Tuesday, July 9, 2019

ERKEN RÖNESANS’IN İLK YAPILARINDAN FLORANSA DUOMO KATEDRALİ

Roma’daki Pantheon Tapınağından sonraki en büyük ve en anıtsal kubbeli yapı
Kuyumculuk ve heykeltraşlık eğitimi almış Brunelleschi’nin yaptığı mühendislik harikası muhteşem kubbe.


Floransa Katedrali, ilk tasarımı mimar Arnolfo di Cambio tarafından 1294 yılında yapılan, daha sonra Michelangelo dahil devrin önemli mimarları tarafından tasarımına ve inşaatına devam edilen ve son olarak da Brunelleschi’nin muhteşem kubbesini tasarlayıp inşa ettiği Katedral, erken Rönesansın ilk yapıtlarından bir olması nedeniyle mimarlık tarihinde yerini almıştır. Kubbe inşaatı sırasında hiçbir ahşap yapıyla desteklenmeyen ve tamamen deneysel metotların kullanıldığı, dönemin mimarlarının kesinlikle başarısız olacağına inandığı, çift kabuklu, 55 metre yükseklikteki sekizgen kasnağa oturtulan 46 metre çapındaki bu kubbe, Rönesans'ı ateşleyen yapılardan biridir. Yapının mimarını ve kubbesinini yakından incelemeden önce bu geçiş dönemi eserinin öncesindeki mimari akım Gotizm ve sonrasındaki Rönesans mimarisine kısaca bakalım.


I. GOTİK MİMARİ

Gotik Mimari olarak tanımladığımız mimari stil ilk olarak 1140 civarında kuzey Fransa’da doğmuştur. Paris’te daha uzun, daha aydınlık ve daha hacimli kiliselerin inşaatı sürecinde bu stil iyice yayılmıştır. Gotik mimari, Romanesk mimarinin gelişmesiyle ortaya çıkmış, zamanla yerini Rönesans mimarisine bırakmıştır. İlerleyen yıllarda bu stil kalelerde, saraylarda, köprülerde şehir duvarlarında ve kapılarında da kullanılmıştır. Özellikleri kaburgalı tonozlar, sivri kemerler ve uçan payandalardır.

Gotik mimarlık doğuşunu, kısmen matematik ve bilimin dirilişine borçludur. Romanesk yapıtın arkasında yatan temel matematik işlem toplama idi. Romanesk formlar gruplar halinde toplanmış ve birbirinden belirgin bir biçimde ayrılmıştı. Sivri kemer ya da kaburgalı tonoz gibi yenilikçi öğeler, masif duvar örgüsünün oluşturduğu kabuk ortadan kayboluncaya kadar taşıdıkları strüktürel potansiyeli kullanamamıştı. 12. yüzyılın başlarında Öklit geometresinin yeniden keşfedilmesiyle mimarlar yalnızca toplama işlemine dayanmayı bıraktı.  

Gotik Mimari’den önce erken Ortaçağ mimarları ağır taş duvarların yüklerini yaymakta zorlanıyorlardı. Bu da yapıların genellikle alçak ve ince olmasına yol açıyordu. Aksi takdirde ağırlığı taşıyamayan yapıların çökebileceğini düşünüyorlardı. Gotik Mimari’nin bilinen en önemli özelliklerinden birisi ise yapıların boyuydu. Bir takım yeni inşaat teknikleri mimarların ağırlıkları yayabilmelerini sağlıyordu. Bu sebeple gotik mimari eserleri oldukça yüksek, diğer bir deyişle gökyüzüne kadar ulaşan yapılar olabiliyordu ki bu da katedral ve kiliseler için paha biçilmezdi.

Mimarların ağırlıkları yayabilmelerine yardımcı olan inşaat tekniklerinden birisi olan dayanma kemeri Gotik Mimarinin karakteristik özelliklerinden bir diğeridir. Bu kemerler ağırlığın yayılmasını sağlayarak duvarların üzerindeki yükü alıyor ve bu yükü direkt olarak zemine transfer ediyordu. Ayrıca dayanma kemeri pratik ve dekoratifti. Esere destek sağlamanın yanı sıra ayrıntılı dizaynı ve olağanüstü süslemesi ile de dikkatleri çekiyordu.

Sivri uçlu kemerlerin kullanımı ise Gotik Mimari eserlerinin iç kısmında dikkati çekmekteydi. Sivri uçlu kemerler de aynı şekilde hem pratik hem de dekoratifti. Sivri uçlu kemerler efektif bir şekilde ağır tavanların ve hacimli dizaynların gücünün yayılmasını sağlıyordu. Aynı zamanda eski yapılarda kullanılan sütunlara oranla çok daha fazla ağırlığı destekleyebiliyordu. Daha güçlü kemerlerin kullanımı daha fazla dikey uzunluklara olanak sağlıyor ve yapılar gökyüzüne doğru uzanabiliyordu.

Sivri uçlu kemerlerin başarısı sonucu gotik mimarinin bir diğer karakteristik özelliği olan kubbeli tavanlar ortaya çıkmıştır. Kubbeli tavanlar sivri uçlu kemerlerin teknolojisini kullanarak gücün ve ağırlığın dağılmasını sağlıyorlardı. Aynı zamanda yüksek ve heybetli bir izlenim yaratan kemerler, kubbeli tavanları da ihtişamlı ve zarif kılıyorlardı. Gücün kubbeli tavanlarla dağıtılmasının sağlanması tavanların farklı şekil ve boyutlarda inşa edilmesine de olanak sağlıyordu. Gotik Mimari’den önce ise tavanlar sadece daire ya da dikdörtgen biçiminde olabiliyorlardı.

Gotik Mimari’den önce kaleler ve erken Ortaçağ yapıları yaşamak ya da ibadet etmek için oldukça depresifti. Özellikle kaleler nemli ve küflü mekanlardı. Taşıyıcı sistem yeterince güçlü olmadıkları için taştan çatılarla örtülenemiyor, tavanlar genellikle ahşaptan yapılıyordu. Bu da yağmurun rahatlıkla içeri girmesine olanak sağlıyordu. Ayrıca bu yapılar karanlık ve donuklardı. Pencereler de genellikle küçüktü. Gotik Mimari ise ışığı, renkli pencereleri, havadar iç mekanları vurguluyor, böylece kaleler ve kiliseler daha güzel ve görkemli yapılara dönüşüyorlardı.

Gotik Mimari’nin karakteristik özelliklerinden bir diğeri de yaratık şeklinde heykelciklerdi. Çatılara ya da siperlere kondurulan bu heykelcikler dekoratif bir görünüm sağlıyordu. Bu heykelciklerin kullanım amacı ise çatıda biriken suyu ağızlarından boşaltmaktı. Böylece su kuvvetli bir şekilde zemine dökülmüyor, heykelciklerin ağzından yavaşça akıyordu. Gotik Mimari ile birlikte yapılar sadece fonksiyonel olmaktan çıkmış, aynı zamanda estetik ve güzel olmaları da sağlanmıştır.

Gotik Mimari Örnekleri: 
  • Fransa da Notre Dame Katedrali, 
  • İngitere’de Westminster Abbey, 
  • İtalya’ da Milano Katedrali, Basilica of San Francesco d’Assisi, Castel Del Monte, Siena Katedrali, 
  • Almanya’da Cologne Katedrali, Frankfurt Katedrali

Gotik Mimarinin Özellikleri:
  • Romanesk eserler yatay düzlemdeyken, Gotik eserler dikey düzlemdedir.
  • Gotik eserlerin yükseklikleri, Romanesk eserlerin yüksekliklerinin yaklaşık iki katıdır.
  • Gotik eserlerinin pencereleri genellikle zengin vitraylarla süslenir. Hem iç hem de dış süslemeler ince işçilik ürünüdür.

II. RÖNESANS MİMARİSİ

Rönesans, kelime anlamı olarak ‘yeniden doğuş, canlanış’ demektir ve bu akımla eski Yunan ve Roma kültürünün, Orta Çağ kültürünün ardından yeniden canlanması fikri güçlenmiştir. İtalya’da yayılmaya başlayan bu hareket, aslında Roma ve Antik Yunan medeniyetlerinin kültür unsurlarının yeniden ele alıp incelenerek sanat, bilim ve edebiyata yansımasıdır. 15. yüzyılda İtalya’da başlayarak 16. yüzyılın ilk yarısında tüm Avrupa’ya yayılmıştır.

Orta Çağ’da hakimiyet sürmüş olan skolastik düşünceden bunalan sanatçılar, sanatın sadece dini amaçlara hitap etmediğini kanıtlama düşüncesindeydiler. Orta Çağ’ın skolastik felsefesini yaratan ve yöneten din adamlarına karşın Rönesans’ın bilim insanları, ‘hümanizm’ akımını başlattılar. Dante ve döneminin en büyük bilgini sayılan İtalyan hümanist ve şair Francesco Petrarca‘nın öncülük ettiği bu akım birçok entelektüelden de destek gördü. Hümanizm yaratıcılık ve doğaya üstün gelme mücadelesini temel alan bir anlayış olarak Orta Çağ’da benimsenen ‘İnsanın ilk günahının kefaretini ödeme’  ve bu biçimde yaşamaya devam etme fikrini çürütüyordu. Rönesans ile birlikte dinin sanat ve toplum üzerindeki etkisi azaldı. Sanatçılar eserlerine imza atmaya, din dışında yapıtlar vermeye ve doğaya ait betimlemeler yapmaya başladılar. Rönesansın ilk evresi olarak adlandırılan Floransa’daki Erken Rönesans hareketi, sanatçıların bireysel yenilik arayışları olarak değerlendirilebilir.

Rönesans, anlayışı İtalya’da 1400’lerde yayılmaya başladığı sıralarda, İtalya yarımadası dükalıklara, cumhuriyetlere ve krallıklara bölünmüştü. Bu kent devletleri sürekli rekabet halindedir ve bu rekabet dönem dönem hasar verici silahlı çatışmalara da neden olmuştur. Aslında o dönemde İtalya ve Sicilya’nın güney yarısı bir süre boyunca İspanya’nın uydu krallığı olarak varlığını sürdürmüştür. Orta İtalya bölgesinde ise bir krallık olarak Papa tarafından yönetilen Vatikan Devleti vardır. Toplumda; bilim, edebiyat ve sanat gibi kültürel ögeleri belirleyen bu unsurlardaki değişim, Floransa’yı yöneten tüccarlar, özellikle de Mediciler tarafından büyük destek görmüştür.

Tanrının kusursuzluğunu simgeleyen daire formu , Rönesans tasarımcıları için çekici bir formdur. Bu nedenle daire ve kare, kilise planlarının ideal formları olarak kabul edilmiştir; bununla beraber yeni kentlerin planında bile dairesel şemalar uygulanmıştır. Antonio Avellino, destekleyicisi Sforzinda’nın adıyla anılan yeni bir kent modeli tasarlamıştır; bu  kent planı merkezdeki pazar yerinden ışıyan caddeleriyle sekizgen bir yıldız şeklinde tasarlanmıştır. O sıralar İtalya’da oluşan siyasal sorunlar nedeniyle hiçbir kent inşa edilememiştir. 1593’te Venedik Cumhuriyeti Palmanuova kentinin  yapımına başladığında bu plan benzerinde bir ideal kent inşa etmiştir. Bu Venedik’in kuzeydoğusunu Türklerin saldırılarından korumak amacıyla yapılmış bir hisar kentidir. Vincenzo Scamozzi tarafından tasarlandığına inanılan kent, dokuz uçlu bir yıldız şeklindedir ve merkezi, depodan savaş araç gereçlerinin herekli yerlere kolayca ulaştırılması gibi bir amaca hizmet etmiştir.
Dokuz uçlu yıldız planlı Palmanuova kenti.

Rönesans döneminin mimarisinin ana yapı malzemesi taştır fakat yükseltilmiş kubbelerde tuğla kullanılırken sütunlarda ve dekorasyonda genellikle mermer kullanılmıştır. Orta Çağ’da yoğunlaşan kilise yapılarından farklı olarak Rönesans döneminde sosyal içerikli yurt binaları, sivil yapılar(saray, köşek vb.) yapılmaya başlanmıştır. Rönesans döneminde, resim ve heykelde de olduğu gibi mimaride de derinlik etkisi verilmeye çalışılmıştır. Pencerelerde iç içe açılan kemerler ile, kubbelerde yüksek kaburgalar ile sağlanmıştır.

Rönesans’ta yaşanan ilk mimari değişim Brunelleschi (1377-1446) ile gerçekleşir. Gotik üslubu çok iyi bilen Filippo Brunelleschi’nin, klasik mimarinin inceliklerini öğrendikten sonra Floransa’da gerçekleştirdiği yapılar günümüzde bile hayranlık uyandırmaya devam etmektedir. Mekanları kubbelerle kapatma yollarını bulmuş ve bunu başarıyla uygulamıştır. Üslup olarak eski üslubun etkileri hissedilse de yeni teknikler kullanmıştır. İlk mimari eseri olan Floransa Katedrali Roma’daki Panteon Tapınağından sonra en büyük ve en anıtsal kubbeye sahiptir. Teknik olarak bu katedralin kubbesi klasik bir tasarım değildir. Fazla biçimsel veya bezeme özelliklerine sahip olmasa da kubbenin boyutu onun bir Rönesans yaratımı olduğunu anlatmaya yeter ve büyüklüğü açısından da Roma mimarisine özgüdür. Dik ve sivri profile sahip kaburgalı kubbe yapısında Gotik etkiler hissedilir. Oysa sanatçının 1421 yılında tasarladığı St. Lorenzo Kilisesinde Gotik etki tamamen kaybolmuştur. Bu kilise daha sonra Michelangelo’nun yapacağı Medici ailesinin mezar kilisesi için de bir örnek niteliğindedir. Pazzi Şapeli, Öksüzler Yurdu, Pitti Sarayı ve St.Lorenzo Kilisesi Brunelleschi’nin eserlerinden bazılarıdır.

Bir diğer Rönesans mimarı ise Leon Battista Alberti’dir. Sanatçı, kiliseler yerine daha çok sivil yapılara ağırlık vermiştir. Alberti, antik mimari kurallarına bağlı bir mimardır ve Alberti’ye göre bir yapının güzelliği oranlar arasındaki uyuma bağlıdır. Floransa’da yapmış olduğu Rucellai Sarayındaki gösterişli cephe Roma mimarisinin kemerli pencereleri ile zenginleştirilmiştir. Rönesans mimarları, birçok örnekte inşaat yapabileceği yeterli açık alana sahip olmadığında tercihen klasik merkezi planı, gotik bazilika planına uydurmak zorunda kalmıştır. Alberti de bu sorunla 1450-1461 yılları arasında San Francesco Kilisesi’ne yeni bir dış cephe yaparken karşılaşmıştır. Eski kilise duvarları boyunca Alberti, Roma’daki Colosseum’un kütleselliğini anımsatan yeni bir duvar yaratmıştır ve kilisenin sonunda Roma zafer takından türetilmiş bir giriş planlamıştır.
Rucellai Sarayı – Leon Battista Alberti

San Andrea – Leon Battista Alberti

İtalyan yüksek Rönesans mimarisinin temsilcisi olan Donato Bramante’nin yapılarında ise anıtsal ve sağlam bir dış görünüşe rastlarız. Yapıların içinde de geniş bir mekan etkisi yaratılmıştır. San Pietro Kilisesindeki Haç planlı yapının Haç kollarının kesiştiği yerde büyük bir kubbe yer almasını planlamıştır fakat Bramante’nin ölümünden sonra bu kubbeyi Michelangelo tamamlamıştır. Bu yapı günümüzde Vatikan Papalık Kilisesi olarak kullanılmaktadır.

Santa Maria Delle Grazie – Donato Bramante

Rönesans Mimarisinin Özellikleri:
Rönesans mimarisi taş ve mermer malzemenin ağırlıklı olarak kullanıldığı daha çok sivil yapılarla ortaya çıkar. Bunun yanı sıra dini yapıların yapımı da devam etmiştir.
  • Bu dönem yapılarında Yunan ve Roma mimari örneklerinde gördüğümüz mimari ögeler yeni bir anlayışla kullanılmıştır.
  • Dini yapılar adeta Orta Çağ dinsel inancının bu dönemde yıkıldığını gösterir gibidir. Tanrıya yaklaşmayı sağlayan sivri tonoz, sivri kemer ve çan kulelerinin yer aldığı yüksek yapılar yerini yuvarlak kemer, beşik tonozun kullanıldığı daha alçak merkezi planlı yapılara bırakmıştır.
  • Yapı cephelerindeki farklılaşma yeni oluşan düzenin etkisindedir. Cephelerdeki hareketlilik yerini sadeliğe bırakmıştır. 
  • Yapılar mahalle aralarında kalmış alçak görünümlü en çok üç katlı olarak inşa edilmiştir.
  • Orta çağ kilise ve katedrallerinin cephelerinde yer alan dini konulu heykel ve kabartmalar Rönesans örneklerinde yoktur.

  
III. FLORANSA KATEDRALİNİ İNŞA EDEN MİMAR MÜHENDİS FILIPPO BRUNELLESCHI

Floransa’daki pek çok anıtın tasarımlarından sorumlu olan Filippo Brunelleschi (doğumu:1377-ölümü:1446), İtalyan mimari tarihinin en önemli isimlerinden biri ve mimari de Rönesans’ın başlatıcısı sayılır. Başyapıtı olan Duomo’nun kubbesi, klasik Roma mimarisi ile Rönesans’ın iyimser ve hümanist anlayışını birleştirerek yeni ve iddialı bir mimari tarzın öncüsü oldu.

