Saturday, December 20, 2014

Sultanu’l-Berreyn ve Hakanu’l-Bahreyn Fatih Sultan Mehmed

Yedinci Osmanlı padişahı ve Sultan II.Murad ile Hüma Hatun'un oğludur. Son derece atılgan, Makedonyalı Büyük İskender gibi şan ve şeref kazanmak isteyen, zeki, sert mizaçlı, zevk ve sefaya sırtını çevirmiş bir hükümdardı. Türkçe, Rumca ve Slavca olmak üzere üç dil bilirdi.

İki Karanın Sultanı ve İki Denizin Hakanı 
Halil İnalcık’a göre ‘İtalyan Rönesans kültürüne ilgi duyan Osmanlı sultanlarının en özgür düşüncelisi hiç kuşkusuz Fatih Sultan Mehmed’ti. Hiristiyan dininin ilkelerini yetkili bir kişiden öğrenmek için Patrik Gennadius’a Hiristiyanlık üstüne bir risale yazmasını emretmiş; Trabzonlu Amirutzes, İmrozlu Kritovulos ve Anconalı Ciriaco gibi Yunan ve İtalyan bilginlerini sarayında toplamış, Amirutzes’e bir dünya haritası ısmarlamış, Batlamyus’un coğrafyasını Türkçe’ye çevirtmiş, sarayda Yunan ve Latin klasiklerinden bir kütüphane kurmuştur. 1478’de Osmanlı’da ilk altın parayı bastırmış ve bu paraların üzerine kendi portresini İtalyan ressam Constanza da Ferrara’ya çizdirmiştir. Saray duvarlarını İtalyan sarayları gibi freskolarla bezediğini ve portresini yapması için Venedik’ten getirtiği Gentile Bellini’ye iltifatlat yağdırdığını biliyoruz. Sarayın doğu ucundaki iç odalarda yapılan resimler erotiktir. 
Sultan II.Mehmed, Gentile Bellini, 1480, yağlı boya, National Gallery Londra

Fatih’in Hiristiyan dünyaya ilgisinin sebebi, Roma ve İtalya fatihi ve yöneticisi olma isteğidir. Fatih, kültür bakımından tam bir Müslümandı; Hocazade’ye derin bir hayranlık duyar, şeyhi ve hocası Akşemseddin’in görünmeyen alemi(gaibi) keşfettiğine inanırdı. Döneminde sanatta Avrupa stiline hayranlık duyulması ve tatbiki ilimlerden birkaç yüzeysel alıntı yapılması gibi çabalar bir yana, gerçekte yeni bir kültür yönelişi ortaya çıkmamıştır. Buna karşın Osmanlı Devleti’ni merkezi yönetimi, artırdığı yüzölçümü, derletip düzenlettiği kanunnamesiyle ve değişik dinlere mensup halkına saygısıyla bir İmparatorluğa dönüştürmüştür. 

Bütün İslam toplumları içerisinde yabancı kültürel etkilere en açık olanı Osmanlı İmparatorluğu olmuştur; fakat 16. yüzyılın başlarından sonra dini bağnazlık akımları gittikçe güçlenecektir. Serhat geleneklerinin azalmasıyla birlikte devletin temel özelliğinin bir islam hilafeti olduğu bilincinin yerleşmesi, bu gelişme üzerinde etkili olmuştur.’

II.Mehmed, İstanbul Fatihi olarak mutlak, hatta despotik diyebileceğimiz otoriter sultan tipini yaratmıştır. Ulemadan Çandarlı Halil’i idam etmek cesaretini göstermiş, eski lalaları Zaganos ve Şahabeddin’i yanından uzaklaştırmış, Sırp kulu Mahmud’u veziriazamlığa getirmiş, Rumeli’de kendi başına buyruk Uç beylerini hizaya sokmuş ve saltanatının sonlarına doğru imparatorluk ölçüsünde büyük bir toprak reformu gerçekleştirmiştir.

Fatih Sultan Mehmed’in övündüğü ünvanlardan biri Kayser-i Rum (Roma Kayseri) ünvanıydı. Fatih’in tüm askeri seferleri, Doğu Roma İmparatorluğu sınırlarına varma hedefine yönelmişti. Güney İtalya, Güney Kırım, Doğu Roma İmparatorluğu’na aitti, Fatih’te 1478 ve 1480 yılı seferleriyle bu yerleri imparatorluğa katmaya çalıştı.

Sultan II.Murad’ın son dönemi ve saray’da hizipler savaşı
II.Murad’ın son döneminde Osmanlı sarayında şiddetli bir hizipler savaşı vardır. Çatışmanın bir tarafına veziriazam Çandarlı Halil Paşa  diğer tarafına devşirme Zağanos Paşa liderlik etmektedir. Çandarlı ailesi, Osmanlı’nın ilk günlerinden itibaren yönetimde etkin roller almıştır. 1365 yılında I.Murad döneminde Çandarlı ailesinden Halil Hayrettin Paşa veziriazam olmuş ve Osmanlı’nın askeri ve mali teşkilatının kuruluşunda önemli rol oynamıştır. Bizans’daki tımar sistemini etkinleştirerek Osmanlıya uyarlayan kişidir. Onun ölümünden sonra 1387 yılında yerine büyük oğlu Ali Paşa geçmiş ve I.Murad, Yıldırım Bayezid ve Çelebi Süleyman’a vezirlik etmiştir. Ali Paşa’nın ölümünden sonra küçük kardeşi İbrahim Paşa 1421’de II.Murad’ın vezir olmuş, İbrahim Paşanın 1429’da ölümü üzerine de oğlu kazasker Halil Paşa 1453’de Konstantinapolis’in fethinin ertesinde idam edileceği zamana kadar veziriazamlık yapmıştır.
II.Murad (1404 - 1451)
1444 yılında Sırplarla yapılan Edirne-Segedin antlaşmasıyla Osmanlı Tuna’nın gerisine çekildi. Bu sırada Osmanlı tam bir ekonomik krizdedir. Temel geliri yabancı toprakları yağmalamaktan oluşan devlet son iki yılda alınan yenilgiler, talan gelirinin neredeyse sıfıra inmesi nedeniyle hazinenin hızla boşalmasına ve ekonominin bozulmasına neden olmuştur. II.Murad’ın iktidar etme koşulları giderek ortadan kalkar. Uç beyleriyle, merkezi temsil eden beylerbeyi arasındaki çatışma şiddetlenir. Yükselen devşirme tarafı, önlerinde engel gördükleri tahtın Çandarlı çizgisindeki veliahtı Amasya Sancakbeyi Alaaddin’i  ve 1 yaşındaki oğlu Gıyaseddin ile 6 aylık oğlu Tacettin’i daha önceden boğdurarak önemli bir mesafe almış durumdadır. Öyle ki o sıkıntılı dönemde Sultan II.Murat oğlunu ve torunlarını boğduranların üzerine bile gidememiştir. Bizanslı tarihçi Halkondil şehzadenin attan düşerek öldüğünü belirtmesine karşın bazı kitaplar şehzade Alaaddin’in Dayı Karaca Bey tarafından öldürüldüğünü, Amasyalı Hüseyin Hüsameddin ise şehzadenin ve iki oğlunun, potansiyel iktidarını engellemek isteyen devşirmeler tarafından öldürüldüğünü ileri sürer. (Aydın, Erdoğan - Fatih ve Fetih)

Ve nihayet devşirmeler, 1444 Ağustos’unda II.Murad’ı, tahtı 12 yaşındaki oğlu II.Mehmed’ten yana feragat etmek zorunda bırakarak, kendi iktidarlarını kurarlar. İktidar gücünü kaybeden ve aynı zamanda zevk ve sefahate düşkün olan II.Murad oğlu lehine çekilir.  Zağanos, Hadım Şehabettin ve Nişancı İbrahim Paşa’ların saraydaki mevzi kazanımına bağlı olarak II.Mehmed padişah olur. Sultan II.Murad 41 yaşında, olgunluğunun baharında ve sağlıklıdır. Dahası oldukça hırslı bir kişidir. Saltanat için 1422 yılında amcası Mustafa Çelebi ile savaşıp onu Edirne saray burçlarına asmış, 1423 yılında, 13 yaşındaki kardeşi Şehzade Mustafa’yı bir komplo ile ele geçirip, İznik surlarında idam ettirmiş, ayrıca saltanatının güvenliği için kardeşleri Ahmet, Yusuf ve Mahmut Çelebi’nin gözlerine mil çektirmiştir. Peki saltanatı için bütün bunları yapan bir kişi, kendi iktidarının en olgun çağında, kendi rızasıyla tahtı terk edermiydi? (Aydın, Erdoğan - Fatih ve Fetih)

II.Murad sefahate düşkün bir padişahtı, eğlenceyi çok seviyor, çok içiyor, seferlere kumanda edemiyordu. 1423’de Bizans’a ait Selanik, Venediklilerin eline geçmiş, Osmanlı yedi sene önemli genişleme gösterememişti. Anadolu Beylerbeyi Hamza Bey, II.Murad’ı adeta zorla Selanik önlerine götürüyor ve nihayet 1430’da Selanik fethediliyor.’ (İnalcık, Halil – Tarihçilerin Kutbu)
Hadım Şehabettin, Zağanos ve Nişancı İbrahim Paşa’lar iktidarı genç padişah adına Çandarlı Halil Paşa’dan almaya çalışmaktadır (H.İnalcık, İslam Ansiklopedisi, 7.cilt,s.507)’ Olay budur. Genç Mehmed padişah olur. Çandarlı veziriazamlık görevine devam eder. Avrupa’da bu fırsatı kollamaktadır. Nitekim Mehmed’in tahta geçişinin ardından Haçlı ordusu Tuna’yı geçerek Osmanlı topraklarında ilerlemeye başlar. Sultan II.Mehmed’in kurduğu iktidar sallanmaya başlar. Saray dengeleri yeniden değişime uğrar.

Macar ağırlıklı Haçlı ordusunun ilerleyişi karşısında Çandarlı, II.Murad’ın hiç olmazsa ordunun başına geçmesini ister. Zağanos ve Şehabettin Paşa’lar ise II.Murad’ın Edirne’de kalmasını, ordunun savaşa II.Mehmed’in komutasında çıkmasında ısrar ederler; çünkü II.Murad’ın savaşı kazanmasının kendi konumlarını zayıflatacağının bilincindedirler. Bunun üzerine devreye baba Murad girer ve oğlunu ikna ederek ordunun başına geçer, ama padişah hala II.Mehmed’dir. II.Murad, 10 Kasım 1944’de Varna’da Macar ağırlıklı Haçlı kuvvetlerini hezimete uğratır, düşmanın büyük bir bölümünü yok eder. Varna savaşını kazanınca II.Murad’ın devlet bürokrasisi ve halk arasında popüleritesi artar. Bu savaş Konstantinapolis’in Katoliklerin mi Türklerin mi olacağının belirlendiği stratejik önemi yüksek bir muharebeydi.  Ancak II.Murad henüz dengeleri kendinden yana çeviremez. Halk ve ileri gelenler Padişahın zevki sefa içindeki yaşamından fazlaca haz etmezler.

Varna zaferini ilan etmek üzere diğer islam ülkelerine gönderilen fetihnameler II.Mehmed adınadır. Fetihnamede Sultan II.Mehmed ‘Babasının tahtı kendisine nasıl bıraktığını ve Macarların saldırısı üzerine onu ordunun başına nasıl çağırdığını anlatmaktadır.’  Bu dönem baba oğul ikili bir yönetim dönemidir. Önemli tüm sorunlar, Çandarlı aracılığıyla Manisa’da yaşayan Murad’a gidip geldikten sonra karara bağlanır. 1446 yazında, para ayarının bozulması gerekçesiyle yeniçerilerin ayaklanması gündeme gelir ve çocuk padişahın iktidarı fiilen olanaksızlaşır. Yeniçeriler Şehabettin Paşa’nın sarayını basarlar. Paşa son anda saraya sığınır, köşkü yağma edilir. H.İnalcık’a göre ‘Saldırıyı Şehabettin Paşa’yı ortadan kaldırmak isteyen Çandarlı Halil Paşa düzenlemiştir.’ Fakat isyanın, denetimden çıkararak tam bir yıkıma dönüşmesi üzerine önce yeniçerilerin ulufeleri artırılarak güçleri kırılır, ardından bizzat isyana devam edenler, Çandarlı tarafından kanlı bir şekilde tasviye edilir.

Fatih Sultan Mehmed’in çocukluk dönemi çizimleri

Sarayda dengeler Çandarlı lehine değişmiştir. Küçük padişah devleti yönetememektedir. II.Murad 1446 Ağustos’unda, yeniçerilerin sevinç çığlıkları arasında padişah koltuğuna oturtulur. Uzunçarşılı’nın belirtiğine göre ‘Alınan tertibat üzerine Sultan Mehmed, bir av eğlencesi için şehirden dışarıya çıkarılacak ve Sultan Murad gizlice getirilip hükümdar ilan olunacaktı’. Plan aynen uygulanır, avdan gelen Mehmed kendini tahttan indirilmiş bulur. Zağanos ve İbrahim Paşa’larla birlikte kendisine Manisa yollarına düşmek kalır. Yeni ünvanıyla Mehmed Çelebi Manisa'da 1446-1451 yılları arasında beş yıl geçirecektir.

Mehmed’in bilinçaltında Çandarlı’ya karşı kemikleşmiş bir kin birikmiştir. İnalcık’ın anlattığına göre, ‘Henüz daha yeniçeri isyanı çıkmadan II.Murad dört bin kişilik kuvvet ile Manisa’dan Edirne’ye doğru yola çıkmış, ancak tahtaki oğlu ile çatışma ihtimali nedeniyle son anda fikrini değiştirerek, Bursa’da beklemeye başlamıştır. Bunun üzerine Çandarlı’nın Şehabettin Paşa’yı bertaraf etmek ve II.Mehmed’i iktidarsızlaştırmak için yeniçerileri tahrik etmesi gündeme gelir.’

Hurufiler yakılarak katlediliyor

Huruf Arapça’da harf sözcüğünün çoğuludur. Hurufilik, harflerin Allah’ın görüntüsü olduğu inancı üzerine kurulu bir mezheptir. Horasanlı Şihabeddin Fazlullah tarafından 1386’da kurulmuştur. Hurufiler burun kemiğinin elif, burnun iki tarafının lam, gözlerin de ha harfi olarak insanın yüzünde iki taraflı simetrik bir biçimde Allah yazdığına inanırlar. 14. yüzyıl şairi Nesimi’de bu mezheptendir.


