı dünyası'nın tanrısı olan Hades ve sonradan denizler tanrısı olan Poseidon...

9.4. Zeus Tanrılar Panteon’unun Başı oluyor.

Hepsi de Zeus'un önderliğinde babalarına karşı birleştiler ve şiddetli bir savaş başladı. Zeus, Tartaros'tan yüz kolluları çıkardı. Onlar da kendilerini esaretten kurtaran Zeus'a minnettarlıklarını bildirmek için onun yanında savaştılar. Hatta Zeus'a şimşekli silahlar armağan ettiler. Böylece savaş Zeus ve kardeşlerinin üstünlüğü ile sona erdi.

Bu savaşın 10 yıl kadar sürdüğü söylenir. Bildiğimiz savaşlara benzemez bu. Kimse kimseyi öldürüp yaralayamaz, zaten ölümsüzlerdir. Amaç salt iktidar ve koltuk kavgası olduğundan, bunca süre Zeus, Cronus'u artık iktidarı kendisine teslim etmesi için ikna etmeye zorlamıştır. 10 yıl sonra da Cronus yorgun düşmüş olmalı ki, Zeus ile anlaşmaya razı olmuş, iktidarı devredip Mutlular Adası'na, kader ve kısmete yön vermek üzere atanmıştır (Resim 71).

Resim 71 - Ubaldo Gandolfi'nin Rhea (Kybele) ile Zeus’un Cronus’u kovması tasviri -  1770

Cronus alt edilince, Zeus önderliğinde yepyeni bir düzen kurulmuştur (Resim 72). Zaten Zeus'un önderliği herkes tarafından kabul edildiği için, bu pek de zor olmasa gerek. Zeus, kendisini ‘Gökyüzünün ve Yeryüzü'nün Tanrısı’, Poseidon'u ‘Denizler ve Irmakların Tanrısı’, Hades'i ‘Yeraltı Dünyası'nın Tanrısı’ ilan edip, zirvesi devamlı bulutlarla kaplı olan Olympos Dağı'na yerleşti.

Resim 72 - Baştanrı Zeus

Zeus kendisine karşı gelen Titanları Tartaros'a kapatarak cezalandırdı. Ancak birer Titan oldukları halde kendisine başkaldırmayan Prometheus ve Epimetheus kardeşleri insanın Yaratılışında görevlendirdi. Savaşta diğer Titanların başında bulunan Atlas ise en büyük cezayı, yerküreyi omuzlarında taşıma cezasını aldı...

Yunan mitolojisinde Titanomachy, Eski Yunan tanrıları Titanlar ile Zeus önderliğindeki Olympus’lu tanrılar arasından gerçekleşen ve 10 yıl kadar süren büyük savaşıdır.  Savaşın bitimiyle Othrys dağına yerleşik eski pantheon, Olympus dağına yerleşik yeni pantheon oluşumuna yenilmiş oldu.


10. SONUÇ

10.1. Matriyarkel dönemden Patriyarkel döneme geçiş ile Kybele’ye ne oldu?

Patriyarkel toplum artık herkez tarafından kabul edildikten sonra efsane gene şekil değiştirir. Attis kendisine kıydıktan sonra Kybele ettiğine pişman olarak Zeus’a başvurur. Ondan Attis’in ruhunun bir çam ağacına geçmesine izin ister. Zeus izin verir. Yeni dönemde artık Kybele’nin dönüştürücü tanrısal gücü yoktur. Neredeyse evdeki kadına dönüşmüştür, sadece isteyebilir. Attis’in kesilen penisinden dökülen kanlardan taçlı dağ gelincikleri(laleleri) oluşur.

Resim 73 – Şubat ile Mayıs ayları arasında çiçek açan taçlı dağ laleler (Anemone coronaria)

10.2. Birbirlerinden etkilen inançlar ve Kybele

Romalıların M.Ö. 204 tarihinde Phrygia'daki Pessinus (Ballıhisar)'dan ya da Pergamon’dan alıp Roma'ya götürdükleri tanrıça Kybele aslen Anadolulu bir varlık idi. Romalılar gibi Hellenler de tanrıçayı benimseyerek çeşitli kentlerde, özünü değiştirmeden başka isimler, başka görünümler altında ona saygıyla tapınmışlardır. Balkanlardan Anadoluya gelen Phrygia’lılar da bu tanrıçayı yeni vatanları Anadolu'da bulmuş ve belki de ona kendi Ana Tanrıçalarının özelliklerini de katarak tapmaya devam etmişlerdi. Bunun en açık kanıtı, Phryglerden önce Anadolu toprakları üzerinde yaşamış olan Hititler'de bu tanrıçaya tapınıldığını gösteren yazılı ve arkeolojik delillerin varlığıdır. Hatta Hititler öncesi Anadolu'da, yani Kültepe çağında bile Kubaba'lı kişi adlarının var olduğunu tespit edilmiştir.