Filippo Brunelleschi'nin babası Brunellesco Di Lippo, Floransa kentinin resmi noteriydi. Annesi Giuliana Spini’nin ailesinin kökleri Spini ve Aldobrandini ailelerine uzanır. Filippo üç kardeşin ortancasıydı. Babası, Filippo’nun kendisi gibi hukuk okuyup noter olmasını istiyordu fakat Filippo’nun hayali sanat kariyeri yapmaktı ve bu yolu seçti.

Brunelleschi, Floransa’da 1392-1398 yılları arasındaki eğitiminin ardından kuyumcu (o dönemde sanatçı olmak isteyen herkes önce kuyumculuk öğrenimi görüyordu) ve heykeltraş stajyeri olarak bir atölyede çalışmaya başladı. Çıraklık döneminde daha çok kuyumculuk yapsa da aynı zamanda çizim, resim, süsleme sanatı, tahta oymacılığı ile gümüş ve bronz heykel çalışmalarında ustalaştı. Daha sonra, belki de tarihin ilk çalar saatlerini yaptı.

Brunelleschi’ye kariyerinde yol gösteren matematikçi ve hekim olan arkadaşı Paolo dal Pozzo Toscanelli oldu. Toscanelli'nin fen ve matematiğe özellikle de geometriye olan ilgisi, Brunelleschi’nin de  teknolojiye yakınlaşmasını sağladı. Bu ilgi daha sonra ona kariyerinde yeni kapılar açacaktı. 

Brunelleschi 1402 yılında Arte della Seta’da öğrenciyken, Floransa Lordu tarafından organize edilen Floransa Vaftizhanesinin bronz kapılarının tasarımı yarışmasına katıldı. Brunelleschi yarışmaya katılan yedi sanatçıdan biriydi, çalışması yüksek kalitede bulunmasına rağmen tek başına birinciliği kazanamadı. Tasarladığı panel, Lorenzo Ghiberti’nin eseriyle birlikte birinciliği paylaşmasına karşın juri paneli Ghiberti’nin gerçekleştirmesini, Brunelleschi’nin de Ghiberti’ye asistanlık yapmasını istedi. Jürinin bu talebini onur kırıcı bulan Brunelleschi yarışmadan çekildi. Ghiberti’nin ve Brunelleschi tarafından tasarlanan mükemmel paneller bugün Floransa’da Palazzo del Bargello’da Bargello Müzesinde görülebilir.

Brunelleschi’nin tasarladığı panelde, Hz.İbrahim oğlu İshak’ı Tanrıya kurban ederken, gökten melekler tarafından indirilen koç sahnesi işlenmiş. Panelin alt tarafındaki tasvirde, yardımcısı Hz.İbrahim’i beklerken, eşeği otlanıyor diğer bir yardımcı da ayağındaki dikeni çıkarıyor.

Vaftizhanenin bronz kapıları tasarımı yarışması Brunelleschi için kariyerinde bir dönüm noktası oldu ve ilgisini mimarlığa yöneltti. Bu kez onu etkileyen dostu muhteşem heykeltraş Donatello (1386-1466) idi.

Heykeltıraş, ressam, mimar ve kuyumcu Donatello’nun en meşhur eseri İsrailoğullarının III.Kralı Davud’un heykelidir (Bargello müzesi)

Santa Croce Bazilikası’nda sergilenen tahtadan çarmıha gerilmiş Hz.İsa figürünü Donatello yapmıştı Eser hakkında Filippo’nu düşüncelerini merak ediyordu. Sorduğunda, Filippo: 
Sen eserinde çarmıha gerilmiş Hz.İsa yerine bir köylüyü canlandırmışsın’ diye cevap verdi. Bu cevabı beklemeyen ve çok kızan Donatello: 
O zaman bir ağaç da sen al, yap da görelim’ diye yanıt verdi. Sessiz kalan Filippo birkaç ay ağaç yontma ile uğraştıktan sonra aynı boyuttaki eserini bitirdi.

Brunelleschi'nin çarmıha gerilmiş İsa figürü.

İki arkadaş 1402 yılından başlıyarak birlikte Roma’da iki yılı aşkın bir süre geçirdiler. Bu dönem boyunca Brunelleschi kendini antik yapıları tanımaya adadı. Roma İmparatorluğu’nun zafer taklarının mühendisliği üzerinde çalışmalar yaptı. Büyük bir çok antik binanın, hamamın, bazilikanın, anfi tiyatronun, tapınağın ve yapısal mimari parçaların (kemer, kubbe) çizimlerini yaptı. Mimari araştırmalarının amacı Roma mimarisi ve mühendisliği ile yaşadığı dönemin teknolojisini birleştirmek ve kendi mühendislik yeteneklerini geliştirmekti. 

Brunelleschi'nin matematik alanındaki en önemli başarısı, 1415 yıllarında aynaları kullanarak lineer perspektifinin prensiplerini yeniden keşfetmesiydi. Aynalar kullanarak bir düzlem üzerindeki tüm paralel çizgilerin tek bir noktada birleşip yakınsayarak yok olduğunu gördü. Ayrıca bir objenin gerçek uzunluğuyla onun resim üzerindeki uzunluğunun resim çerçevesinin arkasındaki mesafeyle ölçekli olduğunu gördü. Keşfettiği matematik prensipleri kullanarak Floransa’nın doğru perspektifli birçok resmini yaptı. Bu resimler malesef günümüze ulaşamadı fakat Masaccio’nun Trinity freskosu günümüze ulaşmıştır ve bu eserde sanatçı Masaccio, Brunelleschi’nin perpektif prensiplerini kullanmıştır. 

Masaccio'nun Teslis(Holy Trinity) tasviri, 1425, Santa Maria Novella, Floransa

1417’de kısmen tamamlanmış olan Floransa Katedrali Duomo Santa Maria del Fiore ile ilgilenmeye başladı. Gotik bir anlayışta başlamış olan Santa Maria del Fiore kilisesinin kubbesini inşa ederek, büyük bir yenilikçi olduğunu herkese kabul ettirdi. Kilisenin sekizgen bir kubbe kasnağı üstüne oturan kubbesini yaparken, Eskiçağ mimarlığından ve kendi koyduğu ilkelerinden yararlanmıştı.

Santa Maria del Fiore’den başka yaptığı, yeni bir kilise örneği oluşturan yapıtların (kare planlı küçük bir yapı olan San Lorenzo kilisesi, merkez planlı San Spirito kilisesi ve Santa Maria Degli Angeli yapısı, bazilika planlı San Lorenzo kilisesi) tümünde aynı özellikler, aynı aydınlık ve özlü düzenleme, düzlemlerin ve kütlelerin aynı dengeli dağılımı ve birbiriyle boğulmayan hacimler gözlenir.

Bütün bu yapıtlarda sanatçı, çeşitli mimarlık öğeleri ile yapının bütünü arasındaki orantılara dikkat etmiş ve bunun için gerekli matematiksel yaklaşımın üstüne kurulu kişisel bir üslup anlayışı geliştirmiştir. Güzelliğin yasalarını bir bilim adamı anlayışıyla denetleyen bir sanatçı olan Brunelleschi, Rönesans sanatçılarının üstünde çalıştıkları anıtların ve manzaraların persfektiflerindeki dengeyi doğrulamada kullandıkları optik aygıtı bulmuştur. Günümüzde, XV. yüzyıl Floransa mimarisinin, hatta bütün Rönesans dönemi mimarisinin, Brunelleschi’nin ilk iki yapıtıyla Ospedale degli İnnocenti ve Floransa Katedrali’nin çifte kubbesi ile, başladığı kabul edilmektedir.

Brunelleschi 1446 yılında ölünce kubbesini yaptığı Santa Maria del Fiore Katedrali’ne gömüldü fakat zaman içerisinde unutulan mezarı, yüzlerce seneden sonra ancak 1972 yılında yeniden keşfedildi.

Piazza del Duomo’da Katedrali ve Giotto’nun Çan Kulesi’ni karşınıza aldığınızda hemen sağınızda kalan sokakta, yapının mimarı Siena’lı Arnolfo di Cambio ve kubbenin yaratıcısı Brunelleschi’nin mermer heykelleri var. Brunelleschi’nin eserine(kubbeye) bakıyor olması gerçekten etkileyici.

Katedralin mimarı solda, Brunelleschi sağda, gözleri kubbesinde.

Brunelleschi’nin mimarlık ve inşaat dışında da hünerleri vardı. 1421 yılında aldığı patent ile endüstri alanında ilk patent alan kişi oldu. Üç yıl süreyle Carrara mermer ocağından mermer blokların Floransa şehrine Arno nehri üzerinde taşınmasında kullanılan vinçli mavnaların tek üreticisi oldu. Ayrıca Floransa’nın Pisa kenti ile olan savaşlarından birinde askeri tahkimatların hazırlanmasına yardım etti. Duomo için gereken tuğlaların taşınması için kullanılabilecek yeni tipte bir nakliye aracı geliştirmeye çalıştı.




IV. BRUNELLESCHI VE DUOMO SANTA MARIA DEL FIORE KATEDRALİ

Katedral, içinde kilise bulunduran piskoposluk merkezine verilen addır. 13. yüzyılda Floransa’da yapımına başlanan katedral, Vatikan’daki San Pietro ve Milan’daki Duomo’dan sonra İtalya’daki üçüncü büyük katedral. Dünyadaki en büyük üç katedral ise sırasıyla; San Pietro-Vatikan, Duomo-Milano, St. Paul-Londra.

Vatikan San Pietro Katedrali

Milano Duomo

Londra St. Paul Katedrali

Floransa Katedrali, Arnolfo di Cambio tarafından 1294 yılında tasarlandığında bu kadar büyük olarak düşünülmemişti. 1351 yılında inşaatı devralan mimar Franceso Talenti, boyutları büyütmüş. Katedralin kubbesi ise dünyada tuğladan yapılmış olan en büyük kubbe olma özelliğine sahip ve bugünkü teknolojiyle bile yapılması zor. Brunelleschi’nin bu tuğlaları nasıl bir araya getirdiği ve hangi teknikleri kullandığı tam olarak bilinmiyor. Bunun en önemli nedeni yapım tekniklerinin Brunelleschi’nin kendisi tarafından saklanmış olmasıdır. Brunelleschi kubbeye ilişkin ne bir model, ne bir çizim ne de bir eskiz bırakmıştır. Hiçbir ahşap yapıyla desteklenmeyen ve tamamen deneysel metotların kullanıldığı, dönemin mimarlarının kesinlikle başarısız olacağına inandığı, çift kabuklu, 46 m. çapındaki bu kubbe, Rönesans'ı ateşleyen yapılardan biri. 


IV.1. Katedral Kubbesinin Yapılması
13. yüzyılda Floransa’nın yakınındaki Siena ve Orvieto gibi şehirlerde büyük ve görkemli kiliseler inşa edilmişti. Gotik dönemde kilisenin şehrin en önemli yapısı olması düşüncesi egemen olduğu için, bütün şehirler sahip oldukları güç ve birikimi büyük kiliseler inşa ederek göstermeye çalışıyorlardı. 1294 yılında Floransa şehrinin ileri gelenleri kentin en önemli kilisesi olan Santa Reperata’yı yıkıp yerine yeni bir kilise inşa etme kararı almışlar ve baş mimar olarak dönemin en önemli mimarlarından Arnolfo di Cambio’yu görevlendirmişlerdi.

Arnolfo di Cambio, Gotik dönem Floransa’sının en önemli mimarıdır. Şehrin yönetim merkezi olan Palazzo Vecchio ve Santa Croce Kilisesi gibi çok önemli yapılar Arnolfo di Cambio’nun eserleridir. Yeni kilise, o dönemde yapılan başka kiliselere göre son derece yenilikçidir. Orta nefin sonundaki sekizgen büyük boşluk ve bu boşluğu örten dev boyutlu bir kubbe yaratma fikri Gotik dönem için son derece ilerici bir yaklaşımdır. Temeli 1296’da atılan kilisenin tamamlanması 100 yıldan fazla sürerek Erken Rönesans’a kadar uzanır.

Mimar Arnolfo di Cambio tarafından yapılan Kent yönetim binası Palazzo Vecchio.

Mimar Arnolfo di Cambio tarafından yapılan Santa Croce Kilisesi.

Yapı, devasa sekizgen tamburun örtülmesi ile birlikte Rönesans Mimarisi’nin simgesi haline gelir ve şehrin en önemli buluşmaları kilise meydanında gerçekleşir. Kilisenin yapımı sırasında defalarca baş mimar değişir. 1355 yılında yeni baş mimar Francesco Talenti, Floransalılar tarafından beğenilen bir proje hazırlar. Ancak kilisenin baş mimarı olsa da Talenti’nin yetkileri sınırlıdır. Her ay şehrin önde gelen sanatkarları ve şehir halkı ile birlikte bir değerlendirme toplantısı yapılır ve herkesin görüşü alınır. Başmimar şantiyenin sorumlusu olsa da tasarım konusunda tek başına karar verme hakkına sahip değildir.

Floransa’nın eski kilisesi Santa Reperata ve Santa Maria del Fiore’nin orijinal ve büyütülmüş planları.

1366 yılında kilisenin bilinen toprakların en büyük kilisesi olması için heyet kararı ile bir grup sanatkar ve ressam tarafından hazırlanan yeni bir proje benimsenir ve kilisenin kubbesinin oturduğu kasnak ve onu çevreleyen yarım kubbeler büyütülür. İnşaata devam edilir. Sıra kubbenin nasıl olması gerektiğini tartışmaya gelmiştir. 1404 yılında yapılan bir değerlendirme toplantısına Brunelleschi’de katılır ve fikirlerinin ve önerilerinin tutarlılığı sayesinde kısa sürede herkesin güvenini kazanır. Brunelleschi çocukluk yıllarından beri katedralin kalbinde yer alan sekizgen kasnağın nasıl örtülmesi gerektiği konusunda kafa yormuş, Roma’daki antik yapıları bu gözle inceleyerek, söz konusu yapıların yapım tekniğine ilişkin sayısız çizim ve eskiz hazırlamıştır. Santa Maria del Fiore’nin kubbesini inşa etmek Brunelleschi’nin çocukluk hayalidir ve böylece ölümsüzlüğe kavuşacağını düşünmüştür. Nitekim Brunelleschi’nin çocukluk ve gençlik yılları kubbesi olmayan katedrali gözlemleyerek geçmiştir.

1410 yılında sekizgen tamburun yapımı tamamlanır. Ancak söz konusu tamburun üzerine oturacak olan kubbenin geometrisi ve yapım şekli en büyük tartışma konusudur. Bu amaçla 19 Ağustos 1418 günü bir yarışma duyurusu yapıldı. Floransa Katedrali’nin tamamlanması için düzenlenen yeni yarışma Brunelleschi’nin kaderinin döndüğü nokta oldu. Brunelleschi bu sefer Lorenzo Ghiberti’yi geçerek birinci olur ve önemli bir mimari tasarım yaratır. Ancak bu eserin tamamlanması o kadar uzun sürer ki Brunelleschi’nin ömrü yapının tamamlanmasını görmeye yetmez.

Yapılması amaçlanan kubbe, bundan 900 yıl önce İstanbul’da İmparator Justinianus tarafından inşa edilen Hagia Sophia‘yı 3,6 metrelik bir farkla geçecekti. Dünyanın en geniş eğrisel örtüsü olmakla kalmayacak, en yükseği de olacaktı. En büyük sorun 55 metre yükseklikte kubbenin nasıl taşınacağıydı. Çözümü getiren kişi ise duvarcı ustası değil kuyumcu ve saat yapımcısı olan Filippo Brunelleschi‘ydi.

Bu denli büyük bir yapı için ahşap kemer kullanımı şarttı. Ancak bu büyüklükte bir kemer kalıbı yapmak oldukça zordu. Brunelleschi, kubbeyi kemer kalıpsız yapma önerisi getirdi. En küçük tonozun yapımı için bile fazlasıyla önemli olan bu ahşap kemer kalıbını böylesine büyük bir yapıda kullanmamak haklı olarak herkes tarafından gülünç bulunmuştu.

Yarışmaya katılan mimarlardan birisinin, kubbeyi, katedralin ortasından yükselecek kocaman sütunlarla desteklemeyi teklif ettiği söyleniyor. Başka bir mimar ise kubbeyi, ağırlığı azaltmak için bir çeşit volkanik kayadan inşa etmeyi düşünüyor. Kısa boylu Brunelleschi yapım sürecinin her aşamasında iskele olmadan kendi kendini taşıyabilecek, pahalı malzemeler kullanmadan arasında geçit ve merdivenleri barındıran iç içe geçmiş iki sekizgen kubbe inşa etmeyi önerdiğinde, değerlendirme komitesi Brunelleschi’nin önerisini gerçekleştirilmesi olanaklı olan tek proje olarak değerlendirir.

Brunelleschi ısrarlı sorulara rağmen rakiplerinin fikrini çalabileceğinden korktuğu için bunu nasıl yapacağını açıklamayı reddeder. Bu tavır, yarışma jürisinin tepkisini çekse de Brunelleschi’nin tasarımı  hoşlarına gider. Yarışma başvurusundan kısa bir süre sonra jüri, Brunelleschi ile tekrar bir araya gelir ve projesinin detaylarını anlamaya çalışır. Görüşmeler sonucunda bunun muhteşem olduğu kadar riskli de bir iş olduğu ortaya çıkar. Brunelleschi, kubbenin ağırlığı nedeniyle kırılmasını ya da çökmesini önlemek için; fıçıların etrafındaki çemberler gibi; duvarların etrafına taş, demir ve tahta halkalar sarmayı düşünmektedir. İlk 14 metreyi taş yapıp devamında tuğla gibi daha hafif malzemeler kullanacağını söylüyor ve tüm bunları geleneksel bir inşaat iskelesi bile kurmadan yapmayı planlıyor. En azından ilk 15 metrelik yüksekliğe kadarlık çalışma sırasında ahşap ve iş gücünden ne kadar tasarruf edilebileceğini düşünen jüri, bu fikirden oldukça hoşlanıyor.