Ekonomik koşulların ağırlaşması Edirne merkezli halkta hoşnutsuzluğu artırır. Bu durum özellikle Türkmen halkın yanı sıra yeni Müslümanlaşmış eski Hiristiyan halk arasında Hurufiliğin hızla yayılmasına yol açar. Bu dönemde Hurufilerin saraya kadar yerleştikleri ve Sultan II.Mehmed ile sohbet edecek kadar iyi ilişkiler geliştirdiklerinden bahsedilir. Bu durum sarayda büyük endişelere neden olur. Sünni egemenliğin tam da sarayda kurumlaştığı bir aşamada, çocuk padişah üzerinden sünniler iktidarı yitirme riski ile karşı karşıyadır. Şeyhülislam Molla Fahrettin, Hurufileri sapkın ilan eder. Onlar da saraya kaçarak Sultan II.Mehmed’e sığınırlar. Ama henüz çocuk olan padişah, Şeyhülislamın talebine karşı koyamaz ve sığınmacıları teslim eder. Hurufiler 22 Eylül 1444’de Şeyhülislamın fetvası ile yakılarak katledilirler; bu arada çıkan yangında Edirne’de 7.000 evde kül olur.

Kardinal şapkasını görmektense, Osmanlı’nın sarığını tercih ederiz

Bizans, Yıldırım Bayezid döneminden beri Osmanlıların baskısı altındaydı. Gittikçe zayıflayan bir yandan da Osmanlı tehdidini yakından hisseden Bizans, Avrupa’dan her yardım talebinde, kilisenizi Katolik dünyasıyla birleştirin baskısı görüyordu. Yani Ortodoks kilisesi, bağımsızlığından vazgeçip Katolik mezhebinin, Papa’nın denetimine girmeliydi. Sonunda 1349 yılında başka çare kalmadığını görünce, Bizans Floransa Konsülünde Katolik dünyasıyla birleşmeyi kabul etti. Bizans İmparatoru VIII.Ioannes Palaeologus antlaşmayı imzaladı fakat Bizans halkı ve din adamları kiliselerini kaybetmek istemiyordu. 1444’de Varna savaşında Haçlı ordusu II.Murad’a yenilince işler daha da karıştı. Bu arada Bizans İmparatoru savaştan 11 gün sonra Konstantinapolis’de vefat etti. İmparatorun erkek çocuğu yoktu yerine kardeşi Constantine, Bizans’a bağlı Mora yarımadasının başkenti Mistra’da 6 Ocak 1449’da törenle, XI.Constantine Palaeologus Dragaş olarak taç giydi ve Konstantinapolis’e geldi. Constantine için Ayasofya’da dini tahta çıkma töreni yapılamadığı için bazı kesimlerce resmen imparator sayılmaz. 

Bizans İmparatoru XI. Constantine

Rumelihisarın yapılması ve boğazların Osmanlı kontrolüne geçmesinin ardından telaşlanan Constantine Papa’ya başvurarak iki kilisenin birleştirilmesini onayladığı belirtti. Ardında 1452’de Ayasofya’da ilk Katolik ayin yapıldı; fakat halk bunu kabullenmedi, din adamları ikiye bölündü.

Bizans halkı geçmişte Latinlerden o kadar çekmişti ki İmparator’dan sonraki en üst yöneticilerden Grandük Notaras 'Şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığını yeğlerim' demişti. Notaras fetihten sonra idam edilecek, eşi diğer esirlerle birlikte Edirne’ye gönderilirken yolda ölecekti. Notoras’a bunu söyleten Osmanlıların 150 yıldır, fethettikleri yörelerdeki halkın dinine karışmamış ve onlara ibadet özgürlüğü vermiş olmasıydı. Osmanlılar Ortodoks kilise ve manastırlarını vergiden muaf tutarak saygı göstermiştir. Oysa Balkanlarda Ortodoks bölgeleri işgal eden Katolik Venedik ve Macar'lar halka baskı yaparak Katolik olmaya zorlamıştı. Bundan dolayı Balkanlardaki halklar her zaman Osmanlı yönetimini Macar ve Venediklilere tercih etmiştir. Osmanlı döneminde Hiristiyanlar, öncesine göre daha az vergi veriyor, askere gitmiyor ve Feodal Bey adına daha az gün çalışıyorlardı. Balkanlardaki neredeyse tek olumsuz olay devşirilecek çocukların toplanmasıydı. Buna karşın 1203’deki Haçlı ordusunun Latin işgalinin korkunç anıları hala Konstantinapolis halkının belleklerindeydi ve Katoliklerle uzlaşmanın Osmanlılarla anlaşmaktan bile kötü olacağına inanılıyordu.

Gerçekte Osmanlı’nın Hiristiyan kitlelere İslamı kabul ettirmekte çıkarı yoktu; çünkü İslam’a geçiş, her Hiristiyan çiftçinin ödediği 25 akçelik ispençe vergisi ile kelle vergisinin kesilmesi demekti. 15. yüzyılda, her iki verginin toplamı, iki altın paraya (7,14 gr altına) eşitti. Müslümanlar daha az vergi ödediği için, İslama her dönen için devlet bir altın paradan (3,57 gr altın) fazlasını kaybediyordu. 1488 yılında, Anadolu’nun Hiristiyan halkı Müslüman olsaydı, Babıali, binlerce kilogram altın yitirirdi. 1500’de imparatorlukta 894.432 hane Hiristiyan vardı. Dolayısıyla Babıali, yıllık 2.800 kg altın parayı gözden çıkarmak istemezdi.    

II.Murad’ın şaibeli ölümü ve Şehzade Mehmed’in Padişah oluşu

Şehzade Mehmed beş yıldır Manisa’da Sancak beyidir ama padişah gibi hareket etmekte kendi adına sikke bastırmaktadır. Zaten kendisine daha önceki padişahlığından ötürü şehzade olarak değil Mehmet Çelebi diye hitap edilmektedir. Sultan II.Murad Şubat 1451’de ansızın ölüverir. Kuşkulu bir ölümdür bu. Zehirlenmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Henüz 47 yaşındadır, yeni doğmuş sütte bir çocuğu vardır, sağlıklıdır. Ama bu yeni doğan çocuk şehzade Mehmed’in etrafındaki hizib için bir tehlike oluşturmuştur. Normalde şehzade Ahmet büyüyünceye kadar Sultan II.Murad’ın yaşaması muhtemeldir. Bu da tahtın varisliği konusunda bir ikilem yaratacaktır. Bizans tarihçisi Dukas ‘Murad’ın hastalığı sadece dört gün sürdü’ diye yazıyor. Ölümü hiç beklenmedik bir zamana denk geliyor. II.Murad ile Şehzade Mehmed’in Balkanlardaki başarısız bir seferden dönüşlerinde, halktaki morali düzeltmek için Edirne’de şehzade Mehmed’e büyük bir düğün yapılıyor ve Zülkadir beyin kızı Sitti hatunla evlendiriliyor.

Düğünden sonraki günlerde II.Murad, Tunca adasında yaptırdığı saraya, birkaç genç erkekle giderek eğleniyor. Ertesi gün başının ve vücudunun ağırlaştığından şikayet ederek, Edirne’ye götürülmesini istiyor. Sarayda üç gün yatıyor ve sara benzeri, ağzından köpükler gelerek, dişleri kenetlenerek, gözleri bir noktaya kilitlenerek 3 Şubat 1451’de 49 yaşında ölüyor.  Yıllar sonra Fatih’te kaderin bir cilvesi olarak aniden gelen bir hastalıkla üç gün süren ağrılar sonucunda ölecektir. Ne enteresandır ki Fatih’in torunu Yavuz Selim tahtı babası Bayezid’den zorla aldıktan sonra, oğul Bayezid’de İstanbul’dan hayatının bundan sonraki dönemini geçireceği Dimetoka’ya giderken yolda ölür. II.Murad, Fatih ve Bayezid, dede, oğul ve torunun ölümleri şaibelidir.

II.Murad çevresine vasiyeti de ilginçtir. Kendisi için mütevazi bir mezar yeri talep eder ardından da ‘Beni merhum oğlum şehzade Alaaddin’in yanına gömünüz’ der. Asıl ilginç olan ikinci talebidir, ‘evlat ve akrabamdan başka kimseyi yanıma gömmeyiniz‘. Evlatlarından birinin yanına gömülmeyi isterken diğeri için özellikle yanına gömülmesini istememesi enteresandır. Sultan II.Murad öleni yakın, yaşayanı uzak, yabancı gördüğü kırık bir ruh haliyle ölmüştür. Muhtemelen zehirlendiğinin o da farkındaydı. Bursa’da oğlu Alaaddin’in yanına gömülmüştür.

II.Murad’ın türbesi Bursa Muradiye

II.Murad’ın ani ölümü, şehzade Ahmed’in ise henüz memede oluşu, önceden de padişahlık yapmış şehzade Mehmed’in önünü açmıştır. Çandarlı Halil Paşa, yeniçeriler isyan çıkarmasın diye II.Murad’ın öldüğünü, usul üzere askerden gizleyerek, şehzade Mehmed’i Edirne’ye tahta çağırır. Bu sırada yeniçeriler, Murad’ın ölümünü öğrenirler ve şehzade Mehmed henüz Çanakkale’de iken ayaklanırlar; yeniçeriler tahta Mehmed’i değil de Bizans’da tutuklu olan II.Murad’ın kardeşi Şehzade Orhan’ı istemektedirler.

II.Mehmed'in Edirne’de 1451'de ikinci kez tahta çıkışı

Çandarlı Halil Paşa duruma el koyar ve şehzade Mehmed’i 18 Şubat 1451’de 19 yaşındayken Edirne’ye getirterek, II.Mehmed adıyla ikinci kez tahta oturtur. Genç padişahın ilk işi Candaroğlu İsfendiyar Beyin’in torunundan doğmuş beşikteki kardeşi şehzade Ahmed’i boğdurmak, II.Murad’ın eşi, Ahmed’in annesini ise asalet beklentisini kırmak amacıyla İshak adında bir köleyle evlenmeye mecbur etmek olur. İkinci icraatı ise istemeden de olsa Çandarlı Halil Paşa’nın veziriazamlığını onaylamaktır. Henüz kendini yeterince güçlü hissetmemektedir. Kendi adamları olan Hadım Şahabettin, Saruca ve Zağanos Paşa’ları, Çandarlı’dan sonra 2., 3. ve 4. vezir yapar. Hocası Molla Gürani’yi Divan’a alır.

Fatih’in annesinin kimliği

Yeni Bizans imparatoru XI.Constantine Palaeologus daha önce iki kez evlenmiş ama iki eşi de vefat etmiştir. Sırplarla ve Osmanlılarla ilişkilerini düzeltmek için II.Murad’ın ölümünden sonra dul kalan altıncı eşi, Sırbistan Despotu Corac Bronkoviç’in kızı, Mara Despina’ya (Sırplar Maria, Osmanlılar Meryem) talip olur. Sırbistan sarayının olumlu bakışına karşın Mara Despina hatun kendisi bu izdivacı kabul etmez.

Resmi kayıtlarda Fatih’in annesi Türkmen asıllı Hüma hatundur. Batılı kaynaklarda ise Fatih’in annesinin Fransız asıllı Yahudi Ester Stella olduğu yazar. Hüma hatunun devşirme olduğunu iddia edenler de, Hüma hatunun babasının adının Abdullah olduğunu ve o dönemde din değiştirenlere genellikle Abdullah isminin verildiğini belirtirler. Fatih’in annesi genç yaşta Fatih henüz çocukken ölmüştür. Genel kabül Mara Despina hatunun Fatih’in üvey annesi olduğu ve Fatih’i büyüttüğüdür. Fatih’de sarayın genel teamülleri gereği diğer şehzadeler ile birlikte babasının tüm eşlerine ‘Ana’ demektedir. Fakat bu analık özlük değil saygı gereğidir. Ortodoks Hiristiyan olan Mara Hatun eşi II.Murad’ın ölümünden sonra manastıra kapanmak üzere üvey oğlu Fatih’ten izin alarak Sırbistan'a geri dönmüş ve 1487 yılında yaşadığı manastırda vefat etmiştir. Gerçek resmi tarihte yazıldığı gibi Türk müslüman kökenli ya da diğer iddialardaki gibi Ortodoks veya Yahudi kökenli de olsa bu Fatih Sultan Mehmed’in müslüman bir Padişah olduğu gerçeğini değiştirmez.

Macar Urban’ın topları

Avrupa’da top ilk kez İngiltere ile Fransa arasındaki Yüzyıl savaşları’nda(1337-1453) kullanılmaya başlandı. Osmanlı ordusu ise I.Murad’ın 1389 tarihindeki Kosova savaşından beri top kullanıyordu. Adının Urban ve Macar olduğu kabul edilen top döküm ustası bir söylentiye göre Bizans’ın adına çalışırken sonradan Osmanlı hizmetine alınmıştır. Rumeli Hisarı’nda ateşlenerek bir Venedik gemisini batıran topu Urban’ın döktüğü, bu başarısı üzerine Edirne’ye götürüldüğü ve orada çeşitli boyutlarda toplar döktüğü söylenir. 

