Thursday, April 10, 2025

ANADOLU’NUN KADİM HALKI LUVİLER

 Anadolu’nun Hitit dünyası öncesi son yıllara kadar hemen hemen hiç bilinmiyordu. Sanki Anadolu’daki hayat Hititler ile başlamış gibi anlatılır ve yazılırdı. Oysa şimdi biliyoruz ki Hititlerin olduğu gibi tüm yerleşik halkların da bir öncülü vardı. Anadolu insanlığın geçiş alanlarından biri olduğu için hiçbir zaman boş kalmamıştır. Sadece prehistorik bu toplumlar hakkında henüz yeterince bilgiye sahip değiliz. Son yıllarda Hitit yazıtlarından öğrendiğimiz üzere bu kadim halklarından birisi de Luvilerdir. Avrupalı araştırmacılar,19. yüzyılın sonlarında Yunanistan ve Anadolu’da o güne kadar bilinenden bin yıl daha eski olan yerleşimler tespit ettiler. Bu tespitler Anadolu’daki Hitit uygarlığı ve Yunanistan anakarası arasında kalan bölgede ortak bir dili konuşan sayısız küçük krallıklardan oluşan siyasi kültürel bir birliğin olduğudur. Bu bölge Anadolu’nun batısını ve güneyini içermektedir. 

Arkeolojik kentlerdeki kazılarda genellikle MÖ 8. yüzyıla kadar, yani Helenizasyon’un başlangıcı olarak düşünülen döneme kadar olan kesimler araştırılmıştır. Bu katmanların altında bulunan Luvi dönemine ait kalıntılar Helenistik dönem buluntularının kaldırılmasındaki zorluktan dolayı, genellikle araştırılmadan bırakılmıştır. Bu nedenle Luvi uygarlığı hakkında sınırlı sayıda belge elde edilmiştir.  

MÖ Üçüncü bin yılın sonları itibarıyla, Anadolu halkları üç değişik Hint-Avrupa dili konuşanlardan oluşuyordu. Bunlar Neşa dili konuşan Hititler, Karadeniz bölgesinde yaşayan Palalar ve Batı/Güney Anadolu’da yaşayan Luviler. Luvilerin Batı Anadolu’daki yerleşimleriyle sonuçlanan göçler ikinci bin yıl içinde de devam etti. Bin yılın ortaları itibarıyla, Luviler batıda Likya bölgesinden doğuda Kilikya’ya kadar Güney Anadolu’nun çoğunu işgal ederek, güneye ve doğuya doğru yayıldılar.

Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ndeki Arslan Tepe'den alınmış Luvi kaya yazıtı; yaklaşık MÖ 900. Soldaki fırtına tanrısı (Tesup) figürünün başının yanında en üstte ‘Tanrı’ sembolü gösterilmektedir.

Luviler, Batı Anadolu'da ve Güneydoğu Anadolu’da yaklaşık olarak MÖ 2300'e doğru ortaya çıkmış bir halktır. İki yazı dili kullanmışlardır. Bunlardan birisi bir yerli hiyeroglif yazısı diğeri ise Mezopotamya'dan ithal edilmiş çivi yazısıdır. Bir Hint-Avrupa dili konuşan Kuzey Avrupa kavimlerinden Hititler, Anadolu’ya MÖ 2100-2000 yılları arasında Kafkasya üzerinden gelmişler ve Doğu/Güneydoğu Anadolu'ya yerleşmişlerdi. Anadolu'da o dönemlerde hâkim olan Hatti ve Hurri beyliklerinin yanı sıra bugün artık Luvi dediğimiz Hint-Avrupalı kavimlerde vardı. Anadolu'nun Hitit öncesi tarihi henüz tam olarak aydınlatılamamış olmakla birlikte 1906'da Hititlerin antik başkenti Hattuşaş'ta bulunan çivi yazılarının çözülmesiyle birçok karanlık nokta aydınlığa kavuşmuştur. Hititlerin çivi yazılı belgelerinde bu komşu halklardan Luvian/Luvili olarak söz edilmektedir. Luvi kelimesi Hititçe'de ışık anlamına gelen LU kökünden türemiştir ve "Işık İnsanı" olarak yorumlanmaktadır. Luviya, günümüz tanımı ile Luvice konuşan insanların yaşadığı yerler anlamına gelmektedir. Ancak Hititler Luviya derken belirli bir bölgeyi ya da herhangi bir yeri değil, Luvice konuşanların bulunduğu yerleri kastetmişlerdir. Yani Hitit coğrafyasında Luviya diye adlandırılan bir krallık, prenslik yoktur. 

Batı Anadolu'daki Luvi toprakları (kırmızı) MÖ 1200 civarı

Tunç Devri’nden (MÖ 3300-MÖ 1200), Demir Çağına (MÖ1300-MÖ650) kadar varlığı izlenebilen Luvi Kültürü, faaliyetlerini yazıya dökmüş olan Hititlerin gerisinde kalmıştır. Hitit saray kroniklerinde adı geçen Luviler’in yaşadıkları merkez bölge olan Batı Anadolu’da, Luvi dilindeki hiyeroglif anıtlar ile karşılaşılsa da bu anıtlardan kendileri hakkında bilgi edinilmesi mümkün olmamıştır. Önceleri Hitit metinlerinde geçen Luviya terimi daha sonraki yıllarda Arzaviya olarak anılmıştır. Bunun sebebi, Luvice konuşan halkların bir arada yaşadığı toprakların “Luviya” gibi genel bir terimle ifade edilirken, sonradan daha sistemli konfederatif bir yapının merkez krallığı olan Arzawa isminin öne çıkması olabilir.

Herodot ve Platon gibi antik yazarların tarihi anlatıları, Batı Anadolu'nun zenginliğini ve karmaşıklığını vurgulayarak, örgütlü ve gelişmiş bir Luvi toplumunun varlığına işaret ediyor. Günümüze kadar gelen eserleri yalnızca Truva Savaşı gibi önemli olayları açıklamakla kalmıyor, aynı zamanda erken Yunan düşünürlerinin entelektüel sıçramalarını ve Frigler, Lidyalılar gibi Anadolu güçlerinin yükselişini de açıklıyor. Mikenler(Akhalar) ve Hititler arasındaki önemli bir kültür olan Luviler tarih yazımında göz ardı edilmiş gibi görünüyor. Homeros'a göre Luviler, Truva Savaşı'nda müttefik bile olmuşlardır. 

Bronz Çağı'nın güçlü ancak sıklıkla göz ardı edilen bir medeniyeti olan Luviler, Mikenler(Akhalar), Hititler ve daha sonraki Yunan toplumları arasındaki kültürel ve politik boşlukları kapattı. Muazzam yerleşim yerlerinin, zengin cevher yataklarının ve gelişmiş metalurji uygulamalarının arkeolojik keşifleri, bölgenin kaynakları üzerindeki ustalıklarını ve Akdeniz dünyası üzerindeki etkilerini ortaya koyuyor.