Yarışma ilan edildikten iki yıl sonra jüri, herhangi bir resmi mimarlık eğitimi bulunmayan Brunelleschi’nin teklifini teknik açıdan yeterli buluyor ve onu kubbe projesinin yöneticisi yapıyor. İşte ikonik kubbenin yapımı böyle başlıyor.


Brunelleschi, öncelikle kubbenin yapımına kasnağın üst kotuna oturan ahşap bir iskele oluşturarak başlamıştır. Kasnağın üzerinde sekizgen kubbenin her bir kenarında, günümüzde de iç ve dış kubbenin arasındaki geçitten gözlemlenebilecek altı adet dikdörtgen boşluk, dev boyutlu ahşap kirişlerin sabitlenmesi için kullanılmış ve bu kirişlerin üzerine kubbenin merkezine doğru uzanan yaklaşık 10 metre genişliğinde ahşap bir platform inşa edilmiştir. Kubbenin kasnak üzerine oturan 3 metrelik bölümü taştan inşa edilerek ahşap platformun stabilitesi sağlanmıştır. Kubbenin platform kotunda bulunan toplam 48 adet boşluğun düzeyleri milimetre şaşmayacak derecede düzgün hizalanmıştır. Bu durumda söz konusu boşlukların yalnızca platformu taşıyan kirişlerin sıkıştırılması için kullanılmış olması olanaksızdır.

Ahşap platform

Brunelleschi’nin karsılaştığı başka bir zorluk ise sekizgen kubbenin düzgün olmamasıydı. En kısa ve en uzun kenar arasında 57 cm’lik bir fark vardı. Bu nedenle karşılıklı kenarların köşelerinden çekilen demir zincirler kesiştirilerek toplam 4 adet merkez oluşturulmuştur. 


Yani inşa sırasında karşılıklı kenarların geometrisi aynı merkez yardımıyla belirlenmiştir. Zincirlerin sabitlenmesi için kullanılan kancalar günümüzde kubbenin alt hizasında bulunan galerinin 172 cm üzerinde gözlemlenebilmektedir. Zincirler kesiştirilerek oluşturulan sistem şantiye kayıtlarında “kubbenin yıldızı” olarak tanımlamıştır.

Bir dizi taş ve ahşap hatıl, kubbenin çevresi boyunca dolanıp muhtemel yırtılma noktalarını kavrayacak ve dıştan destekleyecekti. Böylece gerilme kubbenin kendi içinde emilecek, payandalar gibi toprağa aktarılmasına gerek olmayacaktı.


Kubbenin ağırlığının kasnak üzerinde yarattığı yanal kuvvetlerin en düşük düzeye indirilmesi yaşamsal bir ölçüttü. Bu amaçla Brunelleschi kubbenin geometrisini belirlerken Gotik mimaride sıkça kullanılan “beşinci sivri” kemerden yararlanmıştır. Söz konusu kemeri oluşturan iki yay parçasının merkezleri kemerin geçtiği açıklığın 4/5’i kadardır. Bu durumda Brunelleschi kubbenin köşegenlerini oluşturacak olan yay parçalarının merkezlerini kubbenin geçtiği açıklığın (45 m) 4/5’i olan 36 metre uzaklıkta belirlemiştir.

Kubbe köşegenlerini oluşturan beşinci sivri kemerin geometresi

Dolayısıyla köşelerdeki yay parçalarının merkezleri köşelerin kendisinden 36 metre, karşı köşeden ise 9 metre uzaklıktadır. Ahşap platformun 10 metre genişliğinde olmasının nedeni de karşı taraftaki yayın merkezinin platform üzerinden tanımlanmasıdır. Kubbe inşa edilirken köşelerdeki yayların düzgünlüğünün kontrol edilmesi adına pratik bir sistem geliştirilmesi gerekliydi. Bunun için Brunelleschi beşinci sivri kemerin aslında bir yay parçası olması ilkesinden hareketle, kubbenin köşegenlerini içten destekleyen kısmi ahşap şablonlar kullanmıştır. Söz konusu şablonlar yalnızca birkaç metre uzunluğundadır ve kubbe yükseldikçe yukarı doğru kaydırılarak köşegenleri içten desteklerler. Şablonun yeri değiştirildiğinde, her seferinde şablonun üst kenarından yatay referans düzlemi üzerinde daha önceden oluşturulan yıldız üzerinden şakul alınarak hizalanır. Başka bir kontrol işlemi de şablonun kemerin merkezinden hizalanması ile yapılır. Bunun için referans düzlemi üzerindeki beşinci sivri kemerin merkezinden kılavuz bir demir kordon çekilir.

Bunun yanısıra, Avrupa’da nadir görülenin aksine, kubbe iki kabuklu yapılacaktı. Dış kabuk yükselerek katedrale daha çarpıcı bir görüntü kazandırırken, iç kabuk ise iç mekan oranlarına daha uyumlu olacaktı. Kubbe geleneksel yarım küre şeklinde değil, sivri uçlu olacaktı. Kubbe 4 adet beşik tonozun iç içe geçmesiyle oluşan sekizgen planlı bir manastır tonozu olacaktı. Sivri kubbe, aynı çapta bir kasnak üzerine inşa edilen dairesel bir kubbeden üçte bir oranında daha yüksekte durabilirdi, doğal olarak çekme gerilmesi de düşecekti. Kesişen kemerlerde kavisin yarıçapı, oluşan aralığın 5’te 4’ü kadar olacaktı. İç kubbe genişliği temelde 2,1 m iken tepede 1,5 m’nin altına düşecekti. İç kubbeyi koruyan ve binayı dışarıdan daha heybetli gösterecek olan dış kubbe ise kaidede 61 cm’den biraz fazlayken, tepede 30,5 cm’in biraz üstünde olacaktı.



Daha önce de değinildiği gibi kubbenin ilk üç metresi masif taştan oluşturulmuş, daha sonra ise içinde geçit ve merdivenleri barındıracak şekilde çift cidarlı olarak inşa edilmiştir. Kubbenin bu bölümünün boşluklu olması ve tuğladan inşa edilmesi aynı zamanda kasnak üzerine binen yükün azaltılması açısından önem taşımaktadır. İç ve dış kubbe birbirine 24 kiriş ile bağlıdır. Bu kirişler iç ve dış kubbeden ayrı inşa edilmiş taşıyıcılar değillerdir. Esasen iç kubbe, dış kubbe ve kirişler aynı yapım tekniği kullanılarak birlikte örülerek inşa edilmişlerdir. Kubbenin merkezlerini belirlemek için kullanılan yöntem, kirişlerin yerleri ve derinliklerini belirlemek için de kullanılmıştır. Bunun için karşılıklı kenarlarda bulunan 6 adet demir kancadan çaprazlama çekilen kordonlar ile yine yıldız benzeri bir örüntü oluşturulmuştur.



Ana ve tali kirişlerin yerlerini belirlemek için kullanılan yöntem


Kubbe yukarı doğru yükseldikçe köşegenler arasında kalan yay parçalarını da beşinci sivri kemer geometrisine uygun olarak şekillendirmek adına bir yöntem geliştirilmesi gerekliydi. Öyle ki beşinci sivri kemer geometrisine sahip bütün eğrisel yüzeyler kubbenin taç kısmında düzgün olarak birleşmeliydi. Bunun için Brunelleschi sekizgenin her bir kenarının karsısında bir konkoid (sedef ergisi) tanımlamıştır. Söz konusu konkoid, sekiz kenarın her biri için ayrı ayrı olmak üzere kenarların her bir noktasından 36 metre uzaklıkta bulunan noktaların birleştirilmesi ile oluşturulmuştur.



Kenarların her bir noktasından 36 m uzaklıkta bulunan noktaların birleştirilmesi ile oluşturulan konkoid.

Ancak iki noktayı birleştiren çizgiler daima daha önce tanımlanan karşılıklı kenarlara ait merkezden geçmelidir. Böylece yalnızca köşegenlerin değil köşegenler arasında kalan yüzeylerdeki yay parçalarının da beşinci sivri merkezleri belirlenmiştir.

Brunelleschi’nin kubbeyi inşa ederken 3 aşamalı bir metot kullandığı tahmin edilmektedir. İlk aşamada karşılıklı kenarlarda bulunan 6 adet kancayı birleştiren zincirler üzerindeki beşinci sivri merkezler olan 36 metre işaretlenmiştir. Daha sonra bu noktalar (şekildeki A ve B noktaları) şakul kullanılarak bir metre aşağıdaki ahşap platform üzerine taşınmıştır. Noktalar birleştirilerek konkoid tanımlanmıştır. İkinci aşamada ise ilk aşamanın tam tersine konkoitten karşı kenara demir kordonlar çekilmiştir. A ve B noktalarının merkez aksından geçerek karşı kenara taşınması ile oluşturulan noktalara (şekildeki A’ ve B’ noktaları) çekilen kordonlar yukarı kaldırılarak köşegen geometrileri tanımlanmıştır. Köşegenlere gönderilen kordonlar düşey düzlemde hareketli iken yatay düzlemde sabittirler. Köşegenler arasında kalan yüzeylere gönderilen kordon ise yatay düzlemde de hareketlidir. 


Solda Konkoid referans alınarak çekilen kordonlar yardımıyla kubbe geometrisinin tanımlanması. Sağda kubbenin modelini yapan Ricci’nin kubbe modeli-konkoid referans alınarak çekilen kordonlar yardımıyla kubbe geometrisinin tanımlanması.


Tuğla dizilerinin yerleri söz konusu kordon yatayda kaydırılarak belirlenir.  Daima merkezden geçerek karşı kenara gönderilen kordonlar iç kubbenin geometrisini 3 boyutlu olarak tanımlar. Üçüncü aşamada ise hareketli kordon üzerinde iç kubbe ve dış kubbe kalınlıkları işaretlenerek, çift cidarlı kubbeyi oluşturacak olan tuğlaların nereye konacağı belirlenmiş olur. Kubbe yükseldikçe kordonlar yukarı kaldırılır. Böylece kubbenin geometrisi hem plan hem kesit düzeneğinde hatasız bir şekilde tanımlanmış olur.




Kubbeyi taşıyan kaburgalar yukarıya doğru eğriliyor.

Sekizgen kubbenin her köşesinde bulunan düşey kaburgalar göğe doğru yükselirken bükülecekti. Kabuklar ilk 46 metre taştan, daha sonra hafifletmek amacıyla tuğla ya da tüften yapılacaktı. Kubbeyi çevreleyecek, duvarların içine gömülecek ve dışarıdan görünmeyecek birbirlerine demir çemberlerle tutturulmuş kumtaşı hatıllar öngörülmüştü.

İlk olarak kubbenin inşa edileceği yüksekliğe o ağır taşların nasıl çıkarılacağı sorunuyla karşılaşıldı. Filippo, insan gücü değil, at gücü kullanarak bir makine tasarladı. Mühendislik anlamında çağının çok ilerisinde bir tasarımdı. 4,5 m yüksekliğinde bir ahşap iskeletten oluşmaktaydı. İskelete bağlı yatay ve düşey döner şaftlar bulunmaktaydı ve çeşitli boylardaki dişli çarkların hareketiyle birbirinin çevresinde dönüyorlardı. Mildeki çarklardan biri yükleri yukarıya diğeri aşağıya doğru hareket ettirmekteydi. Bu şanzıman değişimi, spiral ip sarılmış kocaman bir burguyla sağlanmaktaydı. Çevrildiği yöne göre mili hareket ettiriyor, böylece halat kasnağını hangi çarkın dişlerinin döndüreceği belirleniyordu. Bu sistem sayesinde atı çözüp ters bağlamak gibi zahmetli bir işle hiç uğraşılmamış oluyor, oldukça zaman kazanılıyordu. Yani mekanizmanın bir geri vites sistemi vardı. Bunun yanı sıra farklı ağırlıktaki yüklerin taşınması için farklı büyüklükteki çarklar kullanılıyor, öküzün döneceği tur sayısı değiştiriliyordu. Yani, şu anda bisikletlerde kullanılan vites sisteminin aynısı kullanılıyordu. İcat ettiği tek makine bu değildi tabi. Yukarı çıkarılan yüklerin bir de yatay olarak istenilen yere taşınması sorunu vardı ki castello adı verilen bir makineyle bu sorunu da çözmüş oldu. Bununla beraber kubbenin yapımı da başladı.




İlk kumtaşı hatıl için taşlar iç içe iki çember halinde, kubbenin sekizgen çevresi dışına yatay olarak yerleştirildi. Bu uzun kirişler, 91,5 cm arayla enlemesine dizilmiş daha kısa kirişlerin üzerine oturuyor ve onlara kilitleniyordu. Çevreye dizilecek uzun kirişlerin her biri 2,2 m boyunda ve 43,1 cm eninde olmalıydı. Her taşın altına açılacak oyuklar enine kirişlerle kenetlenecekti. Bu hatılla beraber toplamda 4 sıra oluşturulacaktı ve kubbeyi her 10,6 m’de bir çevreleyecekti. Bunun dışında bir de ahşap çember vardı ve ilk taş hatılın 7,6m yukarısında bulunmaktaydı. İlk başta bu ahşap çemberlerden de 4 adet planlanmıştı ancak yalnızca ilki yerleştirilmişti.

İnşaat esnasında dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta ise, sekiz duvarda ilerleyen çalışmaların tepede nasıl birleşeceği idi. İlk olarak sekiz köşeye düşey kaburgalar yerleştirildi ve kubbe duvarlarını yönlendirmesi sağlandı. Kubbe tuğlaları yatay sıra ile dizilmiyor, yatayla açıları sürekli olarak artıyordu. En üst noktada eğim 60 dereceye kadar ulaşıyordu. Dolayısıyla bu kademeli eğimi kontrol edecek bir araç lazımdı. Filippo bunun için, kubbenin merkezini belirledi ve merkezden çevreye bir kordon gerdi, bunu hareket ettirerek bir daire oluşturdu ve tuğla ve harçların hangi sıraya göre ve hangi kavisle sıralanacağı saptandı. Kubbe yükseldikçe kordon kısaltıldı. Böylece zeminde 21,3 m olan yarıçap tepede 3 m‘ye düşecekti. Bu yöntem kollu pergelin öncüsü olacaktır.



Resimde Brunelleschi’nin tasarımının detayları inşa aşamalarıyla birlikte gösterilmiş.


Bir diğer problem, 30 derecelik kritik açıyı geçtikten sonra harç kuruyana kadar tuğlaların yerinde tutulmasıydı. Filippo buna da çözüm buldu ve balıksırtı örgü denilecek düzende kubbeyi ördürdü. Bu şu demek; tuğla sıraları, düzenli aralıklarla, dikine konmuş daha iri tuğlalar ile kesintiye uğruyor. Dikey tuğlaların her biri 4 ya da 5 yatay halkadan geçmekte, diyagonal şeritler halinde kubbenin tepesine yükselmekteydi. Bu tuğlalar 91,5 cm’lik mesafede bir yerleştirilip kıskaç görevi görecekti.



İç ve dış kubbe arasındaki geçit. Kubbe yükseldikçe kubbenin merkezine doğru eğimli olarak döşenen tuğlalar

Brunelleschi’nin kubbesinin Giotto’nun Çan Kulesi’nden görüntüsü

IV.2. Brunelleschi’nin Kubbesinin Üzerindeki Fener
Kubbenin yapımının bitmesinin ardından kulenin üstündeki fener yapımına başlandı. Bunun için yine bir yarışma açtı. Artık Filippo’ya fazlasıyla güvenen yetkililer onun fener tasarımını kabul ettiler. Ancak her türlü eleştiriye açık olmasını, eleştirilere yönelik değişiklikler yapması gerektiğini de şart koştular.

Sekizgen biçimli fenerin ayrıntıları şu şekilde: fener kumtaşı hatılın desteklediği bir mermer platformun üzerine oturmaktadır. Sekiz payandası, kaburgalarla hizalı yükselmekte, Korint başlıklı 9,1 metre yükseklikteki pilastrları taşımaktadır. Pilastrlar arasında yine 9,1 metre yüksekliğinde 8 pencere vardır. İç kısımdaki küçük kubbenin üzerinde 7 metre boyunda bir külah yükselmektedir. Külahın tepesinde bir tunç küre ve bir haç bulunur. Feneri hafifletmek için payandaların içi boş bırakılmıştır. O boşluklardan birinden bir dizi dayanma merdivenine ulaşılmakta, o merdiven de külaha ve tunç küreye çıkmaktadır. Kürenin küçük bir kanatlı penceresi vardır. Kentin 106,5 metre yukarısında, Floransa’nın en geniş panaromasını sunmaktadır. Bugün turistlerin tepeye ulaşması için 463 basamak çıkması gerekmektedir. Kubbenin dış kabuğundan açılan bir dizi küçük pencere bulunmaktadır. Toplamda 72 tane olan bu pencereler kubbenin rüzgara karşı dayanıklı hale gelmesi için yapılmıştır.

463 basamakla ulaşılan kubbeden görülen Floransa manzarası müthiş. Yün tüccarlarının oluşturduğu ve o zamanların Floransa’sının en büyük, zengin ve güçlü loncası katedralin inşasından sorumluymuş.