Konstantinapolis’in fethinde kullanılan günümüze gelebilmiş en büyük top, 350 yıl sonra 1807 yılında Çanakkale'yi geçmeye çalışan 6 İngiliz savaş gemisini batırmış, Abdülaziz'in İngiltere seyahatinden 1 sene sonra 1868’de hediye olarak Kraliçe Victoria'ya gönderilmiştir. Önce Londra Kulesinin bahçesinde sergilenen top şimdi  Fort Nelson, Hampshire’dedir. Tunçdan yapılmış 18 ton ağırlığında 5,5 metre uzunluğundadır. İstenildiğinde demonte edilebilir iki ayrı parçadan oluşur. Döneminin çok ilerisinde bir teknolojiye sahiptir

Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Fevzi Yılmaz’ın anlatımına göre orijinali İngiltere’deki Fort Nelson Müzesi’nde bulunan ve 8-10 adet üretilen Şahi Topu’nun teknik özellikleri: ‘İstanbul’un fethi sırasında topları döken Macar Urban Usta’nın yalnız olmadığını, Müslihiddin, Saruca ve Ali usta gibi Türk ustalarının da top dökümünde görev aldığını öğrendik. Namlu ile barutun depolandığı iki kısımdan oluşan, üzerinde desenler ve yazılar olan ve 18 ton ağırlığında olan toplar, ulaşımın ve tedarikin çok zor olduğu bir dönemde üretilmiştir. Kayıtlara göre Şahi Topları ile 600 kiloya kadar gülle atılabiliyor. Şahi Topu döküm kalıbı ve özel soğutma sistemi dikkat çekicidir. Topa işlenen ahenkli yazı, rölyef ve resimlerin o zamanki imkanlarla kalıba nasıl verildiği bilinmiyor. Tarihçiler günümüz toplarının özelliklerini yakalayan yüksek kapasiteli Şahi Topundan 4-5 adet üretildiğini söylüyorlar. Bakır ve kalay alaşımı dediğimiz tunçtan yapılan Şahi Topu, 1500 km/saat hızla hedefi vurabiliyor. Bu ses hızından fazladır. Arada yaklaşık 450 yıl olmasına rağmen şimdiki modern toplar 7 bin, 9 bin km/saat hıza erişti. Yani o dönemde Osmanlılar, çok ileri bir top döküm teknolojisi ve top kalıp soğutma sistemleri geliştirmişlerdir.’ 

Teknik özellikleri: Ağırlık 18 ton, uzunluk 5,5 metre, çapı 92 cm, Gülle ağırlığı:544-860 kg, Gülle etki derinliği:1,63 metre, Ses etki alanı: 23 km. Top dökme işi Edirne’de üç ayda tamamlanır. Birde çok büyük bir top dökülür. Edirne’de Sultan’ın huzurunda yapılan denemede gülleyi 1,600 metreye atar. Bu dönemdeki toplar bakır ve kalayın karışımıyla elde edilen ve döneminde pahalı bir malzeme olan tunçtan yapılmaktaydı. Büyük toplar taşımayı kolaylaştırmak amacıyla istenildiğinde monte edilebilir iki parça halinde üretilmiştir. Toplar iki ay süren zor bir yolculuk sonucunda Konstantinapolis önlerine getirilir. 

Toplar kuşatmanı başarıya ulaşmasında kilit rol oynadı. Tüm Ortaça boyunca geçilmez diye ün salan ve defalarca kuşatılan Konstantinapolis, topların desteğiyle feth edildi. Fakat ne yazık ki Urban’ın ürettiği devasa top, ikinci kere ateşlendiğinde paramparça olmuş, Urban’ı da havaya uçurmuştur. Fatih’in döktürdüğü toplardan günümüze altı adedi ulaşmıştır. Bu topların ikisi Rumeli Hisarı önünde, bir tanesi Eyüp meydanında, iki tanesi Harbiye Askeri Müzesi’nde, bir tanesi de İngiltere’de Hampshire’da Fort Nelson müzesindedir.

Konstantinapolis’in kuşatma süreci

Konstantinapolis kuşatması, 6 Nisan 1453’den 29 Mayıs’a kadar, 54 gün sürdü. Bizans savunma güçleri 8.500 kişi, düzenli Osmanlı ordusu ise en az 50,000 kişilikti (H.İnalcık). 

Bizans Başkomutanı Cenevizli Giustiniani-Longo, fetih sırasında aldığı yaralarla Konstantinapolis’den gemiyle kaçmayı başardı ama Sakız'a ulaştığında öldü

Savunmacıların başlıca gücünü, Cenevizli iki üç bin paralı asker oluşturuyordu. Bizans İmparatoru tarafından başkomutanlığına atanan Cenevizli Giustiniani-Longo yaralanıp, gemisine kaçınca, savunmacıların morali çöktü. Surlar üzerindeki savunmaya Venedik elçisiyle, Osmanlı Şehzadesi Orhan’da katılmıştı. 


  • 11 Nisan’da büyük toplar Topkapı-Edirnekapı arasına yerleştiriliyor.
  •  Mancınıklar surların önüne mevzileniyor.
  • 12 Mayıs’ta Edirnekapı ve Eğrikapı arasındaki bölgeye büyük bir taarruz yapılıyor.
  • Venedik ve Bizans gemilerine Galata üzerinden havan topuyla aşırtma atış yapılıyor. Bu olay tarihte bir ilk.
  •  29 Mayıs sabahı son muharebe; Ve savunma çöküyor.
  • Bursa Subaşısı Cuba Ali Bey, Haliç Cibali’deki kapıyı kırıp kente giriyor.
  • Bir grup Giritli, Bahçekapı civarında son kez direniyor.
  • Donanma komutanı Hamza Bey’e son hücumda Haliç’den deniz surlarına yaklaşıp ateş açması, gerekirse merdivenlerle surlara hücum etmesi emrediliyor. O sabah zırhlı azepler (deniz askerleri) karaya çıkıyor.
  • Haliç kıyısından ve Topkapı civarından şehre giriliyor.

Gemiler Haliç’e nereden geldiler ?

Konstantinapolis kuşatması sırasında Osmanlı donanması 20 Nisan 1453’de Yenikapı önlerinde,  Papalık tarafından Bizans’a gönderilen, erzak ve silah yüklü, üç Ceneviz ve bir Bizans gemisini durdurmayı başaramamış ve gemiler Haliç’e girebilmiştir. Osmanlı donanması, sayıca üstünlüğüne rağmen, kendilerinden büyük ve yüksek olan düşman gemilerini engelleyememişti. Bu başarısızlık üzerine II.Mehmed’in 22 Nisan gecesi, 72 gemiyi Galata sırtlarından yürüterek Haliç’e indirttiği söylenir. Gerçekten gemilerin iki gün sonra Haliç’te Kasımpaşa’da göründüğü doğrudur. Ama acaba bu gemiler nereden gelmişlerdi?

Kuşkusuz Fatih’in kafasında daha işgalin planlama döneminden itibaren Haliç’e gemi çıkarma düşüncesi vardı; çünkü Haliç surlarının diğer taraflara göre daha zayıf olduğu bilinmektedir. Karadan gemi yürütme işi bilinmeyen bir şey değildi. Tarihin ilk dönemlerinden beri değişik ordularca defalarca yapılmıştı. En son olarak da Venedikliler tarafından gemiler, Mehmed’in padişahlığından 14 sene önce, Adige’den Venedik ile Milan arasındaki Garda gölüne 14 kilometre taşınmışlardı. Bu son olayı II.Mehmed’in duymamış olması mümkün değildir.  

Haliç’in önüne gerilen zincir

Kuşatma hazırlıklarının hepsi ayrıntılarıyla biliniyor. Rumeli Hisarı yapımı 5 bin usta ve işçiyle 4.5 ayda  tamamlanabilmiştir. Büyük topların hazırlanma ve deneme süreçleri hatta teknik çizimleri bile mevcut. Edirne’den Konstantinapolis’e ancak iki ayda getirilebilmiş. Haliç’in iki yakası arasında önceden hazırlanmış fıçıların birbirine bağlanmasıyla oluşturulan köprünün montajının bile 50 gün sürdüğünü biliyoruz. Osmanlı’nın alışık olduğu bu işleri, bu sürelerde bitirebilmesine karşın, tarihinde ilk kez yapacağı bir eylemi, her biri üzerlerindeki toplarla en az 80 ton ağırlıkta olan 72 geminin 2 gecede ormanlık tepelerden aşırılarak Haliç’e indirilebilmesi ve de bunu da karşı taraftan hiçkimsenin görmemiş olması, hiç de inandırıcı değil. Bu konuda Osmanlı arşivlerinde hiçbir belge yoktur. Kimin komuta ettiği, gemilerin Beşiktaş’tan mı, Dolmabahçe’den mi, yoksa Tophane’den mi yola çıkarıldığı, Şişhane’den mi, Taksim’den mi geçirildiği belli değildir.

Ayrıca bilindiği gibi Haliç’in ağzı bir zincir ile kapatılmıştır. İnsanın aklına iki yiğit yeniçeri gönderip, bu zincir testereyle neden kesilmedi diye sorası geliyor. Herhalde bir zinciri koparmak gemileri tepelerden aşırmaktan daha kolaydı. Ayrıca 250 yıl önce Latin işgali sırasında Venedik donanması 1203’de zinciri kırarak Haliç’e girmiş ve Konstantinapolis’i igal etmişti. Venedikli’nin kırdığı zinciri Osmanlı kesemiyecek miydi?. Gene kuşatma başarıya ulaşınca kaçmaya çalışan Haliç’teki Venedik gemileri iki kez zinciri kesmek suretiyle Haliç’ten çıkabilmişlerdir. Başka bir alternatifte de zincirin bir ucu Galata surlarının içinde Karaköy’de Haliç’in ağzındaki bir kuleye bağlıydı. Galata’nın kontrolü Cenevizliler’de olduğu ve zaten Osmanlı’ya direnç göstermedikleri için zincir buradan da kolaylıkla çözülebilirdi. Osmanlı zinciri aşmaya uğraşmamış alternatif planlar yapmıştır. Belki de o dönemde küçük ve zayıf gemilerden oluşan Osmanlı donanması, zincirin arkasında bekleyen Venedik destekli Bizans donanmasıyla cepheden savaşa girmemek için bu yolu denemedi. Bir şekilde arkaya sarkıp Haliç’in içlerinden saldırmak istedi. 


Fetih konusunda kitap yazmış Hasan Kazankaya ’61 metre boyunda 8 metre genişliğindeki bir kadırgayı sadece denizden kızakla karaya çıkarmak 10 dakika sürse, 72 gemi için 720 dakika yani bir gece gerekir’ diye yazar. Yok eğer gerçekten karadan kaydırıldıysa o dönem tamamen orman olan bu alanlarda en kısa güzergah için bile 5 kilometrelik bir bir mesafede ormanın temizlenip, yol hazırlanması, hendeklerin doldurulması gerekiyordu. Eğer gemiler kaydırılmışsa birden fazla yağlanmış kızak hazırlanmış olması, eğer arabayla taşınmışsa, çok sayıda her biri 80 ton taşıyabilecek büyüklükte tekerlekli araba hazırlanması gerekmekteydi. Ne kadar muazzam bir logistik efor gerekeceğini düşünün.


Fatih'in donanmaya emri ve gemilerin karadan yürütülmesi Fausto Zonaro


Bu olayın en anlaşılır izahı. Gemilerin Okmeydanı’na doğu Kağıthane içlerindeki ormanda hazırlanan tersanelerde üretildiği, Kağıthane deresinde bekletildiği ve bir gecede Haliç’e ulaştırıldığıdır. Belki de Okmeydanı tersanesi güvenlik nedeniyle dereye yakın değildi ve gemiler buradaki düz ve kısa mesafede kızakla yürütülmüştü. Evliya Çelebi’de ‘Kağıthane’deki korulukta Timurtaş Paşa’nın iki bin askerle 50 parça kadırga yapmakla görevlendirildiğini’ yazar.  Gemilerin karadan yürütülmesi hakkında detaylı bilgi veren tarihçilerden Dukas, kuşatma sırasında Midilli’de diğer yazar Kritovulos ise Gökçeada’dır. Dolayısıyla onlar gördüklerini değil duyduklarını yazmışlardır. Haliç’e indirilen gemilerin toplam sayısı hakkında da tutarlılık yoktur. Çeşitli kaynaklarda 30 ile 72 gemiden bahsedilir. Osmanlı’nın kuşatmaya 145 ile 300 arasında değişen sayıda gemiyle katıldığı belirtilir. Ancak bu gemiler küçüktür. Alman tarihçi Kissling, Osmanlı donanmasının asıl gücüne II.Bayezid döneminde ulaştığını, Fatih döneminde donanmanın savaşmak yerine asker ve iaşe naklini sağlayan lojistik hizmeti gördüğünü belirtir.  

Şehre ilk giren Ulubatlı Hasan’mı ?

Kuşatmanın son günü olan 29 Mayıs’da çağının en iyi silahlanmış ve eğitilmiş gücü olan 12 bin kişilik yeniçeriler diğer desteklerle birlikte surların en zayıf noktalarına saldırıya geçtiler. Savunmanın efsanevi komutanı Cenevizli Giustiniani-Longo’nun göğsünden ölümcül bir yara alarak savaş alanını terkedip limanda bekleyen gemisine gitmesi, bunu gören askerlerde ve özellikle ön surlardaki savunmaya olumsuz etki yapacaktı. Gün ağarırken Osmanlı askerleri değişik noktalardan şehre girmişlerdir.

Konstantinapolis surlarına ilk bayrağı dikenin Ulubatlı Hasan olduğu ve onun surlara tırmanışı ve bayrağı dikişi Türk tarih kitaplarında destansı bir havada anlatılır. Bu hadisenin kaynağı Konstantinapolis’in fethi sırasında şehirde olan Bizanslı tarihçi Francis’dir. Ancak Francis’in anlattığı olay kitabın 1477 yılı orijinal baskısında yoktur. Ulubatlı Hasan efsanesi , sahte Francis olarak anılan ve Francis’in eserlerine geniş ilaveler yapan Monemvasia metropoliti Makarios Melissinos’un yazdığı kitapta yer alır. Konstantinapolis surları iki sıradır ve içteki surlar daha yüksektir. Ulubatlı Hasan’ın çıktığı anlatılan surlar ise daha alçak olan dış surlardır. Peki arkadaki daha yüksek surları savunan Bizanslı yok mu idi? Şehre girebilmek için onun da aşılması gerekliydi.

İstanbul kara tarafı surları kesiti

Tarihçi Dukas, şehri girişi, Edirnekapı ile Eğrikapı arasında, tek sıralı olan Blachernae surlarının, çift sıralı surlarla birleştiği yerde, açık bırakılmış olan yayalara ayrılmış küçük Kerkaporta Kapısı’ndan gerçekleştiğini, buradan giren 50 kadar yeniçerinin içeriden surlara tırmanarak, oradaki savunmayı kırıp, dışarıdan saldıran arkadaşlarına yol açtıklarını yazar. Ulubatlı Hasan ile ilgili başka hiçbir yerde de bir bilgi yoktur. Değişik yazarlar farklı rivayetler ortaya atmışlardır. 