Kuzey Suriye belgelerinde, özellikle de Karkamış belgelerinde tanrıça Kubaba'nın çok sık olarak zikredildiğini, buna karşın Mezopotamya'nın binlerce tabletlik arşivlerinde Kubaba adının pek az göründüğünü, ancak MÖ 3. bin yıl ortalarına ait bir belgede Kubaba isminin geçtiği bilinmektedir.

Prehistorik devir Anadolu'sunun önemli kazı yerlerinde özellikle Çatalhöyük ve Hacılar (MÖ 6500-5650) Neolitik kültürlerinde ortaya çıkan tanrıçanın tasvir biçimleri, aslanları, tahtı, doğuruculuk niteliği kendisinden sonraki devirlerin tanrıça düşüncesinde ve tasvirlerinde de sadık bir biçimde korunmuş ve sevilmiştir. Bundan dolayı Kubaba’nın Anadolu'da, özellikle Çatalhöyük ve Hacılar neolitik kültürlerinde doğduğu fakat önemini 2. bin yılda Karkamış'da kazanmış olduğu hatta buranın en önemli tapınma yeri olduğu söylenebilir. MÖ 1000 yılında da tanrıça aynı kentte önemini sürdürmüştür. Dolayısıyla tanrıçanın asıl vatanı Anadoludur. Aksi halde Çatalhöyük ve Hacılar'daki tasvir biçimleri olan, iki parsın veya kaplanın koruduğu tahtına oturmuş Ana Tanrıça heykelcikleri, geç devirdeki benzerleri göz önüne alındığında başka hangi anlama gelebilir? Bu tasvir biçimi onun tarihsel gelişim süreci içinde değişmeyen niteliğinin, yani Vahşi Hayvanların Egemeni (Potnia Theron) gücünün sembolüdür.

Şu halde, Roma çağının Magna Mater'i, Hellen kültürünün Kybele'si aslında Hititler devrinin Kubaba'sı idi. Ve Kubaba'nın da vatanı Anadolu idi. Ancak bu sonuca Çatalhöyük ve Hacılar gibi neolitik kültür yerleşmelerinden elde edilen arkeolojik kıyaslamalara dayanılarak yapıldığını unutmamak gerekir. Neolitik çağda yazı olmadığından bu tanrıçanın adının Kubaba olup olmadığını bilemiyoruz. Bildiğimiz, Çatalhöyük ve Hacılar tanrıçasının, göze çarpar şekilde belirtilmiş üreme organları ve vahşi hayvanlarla tahtta oturmuş olması gibi tasvir biçimleri kendisinin bir "Ana Tanrıça" ve evrensel "Doğa Tanrıçası" olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Doğadaki bereketi ve yaşamı, sevgilisi genellikle oğlu veya kardeşi olan bir bitki tanrısı ile aşk yaparak (kutsal evlilik) sağlayan Ana Tanrıça motifi ilk kez nerede ortaya çıkmıştı ? Çok yanıtlı bir sorudur bu. Batı düşüncesinin uygarlığı Mezopotamya’da başlatan ve Yunanistan-Anadolu-Roma rotalarıyla ilerleten tarih anlayışı yaygın olarak kabul görse de doğa olaylarına, dünyanın farklı bölgelerindeki farklı toplumlar, aynı tepkiyi vererek birbirlerinden bağımsız bir şekilde aynı kültürü yaratmış, aynı romanı yazmış olabilirler. Örneğin bereket getiren Ana Tanrıça soyutlamasının, kabul edilenin aksine Mezopotamya’da değil Anadolu’da başladığı yönünde heyecan verici bulgular ortaya çıkmıştır. Tek başına Göbeklitepe bile tarihin yeniden yazılmasını gerektirecektir belki de.