Brunelleschi’nin Rönesans’ın başlatıcısı olduğu günümüzde bütün sanat ve mimarlık çevreleri tarafından kabul görmektedir. Brunelleschi ise aslında dehasını antik yapıları inceleme ve yorumlamada gösterdiği başarıya borçludur. Öyle ki Ricci’ye göre Antik Romalılar, duvar işçiliğinde dünyanın en ileri medeniyetidir ve daima öyle kalmışlardır. Yıllarca Roma mimarisini inceleyen Brunelleschi yalnızca doğru geometri ile doğru yapım tekniğini bütünleştirerek kubbeye yapımın her aşamasında kendi kendini taşıma özelliği kazandırmıştır.

Massimo Ricci’nin inşa ettiği 1/5 model özellikle yarım bırakılmış ve kubbenin yapım sırasında yani kapanmadan evvel kendini taşıyabildiği ispatlanmaya çalışılmıştır. Ricci, kubbeyi kapatmama fikrinin 20. yüzyılın en önemli İtalyan mimarlarından Giovanni Michelucci’ye ait olduğunu ifade etmektedir. Michelucci’ye göre kubbenin çağdaş modeli de bütünüyle kapatılmış olsaydı o da Brunelleschi’nin kubbesi gibi bir sırra dönüşecekti.

Brunelleschi’ye ait hiç bir çizim ya da yazılı belge olmaması, şimdiye kadar kubbenin yapım sistemine ilişkin oluşturulan hipotezlerin doğrulanmasını son derece güç kılmaktadır. 1426 yılında kubbenin yapımı sırasında Brunelleschi’nin rakiplerinden Gherardo da Prato şantiyeye Brunelleschi’nin kullandığı yapım yöntemini eleştiren bir belge göndermiştir. Gherardo kubbenin yapımında duvarlar örülürken kullanılan referans noktasının kubbenin merkezi olması gerektiğini savunmuş, Brunelleschi’nin kubbenin merkezi yerine beşinci sivri kemer merkezlerini kullanmasının kubbenin çökmesine neden olacağını savunmuştur.

Katedralin inşaasının bitimiyle Cosimo de'Medici, Papa’yı davet ederek 1436 yılı Easter pazarında kiliseyi takdis etmesini istemiştir.  37 bin ton ağırlığında 4 milyondan fazla tuğlanın kullanıldığı, Brunelleschi'nin kubbesi batı dünyasının en görkemli mimari başarılarından biri olmuştur. Bir adam çocukluğundan beri hayalini kurduğu tutkusunu gerçekleştirmişti. 1446 yılında öldüğünde inşa ettiği kubbenin altına gömüldü. O Rönesansın ilk mühendisiydi.


V. KATEDRALİN İÇ MEKANI

Dış görüntüsünün etkileyiciliği tartışmasız olan katedralin içi nispeten sade ve süssüz ama önemli detaylara sahiptir. Rönesans’ı çağrıştıran yalınlıkta ve 155 m. uzunluğunda, 90 m. genişliğinde bir alan. Yerlerdeki mermerler 16. yüzyıl tarihlidir. Duomo Katedrali’nin içinde genel olarak dikkat edilmesi gereken 3 nokta vardır.

Katedralin içi.

Optik illüzyonun sanat ile birleştiği yer döşemesi, Floransa Katedrali

V.1. Kubbenin iç cephesinde bulunan Vasari’nin büyüleyici freskleri
İç mekanın en önemli sanat eseri kubbenin iç yüzeyindeki muhteşem freskler. Yakından bakmak için 463 merdiven çıkmanız gerek. Sonunda bir balkondan ‘Son Yargıyı’ anlatan fresklere yakından bakma fırsatına kavuşacaksınız. Fresklerin tasarımı, Rönesans’ın bir başka dehası Vasari’ye ait. Boyamaları ise Vasari’nin öğrencisi Zuccari gerçekleştiriyor.



O zamanlarda halkı ölümden sonraki hayattan korkutmak ve dine bağlılığı artırmak için yapılmış olması muhtemel freskler gerçekten ürkütücü. Zebaniler ve diğer yaratıklar insanlara işkence ediyor; ellerindeki mızraklarla sağı solu deşiyor.

Cehennem ile ilgili en korkunç sahnelerden biri.

Tüm bunların ortasında, birçok yüzü olan ve her biriyle insanları yiyen Satan (Şeytan). Gerçekten ürpertici.


Bu freskleri ve sahip olduğu renkliliği 1996 yılından sonra bu kadar net görebilmek mümkün olmuş çünkü ancak o zaman detaylı bir temizlik ve tadilattan geçmiş.

V.2. Giriş kapısının iç cephesinde, kapının üzerindeki saat
Saat, zamanı gün batımından günbatımına ölçen İtalyan saat sisteminin dünyadaki nadir örneklerinden. Katedralin saati 17. yüzyıldan beri çalışıyor ve İtalyan saat sistemine göre tasarlanmış. Dünyanın en eski ve işleyen mekanik saatlerinden. Saatin kadranında 12 değil 24 adet Roma rakamı var. Ayrıca mekanizma, saatin tersi yönünde çalışıyor.

Saat, bir anlamda güneşin hareketlerini takip ediyor. Saatin altın kaplama uzun ucu 24 rakamını işaret ettiğinde bu gece yarısı değil; güneşin batışı demek oluyor. O dönemde saatin gece yarısını gösterip göstermediği kimsenin umurunda değil. Asıl önemli olan güneşin batışıymış çünkü bu saatten sonra şehrin surlarındaki kapılar kapatılır ve dolayısıyla çalan çanlara göre herkes, güneşin battığı saatte şehir duvarlarından içeri geri dönermiş. Güneşin batış saati her gün değiştiği içinde saati haftalık olarak ayarlıyorlar. Kısacası, saatin ilerleyişinin mantığı; gün batımından sonra kaç saat geçtiğini göstermek üzerine kurulu. Örneğin kışın güneş 5’te battığında günümüzün saati beşi gösterdiği halde Duomo’nun duvarındaki saat 24’ü (XXIIII) gösteriyordu. Gece 11’de baktığınızda ise saatin 6’yı (VI) gösterdiğini göreceksiniz çünkü gün batımından sonra 6 saat geçmiş.


İtalyan saat sisteminin yerine 18. yüzyıldan sonra Napolyon zamanında, bugün kullanılan ve 12'şer saatlik am. ile pm.'den oluşan Fransız saat sistemi geliyor. Fransız saati sisteminin benimsenmesinin en büyük nedeni de, İtalyan sistemine göre çalışan ve gittikçe yaygınlaşan mekanik saatlerin sürekli bakıma ihtiyaç duymasıydı. Güneşin hareketlerini takip eden bu saatlere kiliseler ve manastırlarda sıklıkla rastlanabilir. Bu yerlerde saatler, günün duaya ayrılması gereken zamanlarını belirlemek amacıyla kullanılırlardı.

V.3. Dante’nin İlahi Komedya Freski
Katedralin solundaki duvarda yer alan ve 1465 yılına tarihlenen fresk, Floransa surlarının dışında Dante’nin cehenneme ve cennete giden yolları işaret ettiği bir sahneyi tasvir eder. Freskte, klasik kırmızı kıyafetiyle Dante; sol elinde İlahi Komedya’nın bir cildini tutarken sağ eliyle de dokuz katlı cehenneme doğru ilerlemekte olan günahkar ruhları gösteriyor. Sulu boya freskin tam ortasında ise Mount of Purgatory ve tepesinde de Adem ile Havva yer alıyor. Burası dünyadaki cenneti temsil ederken tablonun üzerindeki güneş ve ay da gökyüzündeki cenneti anlatıyor. Dante’nin, Cennet ve Cehennem’in dışında durmasıyla bir nevi arafta tasvir edildiği söylenebilir.


Dante ve Şiiri isimli bu freski isteyen, katedralin yapımında çalışan işçiler olmuş. İşçiler, katedralin içinde Floransa doğumlu şair Dante’nin bir anısı olmasına istemişler ve Michelangelo’da bu talebi yerine getirmiş.

VI. KATEDRALİN MODELİ

Universita’di Studi di Firenze Mimarlık Fakültesi öğretim üyesi Massimo Ricci, Brunelleschi’nin kubbesinin inşa edildiği yapım tekniğine ilişkin yeni bir teori geliştirerek, bu teorinin doğruluğunun test edilmesi amacı ile 1/5 ölçeğinde bir model inşa etmiştir. 1989’dan 2007 yılına kadar devam eden yapım sırasında yalnızca Brunelleschi’nin kullandığı araç, gereç ve malzemeler kullanılmıştır. Söz konusu model günümüzde de Floransa’da Arno nehrinin güney kıyısında bulunan Parco dell’ Antonella’da görülebilinir.
Ricci’nin model kubbesi

Santa Maria del Fiore Kilisesi’nin kubbesinin yapımına ilişkin Massimo Ricci’nin geliştirdiği teorinin gerçekliği kesin olarak kanıtlanmasa bile, teorinin gerçek bir model ile sınanmış olması ve söz konusu modelin başarı ile tamamlanması, Brunelleschi’nin benzer bir metot kullanmış olması olasılığını çok güçlü kılmaktadır. Model yapı bilinçli olarak bitirilmemiştir. Eğer bitirilseydi gene hiçbir kimse nasıl yapıldığını anlayamayacaktı.

VII. KATEDRALİN ÇAN KULESİ

Giotto’nun Çan Kulesi (Campanile di Giotto) Floransa’nın Duomo Meydanı’nda yer alan dört ana yapıdan birisidir. Gotik mimarinin önemli bir örneği olan ve 1359 senesinde tamamlanan kulenin mimarı  ise Giotto Di Bondone’dir. Floransa Katedrali’ni tamamlayan kompleksin bir parçası olan kule, 84.7 metrelik yüksekliği, 15 metre genişliği  ve renkli mermer tabakasıyla dikkat çeker. Bitişiğindeki Katedral gibi kırmızı, beyaz ve yeşil mermer ile kaplanmış kule İtalya’nin en güzel çan kulesidir. Fonksiyonaliteden çok dekoratif yanı ağır basan eserin yapımına Giotto 1334 yılında başlamış.

Giotto 1337 yılında öldüğünde kulenin yalnızca ilk bölümü bitmişti. Projeyi devir alan Andrea Pisano, Giotto'nun tasarımına ilk iki bölümde sadık kaldı. Alberto Arnaldi gibi sanatçılar kulenin dış yüzeyini eşkenar dörtgen formlar ile süslediler. Andrea Pisano ikici bölüm için tasarlanmış rölyefleri kullanmak yerine 16 niş inşa ederek içerilerine Kralların, Kahinlerin, Patriklerin ve Peygamberlerin heykellerini yerleştirdi.  Heykeller arasında bulunan Donatello’nun yaptığı ‘İzhak’ın kurban edilmesi’ heykeli 15. yüzyıl natüralizminin heykelcilikte en  önemli örneklerinden birisidir.

Projeye 1348 ile 1350 yılları arasında iki yıl ara verildikten sonra 1359 yılında tamamlandı. Ara verilen yıllar kentin kara vebadan kırıldığı yıllardı. Kulenin üst bölümündeki büyük pencerelerini Francesco Talenti yapmıştır. En üstteki terasa 400 basamak ile ulaşılır ve enfes bir panaromik manzarası vardır. Kulenin tepesi Giotto’nun orijinal planında sivri bir tasarımken Talenti tarafından terasa çevrilmiştir. 


Çan kulesi meşhur ressam Giotto tarafından tasarlanmıştı. 1337’de öldüğünde yalnızca ilk bölümü bitmişti. Projeyi Andrea Pisano devir aldı sonrasında da Francesco Talenti projeyi bitirdi.

VII.1. Giotto'nun Çan Kulesi Dekorasyonu
Çan Kulesi’nin en şaşırtıcı yanlarından birisi Floransa’nın en iyi sanatçıları tarafından yaratılmış çok zengin heykel ve rölyef kompozisyonlarıyla süslenmiş olmasıdır. Eserlerde Ortaçağın önemli karakterleri yorumlanmıştır. Bugün görülenler replika olup orijinalleri Museo dell'Opera del Duomo dadır. Rölyef ve bezemelerde insanın kaderi ve aktiviteleri Yaratılış kitabından alıntılarla yorumlanmıştır.

VII.1. Rölyefler
Batı Yakası Rölyefleri
  •  Adem’in yaratılışı - Andrea Pisano,
  • Havva’nın yaratılışı - Andrea Pisano,
  • Adem ve Havva dünyayı temizliyorlar - Andrea Pisano,
  • Label (hayvancılığın mucidi) - Andrea Pisano,
  • Lubal (muziğin mucidi) - Andrea Pisano (ya da Nino Pisano),
  • Tubalcain (Metalurjinin mucidi) - Andrea Pisano,
  • Noah – (Şarabın mucidi) - Andrea Pisano.

Çan Kulesinin üst katında eşkenar dörtgen paneller içerisindeki rölyeflerde yedi gezegenli takvim tasvir edilmiştir: Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter, Satürn.

Güney Yakası Rölyefleri
  • Gionitus - Andrea Pisano,
  • Muratori - Andrea Pisano,
  • La Medicina - Andrea Pisano,
  • Şövalye - Andrea Pisano,
  • Spinner ve Tessitrice - Andrea Pisano,
  • Foroneo yazar/hukukçu - Andrea Pisano,
  • Dedalo - Andrea Pisano.

Üst katta eşkenar dörtgen paneller içerisindeki rölyeflerde Andrea Pisano tarafından dini erdemler (inanç, umut, hayırseverlik) ve  temel erdemler(ihtiyat, adalet, itidal, azim) işlenmiştir.

Doğu Yakası Rölyefleri
  • Kürekçili kayık - Andrea Pisano,
  • Ercole ve Caco - Andrea Pisano,
  • Tarlanın sürülmesi - Andrea Pisano,
  • Tespi'nin at arabası - Andrea Pisano,
  • La Geometria - Andrea Pisano.

Bu rölyeflerde insanın tarım gibi aktiviteleri işlenmiştir. Andrea Pisano üst kattaki eşkenar dörtgen paneller içerisinde Ortaçağın sözel bilimlerini (dilbilgisi, diyalektik, hitabet) ve dört temel bilimi (Aritmetik, Müzik, Geometri, Astronomi) tasvir etmiştir.

Kuzey Yakası Rölyefleri
  • Fidia (heykel) - Andrea Pisano,
  •  Apelles (resim) - Andrea Pisano,
  • Elio Donato ya da Prisciano (dilbilgini) - Luca della Robbia, 
  • Plato ve Aristotle - Luca della Robbia,
  • Arione ya da Orfeo(müzik) - Luca della Robbia, 
  • Euclid ve Pythagoras - Luca della Robbia, 
  • Tolomeo (Astronomi) - Luca della Robbia.

Üst katta eşkenardörtgen paneller içerisindeki rölyefte  Yedi Kutsal metin tasvir edilmiştir: Vaftiz, İtiraf, Evlilik, Kutsal Düzen, Onay, Eucharist, Aşırı Birleşme.

VII.2. Ogival Nişler İçindeki Heykeller
Andrea Pisano üst katta 16 ogival niş yapıp içerilerine heykeller yerleştirmiştir.
Kuzey taraftaki heykeller (Sibilla Tiburtina, Davide,  Solomon, Sibilla Etritrea) Andrea Pisano tarafından yapılmıştır.

Batı taraftaki heykeller; Prophet - Nanni Di Bartolo, Prophet Habakkuk - Donatello, Prophet Jeremiah Donatello, Prophet Abdias - Nanni di Bartolo.

Güney taraftaki heykeller; Prophet Moses - Andrea Pisano/Maso di Banco; Prophet, Andrea Pisano; . Prophet, Andrea Pisano; Prophet, Andrea Pisano/Maso di Banco.

Doğu taraftaki heykeller; Prophet Barbuto - Donatello; Prophet - Nanni di Banco; Hz.İbrahim’in İzhak’ı kurban edişi - Donatello ve Nanni di Bartolo; Prophet, called the thinker - Donatello.

VIII. AZİZ GIOVANNI (JOHN THE BAPTİST-VaAFTİZCİ YAHYA) VAFTİZHANESİ

Vaftizhane Floransa’nın en önemli dini yapılarından biridir ve Aziz Vaftizci Yahya’ya (John the Baptist) adanmıştır (her yıl 24 Temmuz’da anılır). Aziz Giovanni Vaftizhanesi, Floransa’nın merkezinde yer alan bir tarihi yapıdır. Andrea Pisano ve Lorenzo Ghiberti tarafından yapılan bu yapı, bronz kapıları ile ünlüdür ve iç dizaynında 13. yüzyıldan kalma Orta Çağ mozaikleri kullanılmıştır.

Şehirdeki en eski yapılardan olan Duomo Meydanı’ndaki Aziz Giovanni Vaftizhanesi, 1059 – 1128 yılları arasında inşa edilmiştir. Eski bir Roma tapınağı üzerine yapıldığına inanılan bu yapı, küçük bir bazilika olarak kabul edilse de sonrasında Floransa Vaftizhanesi olarak tanımlanmıştır ve 19. yüzyıla kadar Floransa’daki bütün Katolikler burada vaftiz edilmiştir.

Aziz Giovanni Vaftizhanesi, sekizgen şekildedir ve dışı tipik Floransa Roma mimarisini yansıtan renkli mermerlerle donanmıştır. Bronz kapılarıyla ünlü bu yapının en eski kısmı güney kapılarıdır. Pisano’nun eseri olan bu kapılar dışında diğer kapılar bir yarışma sonunda yapılmıştır ve yarışmayı Lorenzo Ghiberti kazanmıştır. İncil’den çeşitli sahnelerin betimlendiği kapılar bu şekilde yapılmıştır. Bu kapılar “Cennet Kapıları” olarak bilinir. Vaftizhane’nin tavanı 13. yüzyıldan kalmadır ve birçok ünlü Floransalı kişi bu kısımda tasvir edilmiştir.