II.Bayezid dönemi tarihçilerinden Bihişti, şehre ilk giren kişinin babası Karışdıran Süleyman Bey olduğunu belirtir. Bir Romen kaynağında ise surlara ilk çıkanların korkunç görünümlü beş Türk olduğu ve dev cüsseli Mustafa Bey’in emrindeki askerlerle şehre girdiği anlatılmaktadır. II.Meşrutiyet dönemi kutlamalarında şehre giren ilk kişi Balaban Çavuş olarak bahsedilmekteydi. Kuşatma sırasında Haliç kıyısındaki nispeten daha zayıf olan surlarda büyük delikler açılmıştı. Ama kara tarafından henüz bir çözülme olmamıştı. Bu sırada kara surlarını savunan Giustiniani-Longo’nun yaralanıp geri çekilmesi ve Haliç tarafından şehri girildi haberi üzerine İmparator Constantine’nin tanınmamak için er giysisi içerisinde atıyla hızla Haliç’e doğru ilerlediği ve Zeyrek yokuşunda karşılaştığı, şehre girmiş azepler tarafından öldürüldüğü iddia edilir.


S.Tansel’e göre bir başka iddia ise şehre kara tarafından anlaşılarak girildiğidir. Haliç tarafından şehre girildiğinde, yaralı komutan Giustiniani-Longo ile İmparatorun kara tarafını terk etmesi üzerine mukavemetin artık anlamsızlığını kabul eden Bizanslılar belki de kiliselerinin korunması koşuluyla Fatih ile anlaşarak direnişi sonlandırmışlardır. Şehrin bu bölümündeki kiliselerin Fatih döneminde kilise olarak muhafaza edilmesi bu düşünceyi desteklemektedir. Şehre, Bursa Subaşısı Cuba Ali Bey’in girdiği deniz kenarındaki kapıya onun adına Cubali(Cibali) denildiği de iddialar arasında. Hüseyin Hazerfen’in Dünya Tarihi kitabına göre ‘Sonunda şehir iki yandan ele geçirildi. Denizden saldırı yoluyla, kara tarafından da Edirnekapısı’ndan da barışçıl uzlaşma yoluyla, Osmanlılar Aksaray meydanında buluştular. Sulu Manastır’daki kilisenin Hiristiyanlara bırakılıp Aksaray’dan Ayasofya’ya kadarkilerin camiye çevrilmesi de buradan kaynaklanıyor.’

Cuba Ali ve dervişlerinin şehre girdikleri Cibali kapısı. Kapının üstündeki kitabe girişi anlatır

Evliya Çelebi’ye göre de eserinde ‘Karatya denilen ağlarıyla balık avlayan balıkçılar fetih sırasında Petrus kapısını açtıkları için öşür vergisinden muaftırlar ve bugün bile vergi ödemezler’ diye yazar. Vergi muafiyetinin Osmanlı’da çok özel kişilere verildiği düşünülürse doğruluk payı yüksek olabilir. 


Resmi tarihimiz şehre girişin Topkapı civarından olduğunu yazar. Ne olursa olsun büyük bir orduya, devasa toplara, 7-15 bin kişiyle 53 gün kök söktüren Bizans halkının hakkını da vermek gerekir. Fatih Sultan Mehmed şehir alındıktan sonra taht üzerindeki iddiaların önünü kesmek için keşiş kılığında kaçarken yakalanan şehzade Orhan’ı idam ettirdi.

İtalya’nın fethi çizmenin topuğundan başlamıştı; Otranto

Fatih, Roma üzerinde hakkı olduğunu iddia ediyor ve Roma’yı fethederek tüm kadim Roma İmparatorluğu’nu yeniden kurmak istiyordu. Bu amaçla 1480’de bir yandan Doğu Akdeniz’in kilidi Rodos’u Haçlı şövalyelerinden almak için bir donanmasını Rodos’a sevketmiş, öbür yandan dönemin büyük komutanı Gedik Ahmed Paşa emrinde bir orduyu Avlona(Vlöre limanı) üzerinden İtalya üzerine göndermişti. Gedik Ahmed Paşa, çizmenin topuğunda, Apulia’da Otranto’yu aldı. Kaleye 500 kadar yeniçeri yerleştirildi. Ertesi bahar İtalya yarımadasının fethini gerçekleştirmek amacıyla Rumeli’ye geri döndü. 1481 baharında Fatih, hedefi bilinmeyen bir sefer için büyük bir ordunun başında Anadolu’ya geçti ama ani ölümü, Fatih’i daha ileriye gitmekten alıkoydu. Ömrü vefa etseydi Fatih’in mutlaka İtalya seferleri yapacağına inanılıyor.  


Osmanlı veziriazamları arasında Köprülü Mehmed Paşa ile birlikte en güçlü ve sert yöneticilerinden olan Gedik Ahmed Paşa Rumeli’de ordusunu toplayıp, Otranto‘daki gazilerinin yanına ulaşamadı; Bayezid’ın ısrarıyla Cem’e karşı Anadolu’da savaşlarda vakit kaybetti. Sultan her seferinde kendisine, Cem Sultan işi çözümlenir çözümlenmez Rumeli ordusuyla Otranto’ya gidebileceği vaadinde bulunuyordu. Bir diktatör durumunda olan Ahmed Paşa, bir yıl sonra Topkapı sarayında bir ziyafetten dönüşte Orta-Kapı’da cellatlar tarafından boğuldu. Bayezid, Ahmed Paşa’nın gizli Cem Sultan yanlısı olmasından şüpheleniyor ve sürekli sefer baskısı yapmasından ve fazla güçlenmesinden hoşlanmıyordu. Böylece İtalya macerası da I.Süleyman’ın 1537 Korfu seferine kadar ertelenmiş oldu. Otranto’da kalan 500 Osmanlı yeniçerisi kaleyi, Napoli Kralına teslim etmek zorunda kaldılar ve kralın hizmetine girdiler. 

Fatih Sultan Mehmed’in çizmesi ayağından hiç çıkmadı

Fatih’in ömrü savaşlarda geçmiş, daha önce hiçbir hükümdarın başaramadığı işleri başarmıştı. Otuz sene içinde tam yirmibeş seferi bizzat kendisi idare etti. İmparatorluğun topraklarını 2,5 kat büyüterek 880.000 km2 den 2.214.000 km2 çıkardı. Topraklarını oransal olarak en fazla büyüten padişahtır. 


Özellikle İstanbul’da yaşayanlar olmak üzere halk arasında büyük bir saygınlığı vardı. Ancak izlenen mali politikalardan dolayı da ülkede genel bir hoşnutsuzluk oluşmuştu. Döneminde iki yıl hariç her yıl savaşılmıştır. Osmanlı ordusu bazen yılda iki kez sefere çıkıyordu. Sadece yaz ayları değil, sefere elverişsiz kış aylarında da seferler düzenlenmişti. Genelde Osmanlı baharda sefere çıkar, en geç Eylül’de yağmurlar başlamadan dönerdi. Eylül’de dönülmesinin bir nedeni de ekinin hasat zamanı olmasındandı. Fatih’in uzun seferleri nedeniyle bazı yıllar cephede savaşan köylü tarladan hasatını kaldıramamıştır.  Sürekli savaştan en çok bıkan da mesleği savaşmak olan yeniçeriler oldu. Cepheden cepheye koşan yeniçeriler Fatih’ten memnun değildiler. Bundan dolayı, Fatih’in ölümünden sonra, babasına benzeyen Cem Sultan’ı değil, daha yumuşak huylu ve barışcı II.Bayezid’i desteklediler.


Fatih döneminde İstanbul’un alınmasına ilave olarak Avrupa’da, Mora yarımadası, Arnavutluk, Sırbistan, Bosna, Eflak, Boğdan, Kırım ve İtalya yarımadasının topuğundaki Otranto şehri Osmanlı topraklarına katıldı. Anadolu’da Candaroğlu ve Karamanoğulları beyliklerine son verilerek Amasra, Sinop, Konya alındı. Trabzon Rum Devlet’i tarihten silinerek Trabzon ve civarı Osmanlı’ya dahil edildi. Doğu sınırında Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Otlukbeli’nde mağlup edilerek, batıya doğru ilerlemesi durduruldu. 1463 senesinde Papa'nın büyük gayretleri ile toplanan ve savaşa katılan herkesin altı aylık günahının affolunacağı ilan edilen 20 devletin katıldığı bir haçlı ittifaki ile 16 sene savaştı.

Fatih Sultan Mehmed zehirlendi mi ? Cenazesi neden unutuldu ?

II.Mehmed, 27 Nisan 1481’de gut(niksir,damla) hastalığına rağmen at üzerinde görkemli bir ordu ve toplarıyla doğu yönünde, ama hedefi bilinmeyen bir sefere çıktı. Üsküdar’ı geçtikten sonra rahatsızlandığı için birkaç gün mola verildi. Atla gidemeyecek kadar dermansız kalınca at arabasıyla sefere devam etti. Bitkin bir halde Gebze yakınlarında Hünkar çayırı vardı, ama orada komaya girdi ve 3 Mayıs Perşembe günü akşamüstü 49 yaşında vefat etti. Hastalığına ilk müdahaleyi sürekli doktoru ve yakın dostu Yahudi dönmesi Yakup Paşa (Gaetalı Maestro Jacopo) yapmıştı. Ancak hastalığın ağırlaşması üzerine Acem doktor Lari çağrıldı. Doktor Lari farklı bir tedavi uyguladı ama II.Mehmed daha da kötüleşti. Bunun üzerine yeniden Doktor Yakup Paşa’ya dönüldü ama malesef kurtarılamadı. Ölümün zehirlenme olduğunu düşünenlerin bir kısmı Venedik üzerinden Yakup Paşa’yı, diğer kısmı II.Bayezid üzerinden Lari’yi suçladı. Sanki izleri yok eder gibi her iki doktor da Fatih’in ardından öldürüldüler.

Fatih, Venedikliler, Memluklar ve  diğer devletlerce öldürülmek isteniyordu. Sadece Venedik Devleti 14 kez teşebbüste bulunmuştu. Ama bir de saray içi tehlike vardı.
  • Veziriazam Karamani Paşa’nın zehirletme olasılığı düşük çünkü Fatih ölürse yeni padişah ile birlikte iktidardan uzaklaştırılacak. Bu olaydan bir menfaati yok.
  • Yahudi doktoru Yakup Paşa Manisa’dan beri Fatih’ile birliktedir ve Padişah ile yakın ilişkileri vardır. Venediklilerin Yakup Paşa’ya rüşvet vererek öldürttüklerine dair kuvvetli bir  iddia vardır. Ama o devirde İtalya yahudiler için adeta bir cehennem iken Konstantinapolis adeta bir cennettir. Sultanın ardından Yakup Paşa’nın öldürülüşü ve Yahudi mahallesinin yağmalanmasının gerçek sebebi Yahudilerin elde ettikleri ayrıcalıklara ve Fatih’in üzerinde sağladıkları büyük nüfusa duyulan tepkidir. Gene de çoğu yazar Fatih’in ölümünden Yakup Paşayı sorumlu tutar.
  • Fatih’in gut hastalığından muzdarip olduğu bilinmekte. Ama buna karşın doğu seferine (belki Mısır) çıkıyor, demek ki hastalığı o kadar ileri değil. Belki de sonradan doktorların yanlış ilaçlarının yan etkileri nedeniyle ölüyor.
  • Fatih kendisini kuşatan ve şehzade Beyazid’i tahta çıkarmayı hedefleyen bir komplo ile karşı karşıyadır. Fatih’in icraatlarını beğenmeyenlerin oluşturduğu bir cephe var. Başta savaşmaktan yorulmuş yeniçeriler, artan vergiler, sürekli devalüasyon nedeniyle finansal gücü azalan zümreler ve ellerindeki vakıflı malları devletleştirilmiş tarikatlar ve özellikle Halveti tarikatı. Bu cephenin Bayezid’in lehine Fatih’i zehirletmiş olabileceği muhtemel. Bu olasılıkta şüpheler Farslı doktor Lari’yi gösteriyor.

Fatih’in hayatta iki oğlu vardı. 34 yaşındaki büyük oğlu Bayezid Amasya’da, 23 yaşındaki küçük oğlu Cem Konya’da sancakbeyi idi. İki şehzadeye de ulaklar gönderiliyor. Fatih’in naaşı da gizlilik içerisinde Topkapı sarayında ıssız bir mekana bırakılıyor. Vezir İshak Paşa Beyazid’i, Veziriazam Karamani Mehmed ise Cem’i iktidara taşımak istiyordu. Askerler birkaç gün içerisinde Fatih’in öldüğünü duydular ve özellikle kapıkulu askerleri İstanbul’da, yahudi mahallesinde yağmaya başladılar. Şehzade Beyazid taraftarları askerin isyanını destekliyordu. Veziriazam Karamani Mehmed paşa’yı parçalayıp konağını da yağmaladılar. Fatih tarafından İstanbul muhafızı olarak bırakılmış eski veziriazamlardan Şehzade Bayezid taraftarı Vezir İshak Paşa duruma hakim olunca, 4 Mayıs 1481’de Bayezid’in oğlu Korkut Çelebi’yi babasının gelişini beklemek üzere tahta geçirdi. 22 Mayıs’ta Bayezid başkente girdi ve iktidarı aldı.   

Cem Sultan’a gönderilen ulaklar, yolda yakalanıp öldürülmüştü. Dolayısıyla Cem ağabeyinden İstanbul’a daha yakın olmasına rağmen, babasının öldüğünü geç haber aldığından taht kavgasında bir adım geriye düştü. O da Bursa’ya gelerek kendini hükümdar ilan etti.

Evlatları ve saraydaki yandaşları taht kavgası yaparken Fatih’in cesedi sarayda unutuldu ve adeta çürümeye terk edildi. Topkapı sarayında sıcak Mayıs ayında kaftanı üzerinde bırakıldığı için ceset kokmaya başladı. Koku dayanılmaz hale gelince, ölümün üzerinden 11 gün geçtikten sonra, tahnit edilebildi. Şehzade Bayezid, padişah ilan edildikten hemen sonra yani Fatih’in ölümünden 19 gün sonra Fatih Sultan Mehmed kendi yaptırdığı caminin avlusuna defnedildi.  