Son yıllarda, Batı Anadolu’nun Tunç Çağı’na bakıldığında tarih, arkeoloji ve dil bilim üzerine yapılan çalışmaların genelinde, bıraktıkları kültürel izlerin hala güçlü bir şekilde yaşadığını fark ettiğimiz Luviler daha çok merak uyandırıyor. Yunanistan’da kullanılmış olan Linear B yazısından 300 yıl öncesi yazı bilgisine sahip olan ve Tunç Çağı sona erdikten sonra, diğer tüm toplumlar yazı bilgisini kaybettiğinde, Luviler hiyeroglif yazılarını kullanmaya devam ediyordu. Anadolu’nun büyük bir bölümünde Luvice konuşulurken, Hitit Dili sadece Orta Anadolu’nun merkeziyle sınırlıydı.

Hint-Avrupa dillerini konuşan halklar Anadolu’da MÖ 2000’de, Luvice, Hititçe, Palaca şeklinde, Ön-Anadolu dillerini oluşturmuşlardı. Anadolu’da Luvi dilinin konuşulduğu topraklar, Hitit, Miken, Minos uygarlığının toplam büyüklüğü kadar geniş bir alandı. Ayrıca MÖ 1200’lerde aniden yıkılan Hititlerin aksine Luvi Kültürü aniden ortadan kaybolmamış, MÖ 1100 yılından sonra, Miken Kültürü’ne ait Linear B yazı bilgisi tarihe karışırken, Luvi Kültürü’nün devam ettiğinin ispatı olan Hiyeroglif Luvice varlığını 500 yıl daha sürdürmüştür. 

Luvilerin yalnızca Batı Anadolu’da değil; Filistin ve Kuzey Suriye’den Kızılırmak’ın döküldüğü Karadeniz kıyılarına, Çukurova düzlüklerinden Girit Adası’na değin geniş bir coğrafyada, dilleri, töreleri, inançlarıyla yer ve kişi isimleriyle bıraktıkları düşünülen izler, bugüne dek fazla dikkat çekmemiş parlak bir geçmişi gözler önüne seriyor. 

Orta ve Geç Tunç Çağı'ndan itibaren Luvi ülkelerinde 483 büyük yerleşim yeri bilinmektedir. Yerleşim yoğunluğu Miken Yunanistan'ı, Hitit Orta Anadolu'su ve Minos Girit'indeki kadar yüksekti. Luvi kültürü, Pers İmparatorluğu'nun yükselişinin ardından ortadan kaybolduğu MÖ 6. yüzyıla kadar varlığını sürdürdü.

Luviler birçok küçük krallıktan oluşmuştur. Bunlar arasında öne çıkanlar: Mira- Kuwaliya, Seha Nehri Ülkesi, Hapalla, Pedassa (Pitassa), Masa Ülkesi, Wilusa, Lukka, Tarhundassa, Kizzuwadna ülkeleri sayılabilir. Binlerce yıllık kültürel izler taşıyan, eser bakımından zengin ve geniş ölçülere sahip höyüklerin bulunduğu alanlar, Luviler’in yaşadığı bölge olarak tanımlanmıştır. Başkenti Abasa/Efes’te bulunan bağımsız Tunç Çağı Krallığı Arzawa’nın hükümdarları Luvice isimler taşımaktaydı. 

Grekçe’de Luvice’den alınan birtakım sözcükler bulunmaktadır, üzerlerinde Anadolu hiyeroglifinin kullanıldığı objelerde hem Troia hem de Miletos’ta karşılaşılmıştı. Bu objelerin her iki bölgeye de dışarıdan getirilmiş olduğu ihtimali olmasına rağmen, Batı Anadolu’da doğal yerlerinde bulunan birtakım kaya kabartmalarının açıkça Anadolu hiyeroglifi ile yazılmış olduğu gözlemlenmektedir. Bütün bu bulgular Luviler’in Batı Anadolu’da, Miken ülkesinin yakın çevresindeki somut varlığının işaretiydi. Hitit Kanunları’nın son sürümünde Arzawa’nın bir noktada yer adı olan Luviya’nın yerine kullanıldığı uzun zaman önce gözlemlenmişti. Bazı akademisyenler bunu Luviya ve Arzawa’nın özdeş olduğunun kanıtı olarak değerlendirmiş, bu da onları Luviya yurdunu Anadolu’nun batı kısmında aramaya sevk etmişti. Ancak görünen o ki Luviler tüm Anadolu’ya ve hatta daha ötesine de yayılmıştı.

Alman araştırıcı Johann Uschold Troia savaşını anlatan eserinde Anadolu’nun bilinen halkları Karyalıların, Frigyalıların, Mysialıların ve Likyalıların antik dönemde tek bir ulusun kolları sayıldığı sonucuna varmıştı. Ayrıca bu halkların atalarının prehistorik dönemde Yunanistan’da yaşadığını ileri sürdü. Alman dilbilimci Paul Kretschmer de benzer görüşler öne sürerek Yunanistan’da birçok yer adının, Yunanca konuşan halklar gelmeden önce Anadolu’dan göç etmiş Hint-Avrupa kökenli halklara dayandırabileceğini iddia etti (1896). Hattuşa’da bulunmuş 8 farklı dili ilk tespit eden Emil Forrer 1920 yılında Anadolu’da Hititlerin yanı sıra bir uygarlık daha olduğu ve Hatti Krallığı’nın kültürünü geliştirenlerin Luviler olduğunu yazdı.  

Çatalhöyük ile Beycesultan’ı ilk keşfeden ve ilk kazı başkanlığını yapan James Mellart 1950’li yıllarda Batı Anadolu halkları için Luvi teriminin kullanılması gerektiğini öne sürdü. Mellaart’ın haritalarında Batı Anadolu’nun tamamı ‘Arzawa’ adı verilen büyük bir devletin kontrolündeydi. Batı Anadolu’da 1920’lerden beri bilinen bu kültüre, insanların konuştukları dilden dolayı ‘Luvi’ adı verilmiştir. MÖ 2. binyılın tamamı boyunca Anadolu’nun büyük bölümünde ana dili Luvice olan halklar yaşadı. Bu halklar Minoslar, Mikenler ve Hititlerin çağdaşı ticari ortakları ve bazen de rakipleriydi. Luvilerin, yazı Miken saraylarında kullanılmaya başlamadan neredeyse 600 yıl önce kendi yazıları vardı. 

Beycesultan’da bulunan Luvi mühürü

Luvilerin Anadolu’da kapladığı alanda oldukça genişti. Luvice konuşan halkların yerleşim alanları Mikenlerin yaşam alanlarından yaklaşık üç kat, Hitit yerleşimlerinden de en az beş kat daha büyüktü.

Yaklaşık MÖ 2000 yılından itibaren Luvice kişi isimleri ya da Luvice kökenli kelimeler eski ticaret merkezi Kültepe’de (Kayseri'de Kaniş harabelerinin bulunduğu antik kent)  bulunan Asur tabletlerinde görülmeye başlanır. Hititlerin başkenti Hattuşa’da bulunmuş ve Akatça çivi yazılmış belgelerde Luvi dilini konuşan halkların yaşadığı bölgeye Luwiya deniyordu. Luvi dili hem Akatça çivi yazısında hem de en az 1400 yıl boyunca (MÖ 2000-600) kullanılan kendi hiyeroglif yazıları ile kayıt altına alınmıştır. Luvice hiyeroglif yazısı Hint-Avrupa dil ailesinin ilk yazı şeklidir.