Paleolitik Çağ’dan başlayarak insan, doğa olayları karşısında bir düzen ve anlam arayarak bu güçleri tanrılaştırmıştır. Bu soyutlama yoluyla olgunlaştırdığı ritüeller için yeniden somutlamaya giderek insan formunda figürin ve heykeller ya da şematik şekilde idoller yaratmıştır. Avcı-toplayıcı toplum biçiminde eril ilahların fallik(erkeklik organı) sembolleri ön plandayken tarıma dayalı yerleşik düzene geçildikçe toprakla özdeşleştirilen dişil öğe ön plana çıkmış ve ana tanrıça inancı doğmuştur. Ancak dölleyici erkek, arka plana atılmamış ve tanrıçanın sevgilisi olarak bereket kültünün bir parçası olmuştur.
Resim 74 - Kybele/Artemis heykeli, sanatçı Mihail Chemiakin Mimi Ferzt Gallery-Soho-NY City

10.3. Sonsöz

İnsanoğlu varoluşundan itibaren, gereksinimlerini karşılayacak, elde etiklerini koruyup devamlılığını sağlayacak olan ilahi güç ya da güçlere inanmıştır. Çeşitli ritüeller yoluyla pekiştirilen bu inanç, kimi zaman erkek; kimi zamansa kadın formunda heykelcikler ya da idollerle insanlaştırılıp somut olarak ifade edilmiştir.

İnsanın, doğanın zorlukları karşısında yaşam mücadelesi verdiği Paleolitik (yontma taş devri 2 milyon yıl öncesinden MÖ 8000 yılına kadar) devirde erkeğin gücüne dayalı avcılık önemli olmuş ve dolayısı ile inanç, erkeğin ön planda olduğu semboller ile ifade edilmiştir.

Neolitik (cilalı taş/tarım devri MÖ 8000-5000 yılları arası) devirde tarıma dayalı yerleşik düzene geçildikçe toprakla özdeşleştirilen kadının doğurganlığı ön plana çıkmış ve Ana Tanrıça inancı oluşmuştur. Bu, erkeğin dışlanmadığı ancak erkeği doğuran ana olarak Tanrıça‘nın ön sırada yer aldığı bir süreç olmuştur. Çatalhöyük buluntuları, Anadolu‘da Neolitik devirde bugün bizim anladığımız anlamda bir din ya da İsviçreli antropolog Bachofen‘in öne sürdüğü anaerkil bir toplumsal düzen olmasa da öncül bir Ana Tanrıça tapınımının varlığına işaret etmektedir. Elde edilen buluntular, o devirdeki inancın, şimdiki ve sonraki yaşamda bereketin sürekliliğine odaklandığını ve bunun dişi varlık vücudunda simgelendiğini göstermektedir.

Pers istilasına rağmen Anadolu‘da varlığını sürdüren Ana Tanrıça, insanlığın nüfus olarak çoğaldığı, uygarlığın gelişmesi için daha geniş topraklara ihtiyaç duyulan ve savaşların kazanılmasında erkeğin gücünün ön plana çıktığı Hellenistik Devir‘de (MÖ 330-MÖ 30), erkek egemen Yunan Panteonu‘nda kişiliği birkaç Tanrıça arasında paylaşılmış olarak varlığını sürdürmüştür. Bu devirde Anadolu‘da kent merkezlerinde tapınım gören en önemli Tanrıça olmamakla birlikte yine de dağlık, kırsal kesimde saygı görmüştür.

Arkeolojik buluntuların sağladığı kanıtlar, kent merkezinde ya da dağlarda; adı Kybele, sıfatı Meter ya da başka bir şey olsa da Anadolu‘da çok uzun bir süreçte tüm atribüleri ve ritüelleri ile aynı Ana Tanrıça‘ya tapınıldığını göstermektedir.

Ancak MÖ 4. ve 3. yüzyıllarda saban tarımına geçildikçe kadın toplum içinde giderek ikincil role itilmiştir. Böyle Mezopotamya ve Küçük Asya da yavaş yavaş anaerkil toplumdan ataerkil topluma geçiş gerçekleşmiştir. Tarihsel çizgide kadının bu geri itilişi önce tanrılar panteonunda erkek tanrıların ön plana çıkışına, giderek ana tanrıça kültünün yok oluşuna ve devamında tektanrılı dinlerin hayat bulmasına denk gelir.