Yalçın Küçük, Fisher’den aktarmayla ‘Fatih son seferine, kendisine fazla güvenmeye başlayan ve dikbaşlı olan oğlu Beyazid’a diz çöktürmek ve ezmek için çıktığından’ söz ediyor. Esasen Beyazid’in Fatih tarafından sevilmediği, buna rağmen Saray’daki konumunun çok güçlü olduğunu biliyoruz. Kapıkulları, yeniçeriler ve Fatih’in siyasasından şikayet eden önemli bir kesim Beyazid’i desteklemekteydi. Fatih’in yürüttüğü kamulaştırma, vergi artırımı ve yeni değeri düşük akçe çıkarması halkta hoşnutsuzluklar yaratıyor. Şehzade Beyazid, Amasya, Tokat ve Trabzon çevresinde babasının bu icraatlarını uygulamayınca düzenden gayrı memnunlar zümresi dikkatlerini Beyazid’e çevirmişlerdi. Bu ikilemin bir de dinsel boyutu olacaktır. Fatih devrinde örf ve şeriat çatışması keskin bir şekilde ortaya çıkmış olup Beyazid Veli şeriatın temsilcisi olarak tahta gelmiştir.

Fatih’in yayılmacı politikasına karşı olan Beyazid’in önemli destekçilerinden biride Halveti Tarikatı dervişleriydi. Fatih, devletin mali olanaklarını artırmak için tarikatların ve vakıfların topraklarını devletleştirdiği için şeriatçı çevrelerle arası iyice açılmıştı. Fatih buradan elde ettiği toprakları tımar sistemine dahil ederek, ülkenin asker sayısını ve gücünü, tutucu kesimle arasını bozma pahasına ciddi oranda artırmıştı.

İktidarının başında devşirmelerin devlet içerisinde güçlenmesini sağlayan Fatih, denge siyaseti içerisinde 1471’den sonra devşirmelerin aleyhine, Türk soyluları desteklemiştir. Bundan dolayı Türk soylular Fatih’in yayılmacı siyasetini desteklerken, kaderin garip cilvesi Fatih’i iktidara taşıyan devşirmeler elde ettikleri olanakları korumak amacıyla statükocu bir duruma düşmüşlerdir. Daha hareketli ve askerliğe yatkın olan şehzade Cem Türk soyluları, barışçı olan Şehzade Beyazid ise devşirmeler tarafından destekleniyordu. Cem Sultan mali ve ekonomik sıkıntılarına neden olabileceğini hiç düşünmeden Avrupa’da büyük çaplı fetih hareketleri taraftarıydı. Şehzade Beyazid ise, Fatih’in mali politikalarına karşı çıkıyor, fethedilmiş topraklarda İmparatorluğu pekiştirmek için barış öneriyordu.

Fatih’in son günlerinde sarayın durumu, II.Murad’ın son yılları gibiydi. Sanılanın aksine Fatih, mutlak güç değildir. Süreğen savaş politikasının kapıkullarındaki tepkisi, gerekse de halka yüklediği vergiler  ve para değerinin sürekli düşmesinin yarattığı tepkiler onu iyice güçten düşürmüştü. Daha önce Fatih’in güçlendirip üst yönetimde görev verdiği devşirme vezirler, komutanlar Bayezid tarafına geçmiştir. Toplum iki kutuplu hale gelmişti ve Fatih-Cem tarafı ve Beyazid tarafı olmak üzere ikiye bölünmüştü. Fatih’in de adayı Cem idi. Kanunnamesinin örnek olarak dağıtılacak metninde Cem’in adı zikredilmişti. Uzun Hasan ile savaşmak üzere doğu seferine çıktığında oğulları Mustafa ve Beyazid’i yanına almış, en güvendiği oğlu Cem’i İstanbul’da bırakmıştı.

Cem’in kapıkullarından oluşan merkezi bürokrasi içerisinde destekçisi, oldukça azdır. Uzun Hasan ile savaşta Fatih’in öldüğü haberinin yayılması üzerine, bizzat babası tarafından İstanbu’da bırakılan, Cem padişah ilan edilmiştir. Otlukbeli savaşından muzaffer olarak istanbul’a dönen Fatih, bu olayı tertip edenlerin hepsini idam ettirirken oğluna dokunmamıştır. Cem ile ilgili beklentileri vardır.

II.Mehmed 1481 yılında öldüğünde, eskisinden daha geniş ve güçlü bir imparatorluk bırakıyordu; ancak yorgun bir ordu, sıkıp suyu çıkarılmış ve hoşnutsuz bir halk, öfkeli ve bölünmüş bir seçkinler topluluğu da. İç savaş, bu patlamaya hazır durumun sonucu oldu biraz da.

Fatih Sultan Mehmed'in Şahsiyeti

İstanbul fatihi, sınırsız güç sahibi mutlak bir hükümdar olmanın yanı sıra dünya hakimiyeti fikrini de benimsemişti. Onun bu düşüncesinin kaynağı Türk-Moğol hakanlık, islami hilafet ve Roma imparatorluk fikriydi. 1446'da Grek kökenli filozof Georgios Trapezuntios Fatih'e hitapen, ‘Kimse şüphe etmez ki sen Roma imparatorusun. İmparatorluk merkezini hukuken elinde tutan kimse imparatordur ve Roma İmparatorluğu'nun merkezi de istanbul'dur’ diyordu.

Papa II.Pius (1405 -1464)

Papa ll.Pius, Fatih'i hıristiyanlığa davet eden mektubunda (1461-1464 arasında yazılmış ve bilinmeyen bir nedenle Fatih'e gönderilmemiş olan mektup) Hıristiyanlığı kabul ederse meşru imparator sıfatıyla dünyanın en kudretli hükümdarı haline geleceğini ve kendisine ‘Grekler'in ve Şark'ın imparatoru’ unvanını vereceğini söylüyordu. Fatih Ortodoks Patriğini, Ermeni Patriğini ve Yahudi Baş Hahamını payitahtına yerleştiriyor, fethe hazırlandığı dünyayı öğrenmek üzere Amirutzes'e 1456 yazında dünyanın haritasını yaptırıyordu.

İran'da yerleşen Akkoyunlu Hükümdan Uzun Hasan'ın Anadolu üzerinde nüfuz ve üstünlük iddialarına karşı da Osmanlı padişahının soyunu Oğuz Han'a çıkaran geleneklere daha çok önem verdiğine dair işaretler vardır. Fatih Sultan Mehmed "Avni" mahlasıyla şiirler de yazmıştır. Çağının şiir dilini ince hayallerle yoğurmayı başarmış. Açık ifadeleri ve akıcı üslubu , henüz sanatlara boğulmamış bir Türk şiirinin güzel örnekleri arasında sayılmıştır. Arapça- Farsça tamlamalar yerine Türkçe ifadeler kullanmayı tercih etmiştir. 

Ali Kuşçu Fatih'in huzurunda el öpüyor

Fetihten sonra istanbul'da sekiz kiliseyi (Zeyrek Medresesi de dahil) cami ve medrese haline getirdi; Ayasofya medresesini açtı.1471 yılında kendi camisi etrafında ünlü Semaniye medreselerini yaptırdı. Selamine’yi kurmak için, Türkistan’lı dönemin büyük matematikçisi ve astronomu Ali Kuşçu’yu görevlendirmiş, kütüphane müdürlüğüne onun öğrencisi Osmanlı matematikçisi Molla Lütfi’yi atamıştır.  Devrinin en büyük alimleri Molla Hüsrev, Molla Gürani, Molla Yegan, Hızır Bey ve Hocazade Muslihuddin'dir. Bu devir Osmanlı Türkleri'nde matematikte oldukça parlak bir devirdir. Fatih, kendi döneminde ilim ve felsefe tarihinin en önemli meseleleri üzerinde alimleri tartışmaya ve eser vermeye teşvik etmiştir. Timur’un karşısında Seyyid Şerif el-Cürcani ile Teftazani arasında ulemayı ikiye bölen ünlü tartışmayı, Tanrı bilgisine akılla mı, yoksa sezgiyle mi erişileceğini, kendi döneminin filozoflarına tekrarlatmıştır. Kelam uleması akılla erişileceğini iddia ederken, sufiler içe doğma, sezgiyle erişileceğine inanıyordu. Bu konu aynı zamanda batılı hümanistlerce de o dönem tartışılan bir konuydu.  Kendisi din felsefesinde, çağdaş pozitivistlere yakınlık gösteren Seyyid Şerif'e eğilim gösterirdi. Öte yandan İbn Rüşd ile Gazzali arasındaki medrese eğitimi üzerine olan büyük tartışmayı Hocazade Muslihuddin Efendi ile Alaeddin et-Tusi’ye inceletmiştir.

Fatih döneminin özgür düşünceli bilgini Molla Lütfi, gelenekçi ulemayı hiç çekinmeden eleştirir, alaya alırdı. Bu nedenle tüm ulema kendisine düşman kesildi. II.Beyazid’e şikayet edildi, Sultan ulema meclisinde görüşülüp karar verilmesini istedi. Lütfi, ulemadan dört otorite tarafından sorguya çekildi. Bir dersinde uhrevi selamet için kuru kuru yatıp kalkmak, namaz kılmak yetmez dediği öğrencilerinin tanıklığı ile açıklandı. Ulema meclisi katline karar verdi. Padişah II.Beyazid’in onayı ile idam edildi. Halk ve özellikle sufiler hiçbir zaman taasubun kurbanı olan Molla Lütfi’nin dinsiz olduğuna inanmadı.  

Fatih Sultan Mehmed’den sonra II.Beyazid tahta çıkıyor

II.Mehmed’in 1481’deki ölümünü, büyük bir yeniçeri isyanı, oğulları Cem’le Bayezid arasında taht kavgası ve izlediği maliye ve yönetim politikasına karşı genel bir tepki izledi.
  • Aşırı savaşçı politikası ülkeyi yormuştu. İktidarı sınırsız, sert bir hükümdardı; kışın bile süren seferlerden bitkin düşmüş yeniçeri ordusu asileşmişti.
  • Büyük girişimlerine kaynak sağlamak için gümrük vergilerinin yanısıra köylünün ödediği bazı vergileri artırmış, akçenin gümüşünü birçok kez düşürmüş, çok sıkı bir mali denetim getirmişti.
  • Son olarak da, önceleri vakıf ya da emlak haline dönüşmüş yirmi bin kadar çiftlik ve köyü devlet denetimine almış ve tımar olarak askere dağıtmıştı. Bu tedbirler, özellikle eski ve etkili aileler, ulema ile şeyhler ve dervişler arasında genel bir hoşnutsuzluk yaratmıştı.

Durumdan memnun olmayanlar bir propaganda hareketi başlatıp Mehmed’in büyük oğlu Bayezid etrafında toplandılar. Mehmed’in ölümü üzerine yeniçerileri isyana kışkırttılar. Fatih’in veziriazamı Karamani Mehmed Paşa öldürüldü, Bayezid’i tahta çıkarmak için tedbirler alındı. Bayezid yandaşları, yeniçerilerin taptığı Gedik Ahmet Paşa’ya güveniyorlardı. Bu büyük savaşçıyı, İtalya seferinin hazırlıklarının tam ortasındayken, Bayezid saflarına çağırdılar. Gedik Ahmet, Cem’i yenerek Bayezid’i tahta geçirdi, ancak gerçek iktidar Gedik Ahmet Paşa ile kayınpederi İshak Paşa’nın ellerindeydi. Kapıkulları Fatih’in son döneminde kaybettikleri iktidarı yeniden almışlardı. Yeniçerilere cülus(tahta çıkış) bahşişi dağıtıldı. 

II.Beyazid (1447- 1512)

II.Beyazid sultan olunca, Şeriata, ulemaya yakın oldu. Veli ünvanını aldı. Bu bir tepkiydi; Fatih döneminin hoşgörülü, geniş görüşlü tutumuna tepki. Fatih, sarayına İtalyan hümanistleri, Rum filozofları alıyor, kütüphane yapıyor, İtalyan-Rum klasikleri topluyor, Sarayını İtalyan ressamların freskolarıyla süslüyordu. Bayezid dönemi ise tam tersi bir dönem oldu. Fatih’in yaptığı birçok işten vazgeçildi. Babası zamanında devletleştirilmiş tımara dönüşmüş topraklar sahiplerine geri verildi. Vakıfların çoğu eski durumuna getirildi.

Ancak tepki toplumsal ve politik yaşamla sınırlı değildi. Güçlü bir topluluk yaşamın her alanında şeriatın uygulanmasını istiyor, yeni sultanı adalet ve şeriatın savunucusu ilan ediyordu. Saraydaki freskolar silindi, Fatih’in Bellini tarafından yapılan resmi de dahil saraydaki tüm resimler çarşıda satıldı. Askeri seferlere zorunlu olmadıkça çıkılmadı. Fatih döneminde yapılan devalüasyonlardan dolayı mağdur olan yeniçeriler, II.Bayezid’e hükümdarlığı süresince bir defadan fazla para basmamasını şart koşmuşlardı, buna dikkat edildi.

Bunların yanında Bayezid dönemi bir yeniden toparlanma ve barış yılları oldu. Bu dönemde Osmanlı ordusu yeni ateşli silahlar ile teçhiz edildi. Donanma sadece lojistik hizmeti gören yapıdan çıkarılıp savaşçı hale getirildi. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran ve Mısır seferlerindeki üstünlüğünün ana nedeni kılıç kalkan ile savaşan düşmana karşı Osmanlı’nın top ve tüfek ile karşılık vermesidir. Osmanlı altyapısının güçlenmesi Sultan Süleyman dönemindeki başarılarda bile payı vardır. Ayrıca Halil İnalcık’a göre, ‘Toplumun önde gelenleri II.Bayezid tahta çıktığında, babası II.Mehmed’in fetihlerinde fazla ileri gittiğini iddia edip yeni sultana babasını değil dedesi II.Murad’ı örnek almasını tavsiye etmişlerdi.’