Geç Bronz Çağı’nda Luvice konuşulan bölge, Hititçe konuşulan bölgeden çok daha büyüktür.

Dilbilimciler, Hitit Krallığı’nın başkenti Hattuşa’da ele geçen 33.000 belge sayesinde Luvi kültürü konusunda çok kapsamlı bilgiler elde etmeyi başarmıştır. Bugüne kadar Luvice hiyerogliflerle yazılmış belgelerin çoğu Suriye ve Filistin’de MÖ 10 ile 9. yüzyılda Doğu Akdeniz bölgesinde yaşamış insanlar için kullanılır. Ancak Luvice hiyeroglif yazıları MÖ 2000’lerde bile Batı ve Güney Anadol’da kullanılmıştır. 

Luvilerle ilgili kanıtların bulunmasının da ilginç bir hikâyesi vardır.  Afyon’da 1878 yılında bulunan taş yazıt Bronz Çağı’ndan kalmaydı. 3 bin 200 yıllıktı. Anadolu’da Hititler’den önce yaşayan Luviler’e aitti.

İlk tarihi kanıtlar, 1878’de Afyon’a bağlı Beyköy’de bir tarlada 10 metre uzunluğunda kireç taşından yapılmış bir yazıtla bulundu. Bu yazıtın üzerinde birtakım şekiller vardı. Köylüler bu taşa bir anlam veremedi. Köy heyeti taşın yeni yapılan caminin temelinde kullanılmasını kararlaştırdı. O yıllarda bölgede kazı yapan Fransız Arkeolog George Perrot buna karşı çıksa da köylülere derdini anlatamadı. Bunun üzerine arkeolog Perrot, taş temele atılmadan üzerindeki şekilleri bir kâğıda tek tek çizdi. Sonra ülkesine döndü.

Aradan 134 yıl geçti. 2012 yılında İngiliz antik çağ tarihçisi James Mellaart öldüğünde özel arşivinin arasında Fransız arkeolog Perrot’un Afyon’da taştan kopya ettiği metin de çıktı. Melleart’ın oğlu metnin kopyasını İsveçli tarihçi Dr. Eberhard Zangger’e verdi. Zangger İsveçli ve Hollandalılar’dan oluşan 20 kişilik bir bilim insanı bu yazıları çözmeye çalıştı. Yıllar süren uğraşlardan sonra yazılar çözüldü.

Luviler, birçok araştırmacı ve akademisyene göre Truva’ya denizden gelen ışık insanlarıydı. Anadolu’nun bilinen ilk halkıydı. Luvi ışık demekti ve birçok dile buradan geçti. Hititçe’de Lukka, Latince’de Lux, İngilizce’de Light, İtalyanca’da Luce, İspanyolca’da Luz, Almanca’da licht ve niceleri… Işık insanları silahsız bir dine inanıyordu. Onlarda yaratan ve yaratılan yoktu. Yaratılmışların bütünü yaratanın kendisiydi. İkilik küfürdü. En büyük en küçükteydi. İnsanın özü ruhuydu. Ruh ışıktı ve ölümsüzdü. Luviler’de bilgi en önemli değerdi. Dinlerini, dünya görüşlerini bilgi seviyesi yüksek insanlarla paylaşırlardı. Düşüncelerini sembollerle anlatırlardı. Bu yüzden Anadolu’da muhteşem bir dilin gelişmesine neden oldular. Bu dil, Luvice idi. 

Luviler hiçbir zaman merkezi bir devlet kurmamış. Bilim, sanat ve felsefede dönemlerinin çok ilerisinde oldukları biliniyor. İleri bir matematik ve mühendislik bilgisiyle inşa ettikleri şehirler birçok Avrupa kentinin yapımına ilham kaynağı olmuştur.

Antik yazarlar Homeros, Herodatas ve Thukydides, Ege ve Batı Anadolu’da bölgenin en eski halkları olarak 'Pelasglar', 'Karlar' ve 'Lelegler'den bahsederler. Bu halklar MÖ 3 bin dolaylarında Anadolu’dan Yunan ana karasına göç etmişlerdir. Bunlar muhtemelen Luvi halklarının atalarıydı. Yunan dilindeki birçok kelimenin bu halklar ile Yunan ana karasına taşındığı sanılıyor. Kibele, Afrodit, Apollon ve Artemis gibi tanrı ve tanrıça adları da Anadolu’da en yaygın dil olan Luvice dir.  

Yunan anakarası MÖ 2000-1700 yılları arasında Balkanlar üzerinden gelen Akhalar(Miken) tarafında istila edildiler. Akhaların konuştuğu Yunanca, Aiol ve İon lehçelerinden oluşuyordu. O dönemde Yunanistan'da yaşayan ama daha önce Anadolu’dan göçmüş Pelasglar yeni gelenlere boyun eğmek zorunda kaldılar. Hint-Avrupalı kavimlerin Yunanistan'ı istilası üç ayrı zamanda ve üç ayrı yönden olmuştu. Akhalar, ikinci bin yılın başlarında en erken gelenlerdi. Onları biraz daha geç bir tarihte İonlar izlediler. Üçüncü ve son istilayı Dorlar, ikinci bin yılın sonlarında gerçekleştirdiler. Fakat son gelen Dorlar'ın Balkanlar'dan güneye doğru yaptıkları baskı sonucu, daha önce gelenler Batı Anadolu kıyılarına doğru yer değiştirmeye zorlandılar (Helen göçleri).


LUVİLERİN YERLEŞİM YERLERİ

Batı Anadolu’da Eskişehir ve Antalya illeri arasında düşey bir çizgi çekip batısına bakarsak 340 adet MÖ 2000 yılı yerleşimi görürüz. Bu yerleşimler bölgede düzensiz olarak konumlanırlar. Aslında yerleşimlerin doğrudan doğruya doğal kaynaklara göre şekillendiği görülebilmektedir. Akarsulara yakın yerler, verimli vadiler, doğal limanlar, maden yatakları ve ticaret yolları insanları kendine çekmiş, onları zenginliklerinden faydalanmaya teşvik etmiştir. İç kesimlerde kalan bazı bölgelerde yerleşimlerin görülememesinin nedeni muhtemelen buraların ormanlık olmasıyla bağlantılı olmalıdır. Verimli ormanların uzun süre bozulmadan kaldığı, sadece avcılık, yakacak ya da kereste elde etmek amacıyla kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Batı Anadolu son derece bereketli topraklar (özellikle Gediz ve Menderes vadileri) ile kaplıdır. Yer altı kaynaklar açısından da Doğu Akdeniz’in hiçbir bölgesi Batı Anadolu kadar zengin maden yataklara sahip değildir. Troia’nın doğusundaki bölge kurşun/çinko cevherleriyle bakır ve altın yataklarına sahiptir. Para icat edilene kadar zenginlik ölçüsü metal sahibi olmaktı. Kurşun çok yaygındı ve düşük ısılarda eritilebiliyordu. Çok önceden beri takı yapımında kullanılıyordu. Bakıra %10 oranında kalay katılarak Bronz Çağı’na (Doğu Akdeniz’de MÖ 3000-1200) adını veren metal elde edilir. Bronzdan silahlar ve aletler yapılıyordu. Gümüşte takı malzemesi olarak kullanılırdı. Altın üretimi doğrudan sarayların denetiminde gerçekleşirdi. Demir ise altından daha da değerliydi. Demirin değeri MÖ 1800’lerde gümüşün 40 katı kadardı. Ayrıca pirinç madeni de (bakır ve çinko alaşımı) oldukça kıymetli idi. Geç Bronz Çağı’da Batı Anadolu ve Balkanların metal yatakları açısından öne çıktığı görülüyor. Bunlar arasında en öne çıkanlar Troas (Kaz dağları yakınındaki antik kent) ve Sardes (Lydia devletinin başkenti) ve Güney Makedonyadır. Bu bölgelerin zenginliği tarihe adını yazdırmış üç büyük karakter üretmiştir; Priamos (Troas Kralı), Kroisos (Lidya Kralı) ve Büyük İskender (Makedonya Kralı). 