Doğurganlık özelliğiyle yücelen ve bu anlamda yaratıcılara denk görülen kadın cinsinin elinden yavaş yavaş bu özelliğinin yüceliği alınır ve yücelik erkeğin eline geçer. Kadın artık yaratıcıyla özdeşleşen erkek sperminin taşıyıcısıdır sadece, bir araçtır, içi erkek tarafından doldurulan taşıyıcı bir kaptır (Resim 74).

Takvim, Hz İsa’dan 4 bin yıl önce Mezopotamya’da zaten belirlenmişti. Paskalya şenlikleri ve Hristo Anesti yani İsa’nin dirilişi ve ondan önceki perhizler, Attis’in ölümü ve yeni baştan dirilmesinden başka bir şey değildir. Aslında Hıdrellez ve Nevruz’da Attis’in ölümü ve dirilişi az buçuk gün farkı ile aynı şeydir. Hatta o günler, kadınlar dileklerini kağıtlara yazarak Hızır İlyas’a gönderirler. Yani yazdıkları mektupları göle nehire ya da denize atarlar. Unutmayalım ki Tammuz ya da Attis Sümer’de Derin suların oğludur. Attis’de Sakarya ırmağının torunudur.

Kybele kültü birçok dini ve gelenekleri etkilemiştir. Kybele matriyarkel bir tanrıça idi. Toplum patriyarkel olunca öteki matriyarkel topluma karşı bazı fedakarlıklarda bulunmak zorunda kalmıştır. Bu nedenle matriyarkel toplumun baş tanrıçası Kybele, patriyarkel toplumun baş tanrısı Zeus’u Girit’te Dikte mağarasında doğurdu. Bu suretle Kybele, Tanrının anası oldu. Efes kentinin tanrısı Artemis’de bir çeşit evrimleşmiş Kybele idi. Onun için Tanrı anası sayılırdı.

Efes’te yeni Hiristiyan olanlar eski inançlarını da tamamen terk etmemişlerdi. Onun için MS 431’de Hiristiyan kilisesinin büyükleri, Meryem Ananın özelliklerini belirlemek için Efes’te konsil topladığında halkın baskısıyla karşılaştılar. Konsül, Meryem Ana’yı da Tanrının anası olarak saymak zorunda kaldı. Kilisenin egemenliğinden sonra bile, bereket kültü halkların anonim belleklerinde korunmuş ve birçok bereket tanrısı Hiristiyan azizlerinin gizli kimlikleri olmuştur. Tarımsal etkinlikle ilgili şenliklerde ve köy seyirlik oyunlarında çok-tanrılı dinlerin bereket ritüelleri günümüzde bile hala kendini göstermektedir. Unutulmamalı ki Paskalya, yani İsa’nın dirilişi yortusu İlkbahar’ın ilk günü, yani martin yirmibirinde gece ve gündüzün denkleştiği anda kutlanır.

Luvilerin Kuwawa’sı, Mezopotamya-Anadolu-Mısır-Yunanistan-Avrupa arasında seyahat eden bir Ana Tanrıçadır. Bu tanrıça Kenan ülkesinde Havva olacaktır ya da Meryem. Kenan ülkesinde doğan Meryem Ana, Hz.İsa’nın ölümünden sonra hayatının son döneminde Efes’e gelerek yuvasına dönmüş olur aslında…





KAYNAKÇA
Halikarnas Balıkçısı - Anadolu Efsaneleri
Halikarnas Balıkçısı - Anadolu Tanrıları 
Lynn E. Roller – Ana Tanrıçanın İzinde
Ömer Çapar – Roma Tarihinde Magna Mater (Kybele) Tapınımı
Seher Selin ÖZMEN – Anadolu’da Ana Tanrıça Kültü, Humanitas, 2016; 4(7): 381-397  
http://arkeokur.tumblr.com/post/26563561294/kibelenin-seyahati
http://www.metinsert.com/?&Bid=778966
http://mitoloji-mithology.blogspot.com.tr/2008/12/kybele-ve-attis.html
http://www.carnaval.com/cybele/
http://www.ancient.eu/Cybele/
http://www.getty.edu/Search/SearchServlet?col=getty&nh=10&qt=cybele
https://ahmetustanindefteri.blogspot.com.tr/2014/03/ana-tanrica-inanisi-venus-heykelleri.html
http://www.sesonline.net/php/genel_sayfa_yazar.php?KartNo=58226&Yazar=Yal%E7%FDn+Yusufo%F0lu