Cem Sultan’ın taht mücadelesi

Şehzade Cem, babasının ölümünü geç haber alınca topladığı ordusuyla Bursa’ya gelmiş, saltanatını ilan edip adına para bastırmıştı. Osmanlı tahtına çıkmış kardeşi Bayezid’e haber göndererek İmparatorluğu paylaşma önerisinde bulundu. Fakat 1481 yılında Bayezid ile yaptığı iki savaşı da kaybederek Önce Memluklere sonra da Rodos Şövalyelerine sığınmıştı. Rodos şövalyeleri kendisini Fransa Kralına teslim ettiler. Cem, Fransa’da Zizim kulesinde gözetim altında tutuluyordu. Hiristiyan dünyası Cem’i Osmanlı ülkesine göndererek isyan çıkartmak, çıkacak kargaşada da Balkanları geri almak istiyordu. Bu plan dahilinde Papa, Fransa Kralını ikna ederek Cem’i Roma’ya getirtti. Cem Vatikan’da özel bir dairede tutuluyordu. Roma halkının hayranlığını kazanmıştı. Zaman zaman dışarı çıkıp fakirlere yardım ederdi. Papa, Hiristiyan olması teklifinde bulunmuş ama ‘Bana dünyanın saltanatını verseniz dinimi değiştirmem’ yanıtını almıştı. Bayezid, Cem’i hapiste tutmaları için önce Rodos Şövalyelerine sonra da Papa’ya yıllık 45.000 düka ödüyordu.

Şehzade Cem Sultan (1459-1495)

Fransa Kralı VIII.Charles İtalya’yı istila edip Arnavutluk’a geçmek, İstanbul üzerine yürümek ve Filistin’e kadar gidip Hz.İsa’nın mezarını Müslümanlardan kurtarmak hayalini kuruyordu. Floransa üzerinden Roma’ya girdi. Papa’nın elinden Cem’i zorla aldı. Kralın ordusu Napoli üzerine yürüdüğü sırada Cem ansızın öldü. Çok açık ki Papalık tarafından zehirlenmişti. Türbesi Bursa Muradiye mezarlığındadır. Oğlu Murad ise Sultan Süleyman, Rodos’u feth ettiği zaman idam edildi. Kudüs’ü kurtarma ülküsündeki Fransa Kralının ordusu zevki sefaya daldı. Tarihte ilk kez frengi salgını bir orduyu yere sermiştir. Kral ve ordusu Napoli’de Haçlı seferi için gemilere binip istanbul’u zaptetmek hayallerinden vazgeçip Fransa’ya döndü.

Fatih'in İç Siyaseti

Fatih Sultan Mehmed'in iç siyasetinde önde gelen konular bir taraftan İstanbul'un iskanı ve yeniden inşaası, diğer taraftan seferler ve fethedilen bölgelerin korunması için askeri kuvvetlerin arttırılması noktalarında toplanır. Bu iki husus. masrafların büyük ölçüde artmasını ve bu sebeple yeni vergiler konmasını gerektirdiğinden köylü ve şehirli büyük halk kitlelerini sıkmış ve memlekette bir takım gizli ve açık hoşnutsuzluklara yol açmıştır.

İstanbul'un iskanı ve kalkındırılması çabaları pek çok meseleyi beraberinde getirmiştir. Sürgün yönteminin geniş ölçüde uygulanması özellikle Anadolu'da yeni problemlere yol açmıştır. Diğer taraftan fetih sırasında istanbul'da devlet malı ilan edilen emlak başlangıçta göçü teşvik için her gelene parasız mülk olarak bağışlanmış, fakat daha sonra arsa ve sahipsiz konutlar devlet malı sayılarak kiraya tabi tutulmuş ancak meydana gelen hoşnutsuzluk üzerine bundan vazgeçilmiştir. Özellikle Eminönüne yerleştirilen Yahudilere evleri bedelsiz verilmiştir. Karaman sorunu ve Uzun Hasan dolayısıyla giderler artınca 1471 Rum Mehmed Paşa'nın veziriazamlığın da bu vergi yeniden konmuştur.

İmparatorluk fikriyle Fatih Sultan Mehmed, Rum soylularına mensup gençleri sarayına almış, bunlar birer Osmanlı olarak sonradan idare de önemli mevkilere geçmiştir. Rum Mehmed'den başka son Bizans hanedanı Paleologlar'dan Has Murad Paşa ve kardeşi Mesih Paşa bunların en tanınmışlarıdır. Ayrıca bazıları Bizans soylu sınıfından bir kısım hıristiyan Rumlar'ın da önemli mali işleri üzerlerine aldıkları bilinmektedir. Batı'ya kaçtıktan sonra orada barınamayan ve sefalete düşen bazı Rum aileleri tekrar İstanbul'a dönmüşlerdir. 1464-1472 yıllarında Rum bilginlerine Fatih'in sarayında özel bir ilgi gösterildiği anlaşılmaktadır. Georgios Trapezuntios, Roma'dan İstanbul'a bu sıralarda döndüğü gibi Kritovoulos’da eserini bu tarihlerde yazmıştır. Meşhur Trabzon’lu alim Amirutzes aynı devirde Fatih'in yakınlarında yer almıştı. Fatih'in divanından Batı'ya gönderilen siyasi yazılar ve antlaşmalar Rumca yazılıyor, bunları yazdırmak için Rum katipler kullanılıyordu.

Nihayet Fatih, geniş imparatorluğu dahilinde bütün Ortodokslar'ı tekrar patriğin idaresi altında toplamış, Rumlar'ı birleştirip İtalyanlar'ın sömürüsünden kurtarıp ekonomik bakımdan yükselmelerini sağlamıştır. Fakat bütün bunlara bakarak Fatih'in imparatorluğunu, lorga'nın söylediği gibi, Doğu Roma İmparatorluğu'nun İslam kisvesi altında canIanması saymak yanlıştır. Bizans kurumlarının taklit edildiği tezi de abartılıdır. Evet kendisinden önceki uygarlıklardan ve devletlerden esinlenmiş ama özgün Osmanlı İmparatorluğu’nu kurmuştur.

Sultan Mehmed, Theodosius Forumu'nun olduğu şimdiki istanbul Üniversitesi Bayezid kampusunun bulunduğu yerde ilk sarayını, daha sonraki yıllarda Sarayburnu'nda önce Çinili Köşkü sonra Topkapı Sarayı'nı inşa ettirdi.

Fatih döneminde yapılan %303 devalüasyon

Bu devirde içeride derin siyasi yankıları olan en önemli konu Fatih Sultan Mehmed'in mali siyasetidir. Osmanlı’nın mali durumu pek parlak değildi. İstanbul'un payitaht olarak onarımı ve sürekli seferler masrafları artırmıştı. Fatih, yeni akçe çıkarmak ve eski akçeyi beşte bir eksiğine zorunlu olarak değiştirmek suretiyle bütün nakdi servetlere bir nevi vergi koydu. Böylece 1451,1460, 1470,1475 ve 1481 yıllarında değeri düşük yeni akçe çıkarıldı. 1470’den sonra bunun her beş yılda bir uygulanması kayda değerdir.

1462’de bir florinin karşılığı 40 akçe idi; 1510’da aynı altın para için 54 akçe gerekiyordu. Gümüş para olan akçe deki gümüş miktarı, Fatih’in iktidarının başında 1451’de 1,052 gram iken, iktidarının sonunda 1481’de sadece 0,75 gramdı. Yeni akçe çıkarılmasının sık sık uygulanması o kadar derin bir hoşnutsuzluk doğurmuştur ki ll.Bayezid tahta geçerken kendisine kabul ettirilen hususlardan biri de bir defadan fazla yeni akçe çıkarmaması idi.

Devüluasyon yapmanın o zamanki yöntemi, altın ya da gümüş bir sikkeye konan değerli madenin oranını azaltmaktı. Fatih dönemi başında 16 krat olan Osmanlı akçesi sonuna doğru 5,25 krata kadar düşürülerek, %303 oranında devaülasyon yapılmış, aradaki fark dış yağmalarla yetinemeyen devlete aktarılmıştı. 1476 yılında II.Mehmed’in Boğdan’a yaptığı seferin arkasından ekonomi o kadar bozulur ki Babıali, Hazineyi yeterli hale getirmek için, vakıflara ve özel mülklere el koymak zorunda kalır.

Osmanlı’nın geliri, ülkede ticaret sınırlı yapıldığı, üretim olmadığı için köylüden alınan vergiyle çok büyük oranda dış talana dayalıydı. 1458 sonbaharında Anadolu sipahilerini savaş meydanında tutmak için Anadolu eyaletinde reayanın ödediği çift vergisini bir emirle 22 akçeden 33'e çıkartmış ve bu vergi yerleşip kalmıştır. Ticaret yapan Osmanlı tebaası hangi dinden olursa olsun yabancılardan daha az gümrük ödüyordu. Başlangıçta yerliler %2, yabancılar %4, daha sonra bu oranlar yerliler için %4, yabancılar için %5 olmuştur. Diğer taraftan Arabistan yolu ile Hindistan ticareti ve Dubrovnik yolu ile Floransa ticareti Fatih devrinde gelişme göstermiştir.

Hint Okyanusun’da ve Hindistan’daki fırsatları göremeyen Yavuz Selim’in ve  Amerika’nın bulunup, sömürgeleştirilmesi ve her yıl 300 ton civarında altın ve gümüşün Avrupa’ya akmasını, Osmanlı parasının pul olmasını sadece seyreden, buna karşın medreselerden fen derslerinin kaldırılmasını onaylayan Sultan Süleyman’ın, vizyonlarını yeniden değerlendirmek gerekir. Niyazi Berkes’e göre ‘Amerika’dan gelen altın ve gümüş ile, 1500-1600 yılları arasında Avrupa’da, 1 milyar dolar değerinde para basıldığı tahmin ediliyor, yani eskisinin dört kat fazlası para piyasaya çıkıyor. Yalnız 17. yüzyılda Avrupa’da dolaşan sikkelerin hacminin 12 kat arttığı tahmin edilmektedir.’ Paranın bu kadar bol olduğu bir ortamda esnaf değeri düşük Osmanlı parasınını kabul etmemeye başlamıştı.

Osmanlı devlet geleneği, kendini yenileyerek üretebilen bir ekonomik yapı kuramadığı gibi, aynı şekilde kendini yenileyerek düzelten bir hukuk düzeni de kuramamıştır. Bununla birlikte Fatih döneminde, biri devlet örgütü diğeri vergiler/cezalar olmak üzere çıkarılan iki kanunname bu durumun değişimi yolunda atılmış önemli bir adım olarak anılmalıdır.

Fatih döneminde Toprak reformu

Bu reform binlerce vakıf ve mülkün, şahısların özellikle din adamlarının eline verilmiş toprakları yeniden devlet kontrolüne almak ve ordu mensuplarına göreve bağlı(tımar) olarak dağıtmaktan ibaretti. Bütün vakıflar ve mülkler gözden geçirilerek Tursun Bey'e göre 20.000'den fazla köy ve mezra tımarlı sipahilere dağıtılmıştır. Nişancı Karamani Mehmed Paşa'nın veziriazamlığında (1476-1481) uygulanan bu toprak reformu memlekette geniş hoşnutsuzluk uyandırmıştır. Bu ıslahatın asıl gayesi tımarlı sipahi sayısını artırmak ve padişahın hazinesi için yeni haslar(Osmanlı’da yıllık geliri yüz bin akçeden çok olan topraklardan alınan vergi) bulmaktı.

Bir zamandan beri babasıyla arası açık bulunan Amasya Valisi Şehzade Bayezid bu kanunun kendi bölgesinde (Amasya, Tokat ve Trabzon) uygulanmasına karşı çıkınca halk gözlerini ona çevirmiştir. Öteki Şehzade Cem babasının savaşçı siyasetini ve ekonomik düzenini devam ettirmeye aday sayılıyordu. Bu reform, özellikle tekke, zaviye mensupları arasında yıllar süren derin bir hoşnutsuzluk doğurmuş, halefi II.Beyazid tahta çıkınca vakıf ve mülkleri geri vermiştir.

Bektaşi - Sünni - Alevi çatışması ve Ortodoks Patrikliği

Osmanlı, sünniliği resmi ideoloji haline getirirken, kuruluşta temel rol oynayan Bektaşi gelenekten sistematik olarak uzaklaşmıştır. 15. yüzyıldan sonra Ahi etkinliği, yerini medreselere bırakırken, aşiret-Türkmen-Müslüman gelenekten gelen yöneticiler de yerini dönme ve devşirmelere bırakmıştır.
Fatih şehrin ticaret merkezi olan Galata’dan kaçmış olan Rumların ve Cenevizlilerin geri dönmesini sağladı. İstanbul’u, farklı dinlerden insanların bir arada yaşadığı, ticaret ve kültür merkezi olan bir başkent yapmayı amaçladı. Kuracağı imparatorluk bir İslâm devleti olmakla birlikte Doğu Roma gibi kozmopolit bir yapıya sahip olacaktı. Bu amaçla şehirde Rum Ortodoks Patrikhanesi, Ermeni Patrikhanesi ve Yahudi hahambaşı bulunması gerektiğine karar vermişti.

Bizans Ortodoks kilisesinin Vatikan karşısında bağımsızlığını savunanların önde gelenlerinden biri Georgios Scholarios isimli bir papazdı. Kilise içindeki Plutonculara karşı sıkı bir Aristocu olan Georgios Scholarios, çok sert biçimde Bizans Ortodoks kilisesinin bağımsızlığından yana tavır koymuştu. Bizans’ın Osmanlı’nın eline geçmesinden kısa bir süre önce 1448 yılında ünlü Pantokrator Manastırı’nda göreve başlamış ve Gennadius adını almıştı. Gennadius fetih sırasında diğer tutuklular ile birlikte Edirne’ye gönderilmişti. Fetih’ten sonra Fatih bu din bilginini buldurmuş ve Hiristiyan Ortodoksların  Patriği olarak atamıştı. Bu davranışı ile Fatih, Ortodoks tebanın gönlünü kazandığı gibi Katoliklere karşı Ortodokslarla stratejik bir ittifak yapmış, Ortodoks kilisesiyle Katolik kilisesinin birleşmesini de engellemiş oluyordu. Şehirdeki Yahudilerin Hahambaşı olarak Moşe Kapsali atandı. 1461 yılında ise Bursa Psikoposu Hovakim İstanbul Ermeni Patriği olarak atandı. Böylece dört ana din kolunu İmparatorluğun şemsiyesi altında organize etmiş oluyordu.

Rum Ortodoks Patrikhanesi lideri II.Gennadios ve Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed

Ayasofya Kilisesi, camiye çevrildiğinden Patrik’e resmi makam yeri olarak kentin ikinci büyük kilisesi olan Havariyun Kilisesi verilmişti. O zamanlarda yaklaşık bin yaşındaki Havariyun Kilisesi'nin bahçesinde Bizans İmparator ailelerinin mezarları bulunmaktaydı. İstanbul’un dördüncü tepesi olan bu alana Fatih daha sonra kendi camisini ve türbesini yaptırmak isteyince, Kilise 1455’de yıkıldı ve 1462 yılında ilk Fatih camii inşaası başladı. 1766 depreminde cami yıkılınca III.Mustafa döneminde 1771 yılında yeniden inşa edildi. Mevcut Fatih camiinin ilk yapılan ile mimari açıdan benzerliği yoktur.