Kapıların orjinalleri  Museo dell’ Opera del Duomo’da sergileniyor, binadaki kapılar kopyaları. Bu kapılar, Floransa’nın kara ölüm denilen vebadan kurtulması şerefine Heykeltraş Lorenzo Ghiberti tarafından yirmi yılda yapılmış. On panodan oluşan kapıların her panosuna İncil’de anlatılan hikayeler işlenmiş. Ressam, heykeltraş, mimar, şair Michelangelo bu kapıları “Cennetin Kapıları-The Gates of Paradise” diye adlandırmış.


Vaftizhane’nin sekizgen formunun dış yüzeyi beyaz ve yeşil Prato mermeri ile kaplanmıştır. Yüzyıllar boyunca Vaftizhan’nin patronajlığını kumaş loncası üstlenmiştir. Muhteşem kapıları ve içerideki sanatsal çalışmaları fonlayan bu kurum olmuştur.

Üç kapının en eskisi 1330 yılında modellenen ve Andrea Pisano tarafından dökülen güneye bakan kapıdır. Bu kapı 1336 yılında doğu kapısı olarak yapılmış sonradan 1452 de Lorenzo Ghiberti’nin Cennetin Kapılarını taşımak için güney kapısına yerleştirilmiştir.

Vaftizhane’nin içini mozaik ile kaplamak pahalı ve zor bir işti. Muhtemelen 1270 yılında başlamış ve bir sonraki yüzyılın başına kadar devam etmişti. Bazı otoriteler, Venedikli sanatçıların görev aldığından bahseder. Bu misafir sanatçılar, Coppo di Marcovaldo, Meliore, Cmimabue gibi yerel önemli sanatçıların yardımcılığını yapmıştır. 
Oktagonal Vaftizhane’nin üstü sekiz çatı kemeri ile kapatılmış. Her sekiz kemere de bir kompozisyon yapılmış. En göze çarpan mozaik Hz.İsa mozaiği hemen yanında da Kıyamet günü kompozisyonu var. Kemerlerdeki mozaikleri yapmak 60 ile 70 yıl sürmüş. Bu uzun süre içerisindeki stil farklılıkları mozaiklere dikkatlice bakıldığında fark edilebiliniyor. Mozaiklerin stili lokal Romanesk tarzı ile Bizans tarzının karışımı.


Mozaik tavan, 1240-1300 yılları arasında yapılmış.


Apse’deki mermer desenler 1255 yılında sanatçı Franciscan Jacopo di Torrita tarafından yapılmıştır.


San Giovanni Vaftizhanesi Floransa’nın en eski astronomi merkezlerinden birisidir. Yaklaşık bin yılı civarında kuzey kapısına yerleştirilen kakma mermer Floransa’nın en eski astronomik belgesidir. Zodyak figürlerin mermer içine kakma yapıldığı, yıl içerisinde güneşin yörüngesinde ilerlemesini gösteren bir güneş saatidir. 13. yüzyılda mermer Vaftizhanenin doğu bölümüne taşındığı için güneşi doğru açıyla alamamakta böylece doğru göstermemektedir.

VIII.1. Cennetin Kapıları (Doğu Kapısı)
Cennetin Kapıları (The Gates of Paradise): Cennetin Kapıları, heykel ve metal çalışmaları ile bilinen ünlü sanatçı Lorenzo Ghiberti tarafından yapılmıştır. Ghiberti, Aziz Giovanni Vaftizhanesi’nin bronz kaplama kapıları için yapılan yarışmaya katılmış ve orada yaptığı “Isaac’ın Kurban Edilme Azabı” konulu pano ile dikkatleri üzerine çekmiştir. Yarışmayı kazanan Ghiberti 28 ve 10 panodan oluşan iki kapı yapmıştır. Eski Ahit’ten sahneler içeren 10 panolu kapı daha doğal görünüşlü, perspektif kurallarına daha uyan bir sanat eseri olmuştur. Ancak kapıların popüler olmasına Michelangelo’nun coşkulu övgüsü neden olmuştu. Michelangelo, kapılara Cennetin Kapıları demiştir.

Adem ve Havva

Cain ve Abel (Kabil ve Habil)

Tevrat’a göre Kabil, Hz. Adem ile Havva’nın ilk, Habil ise ikinci oğludur. Habil koyun çobanı, Kabil ise çiftçi olmuş, bir müddet sonra Kabil toprağın mahsulünden, Habil de sürünün ilk doğanlarından ve yağlarından RAB’be takdime sunmuş, fakat RAB Habil’in takdimesini kabul etmiş, Kabil’inkine bakmamıştır. Buna çok öfkelenen Kabil, RAB’in ikazına rağmen kardeşi Habil’i öldürmüştür. Bunun üzerine RAB Kabil’in toprak tarafından lanetlendiğini, yeryüzünde kaçak ve serseri olarak yaşayacağını bildirmiş, ancak bu suç sebebiyle öldürülme ihtimaline karşılık kendisine güvence vermiştir. Bundan sonra Kabil Aden’in doğusundaki Nod diyarında yaşamıştır. Yahudi literatüründe Kabil’in Habil’i öldürmesine toprak kavgasının sebep olduğu da ileri sürülmüştür.

Hz.İbrahim’in İzhak’ı kurban edişi

Nuhun sarhoşluğu

 Nuh’un sarhoşluğu – Michelangelo – Vatikan Sistin Chapel tavanı


Esav ve Yakup

Hz.İbrahim’in oğlu İshak ile Rebeka’nın çocukları annelerinin karnında itişiyordu. Rebeka, ‘Nedir bu başıma gelen?’ diyerek RAB'be danışmaya gitti. RAB onu şöyle yanıtladı: ‘Rahminde iki ulus var, Senden iki ayrı halk doğacak, Biri öbüründen güçlü olacak, Büyüğü küçüğüne hizmet edecek.’ Doğum vakti gelince, Rebeka'nın ikiz oğulları oldu. İlk doğan oğlu kıpkırmızı ve tüylüydü; kırmızı bir cüppeyi andırıyordu. Adını Esav(a) koydular. Sonra kardeşi doğdu. Eliyle Esav'ın topuğunu tutuyordu. Bu yüzden İshak ona Yakup adını verdi. Çocuklar büyüdü. Esav kırları seven usta bir avcı oldu. Yakup ise hep çadırda oturan sakin bir gençti. İshak Esav'ı daha çok severdi, çünkü onun getirdiği av etlerini yerdi. Rebeka ise Yakup'u severdi. Bir gün Yakup çorba pişirirken Esav avdan geldi. Aç ve bitkindi. Yakup'a, ‘Lütfen şu mercimek çorbasından biraz ver de içeyim. Aç ve bitkinim’ dedi. Yakup, ‘Önce sen ilk oğulluk hakkını bana ver’ diye karşılık verdi. Esav, ‘Baksana, açlıktan ölmek üzereyim’ dedi, ‘İlk oğulluk hakkının bana ne yararı var?’ Yakup, ‘Önce yemin et’ dedi. Esav ant içerek ilk oğulluk hakkını Yakup'a verdi. Yakup Esav'a ekmekle mercimek çorbası verdi. Esav yiyip içtikten sonra kalkıp gitti. Yakup bu anlaşmayla babasının mirasından çift hak almaya hak kazandı. O dönemde ilk doğan çocuk mirastan diğer kardeşlerine oranla bir misli fazla alıyordu.


İzhak’ın mirasının bölüştürme zamanı geldiğinde Yakup ve annesi İshak’ı kandırarak mirasın Yakup’a verilmesini sağladılar. Esav kendi hakkının Yakup’a verildiği için kardeşini öldürmekle tehdit etti. Bunun üzerine Yakup kaçtı gitti. Tanrı Yakup’un adını İsrael olarak değiştirdi ve o İsrailoğullarının 12 kabilesinin reisi oldu. Esav soyundan gelenler Edomites’ler(Edomlar) oldu. Onlarda İsrailoğullarına dehşet yaşattılar sonrasında Tanrı tarafından cezalandırıldılar.

Joseph köle olarak satılır

Hz.Musa ve 10 emir

Jericho’nun(Eriha) düşüşü

VIII.2. Kuzey Kapısı

Kuzey kapısı panelleri için 1401 yılında açılan yarışmada Lorenzo, Brunelleschi ve Jacopo della Quercia’nın önünde birinci seçilmiş ve 1403 ile 1424 yılları arasında panelleri yapmıştır. Kuzey kapısı, Hz İsa’nın, Dört Havari’nin ve Kilise ruhani liderlerinin hayatlarından kesitler anlatan 24 panelden oluşur. 

Yeni Ahit’in öykülerini betimleyen panellerin yer aldığı Vaftizhane’nın kuzey kapısı 1424 yılında Lorenzo Ghiberti tarafından gerçekleştirildi.

Ghiberti’nin (1424) Kuzey kapısı panellerinden örnek.  Yeni Ahit’ten hikayeler. Tüccarların, doktorlar ile tartışması 

Kuzey kapısı üzerindeki heykeller. Vaftizci Yahya, inançlı birine ve bir yahudiye vaaz verirken.  Museo dell'Opera del Duomo’da sergilenmektedir.

VIII.3. Güney Kapısı
Vaftizhane’nin Andrea da Pontedera (Pisano) tarafından yapılan güney kapısındaki panellerde Vaftizci Yahya’nın (John) hayatından sahneler betimlenmiştir (1336). Önce doğu tarafı için yapılan kapı güneye tarafa kaydırıldığında Lorenzo Ghiberti’nin oğlu Vittorio’nun 1452-1462 yılları arasında yaptığı bronz çerçevenin içine alınmıştır.   


VIII.4. Vaftizhane İçindeki Diğer Objeler

Aziz Vaftizci Yahya’nın hayatının tasvir edildiği Vaftizhane Altar’ında 200 kg gümüş kullanılmış. Rönesans’ın en önemli eserlerinden olan Altar 100 yıllık bir çalışmanın sonucu.


IX. DUOMO SANTA MARIA DEL FIORE’NUN DİĞER BÜYÜK KUBBELİ YAPILAR İLE KARŞILAŞTIRMASI

Kubbe kelimesi, Arapça’daki ‘Gobbe’ kelimesinin Türkçe’ye geçmesi sonucu oluşmuştur. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde kubbe ‘yarımküre biçiminde olan ve yapıyı örten dam’ şeklinde tanımlanmıştır. Kubbe, şekli itibarıyla en büyük hacmi en küçük yüzey alanı ile kapatabildiği için mimarinin en etkili yapı elemanlarından biridir. Büyük hacimlerin ortada sütunlar olmadan yapılabilmesini olanaklı kıldığından alanları son derece ekonomik kullanan yapılardır.  Kubbeli yapılar taşıyıcı sistemleri açısından yedi gruba ayrılır.

Santa Maria del Fiore, Pantheon ve Hagia Sophia kubbe büyüklükleri.

IX.1. Yığma Kubbeler.
Yığma kubbeler salt basınca çalışan malzeme olan taş ve tuğla gibi kargir malzemelerle üretilmişlerdir. Yığma kubbelerde yükler, meridyenler doğrultusunda kemerdeki yük aktarımına benzer şekilde basınç gerilmesiyle mesnetlere iletilir. Kargir malzemenin çekmeye karşı dayanımı çok düşük olması nedeniyle kubbelerin etek kısmında açılma yapmaması için, yanal hareketi engellenmiş mesnetlere ihtiyaç duyulmaktadır. Mimar Sinan'ın yarım kubbelerle ana kubbeyi desteklemeye çalışması veya gotik katedrallerdeki uçan payandaların kubbenin yataydaki hareketini önlemeye çalışması hep bu sorun nedeniyle geliştirilen çözümlerdir.

IX.1.1. Hagia Sophia - İstanbul

Dünya mimarlık tarihinin günümüze kadar ayakta kalmış en önemli anıtları arasında yer alan Hagia Sophia, mimarisi, ihtişamı, büyüklüğü ve işlevselliği yönünden sanat dünyası açısından önemli bir yer teşkil etmektedir.


Yığma kubbeli yapılara örnek Hagia Sophia.

Yapı 537’den 1453’e kadar 916 yıl süreyle kilise olarak kullanılmıştır. Osmanlıların Konstantinapolis’i almalarıyla 1453’den 1935 yılına kadar cami olarak hizmet görmüştür. 1935 yılında müzeye dönüştürülmüştür.

Yapının mimarlar Anthemios ve Isidoros bazilikanın çatısını, o döneme kadar tüm bazilikalarda kullanılan ahşap çatı yerine kubbe formunda taş ve tuğla ile kapatmışlardır. Hagia Sophia bu anlamda dünyada bir ilkdir. Yüksekliği 55.6 metre olan kubbe dairesel değildir. Bir yönden çapı 31.877 metre iken diğer yönden çapı 30.876 dır. Ortalamada 31.37 metre kabul edilebilir.

Mimarlar Antemios ile İsidoros, kubbeli bazilika sorununu çözebilmek için önce geometrik, sonra da yapısal bir çözüm bulmak zorundaydılar. Geometrik çözüm, orta nefi bir merkezi kubbe, iki de yarım kube ile örtmekti. Yapısal çözüm de, merkezi kubeyi her biri 9x5,5 metre çok güçlü ayaklara taşıtmak ve ayaklar arasına, kemerlerle birbirine bağlanan sıkışık düzendeki sütunlarla bir perde oluşturmak ve yan etkileri de, ana eksen üzerindeki iki yarım kubbe ile doğu ve batı, gotik uçan payandaları anımsatan kemerli payandalarla kuzey ve güneyde dengelemekti. Bir başka sorun da düşey ayaklardan, kubbelerin eğrisel yüzeylerine geçişti. Bu da, köşelere yerleştirilen pandantiflerle çözüldü.   

Yapının üç nefi, bir apsisi, iç ve dış olmak üzere iki narteksi vardır. Apsisten dış nartekse kadar uzunluk 100 metre, genişlik 69.50 metre dir. Birbirine benzeyen çok sayıda anıtsal yapının strüktürel sistemleri ve işlevleri konusunda bilgi sahibi olan Anthemios ve İsidoros, imparatorun yeni katedralinin üzerine 100 Bizans ayağı çapında bir merkezi kubbe kurmaya karar verdiler. Büyük kemer inşası sürerken, ana payeler dışa doğru eğilmeye başladılar; günümüzde payelerin düşey sapması 61 cm civarındadır. Bu eğilme ve deformasyonun nedenlerinden biri, geç donan harçtı. Diğer nedenler ise, ana payelerin temellerinin ve payandaların yetersizliğiydi. Başlangıçta kubbenin projesi kusursuz bir daire şeklinde yapılmıştı ancak ana payeler ve payanda ayaklarının dışa doğru oturmaları sonucunda kubbe, kuzey- güney doğrultusunda, doğu-batı doğrultusuna göre 1 metre daha geniş bir elips şeklinde inşa edildi. Bu ve diğer deformasyonlar ilk kubbenin çökmesine kadar, hatta kubbenin Genç İsidoros tarafından yeniden inşa edilmesinden sonra da sürdü; öyle ki günümüzde bu yapı, Batı dünyasında Pisa Kulesinden sonra gelen en deforme yapıdır. Ayasofya hakkında daha detaylı bilgi için aşağıdaki linki inceleyebilirsiniz.


IX.1.2. Selimiye Camii Edirne
Selimiye'de daha önceki hiç bir camide, Ayasofya ve Bizans eserinde ve antik çağ mabetlerinde görülmemiş bir teknik kullanılmıştır. Daha önceki kubbeli yapılarda, asıl kubbe kademeli yarım kubbelerin üzerinde yükselmesine rağmen, Selimiye Camii tek bir kubbe ile örtülmüştür. Kubbe, 8 filayağına dayanan bir kasnak üzerine oturtulmuştur. Kasnak, fil ayaklarına kemerlerle bağlıdır. Bu şekilde örttüğü iç mekana verdiği genişlik ve ferahlıkla birlikte mekanın bir kerede kolayca anlaşılmasını sağlamaktadır. Kubbe aynı zamanda camiinin dış görünüşünün ana hatlarını da belirler.

İnşaat sürecinde önce ayaklardan ilk dördü karşılıklı kemerlerle kilitlenmiş, daha sonra diğerleri üzerine kemerler atılarak iskelet tamamlanmıştır. Bu ilk dört ayak kubbe ağırlığını bina köşelerindeki beden duvarlarına aktaran, dışta payandalarla desteklenmiştir. Mihrap sofasının iki yanındaki ayaklar kısmen beden duvarlarına gömülmüş olduğundan bunların serbest destek kimliği ustaca gözden saklanmış, girişin iki yanındakiler farklı seviyelerde beden duvarlarına bağlanarak geri çekilmiştir. Sekiz ayağı yanlardan destekleyen kademeli payandalar beden duvarlarına gömüldüğünden hem içeride hem dışarıda etkisi hafifletilmiş unsurlardır. İçte iskeleti oluşturan sekiz ayağın araları kemerlerle geçilirken bu çözümün dışa yansıması tekdüzeliği ortadan kaldıran yeni bir buluşla sunulmuştur. Aynı büyüklükteki kemer dizilerini sekiz defa tekrarlamaktansa çok sayıdaki pencerenin sivri kemer birimiyle küçük yarım kubbeler aynı yatayda alternatif dizilmiş, böylece cephenin en üst kesiminde hareketlilik sağlanmıştır. Merkezi kubbeden başlayarak kademeli bir şekilde aşağıya doğru genişleyen yarım kubbe ve kemerlerin birbirini tamamlamasıyla dışarıdan kat farklılıkları şeklinde gözüken unsurlar gözü hareket ettirirken herhangi bir aksama ya da tereddüde yer vermez. Kubbede büyük ölçülere ulaşılabilmiş diğer yapılardan farklı olarak düşeyliğin hakim olduğu kütlenin tektonik güçlerini karşılayan iskelet farklı büyüklükteki yarım küre ve kemerleri esas alan biçimlerle bütüne bağlanmıştır.