Batı Anadolu’da MÖ 2. bin yılı Luvi yerleşimlerinin dağılımı. 

Hitit İmparatorluğu’nun çöküşü ile kuzey Suriye ve güneydoğu Anadolu’da Geç Luvi devletleri kurulmuştur. Bununla birlikte, bunlardan bazıları Aramice’nin etkisi altına girmiştir. Daha sonrasında, MÖ 8. yüzyılda Asurlular tarafından egemenliklerine son verilmiştir.

Türkiye’nin Ege denizi kıyıları yerli yabancı turistler tarafından büyük ilgi gören arkeolojik sit alanlarıyla doludur. Ephesos, Pergamon, Miletos, Sardeis, Aphrodisias, Diyma ve İasos (Güllük Körfezi'nde yer alır) bunların en çok bilinenleridir. Yunan kolonizasyonu öncesi bu kentler Luvi şehirleridir. Ancak bu kentlerdeki arkeolojik kazılarda MÖ 8. yüzyıla kadar (Helenizasyon’un başlangıcı) olan kesimler araştırılmıştır. Bunun nedeni, en altta yer alan Bronz Çağı’na ait yerleşimlere ulaşabilmek için sonraki yılların kalıntılarının kaldırılması zorunluluğudur. Luvi medeniyetlerini tanıyamamızın esas nedeni budur.

Luviler yüzyıllar boyunca Mikenlerin(Akhaların) Anadolu’da madenler açısından yoksun bölgelere ulaşmalarına izin vermiş ama asıl zengin bölgeleri ise kendilerine saklamışlardır. Zaten Troia Savaşı’na bu tür zenginliklere Yunan ana kıtasından sahip olmayan Mikenlerin bu tür zenginliklere bolca sahip olan Luvilere karşı bir saldırısı olarak da bakılabilir. Mikenlerin bir diğer motivasyonuda Çanakkale Boğazından gemi geçişlerinde alınan vergi olabilir.

Luvi krallıkları MÖ 1192 yılı civarında Hitit Krallığı’nın merkezi bölgesine güneyden saldırmak amacıyla koalisyon oluşturup, donanma kurarlar. Kuzeyden gelen baskınlar ile güçlenen bu saldırılar Hititler’in Anadolu’nun orta bölgesi üzerindeki hâkimiyetini sona erdirir. Daha sonraki yıllarda Miken(Akha) devletleri de müttefik bir güç oluşturarak Anadolu’nun Ege Denizi kıyılarındaki Luvi liman şehirlerine saldırırlar. Sonuçta Batı Anadolu’nun birleşik askeri birlikleri ile Mikenler Troia’da karşı karşıya gelirler.


BATI ANADOLU’DAKİ LUVİ DEVLETLERİ

Hititlerin batı komşuları iyi bilinmektedir. Luvi etnik grubunun yaşadığı bölgeyi, Kuzeybatı – İçbatı Anadolu, Gediz Nehri çevresi ve Güneybatı Anadolu – Menderes Nehri çevresi olarak üç alt bölümde, genel bir sınır çizgisi içerisinde tanımlayabiliriz. Luwiya terimi Hitit belgelerinde artık görülmez olduğunda onunla eş anlamlı gibi kullanılan, Luvi Krallıklarının en güçlüsü Arzawa ortaya çıkar. Bu krallığın ana bileşenleri arasında Wiluşa, Şeha, Mira, Hapalla ve Arzawa vardı. Arzawa’nın asıl bölgesi Büyük Menderes vadisi idi. Birçok araştırmacıya göre başkent Apasa, Ephesos kentinin öncülüydü ve günümüz Selçuk kentinin yakınlarında yer alırdı. Arzawa’nın yanında Lukka, Karkişa, Pedasa, Tarhuntaşşa, Kizzuwatna, Walma ve Maşa da komşu diğer Luvi krallıklarıdır.  

Bronz Çağı Yakın Doğu haritasında Luvi Krallıkları.

Arzawa Krallığı

Arzawa ülkeleri içeride Anadolu’nun Ege kıyılarından Batı Anadolu’nun büyük bir bölümü boyunca Konya Ovası’na kadar uzanıyordu. Arzawa ülkeleri soysal olarak beş tekil devlet ya da krallık içeriyordu. 

  • Küçük Arzawa, Seha Nehri Ülkesinin güneyine konumlandırılır. Hitit kaynaklarına göre, Arzawa Krallığı'nın başkenti daha sonraki Yunan Efes'ine karşılık gelen Apasa idi. Uzun bir savaş döneminden sonra başkenti Apasa (Efes), Arzawa Kralı Uhaziti tarafından Kral II. Murşili yönetimindeki Hititlere teslim edildi ve Arzawa ülkesi Mira ve Hapalla krallıkları olarak iki ayrı vasal devlete bölündü.
  • Mira ülkesi, Afyon ili, Kütahya’nın güney doğusu, Uşak’ın güneyi, Denizli’nin kuzey kesimi, Aydın, Muğla’nın kuzey kesimi, İzmir’in güneyi ve Manisa illerini içermekteydi. (Mira-Kuwaliya Ülkesi II. Murşili’nin sınır değişikliği yapmasına kadar Afyon ve Kütahya’nın bir kısmını kapsarken, sonrasında Arzawa Minor ve Kuwaliya topraklarının eklenmesiyle, Menderes Havzası’na yerleştirilir. Kuwaliya için en uygun öneri ise; Denizli-Çivril merkez olmak üzere Afyon Dinar’a kadar uzanan bölgede olması daha olası görülmektedir.)
  • Seha Nehri Ülkesi muhtemelen Gediz ve Bakırçay akarsularının arasında Lidya topraklarıdır. Kütahya’nın kuzeybatısından, Uşak’ın kuzeyi, Manisa ili ve İzmir Foça’ya kadar olan alanı içermesi olasıdır. II. Murşili tarafından Arzawa'nın fethinden sonra, Seḫa ülkesi Hitit İmparatorluğunun bir tebaası oldu. 
  • Wilusa Anadolu’nun kuzey batısındaki Kaz dağları eteklerinde klasik Troas kenti ve çevresidir. Sonradan bu kent Büyük İskender tarafından yeniden inşa edilecek ve önemli bir kent olacaktır.
  • Hapalla Tuz Gölü’nün batısı, Beyşehir Gölü’nün çevresi ve Eğirdir Gölü’ne kadar olan bölgededir.