Patriklik Havariyun Kilisesi’nden sonra Çarşamba semtinde 12. yy'da II. Ioannes Komnenos'un yaptırdığı Pammakaristos Manastırına taşındı. Burası da III.Murad döneminde 1591'de Fethiye adıyla camiye dönüştürülünce önce Fener'deki Vlah Sarayı Kilisesi'ne, 1597'de Ayvansaray'daki Ayios Dimitrios Kilisesi'ne, son olarak ta 1602'de Fener'de bulunan Ayios Yeoryios Manastırı'na taşındı.

Kanuni Sultan Süleyman zamanında tüm kiliselerin camiye çevrilmesi için iki kez teşebbüs de bulunulmuştu. Sultan Süleyman, Konstantinapolis’in teslim olmayı reddettiği halde, mukaddes İslam hukukunun tersine, neden hala kiliseleri muhafaza ettiklerini anlayamıyordu. Bunun çözümü olarak şehirdeki Rum ve Türk yetkililer birlikte ‘Rum ileri gelenlerinin mahallelerine ait anahtarları, altın kasede Fatih’e sunduklarını gördüklerine yemin eden üç yaşlı yeniçeri’ buldular da sorun çözüldü.

Dünya üzerinde yaşayan 250 milyon civarındaki Ortodoks Hiristiyan, Fatih Sultan Mehmed’e çok şey borçludur. Fetih öncesinde çok zayıflayan Bizans Ortodoks camiası, Katolik dünya ile birleşme yolunda adımlar atmış ve fiilen birleşmişdi. Ancak Konstantinapolis’de yaşayan halk bu dayatmaya karşı çıkmış ve benimsememiştir. Eğer Konstantinapolis’in fethi gerçekleşmemiş olsaydı Ortodoks önderlik büyük ihtimal ile Katolik önderliğe boyun eğmiş olacaktı.

Fatih Külliyesi; merkezindeki cami, on altı tane  medrese, darüşşifa, tabhane, imarethane, kütüphane ve hamamdan oluşur. Yapımına 1462 yılında başlanıp, 1470 yılında tamamlanmış olan külliyenin mimarı Atik Sinan’dır. İlk cami, 1766 depreminde yıkılmış, 1767-1771 yılları arasında Mimar Mehmet Tahir Ağa tarafından yeniden yapılırken yıkılan caminin mimari özelliklerine sadık kalınmamıştır.

Doğmatik İslam yanında bir de tarihi islam vardır; tarihi koşulların etkisi altında İslam, çeşitli şekiller almıştır. Şeriat, tarihi bir gelişimin ürünüdür. İslamın esasları(akaidi) değişmez, ama günlük hayatı düzenleyen işlemlere ait hükümler tarihi bir olgudur ve değişmeye açık olduğu ulema tarafından kabul edilmiştir. Tarihi gelişiminde İslamiyet, Kuran’ı akli prensiplere göre yorumlayan Mutezile gibi akılcı bir felsefi akım ya da İbn Arabi, Mevlana Celaleddin ve Hacı Bektaş’ın mistik islamı gibi çeşitli şekiller ve yorumlar sergilemektedir. Osmanlı tarihinde bu iki anlayış birlikte egemen olmuştur. Sünni, Ortodoks medrese İslamiyeti karşısında sufi tarikatlarının temsil ettiği mistik bir İslamiyet vardır. Padişahların Sünni İslamiyet’i öğreten hocaları yanında daima tarikat mensubu bir şeyhi olurdu. Bin yıllık deneyimlerinde Türkler, özellikle Anadolu Türkleri iki çeşit İslamiyet’i birlikte benimsediler: Bir yanda Türkmen-Yörük grupların sufi-Alevi ağırlıklı inanç sistemi, öbür yanda devletin Hanefi-Sünni İslamiyeti. Alevi Kızılbaşlar’ın şiddetle takibata uğratılması, onların Safevi İran Şahı’nı kendi tarikat piri ve gerçek hükümdarları olarak tanıma dolayısıyladır. 

Fatih Sultan Mehmed türbesi - Fatih Camii’nin kıble avlusunda yer alan  türbe 1766 depreminde camiyle beraber yıkılmış, Mimar Mehmet Tahir Ağa tarafından cami ile birlikte 1767 yılında yeniden yapılmıştır.  Kesme taştan, geniş saçaklı, revaklı, on kenarlı, kubbeli ve Barok üslubundadır.

Osmanlı Devleti’nin hukuk temeli, iki sütüna dayanıyordu: İslam hukuku(Şeriat) ile Osmanlıların fetihleri boyunca imparatorluğa kattıkları halkların hukuksal örf ve adetleri. Osmanlı devletinde bu ikilik oldukça açıktır. Hiristiyanlığı fethe çıkan bir devletin kendi yasal dayanaklarının epeyce bir bölümünü ondan çekip alması enteresandır.

Halid Ebu Eyyub El-Ensari’nin mezarının bulunması

Hicret sırasında Hz. Peygamber'i Medine'de evinde yedi ay misafir eden ve Türkiye'de ‘Eyüp Sultan’ unvanıyla anılan sahabi (Hz. Peygamber'i görmüş, O'nun sohbetinde bulunmuş müslüman). Hicretten iki yıl kadar önce müslüman oldu. Hz. Peygamber ve dört Halife dönemindeki savaşlarda yer aldı. Savaşlarda özellikle Hz.Peygamber’in  korumalığını üstlenmiştir. Katıldığı seferlerin sonuncusu müslümanların ilk İstanbul kuşatması oldu. Onun bu kuşatmanın başlangıcından bir yıl sonra 669’da gönderilen Yezid b. Muaviye kumandasındaki takviye birliğin içinde bulunduğu rivayet edilmektedir. Kuşatma devam ederken hastalanarak 669 yılında vefat etti. Vasiyeti üzerine surlara yakın bir yere defnedildi.


Konstantinapolis’in fethinin uzadığı, askerde huzursuzluğun başladığı günlerde Akşemseddin, Peygamber’in bayraktarı Eyyub Ensari’nin mezarının yerini rüyasında görür ve sabah Padişahı ve diğer yetkilileri oraya götürür. Yere bir çubuk dikerek nişan koyar. Hatta söylentiye göre padişah ondan habersiz çubuğun yerini değiştirir, ama Akşemseddin, ‘Hayır, burası değil’ deyip çubuğu alır, gene ilk gösterdiği yere götürür. Burası kazılır ve Eyyub ensari’nin hiç bozulmamış cesedi çıkarılır. Türbe ve cami, daha sonra, işte burada yapılır. Osmanlı padişahlarının cülüs(tahta çıkış) törenlerinde kılıç kuşanma merasimleri, şeyhülislam ve ulemanın da bulunduğu bir törenle Eyüp Sultan Türbesinde yapılırdı.

Osmanlı’da idam edilen ilk veziriazam Çandarlı Halil Paşa

Osmanlı İmparatorluğu, Arapça ve Farsça dilinin tercih edildiği, Türk Müslüman kökenlilere kapalı saray mektebi(Enderun) ve devşirme yeniçeri ordusuyla, dinsel dönmelik üzerine kurulu bir kapıkulu egemenliğidir. 1453-1599 yılları arasında iktidarda olan 48 veziriazam’dan yalnızca dört tanesi Türk-Müslüman soyundandır. Bu veziriazamların üç tanesi ayrıca hadım edilmiş olmak üzere hepsi kendi ailelerinden koparılmış Hiristiyan kökenlilerdir.

Bu dönmeler, Türk kökenli halkla hiçbir bağları olmadığından ve bir Osmanlı ortamında canlılığını hala sürdüren aşiret ya da klan geleneklerinden bütünüyle koptukları için, ancak Osmanlı hanedanına sadık kalarak bir gelecek umudunda olabilirlerdi.

Çandarlı Halil Paşa’nın Bursa İznik’deki mezarı

Çandarlı Halil Paşa, II.Mehmed 12 yaşında tahta ilk çıktığında, kendisini sabırsız ve deneyimsiz görmüş, Varna savaşını bahane edip II.Murad’ı ordunun başında sefere çıkarmış, sonrasında yeniçerilere çıkarttığı isyan ile de ilk fırsatta babası II.Murad’ı yeniden iktidara taşımıştı. Fatih Sultan Mehmed bu davranışları nedeniyle yıllardır Veziriazam’ına karşı bir hınç duymaktaydı. Konstantinapolis’in fethi sırasında da sürekli olarak kuşatmanın kaldırılması için görüş bildirip hakkında da Bizans'dan para aldı dedikoduları çıkınca, fetihten hemen sonra Çandarlı Halil Paşa Yedikule'de kırk gün hapsedildi. Veziriazam daha sonra Edirne’ye götürülerek 10 Temmuz 1453’de gözlerine mil çekilip, işkence edilerek, idam edildi. Böylece herkes genç hakana boyun eğdi. Çandarlı Halil Paşa, idam edilen ilk Osmanlı veziriazamdır(sadrazam).

Osmanlı’da kardeş katli ve Ekberiyet

Eski Türk inançlarına göre, hakanın atanması Tanrı’nın elinde olduğundan, değişmez bir hanedan yasası koymak, ya da tahttaki sultana eylemle meydan okumak Tanrı’nın istencine karşı çıkmaktır. Hangi Osmanlı şehzadesi imparatorluk başkentini, hazineyi ele geçirir ve yeniçerilerin, ulemanın, saray görevlilerinin desteğini kazanırsa yasal sultan olurdu. Tahta geçişte etmen, 1421’den sonra genellikle yeniçerilerin desteği olmuştur.

Taht için yapılan ölümcül kardeş kavgalarının sonucu, Tanrısal bir buyruk olarak görülürdü. Yenik düşen şehzadeler genellikle düşman topraklarına sığınırlardı; dolayısıyla da Osmanlı sürekli olarak iç savaş tehlikesi ile karşı karşıya idi. Bu nedenle Fatih Sultan Mehmed, ‘Tanrı’nın saltanatı bağışladığı oğlum, devletin iyiliği için kardeşlerini yasal olarak öldürebilir. Ulemanın çoğu bunu mübah buluyor’ dediği Kanunnamesiyle İmparatorluğun ilk gününden beri yaygın olan bir adeti kanunlaştırıyordu. Bu bile iç savaşları önleyemedi. Bunun nedenlerinden biri, şehzadelerin 12 olan ergenlik yaşına eriştiklerinde, Anadolu’nun eski yönetim merkezlerine, lalalar eşliğinde sancakbeyi olarak gönderilme adediydi. Burada başkenttekine benzer bir saray ve yönetim kurarlardı. Bu şehzadeler için bir okul ve stajdı.

Şehzadelerin sabırsızlığı kimi zaman iç savaşa yol açardı. Yavuz Selim 1511’de kardeşlerine karşı silaha sarılmış, Kanuni Sultan Süleyman oğulları Mustafa ve Bayezid’i kendi hükümdarlığına karşı çıkmaları nedeniyle boğdurmuştur. Bu olaydan ders alan oğlu II.Selim(1566-1574) ve torunu III.Murad(1574-1595) sadece en büyük oğullarını sancakbeyi olarak atamıştır. Bu oğullar babaları ölünce hiçbir direnişle karşılaşmadan padişah olmuşlar, saraya gelir gelmez de göz hapsindeki kardeşlerinden kurtulmuşlardır. III.Murad’ın ilk işi beş kardeşini öldürmek olmuştur. III.Murad’ın oğlu III.Mehmed (1595-1603) ise, 19 kardeşini öldürtmüş ve şehzadeleri sancakbeyi atanması adetine son vermiştir. Şehzadeler haremde, kafes ya da şimşirlik diye bilinen özel bölmelere yerleştirilmiştir. Şehzadeler kafesden ayrılamaz, çocuk sahibi olamazlardı. Sürekli olarak idam korkusu ile yaşadıklarından çoğunda ruhsal bozukluklar belirmişti. II.Süleyman(1687-1691) 45 yaşında tahta çıkmak üzere çağrıldığında 40 yıldır kafeste tutuluyordu ve idama götürüldüğünü sanarak direnmişti. III.Süleyman ise 4 yaşında kapatıldığı kafesde 51 yıl kaldı. Haremdeki odasından başka bir yer ve hizmetindeki birkaç kişiden başka insan görmemişti. Böyle bir hayattan gelen padişahın bir imparatorluğu yönetmesi bekleniyordu. 

Harem'le Gülhane parkı arasında; Büyük Yüzme Havuzu’nun altındaki Şimşirlik’de denilen İncirlik Bahçesi’nde bulunan ve sıra odalardan oluşan bu yerin adı Aslanhane ya da dramatik adıyla Kafes. Bir zamanlar burada saray aslanları barındırılırmış. I.Ahmet’ten Tanzimat’a kadar tahtından indirilen padişahlarla, tahta çıkmayı bekleyen şehzadeler, burada mecburi ikamete tabi tutuldular

Önceleri, eyaletlerdeki şehzadeler taht için açıkca savaşa girişirlerdi. Yenilgi takdiri ilahi olarak görülürdü. Kafes sistemi ise, eski Türk geleneğine aykırıdır. Halk savunmasız çocukların ölümlerini hiç onaylamamıştı. III.Mehmed’in 19 kardeşini öldürtmesi üzerine dönemin tarihçisi ‘göklerdeki melekler İstanbul halkının iç çekmelerini ve hıçkırıklarını işitiyordu’ diye yazar. III.Mehmed’in ölümü üzerine tahta çıkan büyük oğlu I.Ahmed(1603-1617) bir takım yüksek rütbeli görevlilerin ricalarına uyarak engelli kardeşi Mustafa’yı öldürtmedi. Ahmed ölünce de yerine Mustafa padişah oldu. Böylece hanedanın en yaşlısı padişah olur adeti yerleştiyse de katliamlar 17. yüzyıl boyunca da sürdü. II.Osman, Polonya seferine çıkmadan önce en büyük kardeşi Mehmed’in idamını onaylayan bir fetva aldı. IV.Murad(1623-1640) kardeşlerinin üçünü öldürttü, en küçük kardeşi İbrahim ise Murad’ın hiç çocuğu olmadığından bağışlandı. Sultan Murat ölünce kardeşi İbrahim sultan oldu. Ondan sonra da IV.Mehmed(1648-1687) yedi yaşında tahta çıktığında kardeşleri Süleyman ile Ahmed’i bağışladı. Mehmed’in hal’i üzerine Süleyman padişah oldu; onun ölümünden sonra ise yerine II.Ahmed(1691-1695) geçti. Süleyman ve Ahmed, IV.Mehmed’in çocuklarını öldürtmediler. Böylece II.Mustafa(1695-1703) ve III.Ahmed(1703-1730) sırasıyla hükümdarlık edebildiler.