Şehzade ve Süleymaniye camilerine göre küçültülmüş yarım kubbeler arasından yükselen ana kubbenin böylesine güçlü ve rakipsiz ifadesi o günlerdeki teknoloji ve yaratıcılığın ortak simgesi gibidir. Mekan bütünlüğüne ulaşma çabalarının zirvesi olan Selimiye, Süleymaniye dahil bütün sultan camilerini ve Hagia Sophia’yı gerilerde bırakmış, bu özelliğiyle dünya sanat tarihine geçmiştir.




IX.2. Kaburgalı Kubbeler
Kaburgalı kubbelerde, kubbeyi oluşturan iki farklı eleman bir arada kullanılmaktadır. Bu elemanlardan ilki kaburgalar olup diğeri ise kaburgaların arasında kalan kubbe dilimini oluşturan dolgu malzemeleridir. Dolgu malzemeleri kendi ağırlıklarını ve üzerlerine gelen yükleri kaburgalara aktarma görevini üstlenmişlerdir. Dolayısıyla sisteme gelen yükler kaburgalar tarafından etek kısmına indirilmektedir. Kubbenin tepe noktasında kaburgaların birleşimini kolaylaştırma amaçlı olarak basınç çemberi uygulaması sıklıkla görülmektedir. Kaburgalar eğilmeye çalışırken araları dolgu malzemesi ile doldurulur. Kalıp gerektirmezler. Bu sistem ile geniş açıklıklar geçilebilir. Kaburgalar metal, ahşap veya lamine ahşap gibi malzemeler ile oluşturulabilir. Ayrıca taş ve tuğla gibi kagir malzemeler de kullanılmaktadır. Malzeme olarak taş veya tuğlanın kullanıldığı kaburgalı kubbelerde hem kaburgalar hem de dolgu malzemeleri kargir malzemelerden seçilmektedir ki buna en güzel örnek Floransa Katedrali'dir. Floransa Katedrali'nin kubbesinin tepe noktasında basınç çemberi kullanılmıştır. Alman Parlamento Binası Reichstag’ın kubbesi, metal kaburgalara örnek olarak gösterilebilir. Geçebildiği 143 metre açıklık ile günümüze dek inşa edilen en fazla açıklığı geçen kaburgalı kubbe İzumo Kubbesi'dir. Kaburgaları tutkallı tabakalı ahşaptan yapılmıştır.

Kaburgalı kubbe örneği İzumo Kubbesi, Japonya.

IX.2.1. Saint Peter’s (San Pietro) Katedrali Roma
St.Peter Bazilikası Hıristiyanlığın kalbidir. İlk kez 314 yılında İmparator Constantine’nin talebi üzerine Hz.İsa havarilerinden Aziz Peter(Petru)’un mezarının üzerine inşa edilmeye başlanmış 349 yılında tamamlanmıştır.


1492 yılında çökmek üzere olan Kilise,  Niccolò V entrusted B. Rossellino tarafından yeniden yapıldı. Ortaçağ’da gelirleri ve zenginliği iyice artan Vatikan Devleti doğu Hıristiyanlarına üstünlüklerini gösterme telaşına düştüler. Papa Julius II(1443-1513) 1506 yılında mimar Donato Bramante’den her açıdan Hagia Sophia’ya üstün gelecek yeni kiliseyi yapmasını istedi. Mimarın ölümünden sonra Giuliano da Sangallo, Raphael, Baldassarre Peruzzi, Antonio da Sangallo il Giovane sırasıyla projede görev aldılar.

Sıra 1546 yılında Michelangelo’nun yapıya imzasını atmasına geldi. Kilisenin ana yapısının inşaatı yeni başlamıştı. Michelangelo planları değiştirdi ve kiliseyi Yunan Haçı planında ve heybetli bir kubbe ile taçlandıracak şekilde yeniden tasarladı. Yapının en karakteristik parçası olan kubbesi 1591’de Michelangelo’nun ölümünden sonra tamamlandı. Kubbe o kadar çok beğenildi ki mimarlık tarihini 300 yıl boyunca etkiledi. Papa Paul V’nin(1550-1621) talebiyle Kilise mimar Maderno tarafından Yunan haçı planından Latin haçı planına dönüştürüldü ayrıca kilisenin bugünkü önyüzü tamamlandı. Kubbenin çapı 41.6 metre, kubbenin en üst noktasının yerden yüksekliği 117.6 metredir.

IX.2.2. The Dome Floransa
Floransa’da yapımına 1420 yılında başlanan kubbe, o güne kadar dünyada yapılmış en büyük kubbelerden biriydi. Üzerine kubbe inşa edilecek olan tamburun serbest açıklığı olan 42 metre, kaburga yapı ilkesi ile geçilebilecek en büyük açıklık olma özelliğini taşıyordu. Buradaki esas güçlük ise bu kadar büyük bir kubbenin zeminden 55,7 metre yükseklikte inşa edileceğiydi.

Ana kubbe kabuğu 1,1 metre ara ile yerleştirilmiş 40 kaburgadan oluşturulmuştur. Kaburgalarda birbirlerine 40 eğik kısa bağlantı kirişleriyle bağlanmıştır. Kubbe hafif tuğlalardan yapılmış ve iç yüzeyi mozaik ile kaplanmıştır.



43,3 metre kubbe çapı olan Panteon’un yapımından o güne kadar bu denli büyük bir kubbe inşa edilmemişti. 537 yılında ibadete açılan Hagia Sophia’nın ana mekanını örten kubbenin zeminden yüksekliği 55.60 metre, çapı ise kuzey güney doğrultusunda 31,87 metre, doğu batı doğrultusunda ise 30.86 metredir. 1346’da bir deprem neticesinde Hagia Sophia’nın kubbesinin bir bölümü çöktüğünde geniş açıklık geçen kubbelere olan güven iyice sarsılmıştı. Kubbenin inşa edilmesindeki zorluk yalnızca kubbenin boyutları ile ilgili değildi. 42 metre çapındaki kubbe 4,25 metre kalınlığında duvarları olan sekizgen bir kasnağa oturuyordu. Kubbenin oturması gereken yükseklik yani kasnağın üst kotu 55,7 metre idi. Kubbe bu denli yüksekte inşa edildiği için yapımında donatı kullanılması olanaksızdı. Aynı zamanda kullanılan donatıların tambur üzerinde yaratacağı baskının tamburun açılmasına neden olacağı da göz ardı edilmemeliydi. Öte yandan yapımı 16 yıl süren kubbe, donatılı inşa edilmiş olsaydı, söz konusu süre içinde atmosferik etkilere maruz kalan donatılar işlevini yitirmiş olacaktı. Aynı şekilde O denli büyük bir ahşap iskele kullanımı da neredeyse olanaksızdı.

IX.2.3. Saint Paul Katedrali Londra
Mimari stili geç Rönesans ile Barok arasıdır. Kubbesi dünyanın en büyüklerindendir. Ana yapı Dorset’den getirilen Portland taşından yapılmıştır.  St. Paul kilisesi mimar Christopher Wren’in bir şaheseridir. Bu yapıyla birlikte Wren İngiliz mimarisine yeni yapısal özellikler kazandırmıştır.

Merkezi kubbe iç ve dış kubbelerden oluşur ve sekiz sütun üzerine oturtulmuştur. Kubbenin üzerinde bir fener vardır. Sekiz sütun arasındaki dört kemer  Latin Haçını hatırlatır.



Katedral inşaası sırasında Wren’in karşılaştığı en önemli sorun kubbenin muaazzam ağırlığın kubbenin oturduğu kasnağın duvarlarında yarattığı basıncın karşılanmasıydı. Roma St.Peter Kilisesinde ve Paris’teki Invalides yapılarında kubbenin yarattığı basınç çift sütunlu payandalar ile çözülmüştü.

Wren kubbenin oturacağı kasnağın üzerindeki sıra sütünları yapacağı zaman iç koninin etrafını taşa gömülmüş demir zincir ile sardı. Böylece kubbenin ağırlığının kasnakta yaratacağ dış gerilim iç koni tarafından emilmiş oldu.

IX.2.4. Reichstag Berlin
Almanya Parlamento binası olarak tasarlanan yapının mimarı Paul Wallot’dır. İnşaası 1894 yılında tamamlanan Reichstag binası 1933 yılına kadar Alman Parlemantosu’na ev sahipliği yapmıştır. Bina aynı yıl bir sabotaj sonucu yandı, II.Dünya Savaşı sırasında da ciddi şekilde hasar aldı.

Savaştan sonra Berlin’in ikiye bölünmesi üzerine Batı Almanya başkenti olarak Bonn şehri seçildi ve Parlemanto Bonn’a taşındı. Berlin’i bölünmesi sırasında Doğu Almanya bölümünde kalan Reichtstag 1961 yılına kadar metruk haldeydi, sonra kısmi restorasyonlar başladı ve 1964’de kullanılabilir hale geldi.

Reichstag soğuk savaş döneminde (1989 yılındaki Doğu Batı Almanya birleşmesine kadar) sanat faaliyetleri ve sürekli sergiler için kullanıldı. 1990 yılında Almanya’nın birleşme töreni bu binada gerçekleşti. Sonrasında başkentin yeniden Berlin’e taşınmasıyla yeniden parlemanto binası olarak kullanılmaya başlandı.



Reichstag binası 1933 yılında yanmış, savaşta ciddi hasar görmüş, kubbesi de 1954 yılında çökmüştü. 1990’lı yıllarda yapının restorasyonu gerçekleştirildi ve Bonn Hükümetinin Berlin’e taşınma kararından sonra 19 Nisan 1999’da hizmete açılmıştır. 40 metre çapındaki 23,5 metre yüksekliğindeki kubbenin taşıyıcı sistemi çelikten yapılmış kaburga kirişleri ve bunları birbirine bağlıyan çelik rampadan oluşuyor. Kirişlerin arası cam levhalar ile kapatılmıştır. Ziyaretçiler rampadan yürüyerek kubbenin çatısına ulaşabilirler. İkiz sarmal rampa hem ziyaretçiler için bir yol hem de kubbe için bir taşıyıcı bir sistemdir.

IX.3. Kabuk Kubbeler
Kabuk kubbeler, düşey ve yatay yükleri, alttaki yapı elemanlarına yığma kubbelerdekine benzer biçimde aktarmaktadırlar. Kubbe içindeki basınç gerilmelerini betonun, çekme gerilmelerini de çelik donatının karşıladığı, betonarme malzemelerle yaygın olarak inşa edilmektedir. Kabuk kubbelerin ilk örneklerinden birisi Roma'daki Pantheon tapınağının kubbesidir. 43,3 metre açıklık geçen yarım küre şeklindeki kubbe, donatısız betondan yapılmıştır. Romalılar kubbeyi hafifletmek için sünger taşı kullanmış, kubbenin üst noktasında basınç çemberi yapmış, tabandan tepe noktasına çıkarken kesitinde kubbenin et kalınlığını azaltmış ve son olarak da kaset döşemeye benzer biçimde kubbenin içinde oyuklar oluşturmuştur. Kubbeye gelen yüklerin kubbe eteğinde tahribata neden olmaması amacıyla da kubbenin eteğinde yedi sıra beton halka ile önlem almışlardır. Bu halkalar bir nevi çekme çemberi gibi görev yapmaktadır. Çelik donatının yapılarda kullanılmaya başlamasından sonra, beton kubbelerin yerini ince betonarme kabuk kubbeler almıştır. İlk ince betonarme kabuk kubbe, 1924 yılında Almanya’nın Jena şehrinde Zeiss Planetarium'da ve 40 metre çapında yapılmıştır. Kabuk kubbeler ile yığma kubbeler, geçebildiği açıklık ve kullanılan malzeme miktarı açısında birbirleriyle karşılaştırıldığında; oldukça ilginç şu saptama yapılmıştır. “Rönesans çağının ünlü yapıtlarından San Peters Kilisesi’nin kubbesi 40 metrelik bir açıklık için 10.000 ton malzeme gerektirmiştir. 1920’lerde Jena’da (Doğu Almanya) yapılan betonarme bir kabuk için, aynı açıklıkta sadece 330 ton malzeme kullanılmıştır. Yani verilen ilk örneğin 1/30 kadar bir malzeme kullanımı söz konusudur.

IX.3.1. Pantheon Roma
Pantheon Olimpiya Tanrılarına adanmış bir tapınaktı. Yunanca’da pantheon kelimesinin anlamı ‘Tüm Tanrıların’ demektir. Zaten çoktular. Tapınak en iyi korunmuş Roma eserlerindendir. Roma efsaneleri orijinal tapınağında aynı yerde yapıldığını ve Romulus’a ithaf edildiğininden bahseder.

Kabuk kubbelere örnek Pantheon, Roma.


Tarihçiler Pantheon’un MÖ 27 yılında İmparator Augustus’un sağ kolu ve yeğeni M. Vispanius Agrippa tarafından T formunda inşa ettirildiğini iddia eder. Bu tapınak Mars ve Venüs tanrılarına adanmıştı. Tapınak birkaç kez yangın geçirmiş ve yeniden yapılmış. İlk yenileme MS 80 yılındaki yangından sonra İmparator Domitian tarafından yaptırılmış. MS 110 yılında yıldırım düşmesi sonucu çıkan yangından on sene sonra bugün bildiğimiz Pantheon MS 118 yılında mimarlığa meraklı İmparator Hadrian ve meşhur Yunan mimar Apollodorus’lu Damascus tarafından tamamen farklı silindirik bir formda tasarlanmış ve MS 125 yılında hizmete girmiştir. Ne acıdır ki Yunanlı mimar, imparator ile tapınağın tasarımı için yaptığı bir tartışma sonrasında öldürülmüştür.

MS 602 yılında Bizans ordusu bir darbeyle İmparator Maurice’i tahtan indirmişti. Papa tarafından arabulucu olarak Konstantinapolis’e gönderilen Phocas darbecilerle anlaşıp Bizans tahtına çıktı. MS 609 yılına gelindiğinde de kendini borçlu hissettiği Papa Boniface IV’e Roma’daki pagan tapınağı Pantheon’u hediye etti. Papa Boniface IV’de pagan tapınağı 13 Mayıs 609 tarihinde Madonna ve  şehitlere adayarak bir Hıristiyan Kilisesi haline getirdi. Bu Roma’da ilk kez yaşanan bir olaydı. Tapınak 1300 sene dünyanın en büyük kubbesi olarak kaldı. Günümüzde de desteksiz duran en büyük kubbedir.

Tapınak mükemmel bir orantı uyumuna sahiptir. Tabandan kubbenin tepesine kadar olan mesafe ile kubbenin çapı birbirine eşittir.

Yapıda kullanılan betonun reçetesi kaybolmuş, içeriği bilinmiyor. Kubbe çapı 43.3 metre olan Pantheon, Roma St.Peter Bazilikasından büyüktür. ABD Kongre Binasının kubbesinin çapı ise 29.2 metredir. Tapınağın içerisinde pencere olmadığı için oldukça loştur. Işık sadece kubbenin tepesindeki 7,8 metre çapındaki büyük delikten girer. İçeride meşhur sanatçı Raphael ve birçok İtalyan Kralının heykelleri mevcuttur. Orijinal haliyle korunan zemin geometrik desenli mermerler ile kaplıdır.   Tapınağın sütunlu girişini her biri 60 ton ağırlığındaki 16 masif Corinthian sütunu taşıyor. Mısır’dan getirilen sütunlar 11.8 metre yükseklikte ve 1.5 metre çapındalar.

Romalılar 21 Nisan’ı Roma kentinin kuruluş günü kabul ederler. Pantheon inşa edilirken öyle bir tasarım yapılmıştır ki sadece 21 Nisan günü saat 12’de kubbenin tepesindeki boşluktan giren gün ışığı Tapınağın girişine bir ışık süzmesi olarak fokuslanır. Yılda bir kez gerçekleşen bu olayı Roma halkı girişin hemen önündeki imparatorlarının heykeline tanrılardan kendilerine katılması için gelen bir davet olarak yorumlardı.  

Pantheon’da 21 Nisan saat 12 de güneş ışınlarının tapınağın girişine fokuslanmasını izleyen meraklılar.

IX.4. Kemer Taşıyıcılı Kubbeler
Kemer taşıyıcılı kubbeler, sisteme gelen düşey yükleri kaburga kubbelerdekine çok benzer şekilde önce tali kirişler yardımıyla kemerlere; birbirine paralel olarak konumlandırılmış kemerlerde toplanan yükleri de zemine aktarmaktadırlar. Kemerlerin arasında kalan boşluklar ise ince metal veya ahşap levhalar, membran, cam veya polimer levha v.b. örtücü malzemelerle kaplanabilmektedir. Kaburgalı kubbelerden farklı olarak bu tip kubbelerde kemerler kubbenin merkez noktasında kesişmezler, birbirlerine paralel olarak kubbenin içinde yeralırlar. 280 metre açıklığa sahip Çin'deki Nantong Sports Centre ise uzay kafes sistemle inşa edilmiş en büyük açıklık geçen kemer taşıyıcılı kubbe olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kemer taşıyıcılı kubbelere örnek Nantong Sports Centre, Çin

IX.5. Çubuk Ağı Kubbeler
Çubuk ağı kubbeler, küre yüzeyinin farklı geometrik yöntemlerle küçük geometrik şekillere bölünerek, bu geometrik şekillerin çubuklarla ve bu çubukların birbirine bağlandığı düğüm noktalarıyla oluşturulduğu kubbelerdir. Bu tip kubbelerde plan, yalnızca daire şeklinde değil; kare, üçgen, çokgen, gibi formlarda da olabilmekte ve üzeri kubbe sistemle geçilebilmektedir. Sistemi oluşturan çubuk ağları çelik malzemeden üretilmektedir. Jeodezik kubbe sistemleri örneği, 36 metre çaplı Ontario Place. 