Kizzuvatna Krallığı

Kizzuvatna antik Kilikya'nın Hitit ve Luvi adıydı ve bölge MÖ 16. yüzyılda Hititler tarafından fethedildi. MÖ 1500 civarında ülke Hititlerden ayrıldı ve yöneticileri Hitit hükümdarları gibi "Büyük Kral" unvanını taşıyan Kizzuvatna Krallığını kurdu. Kral Pilliya döneminde Kizzuvatna egemenliğini kaybetti ve Mitanni'nin bir vasalı haline geldi. 

Masa Krallığı

Konumu en tartışmalı olan ülkedir. Bilecik, Bursa ve Balıkesir’in doğusuna doğru yer alır.

Pitassa Krallığı

Pitassa Krallığı Tuz Gölü’nün kuzeybatısından kuzeyde Ankara Polatlı çizgisinden, Eskişehir Sivrihisar’dan güneye doğru, Afyon Emirdağ arasında yer almaktadır.

Lukka Krallığı

Lukka Ülkesi’nin konumu ise; Aydın, Muğla illerinin güneyi Antalya’nın batısı ve Burdur’un güneyi ile sınırlandırılmıştır. Lukka topraklarından gelen askerler, Mısır Firavunu II. Ramses'e karşı ünlü Kadeş Savaşı'nda (M.Ö. 1274 civarı) Hitit saflarında savaştılar. Bir asır sonra Lukka, Hititlere karşı dönmüştü. Hitit kralı II. Şuppiluliuma, Lukka'yı yenmek için boşuna uğraştı. Hitit İmparatorluğu'nun çöküşüne katkıda bulundular. Lukka, Antik Mısır'daki metinlerde ayrıca MÖ 12. yüzyılda Mısır'ı ve Doğu Akdeniz'i işgal eden Deniz Halkları kabilelerinden biri olarak bilinmektedir.

Mira Krallığı

Mira Krallığı Batı Anadolu'da Arzava Kralığının Hitit İmparatorluğu tarafından yıkılması ile ortaya çıkan yarı özerk yerel krallıklardan biridir (yaklaşık MÖ 1315-1190). Başkentleri Apasa (Efes) olduğu yakın geçmişteki bulgularla kesinleşmiştir. Arzawa Krallığı'nın yıkılması ile ortaya çıkan diğer yönetimler arasında, Mira Krallığı'nın komşuları olan, Hapalla, "Seha Nehri ülkesi" ve Wilusa sayılmaktadır. Bu yönetsel oluşumların her birinin, varlığı süresince Arzawa Krallığı'nın çatısı altında da yer almış olmaları mümkündür. Mira Krallığı Anadolu'nun karanlık çağlarının başlaması (yaklaşık olarak MÖ 1200 sonrası) ile tarihe karışmış, bölgeleri Lidya Krallığı'nın Mermnadlar hanedanı yönetiminde Batı Anadolu birliğini sağlamalarına kadar tarihi kayıtların dışında kalmıştır.

Tarhuntaşşa Krallığı

Tarhuntaşşa (Tarhunt'un şehri) henüz yeri tam olarak keşfedilmemiş olan, kısa bir dönem için Hitit devletine başkentlik yapmış bir Hitit şehri ve bu şehrin merkezini oluşturduğu Orta Toroslar'da bulunan bölgeye verilen addır. Şehir Luvi dilinde "Fırtına Tanrısı'nın (Tarhunta) şehri" manasına gelmektedir. Teke yarımadasında yer alan Lukka (Likya) diyarıyla Çukurova bölgesinde yer alan Kizzuvatna diyarı arasında kalan Tarhuntaşşa bölgesi, büyük ölçüde antik çağdaki Pamfilya bölgesine denk düşmektedir. Büyük Hitit Kralı IV. Tuthaliya ve vasalı olan Tarhuntaşşa Kralı arasında yapılan bir antlaşmaya göre Tarhuntaşşa bölgesinin batı sınırını Kaştariya nehri (günümüzde Antalya'daki Aksu Çayı) oluşturmaktadır

Karkisa Krallığı

Karkiya veya Karkisa, Hitit ve Mısır kayıtlarında yer alan Batı Anadolu'daki Geç Tunç Çağı bölgesiydi. Antik çağdaki Karya bölgesine veya o dönemdeki Karyalılar'ın atalarının yaşadığı bir bölgeye atıfta bulunduğuna inanılmaktadır. Karkiya bir kral yerine bir şefler kurulu tarafından yönetiliyordu ve dolayısıyla birleşik bir siyasi varlık değildi. Karkiyanların Hititler ile ilişkileri vardı ama hiçbir zaman imparatorluğun tam anlamıyla bir parçası olmadılar. Hititlerle ilişkileri inişli çıkışlı olmuş ve Karkiyan askerleri Kadeş Savaşı'nda Hititler adına büyük olasılıkla paralı asker olarak savaşmıştır.

Pedassa Krallığı

Pedassa Bölgesi, M.Ö. II. Binyıl haritalarında genellikle Hatti çekirdek bölgesinin güneybatısına yerleştirilmektedir. Bu bölgenin, fonolojik benzerlik sebebiyle MÖ I. Binyıl’daki Pisidia Bölgesi ile eşleştirilmek istendiği görülmektedir. Pisidia adını ilk kez MÖ 5.yy’da Ksenophon dile getirmektedir. Pisidia adını tanımayan Heradotos ise bu bölgeyi Solymler’in Ülkesi Milyas olarak adlandırmaktadır. Pedassa’nın büyük bölümünü Konya (Ikonion) ilinin kuzey yarısı oluşturmaktadır. Tuz Gölü (Tatta) ile Sultan Dağları arasında kalan bu bölgenin kuzey sınırını Haymana platosu, güney sınırını ise Obruk Platosu olarak gösterebiliriz. Büyük bir kapalı havza şeklinde olan bölgede düzlükler büyük yer kaplar. Güneyden ve batıdan Toros Dağları, doğu ve kuzeydoğu kısmından Cihanbeyli Platosu ile çevrili olan Konya Ovası’nın kuzey yarısı da Pedassa sınırları içinde bulunmaktadır

Walma  Krallığı

Astarpa Nehri’ni, Büyük Menderes olarak kabul ettiğimizde, Walma Ülkesi’ni de Büyük Menderes’in doğduğu Afyon ili ve çevresinde aramak doğru olacaktır. Tüm bu veriler ışığında Walma’nın sınırlarını, Afyon’un güney ve güneybatısı, Denizli’nin kuzeydoğusu ve Isparta’nın tamamını kapsayacak şekilde çizebiliriz


LUVİLER NEDEN BATILILAR TARAFINDAN YOK SAYILDILAR

Son yıllarda 25 Luvi kentinde araştırmalar yapılmış olmasına rağmen Luvi kültürü çoğu kişilerce hala yok sayılmaktadır. Ege’nin tarih öncesi araştırıcılarının haritalarında ve bildirilerinde Luvi’lerden bahsedilmez. Gerekçeleri de bu bölge halkının göçebe halklar olarak kabul edilmeleridir. Oysa bu kabul tamamen gerçek dışıdır. Luviler çok sayıdaki yerleşim yerinde binlerce yıl yaşamış uygarlık ve kültür birikimi oluşturmuştur.