Saltanatın babadan oğula geçmesi adetinin yerine böylece Batı’daki gibi hanedan içinde Seniratus kuralına (ekberiyet), yaşa göre tahta çıkma geleneği yerleşti. Ancak, 1876’da Kanuni Esasi’nin ilanına kadar culusu belirleyen resmi bir kural olmamıştır. Bir sultan öldüğünde bütün görevler ve yasalar, yeni sultanca teyid edilene dek geçersiz sayılırdı. Bu başıbozukluk sırasında görevde bir yönetim olmadığı için yeniçeriler kimseye itaat etmez, yağmaya ve yakıp yıkmaya kalkarlardı. Bazen ara rejim iki, üç hafta kadar sürerdi, bu nedenle Veziriazam yeni Padişah sancaktan gelip tahta çıkana dek sultanın ölümünü ordudan gizli tutmaya çalışırdı. Kafes sistemine geçilmesi bu olumsuzluğu önlemiştir. 

Ortaçağ’dan Yeniçağ’a ne zaman geçildi ?

Tarih kitaplarımızdan hepimiz, 476’da Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı ile başlayan Ortaçağ’ın 1453’de Konstantinapolis’in fethi ile  kapanıp, Yeniçağ’ın başladığını öğrendik. Acaba gerçekten bu tüm dünyada kabul görmüş bir şey miydi ? Yoksa sadece bize mi aitti. Türk dünyasında, Konstantinapolis’in fethi ile Avrupa’ya giden bilim adamlarının Rönesansı başlatmaları yüzünden, 1453’ün Yeniçağın başlangıcı olarak kabul edildiği söylenir. Rönesansın başlaması ile Bizans’lı bilim adamlarının bir ilgisinin olmadığı anlaşılmıştır. Bizanslı bilim adamları zaten birkaç yüzyıldır İtalya’daydılar ve Rönesans bu tarihten çok önce zaten İtalya şehirlerinde başlamıştı. Diğer yandan coğrafi keşiflerinde Konstantinapolis’in fethi ve klasik ticaret yollarının kapanmasıyla ile ilgisi yoktur. Coğrafi keşifler Akdeniz ticaretinin egemeni İtalyanlar tarafından değil fetihten 34 yıl önce Portekizlilerce başlamıştır.

Konstantinapolis’in fethinin, dünyanın sonraki biçimlenmesi üzerinde doğrudan ve temelli bir etkisi yoktur. Nitekim şehrin Hiristiyan dünyası için Kudüs kadar bile manevi değeri kalmadığı için dişe dokunur bir yardımla desteklenmemiştir. Eğer Fatih, İtalya’yı almış olsaydı işte o zaman bu konuda birşeyler söyleme durumunda olurduk. Genel olarak Yeniçağ, Amerika’nın keşif tarihi olan 1492 yılı ile başlatılmaktadır. Matbaanın 1440’lı yıllardaki icadını da yeni çağın başlangıcı olarak kabul edenler vardır. Ama bu kategorizasyon bizim de bir üyesi olduğumuz Avrupa’ya aittir. Diğer kıtalarda tarihsel periyotlar farklı dönemlere ayrılmıştır.

Fatih'in İstanbul'a atadığı ilk Belediye Başkanı Hızır Bey ve Kadıköy

1444 yıllarında Fatih’in Edirne’de bulunduğu günlerde şehre Acem illerinden bilgili, ama kibirli bir âlim gelir. Acem bilgini Türkleri hor görür, muhataplarını küçük düşürür. Fatih bu tavırdan rahatsız olur ve ‘Şu adamı susturacak biri yok mu?” der. Sivrihisar doğumlu Hızır beyi huzura getirirler. Hızır Bey müthiş bir hafızaya sahiptir, esprilidir, kıvraktır, zekidir. Sözün nereye varacağını önceden kestirir ve soruya soruyla cevap verir. Nasreddin Hoca gibi bir dehanın torunudur o.

Acem âlimi kazandığı küçük zaferlerin sarhoşluğu ile Padişahın huzuruna çıkar ve rakip diler. Fatih, bu kez hazırlıklıdır. Umursamaz tavırlarla etrafına bakar ve güya ilk gözüne ilişen askere (bu aslında Hızır Bey’dir) meydanı gösterir. Acem alimi, karşısına çıkarılan genç sipahiye bıyık altından güler. Ancak Hızır bey onun sorularına rahatlıkla cevap verir. Vakit ilerledikçe kibirli Acem’i ter basar. Sultana hitaben, ‘Ben bunca diyar gezdim, şunca meclise katıldım ama böylesini ne gördüm, ne de işittim’ der. Lakin Hızır Bey’in elinden kurtulmak kolay değildir öyle. Bu kez Acem bilginine o sorular yöneltir ki adamcağız dut yemiş bülbüle döner. Fatih’in önüne gelir ‘Bu çocuğun kıymetini bil’ der ve meclisi terkeder.

Fatih onun kıymetini bilir. Hızır Bey’i İstanbul’a kadı yapar. O devir kadıları beldenin meseleleri ile de ilgilenirler aynı zamanda şehreminidirler(Belediye başkanı). Kadının mahkemesi Üsküdar’dadır. Yerleştiği yer daha sonra onun adıyla anılacak olan Kadı köy’dür.

Feodal Ademi Merkeziyetçilik mi Kadiri Mutlak Merkeziyetçilik mi?

Fatih Sultan Mehmed, en üstte kadiri mutlak hükümdar olarak kendisi, Padişahın emrinde devletin halka karşı iktidarının mekanızması olarak kapıkulları ve ancak bunlardan sonradır ki güçleri kırılmış bir şekilde yerel beylerin geldiği katı bir hiyerarşik imparatorluk kurmuştu. Yönetimde veziriazam’ın kudretini artırarak devletin tek amiri durumuna getirmiş, ancak hükümdar karşısındaki rolünü hiçe indirerek devlet idaresindeki merkezciliği ve mutlaklığı daha da koyulaştırmıştır.

II.Murad dönemi, devletin hızla feodaliteye doğru yol aldığı yerel beylerin güçlerinin doruğunda olduğu bir dönemdi. Buna karşılık Fatih dönemi, Beylerin ellerindekilerin zorla geri alındığı ve onların iktidarsızlaştırıldığı bir karşı baskı dönemi oldu. Feodal beylerin insafından kurtulan köylüler, merkezi devletin insafına alınıyorlardı. Tüm bunlar daha etkin bir saldırı mekanızması, daha çok ve disiplinli asker toplayabilmek ve devletin vergi temsilcisi durumunda olan tımar sahibi sipahilerin, daha etkin bir vergi aktarım mekanızması haline gelebilmeleri için yapılıyordu. 

Fatih Sultan Mehmet'i gül koklarken tasvir eden minyatür. Nakkaş Sinan Bey'in eseridir

Fatih’in politikaları sonucunda mal varlıklarını güvencede hissetmeyen feodaller ve devletin ileri gelenleri, topraklarının mülkiyetini vakıf statüsüne geçirerek onları padişahın el koymasına karşı güvenceye almaya çalıştılar. Bu gelişmeye Fatih’in yanıtı daha sert oldu. Vakıflar sıkı bir denetim altına alınıp, uygun olmayanlar devlet mülkü haline getirildi ve tımarsız sipahilere tımar karşılığı dağıtıldı. Böylece Mihailoğulları, Evrenosoğulları, Malkoçoğulları, Turahanbeyoğulları, İshakbeyoğulları gibi uç beylerinin nüfusları kırıldı ve merkeziyetçi devlet güçlendi. Ancak Fatih’ten sonra Bayezid döneminde tam tersi rüzgarlar esti. Neredeyse Fatih’in yaptığı her şey eskiye döndürüldü.

Osmanlı’nın Fatih’in zamanında Türk devleti geleneklerinden iyice uzaklaştığı kabul görmesine rağmen, gerçek Türk devletleri olan Candaroğulları Devletini 1461 yılında, Karamanoğulları Devletini 1464 yılında yok edip, Akkoyunluluları ezmesi Türklüğün gereği gösterilir. Ama fethettiği İstanbul’un özellikle tamamen bir müslümanlar şehri olmamasını istemiş, aksine farklı inançlardan insanların birlikte yaşadığı kozmopolit bir imparatorluk merkezi olmasını bizzat gerçekleştirmiştir.

Eğer Çandarlı Halil Paşa kazansaydı ve Fatih Sultan Mehmed padişah olmasaydı, büyük bir olasılıkla, Osmanlı padişahının otoritesinin azalacağı, ademi merkeziyetçiliğin güçleneceği, Avrupa devletlerindeki gibi feodal bir süreç yaşanacaktı. Bu durumda askeri olarak kendini savunması görece olarak dezavantajlı, Balkanlar ve diğer Müslüman ülkelere yönelik işgalci bir tehdit olmaktan çıkan, ekonomisi talana değil, giderek üretime dayalı, dolayısıyla hem burjuvalaşmaya hem de Rönesans’ın etkilerine daha açık bir Osmanlı olma ihtimalimiz de vardı. Ama ülkenin tutucu yapısı bunlara ne kadar izin verirdi onu kestirebilmek de kolay değil. Sıradan bir Ortadoğu ülkesi olma ihtimalimiz de hayli kuvvetliydi.

İnsan atalarıyla niye övünür ? İnsanlık evrimine katkıları nedeniyle. Gariptir ama bir kesim, en çok Türk kanı akıtan, din hukukunu en çok ihlal eden padişahı, en sevgili Osmanlı Padişahı ilan ediyor (E.Aydın Fatih ve Fetih).  Fatih, o gün için çok önemli olan laik yönelimler, bilimin teşviki ve farklı inançların kurumsallaşma hakkına saygıda diğer Osmanlı padişahları içinde erdemleriyle de sıyrılan bir insandı.

Kurtuluş savaşı sürecinde önemli bir kilometre taşı olan, İstanbul’un İngiliz ve Fransız emperyalist işgalinden kurtuluş tarihi olan 6 Ekim, neredeyse sıradan bir anma günü olarak kutlanırken, şehrin Osmanlılarca işgal günü olan 29 Mayıs, tüm ülkeye yayılan gösterilerle kutlanıyor. Aslında asıl kutlanması gereken tarihin, işgalden kurtuluş tarihi olan 6 Ekim mi, yoksa işgal edilen 29 Mayıs mı olduğunu tartışmak gerekir. Acaba bizim gibi, yaşadıkları toprağı işgal ettikleri günü, bağımsızlık gününden daha çoşkulu kutlayan dünyada kaç devlet vardır. (E.Aydın Fatih ve Fetih)

Konstantinapolis’in fethinden sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun karşısında iki seçenek bulunuyordu. Ya Avrupalı olacak, ya da Asyalı kalacaktı. Avrupalılık o zaman yeşermeye başlamış olan Rönesans’ı izlemeyi, Asyalı olmak ise Cengiz’den geri kalan saldırgan ve yok edici savaşçılığı devam ettirmeyi gerektiriyordu. Din birinci tercihin önünde bir engelken, ikinci tercihte böyle bir engel yoktu. Ancak Konstantinapolis’i fetheden 21 yaşındaki Sultan’ın kararını hiç tereddütsüz verdiği görülmektedir. Kendisi de, devleti de Avrupalı olacak, Avrupa sahnesine oynayacaktır. Bu kararını hem kişisel kütüphanesine topladığı kitaplardan, hem de tercih ettiği sanat dallarından, hem de kurduğu devlet politikasından anlıyoruz. Fatih’in gözü Sezarların tahtındaydı. Doğudakine oturduğu gibi, batıdakine de oturmak niyetindeydi. Bu niyeti kendisine pahalıya mal oldu ve 49 yaşında belki de Papa’nın tuttuğu bir kiralık katil olan doktoru Yakup Paşa tarafından zehirlenerek katledildi. Ölümünün Avrupa’da büyük bir sevinç dalgası yarattığı, Venedik’te halkın ‘La Grande Aquila e morta!’ yani ‘Büyük kartal öldü’ diye bayram ettiği anlatılır.
Fatih Sultan Mehmed dönemi, Osmanlı’nın gerçek bir imparatorluğa dönüştüğü yıllar olmuştu ama bunun diyetini halk ve askerler artan vergiler, değeri düşürülen akçeler ve ellerinden alınan topraklarla ödemişti. Toplumun hemen her kesiminde barış içinde, ekonomik olarak sorunsuz bir yaşam beklentisi oluşmuştu. II.Beyazid bu beklentiler doğrultusunda hükümdar oldu ve gerçekten de devri, Osmanlı’nın kendi yaralarını sardığı, hızlı büyümenin yarattığı sıkıntıların çözüldüğü bir dönem oldu. Zorunlu olmadıkça yapılmayan savaşlardan dolayı ekonomi düzeldi, ordu ateşli silahlarla yeniden donatıldı, gerçek bir donanma hazırlandı. Eğer Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman Osmanlı’yı yeniden büyütmeyi başardılarsa bunda II.Beyazid döneminde ekonominin düzeltilmesinin ve ordunun modernleştirilmesinin çok büyük etkisi vardır.





Kaynakça
İnalcık, Halil                  - Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağı
İnalcık, Halil                  - Kuruluş ve İmparatorluk Sürecinde Osmanlı Devlet, Kanun, Diplomasi
İnalcık, Halil                   - Tarihçilerin Kutbu
İnacık, Halil                   - İslam Ansiklopedisi – II.Mehmed
Afyoncu, Erhan              - Truva’nın İntikamı
Aydın, Erdoğan            - Fatih ve Fetih
Kongar, Emre               - Tarihimizle Yüzleşmek
Mantran, Robert            - Osmanlı İmparatorluğu tarihi I
Şengör, A.M.Celal         - Bilgiyle Sohbet