Çubuk ağı kubbelere örnek Ontario Place, Kanada

IX.6. Kablolu Kubbeler
Kablo sistemli kubbeler, dairesel veya elips planlı açıklıkları geçmek üzere düzenlenen ve tavana doğru, forma uygun biçimde kademelendirilmiş kasnak çemberler arasında bulunan dikme, dikmeler arasındaki diyagonal kablo ve çekme çemberi ile basınç çemberi arasında bulunan rijit kablolar ile oluşturulmuş taşıyıcı sistem türü kablolu sistem kubbeler olarak anılır. Kablo sistemlerde, kubbeyi ayakta tutmaya yarayan ve eksenel basınç gerilmesine maruz kalan dikme ve pilonlar, kubbenin eğrisel formunu oluşturan ve sadece çekme gerilmesine direnebilen kablolardon oluşmuş bir ağ sistemi ve son olarak da kablo ağlarının üzerini örtmede kullanılan kaplama malzemeleri olmak üzere üç ana eleman bulunmaktadır. 365 metre açıklık geçebilen İngiltere'deki Milenyum kubbesi.

Kablo sistemli kubbelere örnek Milenyum Kubbesi, Londra.

IX.7. Pnömatik Kubbeler
Pnömatik sistemler; membran bir yüzeyin iç tarafında basınç fazlalığı yaratarak, yüzeye bir ön germe verilmesi yoluyla ayakya duran üst örtü sistemidir. Bu ön germeyi sağlayan madde genellikle hava veya gaz olmaktadır. İç basınç dış basınçtan fazla olduğu sürece şişme kubbe ayakta kalmaya devam etmektedir. Membran üst örtü malzemeleri sadece çekme gerilmesine karşı dirençlidir. İç basıç arttıkça da şişmeye devam eder. Çekme gerilmesi seviyesinin sınır değerinin artırılması amacıyla hava basınçlı pnömatik kubbeler genelde üstten kablolarla takviye edilmektedir. 1988 yılında inşa edilmiş 201 metre açıklığa sahip Tokyo Dome hava destekli, kablo takviyeli pnömatik kubbelere örnek gösterilebilir.
Pnömatik kubbelere örnek Dome, Tokyo.

IX.8. Kubbeli Yapıların Gelişimi
Yapısal formlar üzerlerindeki kuvvetleri ve ağırlıkları zemine doğru dokundukları diğer yapı elemanlarına sıkıştırma gerilimi olarak aktarırlar. Bu yükü taşıyabilmek için zaman içerisinde farklı taşıyıcı sistemler geliştirilmiştir.
  • Kubbeli ilk yapılar silindirik duvarların üzerine yapılmış, böylelikle sıkıştırma gerilimi duvarlara aktarılabilmiştir (Örnek Pantheon).
  • Daha sonra kubbeyi sütunlarla taşıma aşamasına geçildiğinde kubbenin sütuna temas noktasını ve stabiliteyi artırmak için pandantif yapı elemanı geliştirilmiş, dıştan payandalar ile desteklenmiştir. Payandaların yapının dış görünümünü bozduğu için daha sonraki yıllarda ana kubbe yardımcı iki yönde yarım kubbeler ile desteklenerek sütun ve duvarlara binen yük azaltılmıştır. (Hagia Sophia).
  • Bir sonraki aşamada yarım kubbe çapı küçültülerek, sayısı artırılmış ve ana kubbenin dört köşesine konumlandırılmışlardır (Selimiye camii).
  • Kubbenin yüksekliğini artırmak ve kubbenin dışarıdan daha görkemli görünümünü sağlamak için iç içe geçmiş kubbeler tasarlanmaya başlanmıştır. 
  • Sonunda çeliğin kullanılmaya başlanmasıyla 40 metreyi aşan uzunluklar geçilmeye başlandı.

Dört devasa sütun ve duvarlar üzerine oturan Hagia Sophia’nın kubbesi 40 kaburgalıydı ve kubbe çapı ortalama 31.5 metreydi. Oysa Floransa Katedrali kubbesi sekizgen kalbur’un üzerine oturtulunca sadece sekiz kaburga ile 42 metre çapa ulaşabilmişti. Burada farkı yaratan esas unsur ana gövdeye uygulanan sekizgen kalbur formun etkinliğiydi.

Yapım teknikleri ilerledikçe farklı malzemeler farklı formlarda kullanılarak daha büyük hacimler gerçekleştirilebilir olmuştur. Yapı elemanı olarak taş ile büyüklük sınırlarına ulaşıldığında kalınlığı ince tuğla kullanılmaya başlanmış. Onun limitlerine ulaşıldığında kaburga kirişler devreye girmiştir. Zaman zaman iç içe geçmiş kubbe formları yapılarak yapıların dıştan daha heybetli görünümleri sağlanmıştır. Kaburga kirişler artık yetmez olduğunda da mühendisler çeliği devreye sokmuştur.

Kubbe mutlak ve sonsuz simetrinin en büyük simgesidir. Panteon tapınağı mimari tarihinin ilk aşamasında bu gerçeğin en iyi uygulandığı, kubbenin daha çok simgesel boyutunu vurgulayan bir törensel yapıdır.

Hıristiyan dünyasında Bazilikalar genellikle ahşap çatıyla örtülüyorlardı. Justinyanos'un mimarları olağanüstü boyutlarda Hagia Sophia’yı yapmak istediklerinde, bunun örtüsünü, ahşap strüktürlerle gerçekleştirmeyeceklerini düşündükleri için cesur bir kararla kubbeli yapıya yöneldiler.

IX.8.1. Camilerde Merkezi Mekan Kullanımı
Osmanlı döneminin kubbeli yapı simgeselliğinde kubbeyle Gök'ün ve Sultan’ın kimliğini görmek olasıdır. Bunlardan birincisi İslami bir geleneği sembolize ederken, ikincisi Sultanın dini yüceltmek çabasını vurgulayıp, aynı zamanda politik bir yüceliği yansıtıyor.

Anadolu'daki Türk mimarları Doğudaki ve Batıdaki uygulamalann dışında, hatta çağdaş Bizans yapılarının silindirik tamburlarını da görmezlikten gelerek, kubbe biçimini benimsediler. Beyazıt Camisi’ne kadar ki hemen bütün örneklerde kubbe taşıyıcı duvardan tam anlamıyla kurtulamamıştı. Bunun temelinde kubbeyi bir bağımsız örtü öğesi olmaktan çıkarıp taşıyıcı sistemle birleştiren kubbeli baldakenin bir tasarım birimi olması yatmaktadır. Beyazıt Camisi'nde ilk kez kişilik kazanan bu kare baldaken, Sinan'ın elli yıllık denemelerinde kare, altıgen ve sekizgen tabanlar üzerinde ve kendisini payandalayan çevre öğeleriyle, Sinan sanatının mekansal ve volümetrik çeşitlemelerini oluşturmuştur.

Bu mimari üslubun birincil özelliği mimari öğelerle en az bölünen merkezi mekan olgusudur. Bazilikal şemayı evrensel bir prototip olarak kabullenmiş Hıristiyan kilise geleneğinin tersine İslam kültürü kesin bir camii biçimi geliştirmemiştir. Din kurumunun zorladığı bir yapı olarak cami tipi İslam'da yoktur. Sinan dörtgen, altıgen ve sekizgen baldakenleri eşzamanlı olarak kullanmıştır. Fakat son dönemlerinde poligonlara daha fazla yaklaştığı görülür. Orta boyutlu camilerde altıgenin, Selimiye'de ise sekizgenin seçimi onun meslek yaşamı sonunda ideal kubbeli yapı için vardığı bir sonucu yansıtmaktadır.

Sinan'ın Hagia Sophia kubbesini geçen bir kubbe yapmak isteğinin Sinan tarafından söylendiğini şüphe ile karşılamak gerekir. Çünkü Selimiye kubbesi Hagia Sophia kubbesinden daha büyük değil, iki aksda biraz farklı olmak üzere, ortalaması Hagia Sophia kubbesine eşittir. Sinan gerçekten Hagia Sophia'dan daha büyük bir kubbe yapmak isteseydi herhalde santimlerle oynamazdı. Sinan Hagia Sophia'nın ki kadar bir kubbe yapmak istemiş, fakat bunu tümden değişik ve özgün bir yapısal sistem ile gerçekleştirmiştir. Sinan burada Hagia Sophia'dan çok Süleymaniye ile hesaplaşmaktadır.

Ne San Pietro'nun ne de Taç Mahal'in iç mekanlarına dışarıdaki güçlü kubbe olgusunun aynı oranda yansıdığı söylenemez. Oysa bütün Sinan yapılarında kubbe dış yapıda olduğu kadar iç yapıda da kompozisyona egemendir. Kubbenin tümüyle kavradığı bir iç mekanın en güçlü örneği, Roma Panteonu'ydu.

Kiliselerin Nartex ve yan nefler gibi ikincil hacimleri olmasına karşın camilerde ikincil hacimler ya hiç yoktur ya da minimuma indirgenmiştir. Süleymaniye gibi bir yapıda, Hagia Sophia örtü şemasını uygunsa bile, mimar Sinan yan hacimleri orta hacimle birleştirmek için büyük bir çaba sarfetmiştir.

IX.8.2. Kilise ve Sinan Camilerinde Işık Kullanımı
İslam camilerinin büyük bir çoğunluğuyla ve özellikle kiliselerle karşılaştırınca Osmanlı klasik dönem camilerinin ışık içinde yüzdüğü söylenebilir. Pencerenin cami mekanında kazandığı bu önem Sinan'la başlar. Kuşkusuz ışığın az kullanılışı Hıristiyan dini mimarisinin karakteristik özelliklerinden biridir. Barok dönem de dahil olmak üzere, bol ışık Hıristiyan litürjisinin mekan içinde arzuladığı bir şey değildir. Aksine Kilisede merasim sırasında cemaatın iç konsantrasyonunu sağlamak ve Hz.İsa'nın sınırlı yaşamının mistiğini yaratmak için loş bir mekan yeğlenmiştir.

Bunun ötesinde Sinan, kendinden önceki Türk mimarlarının yaptıklarını izleyerek, cami mekanını dış dünyaya hemen hemen namaz düzeyinden başlayan pencerelerle açıyordu. Cami zemin kat pencerelerinin bu konumu, bir Hıristiyan kilisesi için kabul edilmez bir olgudur. Kilise törenine gerekli düşünsel ve ruhsal konsantrasyonu sağlamayı engelleyeceği düşünülürdü.

Cami içinde kubbenin eteğinden zemin çizgisine kadar değişik boyut, değişik biçim, değişik ışık geçirgenliği olan bu pencere dizileri bir ışık hiyerarşisi oluştururlar. En üstte kubbe kasnağında çepeçevre bir pencere bandı hem içerisini aydınlatır, hem de kubbeyi vurgular. Osmanlı camileri , Hagia Sophia'dan esinlendiği açık olan bu ışıklı bandı benimsemiştir.

IX.8.3. Sinan ile Rönesans Mimarlarının Mimarlığa Bakışları
Sinan'ın büyük kompozisyonlarının volümetrik yapısının eğer bir metaforla ifade edersek, küpten küreye doğru uzanan bir yumuşama ve geçiş içinde olduklarını söyleyebiliriz. Bunun nedeni eğrisel örtü etkisini giderek daha aşağı indirme kaygısıdır.

Hagia Sophia, iç mekanına eşsiz bir etki kazandıran cesur örtü tasarımı nedeniyle mimarlık tarihinin en çok övdüğü bir anıttır. Sorunları temelde simgeseldi. Doğu Roma İmparatoru'na Hıristiyanlığın en büyük bazilikasını inşa edeceklerdi. Bu büyüklükteki bir açıklığı ise ahşap bir strüktürle geçmek olasılığı yoktu. Onlarda Bazilikanın orta nefini büyük bir kubbe ile örttüler. Ancak kubbenin neden olduğu asimetrik payanda yükünü hesaplayamadılar. Bu da dışarıdan tapınağın hantal ve çirkin gözkmesine neden oldu. Hagia Sophia’ya dışarıdan bakıldığında heybetli olmasının dışında hoş ve uyumlu bir yapı olduğu söylenemez. Oysa Süleymaniye, orta kubbesini iki yandan destekleyen iki yarım kubbesinin, soyut şeması dışında, Hagia Sophia'nın karşıtı olan bir mimari anlayışın ürünüdür. Dışı kadar içi de uyumlu ve güzeldir.

Bütün eşzamanlı üsluplar gibi Sinan'ın eserleri de bir kargir duvar, bir kütle mimarisidir. Fakat Sinan duvar kütlesiyle Michelangelo gibi oynamıyor. Onun duvarında sadelik hakimdir. Selimiye'de San Pietro'nun duvarlarının süsleri ve sanatsal eserleri yoktur. Tasarıma egemen olan üst yapının aşağılara kadar inen volumetrik bütünlüğüdür. Michelangelo'nun penceresi, kapısı ve kolonu kendi başına bir anıt gibi biçimlenmiştir. Yapının mimarisi değil süsleri ve heykelleri öne çıkar. Oysa Sinan'ın büyük bir ustalıkla oynadığı dolu boş oranları, değişik pencereler, ritmik oyunları, büyük kütlenin ürkütücü plastiği içinde caminin siluetinde adsız oyuncular olarak kalırlar.

İslam saraylarının ve hükümdarlarının sanatı ve mimariyi simgesel amaçlarla ve çok zengin düzeyde kullandıklarını biliyoruz. Ancak burada sanat, sanat için değil, bir gösterinin amaçlarına hizmet etmek için üretilmiştir. Öte yandan cami mimarisinde, Hıristiyan, Hint ve Çin tapınaklarında bulduğumuz bir ikonolojinin eşine rastlamak da olası değildir.

Rönesans mimarını Sinan'la karşılaştırdığımızda en göze çarpan fark Rönesansçıların güzeli soyut bir düzeyde aramasıdır. Daha sonraki sanatçı kuşaklarının elinde Rönesans, bir ressamlar ve heykeltraşlar mimarisi geliştirmiştir. Sanatçı hayalinin, teknisyenden, hatta bilim adamından daha öne çıktığı bir kültür dönemi varsa o kuşkusuz Rönesans'dır.

Sinan hiçbir zaman bir nişi, içine bir heykel koymak için tasarlamadı. Benzer şekilde heykelin herkes tarafından görülecek bir yükseklik ve boyutta olmasını hiç bir zaman düşünmemiştir. Herhangi bir duvar bölmesini Kuran’dan sahneler resimlemek üzere boyutlandırmamıştır. Sinan Rönesans sanatçıları arasında çalışmanın saflığı ve sadeliği açısından Michelangelo’ya değil Leonardo'ya yakındır. Doğrusunu söylemek gerekirse Rönesans sanat düşüncesinin düalitesini yapıtlarında en iyi anlatan ve gerçek Rönesans sanat sentezine en yakın sanatçı Michelangelo idi.

Rönesans yapısında ölçüye planda, yani yatayda karar verilir. Çünkü proporsiyon sistemleri düşey ölçüleri yataydan çıkaracaktır, bu proporsiyon sistemlerinin insanın gerçek boyutlarıyla ilgisi yoktur. Bir kapı içinden geçecek insana ve işlevinin gerektirdiği öneme göre boyutlanmaz. Proporsiyon sisteminin soyut olarak insan ölçülerinden kaynaklanması, yapının insan ölçüsüne göre olmasını gerektirmemiştir. San Pietro'nun kırk metreyi aşan kubbesi yerden yüz metre yukarıdan başlar. Pandantiflerdeki İncil yazarlarının kalemleri bir metreyi geçer. Fakat Selimiye'nin 31.50 metrelik kubbesinin insanı saran ve mekanı kucaklayan hissini San Pietro içinde hissetmek olasılığı yoktur. Selimiye gökte asıllı kalan bir simgedir.

Sinan'ın camisinin boyutları ayakta duran ya da namaz kılan adamın ölçülerine göre düşeyde saptanmıştır. Pencereler zeminden başlar. Kapılar insan ölçüsüne göredir. Galeriler normal bir kat yüksekliğindedir. Sinan'ın yapısında insan can ve et olarak, Rönesans yapısında bir fikir ve simge olarak vardır. Rönesans Hümanizmasının soyut insanı aradan altıyüz yıl geçtiği halde düşünceden dünya yüzüne inememiştir. Sinan'ın insanı da yeryüzünden düşüncenin soyut düzenine çıkamamıştır.
İlginç olan, bütün girintisine, çıkıntısına, heykelsi duvarlarına karşın San Pietro'nun strüktürel şemasının dört ayağa oturan bir kubbeden ibaret olmasıdır. Michelangelo'nun ayakları o kadar büyüktür ki, kubbeyi taşımak için hiç bir payanda sistemine gereksinme duymazlar. Oysa bu tasarı, strüktür açısından, daha Hagia Sophia'da aşılmıştı. Michelangelo kubbeyi ayakta tutan dört masif ayakla Roma’nın basit statiğine geri dönmüştür. Burada kubbe ile onun payanda sistemi arasında Sinan'ın kurduğu ince dengelerden hiç bir işaret yoktur. Bu ilkel statik yapı mimari eksikliğini süslemeler ile ustaca kapatmışlardır.