Luviler hakkında yeterince bilgi sahibi olmamamızın en büyük nedeni bu konuda henüz büyük ölçekli arkeolojik kazıların yapılmamış olmasıdır. Aslında Luviler Batı Avrupa’nın gelişiminde kilit bir rol oynamıştır. Ege kıyı kentlerinde felsefe, şiir ve bilim Luvilerin kültür mirası üzerinde yükselmiştir. Batı Avrupalılar bin yıl boyunca kökenlerini seçkin bir Luvi şehri olan Troia’nın kraliyet ailesine dayandırmaya çalışmıştır. Troia’ya duyulan bu hayranlık Osmanlıların Konstantinapolis’i(1453) fethetmeleri ve ardından Viyana’yı(1683) kuşatmasıyla tamamen ortadan kaybolmuştur. O tarihlerden itibaren Orta Avrupa’nın seçkinleri soylarının Troia’dan geldiği iddiasından vazgeçip kendilerine yeni kökler aramışlardır. Bu kökleri de Troia yerine Antik Yunan ve Roma kültürlerinde bulmuşlardır. İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan sonra, ırksal önyargılara dayanan değerlendirmeler tasvip edilmemeye başlandı. Ancak bu tür düşüncelerin bilinçaltında var olmaya devam ettiği ve Anadolu uygarlıkları konusundaki araştırmaların gecikmesine neden olduğu da açıktır. Ancak oluşan bilgi eksikliği yavaş yavaş kapanmaya başlamıştır. 

Homeros’un İlyada’da bir bölümünü anlattığı Troia Savaşı’nın gerçek olup olmadığı da net değildir. Gerçek olan bu yerleşimin MÖ 1200 yılından kısa bir süre sonra yıkıldığıdır. Bu dönemde hem Hititlerin hem de Greklerin Batı Anadolu’da etkilerini artırmaya çalıştıkları döneme denk gelir. Troia’da yapılan kazılarda kentin Ege’nin diğer antik kentlerine göre oldukça gösterişsiz bir yerleşim yeri olarak karşımıza çıkmış olmasına rağmen popülaritesi hepsinden daha fazladır. 

Acaba bu popülaritenin nedeni İlyada destanı olabilir mi? Eğer Roma aristokratları ve diğer Avrupa elitleri Homeros’un İlyada’sından etkilenmiş olsalardı kendi kökenlerini muzaffer Agamennon’a ve Mikenlere bağlamış olmaları beklenmez miydi? Sonuçta buradaki tuhaflık Avrupa elitlerinin iki bin yıl süre ile kendi kökenlerini galip olan Mikenlere(Akhalara) değil de mağlup olan Troia elitine bağlamış olmalarıdır. Demek ki bu kentte henüz bilmediğimiz farklı bir durum var. Bu bilinmezlik acaba Troia kentinin henüz yüzde birinin ortaya çıkarılmasıyla ilgili olabilir mi? Troia’nın 1992 yılına kadar 140 yıl süren kazılarda sadece Hisarlık adı verilen sur içi incelenebilmiştir. Kentin geniş yayılımı muhtemelen Hisarlık’ın aşağısında iki nehrin alüvyonlarıyla oluşmuş bölgenin altında yatmaktadır. Muhtemeldir ki burada yapılacak kazılardan sonra Troia’nın gerçek değeri ortaya çıkacak ve geçmiş Avrupa elitlerinin bu kenti neden bu kadar önemsedikleri anlaşılacaktır.

Batı Dünyası kendi uygarlıklarının köklerini 2. Dünya savaşı yıllarına kadar Roma ve Yunan uygarlıklarına bağlamıştır. Eğer gerçek bu olsaydı Ege kıyılarına Yunan kolonizasyonu gerçekleştiğinde Yunan ana karasının en gelişmiş kenti Atina uygarlığın da en üst noktası olurdu. Ancak durum öyle değildi. Atina, Batı Anadolu kentlerine kıyasla uygarlık açısından sıradan bir kenti idi. Yunan Kolonizasyonu ile Ege kıyı kentlerine gelenler Luvi halkları ile kaynaşmış ve yüzyıllardır orada biriken Luvi uygarlığı, Yunan uygarlığının temelini oluşturmuştur. Zamanla bölgedeki dil Luvice den Yunanca’ya dönmüş ama bilimin ve uygarlık Luvi halklarının elinde yükselmiştir. Bu güzel günler maalesef MÖ 540 yılında Pers istilası ile sona ermiştir. İşte o zaman kıyı kentlerinin elit tabakası (filozoflar, bilim insanları, sanatçılar vb) Yunan anakarasına göçtüler ve Atina’nın şaşalı dönemi başladı.  

LUVİLERDE YAZI

Luvice’nin özgün bir dil olmadığı açıktır. Luvice, içlerinde Hititçe, Palaca, Likyaca, Lidyaca ve Karyaca’nın olduğu birbirleriyle ilişkili bir grup dilin bir parçasıdır. Antik Anadolu’nun tüm bu dilleri ‘Proto-Anadolu’ adı verilen prehistorik bir dilden türemiştir. Proto-Anadolu’da hem modern Avrupa hem de İran, Afganistan ve Hindistan’ın büyük kısmının dillerinin çoğunluğu için temel kaynak olan Proto-Hint-Avrupa dilinden türemiştir. 

MÖ Geç Üçüncü Binyılda Hint-Avrupa dili konuşanların yaşadığı tahmini topraklar. 

Geç Üçüncü Binyılda Anadolu’daki Hint-Avrupa dillerini 6 maddede sıralayabiliriz. Bunlar:

  • Palaca
  • Luvice
  • Likyaca
  • Karyaca
  • Hititçe
  • Lidyaca

Hititler kendi yazı dillerini Akad Çivi Yazısı’nın Babil’de ortaya çıkmış olan Kuzey Suriye’ye ait bir biçimini kullanarak oluşturdular. Bu yazı biçimi ile farklı dillerdeki metinleri bir araya getirdiler. Bu diller, Hititler’in kendi dilleri Neşili, Hatti halkının dili Hattili, Anadolu’nun batısında ve güneyinde konuşulan luwili (Luvice) ve Anadolu’nun kuzeyinde konuşulan Palaca idi. Hititçe başkent Hattuşa’nın çevresinde özellikle üst tabakanın yazı dili şeklinde kullanılmıştır.

Bronz Çağı ile Erken Demir Çağı’nda bütün Batı, Güneybatı Anadolu ve Kuzey Suriye’de konuşulan dil, Luvice’dir. Luvi dili Hint-Avrupa dil ailesinin Anadolu dilleri grubuna girer. Alman dilbilimci Paul Kretschmer daha 1896 yılında yayınladığı ‘Grek dili tarihine giriş’ adlı çalışmasında -nthos (Tirynthos gibi) ve -assos (Parnassos gibi) ile son bulan yer isimlerinin Grek dönemi öncesine dayandığını tespit etmiştir.

Troia’nın eski kazı başkanlarından Carl Blegen, dilbilimci J. B. Haley ile birlikte bu konuyu ele alan, “The Coming of the Greeks” adlı bir makale yayınlamıştır. Kitapta ele alınan en temel tezlerden biri Luvi halklarının MÖ 3. bin yılda Yunanistan’a girdikleri ve dillerini orada yaydıklarıdır. Oxford Üniversitesi profesörlerinden ve Britanya Dil Kurumu’nun o zamanki başkanı İngiliz dilbilimci Leonard Robert Palmer, 1961 yılında yayınladığı (Mikenler ve Minoslular) adlı kitabında Luvi Hieroglif yazısının çözümlenmesinden Ege’nin erken tarihi konusunda çeşitli sonuçlara varmak için yararlanır. Kitaptaki en temel tespitlerinden biri Luviler’in MÖ 3. binyılda Yunanistan’a girdikleri ve dillerini orada yaydıklarıdır. 

Bununla birlikte hem Girit Hiyeroglif Yazısı’nın hem de Linear-A yazısının, Batı Anadolu ile bağlantılı olduğuna dair kanıtlar da mevcuttur. Ancak Batı Anadolu’da MÖ 16. ile 13. yüzyıllar arasına ait katmanlarda hemen hemen hiç kazı yapılmadığı için bu varsayımlar bir hipotez olmaktan ileri gidememiştir.

Takriben MÖ 2000 yılından itibaren Luvice kişi isimleri ya da Luvice kökenli kelimeler eski ticaret şehri Kültepe’de (Kaniş veya Neşa) bulunan Asur tabletlerinde görülmeye başlanır. O dönemde Anadolu’da yaşayan Asurlu tüccarlar yerli halkı, “Luviler”in karşılığı olan Nuwaʿum olarak adlandırırlardı. Hitit kanunları ve diğer belgeler de Luvi dilinden yapılan çevrileri ile batıda Luwiya diye isimlendirilen bir ülkeye işaret ediyordu. Anadolu’nun batısı, karışık topografyasından kaynaklanan sorunlardan dolayı binlerce yıl boyunca küçük krallıklar ve beylikler arasında paylaşılmıştı. Batı Anadolu ticaret açısından büyük bir hammadde potansiyeline sahipti. Politik olarak parçalanmış gözükse de burada erkenden yazıya ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır.

Luvi dilinde yazılmış çivi yazılı metinlerin yanında, bağımsız bir Luvi Hiyeroglif Yazısı’da vardır. Mekke’yi ve Petra’yı ziyaret eden ilk Avrupalı olan İsviçreli seyyah Jean Louis Burckhardt daha 1812 yılında Suriye’nin Hama kentinde, üzeri tanınmayan hiyerogliflerle yazılı taş blokları görmüştü. 20. yüzyılın ilk yarısında bunlara benzer birçok başka yazıt özellikle Kargamış ve Hattuşa’da bulundu, ama bilim adamları tarafından herhangi bir uygarlıkla ya da dille ilişkilendirilmedi. Bu keşiflerden bağımsız olarak Çek dilbilimci ve doğa bilimci Bedřich Hrozný 1917 yılında Hitit Çivi Yazısını çözümledi. Bunun sonucunda İsviçreli Asurolog ve Hititolog Emil Forrer 1919 yılında ilk kez çivi yazılı arşivlerdeki Luvi dilini okumayı başardı. 1953 yılından sonra Hattuşa’daki çivi yazılı Luvi metinlerinin yayınlanmasıyla beraber Luvi çivi yazısı, Luvi hiyeroglifleri ile ilişkilendirildi ve 520 işaretten oluşan Luvi hiyeroglif yazısı büyük ölçüde anlaşılmaya başlandı. Hiyeroglif yazısının kullanımı MÖ 2000’li yılların başına kadar geriye gidip, 1400 yıl kadar kullanımda kalmış ve MÖ 600’lü yıllarda ortadan kalkmıştır. Erken örnekleri daha çok resmi mühürler üzerinde görmek mümkündür. Söz konusu mühürlerde, merkezde yer alan isim ve ünvan hiyeroglif ile, etrafı ise çivi yazısıyla yazılırdı.

Bilim insanları birkaç yıl öncesine kadar Luvi hiyerogliflerini Hitit hiyeroglifleri olarak tanımlardı. Bu yanlış tanımlama, Luvi hiyerogliflerinin gün ışığına çıktığı bütün buluntu yerlerinin otomatik olarak – ve yanlış bir şekilde – Hitit İmparatorluğu’nun toprakları içerisinde görülmesine neden oldu. Bu kavram karışıklığı Hitit İmparatorluğu’nun haritalar üzerindeki yerinin sürekli batıya doğru büyümesine ve Miken bölgesiyle ortak sınıra sahipmiş gibi gösterilmesine neden olduğu gibi bazen de iki kültür iç içe geçirilmiştir. Gerçekte Luvi Hiyeroglif buluntularının Hititlerin hâkimiyetiyle ilişkilendirilmesi ne mantıklı ne de haklı bir gerekçe içermektedir. Hitit İmparatorluğu’nun MÖ 1190 yılında yıkılmasından sonra çivi yazısı Anadolu’da yok olurken Luvice hiyeroglif yazısı yayılmaya başlamıştır.

LUVİLERDE İNANÇ

Luvi inanç yapısı her döneminde yabancı dinsel unsurların etkilerinden güçlü bir şekilde etkilenmiştir ve komşu kültürlerden, özellikle başta Arami ve Hurri dininden açıkça ayırmak mümkün değildir. Tunç Çağı'nda Luvi dinsel inancının teolojik incelemesi büyük ölçüde Hitit başkenti Ḫattusa'da bulunan kayıtlara da dayanmaktadır.

Dinler tarihi açısından Luvi dini iki döneme ayrılabilir: Tunç Çağı dönemi ve Demir Çağı veya Geç Luvi dönemi. Tunç Çağı boyunca Luviler Hititlerin egemenliği altındaydı ve Hititçeye yakın bir dil olan Luvi dilini konuşuyordu ve inanç sistemleri de Hitit dinine yakındı.

Hitit İmparatorluğu'nun çöküşünün ardından, kuzey Suriye ve güneydoğu Anadolu'da Geç Luvi devletleri kuruldu ve bunlardan bazıları Aramice'nin etkisi altına girdi ve MÖ 8. yüzyılda Asurlular tarafından ortadan kaldırıldılar. O dönemde en önemli Luvi merkezleri Karkamış, Melid ve Tabal'dı. 

Luvice diline yapılan en eski tanıklıklar, Kārum Kanis'teki (MÖ 1900 civarında) döneminin Asurlu tüccarlarının arşivlerinden gelmektedir. Burada açıkça Luvi olarak yorumlanabilecek bazı kişisel isimler ortaya çıkar. Santa ve Runtiya'ya bu dönemde tanrı olarak tapınılıp ibadet edilmektedir. Hitit metinlerinde, Luvice dilinin parçaları genellikle yağmur yağdırma ve insanların arındırılması veya şifa ile iyileştirilmesi amacıyla yapılan büyülü ayinlerde görülür ve Tanrıça Kamrusipa bunda önemli bir rol oynar. Bununla birlikte, Hupişna'lı (Ereğli) Tanrıça Ḫuvassanna gibi yerel kültler'de kabul görmüştür. Sakarya Nehri bölgesinde olduğuna inanılan Istanuva şehrinin Panteonu da Luvi inanç kültü'nün coğrafyasına aitti.