IX.8.4. Cephe(Facade) Uygulaması
Osmanlı Mimarisi ile Rönesans Mimarisi arasındaki anlayış farklarını ortaya koyan karşılaştırmalardan biri de cephelerin ele alanması ve 'frontalite' kavramıdır. Kiliselerin kent mekanı içinde büyük önemi olan anıtsal cephe istekleri çoğu kez Rönesans'ın merkezi plan eğilimleriyle karşıtlaşır. Oysa büyük Osmanlı camileri iç ve dış avlularıyla kent mekanından soyutlanmışlardır. Osmanlı camisinin ana girişi son cemaat revakları arkasına gizlenmiştir. Rönesans kiliselerinde ise yan ve arka cepheler ön cepheye göre daima ikinci planda kalırlar. Batı mimarisinde frontalite Antikiteden bu yana adeta simgesel bir mimari tasarım sorunudur. Merkezi planlı yapıyla ona bir giriş cephesi yapma daha Panteon’da ilginç bir ikilemle karşımıza çıkar. Osmanlı mimarı için ise bir avlu yapmak bir giriş cephesi yapmaktan daha önemli olmuştur.

Batı mimari geleneği içinde kolay kabul edilmeyecek bir tavırda Caminin daha önemli cephesi, mihrab aksındaki değil, Şehzade, Süleymaniye ve Selimiye'deki gibi yan cephesi olur. Sinan'da cephe tasarımını genel kütle tasarımına göre ikinci planda kalır.

Böylece cephe kütle tasarımında eridiği için, Osmanlı mimarisinde frontalite kavramı da batıdaki önemi kazanmamıştır. Bu gözlem de Türk mimarının yapıya üç boyutlu bir nesne olarak yaklaştığını gösteren başka bir işarettir. Batıda mimari ile cephe tasarımı, çoğu kez paralellik gösterir. Bir bakıma Rönesansdan sonra bütün Avrupa mimarisi nizamlarla bir cephe tasarlamak üzerine kurulmuştur.


X. BRUNELLESCHI’NİN DİĞER ESERLERİ

Hernekadar Duomo Santa Maria del Fiore, Brunelleschi'nin en meşhur ve mimari başarılar elde ettiği eseri olsa da Floransa’da birçok mimari esere imzasını atmıştı. 


Filippo Brunelleschi
X.1. San Lorenzo Kilisesi (1420-1469)
San Lorenzo Kilisesi, 15. yüzyılın başında Floransa’da, Rönesans patlamasının en anlamlı tanıklarından biridir. Gerçekten de bu eser, dönemin en yenilikçi mimarı, Orta Çağ ile bütün bağları kesin olarak koparan Filippo Brunelleschi’nin eseridir. Brunelleschi, Roman anıtlarından esinlenerek antik mimarinin büyüklüğüne ulaşabilen ilk sanatçı olmuştur. Öte yandan, yapının bütününe büyük bir birlik kazandıran ve gotik mimarinin kompozisyon ilkelerinden kesinlikle farklı bir orantı sistemi uygulanmıştır.

Söz konusu kilise, aralarından Brunelleschi ile çalışan Donatello’nun heykellerinin de bulunduğu, çok sayıda üstün sanat eserini barındırmaktadır. Bu kadar büyük sanatçıların bir arada bulunmasının nedeni ise San Lorenzo’nun Floransa’da bütün gücü adım adım elinde toplayacak olan bir ailenin, Medicilerin aile kilisesi olmasıdır. İlk çalışmalar Giovanni di Bicci’nin bağışlarıyla başlamış ve oğlu Cosimo’nun yardımlarıyla devam etmiştir.


1420 yılında, Brunelleschi, Cosimo de' Medici tarafından kilisenin kutsal odasını (sacristy) yapmakla görevlendirildiğinde  Kilisenin mimari projesi daha önceden yapılmıştı. Ama bir yıl içinde Brunelleschi tüm kiliseyi yeniden tasarlamak ve inşa etmekle görevlendirildi. Çalışmaya başladıktan sonra 1428 yılında inşaat durdurulduğunda kutsal eşya odası (sacristy) ve  koro bölümü (choir chapel) bitmişti.  


Giovanni di Bicci

oğlu Cosimo

San Lorenzo, bir sonraki yüzyıl sanatı için de bir yaratıcılık merkezi olarak kalmıştır. Daha sonra Michelangelo, kilisenin yanına, Medici ailesinin diğer üyelerinin mezarları için bir mahal ve lahitler yapmış ve Lorenzo Kütüphanesi’ni inşa etmiştir.

San Lorenzo, Rönesans’ın yeni üslubunun çarpıcı bir şekilde ortaya çıktığı ilk büyük kilisedir. Brunelleschi’nin, kilisenin yapım çalışmalarının tamamlanmasından 23 yıl önce ölmüş olmasına rağmen, projesinin onu izleyenlerce titiz bir bağlılıkla uygulandığı da açıkça görülmektedir.





Brunelleschi San Lorenzo Bazilikası’nda yerel yapım teknikleri ile antik mimarlık öğeleri arasında bağ kurmuştur. Eşit olarak sıralanmış pencereler mekanın bütün bölümlerine aynı miktarda ışık girmesini sağlar. Bu Ortaçağ mimarlığınından farklı bir yenilikti. Gri kumtaşı strüktürlerle beyaz alçının bir arada kullanılışı Brnunelleschi’nin üslubunun göstergelerinden biridir.

X.2. Pazzi Şapeli 
Şapeli yaptıran Andrea Pazzi, zenginlik ve güç sıralamasında Medici ailesinden sonra gelen ailenin büyüğüydü. Ailenin gücünü ve zenginliğini herkeze göstermek amacıyla Rönesans mimarisinin harikası olan şapeli yaptırmak istedi. Görevi de dönemin en iyi mimarı kabul edilen Filippo Brunelleschi’ye verdi. Brunelleschi daha önce muazzam kubbeli Floransa Katedrali’ni inşa etmişti. Ayrıca eserlerinde mükemmel perspektif kullanımı ve yeni mühendislik harikaları ile dikkat çekiyordu. 

Pazzi Şapeli’nin, küçük ama mükemmel oranlardaki yapısı kareler, dikdörtgenler ve dairelerin kullanıldığı geometrik planlardan oluşmaktadır. Kilisenin süslemeleri genellikle tarihçiler tarafından Filippo Brunelleschi'ye atfedilse de, bazı tarihçiler süslemelerin büyük olasılıkla Donatello'nun işi olduğunu iddia ediyorlar. Rönesans simetrisinin mükemmele yakın bir örneği olan Şapel, Santa Croce Bazilikası'nın hemen bitişiğindedir. Proje 1429’de başladı, 1461 yılında tanınmış mimarın ölümünden sonra tamamlandı.  


Küçük boyutlardaki Pazzi Şapeli Rönesans’ın ilk merkezi planlı yapılarındandır. Arkatlı cephesinin ortasındaki kubbe ana iç mekanın biçimini dışa yansıtır. İçteli oda, aslında yapının bağışçısı Andrea de Pazzi’nin ailesi için bir meza şapeli olarak tasarlanmıştı.

X.3. Ospedale degli Innocenti Masumlar Hastanesi (Spedale degli Innocenti) (1424-1445)

Brunelleschi’nin bir yetimhane binası olarak tasarladığı yapı, klasik düzenleri birarada kullanan kompozit kemerli dokuz bölümlü bir galeriyi içerir. Gotik kemerlerin tersine, daha büyük açıklıkları geçen ve daha geometrik bir cephe yaratan yarım daire biçimli kemerler kullanılmıştır. Brunelleschi öteki binalarındaki gibi matematik ve geometrik kesinlik kaygısını taşımıştır.

1400'lü yıllarda terk edilen bebek sayısının fazlalığı, Floransa'da bu bebeklerle ilgilenecek bir kurum ihtiyacını doğurdu. Önde gelen Rönesans mimarlarından Filippo Brunelleschi'nin tasarladığı yapı, 1445 yılında bitirilerek çocuk yetimhanesi olarak kullanıldı ve 19. yüzyıla kadar faaliyetine devam etti. Günümüzde ise Rönesans eserlerinin sergilendiği bir müzeye ev sahipliği yapıyor. Luca della Robbia ve Sandro Botticelli'ye ait sanat eserleri de koleksiyonda izlenebilir.

Ospedale degli Innocenti

Bina inşatı 1424 yılında başladı. Rönesansın en önemli mimari eserlerinden birisi olan ve hastahane tasarımına yeni kavramlar getirmiş olan Spedale, Brunelleschi’nin ilk mimari işiydi. Spedale her yıl soylu kişilerin gayrimeşru çocuklarıyla kimsesiz yada bakıma muhtaç yüzlerce çocuğun bakım ve barınmasını üstleniyordu. Çocuklarına bakamayacak aileler hiçbir tereddüt geçirmeden çocuklarını bakım ve barınması için bıraksınlar diye başlangıçtan beri çocukların geçmiş bilgileri tutulmuyor, yeni bir isim ile yeni hayatlarına başlıyorlardı.  Önceleri aileler çocuklarını binanın girişine bırakıyorlardı. 1660 yılında binanın girişinin yanındaki duvara dışa bakan yüzü açık olan ve yetimhaneye bırakılacak çocuk içine yerleştirildiğinde döndürülebilen bir hazne yapıldı. Böylece çocuğunu bırakmak isteyen aileler çocuğu hazneye yerleştirdikten sonra hazneyi döndürüyor ve çocuk binanın içine alınıyordu. Bu mekanizma 1875 yılında kaldırıldı.

Bebekler hemen vaftiz ediliyor ve hemşireler tarafından bakılıyordu. Çoğu çocuk bebekliklerinde şehir dışındaki köylü ailelere emanet ediliyor ve yedi yaşına geldiklerinde Spedale’ye dönüyorlardı. Erkek çocuklarına iki yıl süreyle okuma ve yazma öğretildikten sonra bir ustanın yanına çırak olarak verilirken kız çocukları hizmetçi olarak ya da ipek/yün üretimlerinde çalıştırılıyodu. Spendale’nin en aktif olduğu dönemde üç bin çocuk bulunuyordu.

X.4. Santa Maria degli Angeli  

Santa Maria degli Angeli

X.5. Santo Spirito  
Arno nehrinin güneyinde kentin biraz dışındaki Santo Spirito kilisesi Rönesans mimarsinin önemli örneklerinden birisidir. Brunelleshi’nin son eseri olan kilise 1436 de latin haçı formunda tasarlanmıştı. Mimarın ölümünden sonra tamamlanabildi. Kilisenin cephesi için yaptığı tasarımlarımlar ise hiçbir zaman gerçekleşmedi. Sonradan sıva ile kapatıldı.

Kilisenin ilginç bir geçmişi var. Kiliseye bitişik Roma dönemi manastır binası entellektüellerin toplanma yeriydi. Erken dönem hümanistler özellikle Petrarca ve Boccaccio daimi müdavimlerdi. Boccaccio kütüphanesini manastıra bağışlamıştı. 

Michelangelo’nun hamisi Lorenzo Il Magnifico’nun ölümünden sonra kilise  18 yaşındaki genç Michelangelo'ya çalışma alanı açtı ve manastırın hastanesinden gelen cesetleri incelemesine izin verdi. İnsan anatomisini çalışmak elbette bir sanatçının eğitiminin önemli bir parçasıydı. Bu desteğin karşılığında Michelangelo kiliseye ahşaptan yontuğu çarmıha gerilmiş Hz.İsa heykeli hediye etti. 





XI. KRISTOF KOLOMB'U CESARETLENDİREN MATEMATİKÇİ TOSCANELLI

Paolo dal Pozzo Toscanelli (1397 – 10 Mayıs 1482) İtalyan matematikçi, gökbilimci ve haritacıdır. Doktor Dominic Toscanelli’nin oğlu olarak Floransa’da doğdu. Padus Üniversitesinde matematik ve tıp okudu.

Kendisinden 20 yaş büyük Filippo Brunelleschi’nin heykel ve sanattan mühendisliğe ve teknolojiye doğru evrilmesini sağlayan kişidir. Floransa’da tanınmış aileler ile oluşturduğu iyi ilişkiler sayesinde çok sayıda antik yazının toplanmasına yardımcı olmuş ve zamanının önemli bir kısmını bu kütüphanelerde inceleme yaparak geçirmiştir. Topladığı eserlerin tümü şimdi Vatikan kütüphanesindedir. 

15. yüzyılın en meşhur matematikçisi olan  Toscanelli kuyruklu yıldızlar hakkında yaptığı çalışmalar ve özelllikle yörüngelerinin hatasız hesaplanması ile tanınır. Bu çalışmalarından en bilineni 1456 yılında keşfettiği kuyruklu yıldızdır, aynı kuyruklu yıldız 1768 yılında dünyamızının yakınlarından yeniden geçtiğinde Halley kuyruklu yıldızı olarak bilinecektir.


Paolo dal Pozzo Toscanelli (1397-1482) İtalyan matematikçi, gökbilimci ve haritacı.

Uzun hayatı boyunca zekası ve geniş ilgi alanı sebebiyle Rönesans Floransa’sının etkin isimlerinden birisi olmuştur. Bu dönemdeki arkadaşları arasında Duomo’nun mimarı Filippo Brunelleschi, filozof Marsilio Ficino, matematikçi, yazar ve mimar Leone Battista Alberti ve Kardinal Nicolaus Cusanus sayılabilir. Toscanellli, Kardinal ile birlikte Antik Yunan matematik çalışmalarını araştırmış ve Brunelleschi ve Alberti’nin yanı sıra aralarında olan Trabzonlu George ve Papa V. Nicolas olan düşünürler ile birlikte çalışmıştır.

Toscanelli hayatının neredeyse tamamını Floransa’da geçirmiş, zaman zaman Roma’ya seyahat etmiştir. Avrupa’nın değişik yerlerinde yaşayan bilim adamlarıyla yazışmalarını içeren çok sayıda mektubu bulunmakta olsa da bunlar üzerine detaylı bir araştırma çalışması henüz yapılmamıştır.

Toscanelli’ye göre 1474 yılında dünya (Amerika kıtası olması gereken yerde açık mavi ile gösterilmiştir)

1439 yılında Floransa Konsiline katılan Bizanslı filozof Plethon, Toscanelli’nin İtalya’da o zamana dek bilinmeyen Yunan coğrafyacı ve gezgin Strabon’un seyahatleri, haritaları ve yazılarıyla tanışmasına yol açar. Neredeyse 35 yıl sonra İtalya artan bilgi ve kültür seviyesiyle Rönesans olarak adlandırılan döneme girecektir.

1474 yılında Toscanelli, Lizbon Katedralinde rahip olan ve sürekli olarak yazıştığı Portekizli Fernão Martins’e yazdığı mektupta Çin’in zenginliğini ve önemini detaylıca anlatmıştır. Yine aynı mektubunda  o dönemde çok önem taşıyan Baharat Adaları’na batıya giderek ulaşma yollarından detaylı şekilde bahsetmiştir. Martins bu mektubu Portekiz kralı V. Alfonso’ya iletecektir. Mektubun aslı kaybolsa da Toscanelli aynı mektubu, bir haritayla beraber Kristof Kolomb’a gönderecek, Kolomb ise mektup ve haritayı Yeni Dünya’ya doğru çıktığı yolculukta beraberinde götürecektir. Toscanelli’nin yazdığı iki mektupla Kolomb’u seyahati konusunda cesaretlendirdiği açıktır.




ALINTILAR

Doğan Kuban - Sinan'ın Dünya Mimarisindeki Yeri
National Geographic - How an Amateur Built the World’s Biggest Dome video
Ross King - Brunelleschi’nin Kubbesi 
Kutluğ SAVAŞIR – Kubbelerin Yapım Sistemlerinin Yük Aktarım Prensiplerine Göre İrdelenmesi
http://www.filozof.net/Turkce/tarih/tarihi-kisilikler-sahsiyetler/42076-filippo-brunelleschi-kimdir-hayat-eserleri-hakk-nda-bilgi.html?showall=1
https://www.museumflorence.com/
https://www.biyografi.info/kisi/filippo-brunelleschi
https://archive.schillerinstitute.com/educ/pedagogy/2013/vereycken-dome-1.html
https://youtu.be/_IOPlGPQPuM
http://www.hms.civil.uminho.pt/sahc/2001/page%20197-208%20_27_.pdf
https://www.academia.edu/8333178/Hagia_Sophia_Engineering
https://www.size-explorer.com/en/compare/buildings/HagiaSophia/FlorenceDuomo
http://resonanceswavesandfields.blogspot.com/2014/03/brunelleschis-dome-its-structure-and.html
http://min-linesonpaper.blogspot.com/2013/03/brunelleschis-dome.html
http://truexcullins.blogspot.com/2011/08/brunelleschis-dome.html
http://arthistoryblogger.blogspot.com/2011/07/brunelleschi-ghiberti-and-beginnings-of.html
http://kurukurugezme.blogspot.com/2016/08/florence-cathedral-duomo.html
http://fiveyearsproject.blogspot.com/2015/05/brunelleschis-dome.html
http://anengineersaspect.blogspot.com/2009/07/filippo-brunelleschis-dome.html
https://mimarliginonsozu.wordpress.com/2017/08/05/brunelleschinin-kubbesi/
https://archive.schillerinstitute.com/educ/pedagogy/2013/vereycken-dome-1.html