Geride kalan Luvi hükümdarları ve tüccarları MÖ 11. yüzyıldan itibaren, Demir Çağı Luvilerinin dini inançları hakkında zengin kanıtlar sağlayan birkaç yazıt bıraktılar. Bunlar arasında tanrılarının heykeller şeklindeki tasvirleri, Hitit tarzında kaya kabartmaları veya kaya oyma kabartmaları da bulunmaktadır. Özellikle Melid'de(Aslantepe Malatya) MÖ 10. yüzyıla ait döneminin dindar bir kralı tarafından yaptırılan birçok kabartma eser mevcuttur. Kabartmalar da kralın bir dizi tanrının önünde adak sunuşu tasvir edilmektedir. Ayrıca kabartmaların birinde gök ve fırtına tanrısının yılan benzeri bir şeytanla olan savaşının bir görüntüsü de tasvir edilir; bu da Hitit mitolojisi'nin İlluyanka efsanesini ve Yunan Tifon efsanesini hatırlatır.

Klasik Antik Çağ'da başta Kilikya ve Likya olmak üzere eski Anadolu'dan gelen kişiselleştirilmiş tanrı isimleri ve Luvi dini unsurları Roma dönemine kadar hayatta kalmıştır. Luvi tanrısı Santa'dan (Savaşcı Tanrı) türeyen Sandas tanrı kültünün Herakles ile özdeşleştiği Tarsus'ta kanıtlanmıştır. Tanrıça Kubaba ile özdeşleşen Artemis-Perasia kültüde Kilikya'da mevcuttur ve yerleşiktir. Benzer izler Luvilerin yakın akrabaları olan Likyalıların ve Karyalıların dini unsurlarında da görülebilir. 

Halep Ulusal Müzesi'ndeki Luvi fırtına tanrısı Tarḫunz 

İvriz rölyefinde Kral Warpalawas, ‘Bağ Tarhunz’ası’ önünde görülmektedir.

En büyük Luvi tanrısı Fırtına Tanrısı Tarhunt/Tarhunz idi. Bu tanrının niteliklerinden biri kudreti veya gücüdür. Arabasını atlar çeker. Üzüm bağlarıyla ilişkilidir. Yunan epiğine Pegesos olarak geçmiştir. Erkek Güneş Tanrısı Tivad’ın da Luvilerin gözünde benzer bir konumu vardır. İsmi gün ışığı anlamındadır. Santa savaş tanrıdır. Kurunta geyik üzerinde gösterilen koruyucu tanrıdır. Wiluşa’nın tanrısı Appaliunas, sonradan Yunan tanrısı olarak yaygınlaşan, ama aslında bir Anadolu-Luvi tanrısı olan Apollon’un eski adıdır. Kamrusipa, Tiwad'ın karısı ve koruyucu tanrı Runtiya'nın annesiydi. Büyü ritüellerinde önemli bir rol oynadı. Luvilerin yağmur yağdırma ve insanların arındırılması veya şifa ile iyileştirilmesi amacıyla yapılan büyülü ayinlerde görülmektedir. 

Arma ay tanrısıydı ve çok sayıda teoforik kişisel isimde (örneğin Armaziti, "Arma Adamı") görünür, bu da onun popüler bir tanrı olduğunu düşündürür. Demir Çağı'nda Harran'ın ay tanrısı Sin ile tamamen birleşti ve yazıtlarda sıklıkla "Harranian Arma" olarak anılır. Kanatlı ve sakallı bir tanrı olarak tasvir edilmiştir ve miğferinde hilal vardır. 

Runtiya bir koruyucu tanrıydı. Hayvanı geyikti ve adı geyiğin boynuzlarıyla hiyerogliflerle yazılmıştır. Geç Luvi metinlerinde, vahşi doğayla bağlantılıdır ve bir av tanrısı olarak hizmet eder. Yay ve okla silahlanmış, bir geyiğin üzerinde duran bir tanrı olarak tasvir edilmiştir. Ortağı, Kummuh'ta Kubaba ile özdeşleştirilen tanrıça Ala'dır.

Santa, karanlık Marwainzi ile birlikte adlandırılan ölüm getiren bir tanrıydı, tıpkı Geç Luvi metinlerinde Nikarawa gibi. Santa, Bronz Çağı'nda Babil tanrısı Marduk ile özdeşleştirildi. Kültü, Sandan-Herakles ile özdeşleştirildiği klasik antik çağa kadar Kilikya Tarsos'ta devam etti. Kader tanrıçası Kwanza ve veba tanrısı Iyarri, Geç Luvi isimlerinde yalnızca dolaylı olarak belgelenmiştir. 

LUVİLERİN AKİBETİ

Geç Tunç Çağı’na gelindiğinde, MÖ 14. yüzyıldan sonra yazılı kaynaklarda Luviler veya Arzawalılar ismine rastlanılamamıştır. MÖ 1200’lü yıllara gelindiğinde ise Anadolu’da bulunan uygarlıklar hakkında net bir belge ve bilgi yoktur. Son zamanlarda araştırmacılar arasındaki genel kanı Anadolu’daki Hitit egemenliğinin MÖ 12. yüzyılda tüm Akdeniz çevresini ve Ortadoğu’yu darmadağın eden Deniz Kavimleri’nin saldırıları sonucu Hatttuşa’nın da düşmesinin ardından, Anadolu Bronz Çağı’nın yüzyıllar içinde oluşan tüm medeniyeti yerle bir olmuş, kent hayatı çok büyük ölçüde gerilemiştir. Yıkımların ardından Ege Adaları ve Anadolu 400 yıl sürecek bir karanlık çağa girmiştir. Akdeniz’in tüm doğu yarısında, Antik Mısır hariç, neredeyse tüm büyük ve orta ölçekli kentler, yağmalanıp ateşe verilmiştir. Bronz Çağı sonlarını getiren bir dizi saldırı meydana gelmiştir.

Mısır kralları, bir çağın sonunun gelmesine sebep olan bu yıkımın sorumlusu olarak Deniz Kavimleri olarak bahsetse de bu tartışmalıdır. Bununla birlikte, bu kavimlerin saldırıları meydana gelen büyük kargaşanın yalnızca başlangıcını teşkil etmiştir. MÖ 12. yüzyılın başındaki yıkımları, karşılıklı savaşların yapıldığı bir dönem olarak görmek daha mantıklı görülmektedir. Buna örnek olarak, Medinet Habu’daki yazıtlarda Deniz Kavimleri’nin saldırıları sonucu zarar gören ülkeler arasında, Arzawa’nın adı “Arzaova” olarak geçmektedir. Halbuki Arzawa, Deniz Kavimleri saldırıları sonucu değil, sonraki dönemde Mikenler(Akhalar) tarafından düzenlenen karşıt saldırılar sonucu yıkılmıştır. İlk önce aralarında ittifak kuran küçük Luvi devletlerinin ortak filosu Ege’den Doğu Akdeniz’e doğru saldırılara geçtiği düşünülmektedir. Deniz Kavimleri olarak da adlandırılan bu istilalardan sonra yıkım dalgaları tersine dönmüştür. Miken(Akha) Krallıkları ve Balkanlar’dan gelen farklı kavimler, eş zamanlı ya da farklı zamanlarda, Batı Ege’nin iç bölgelerinde ve kıyılarında yer alan ve kısa bir süre içerisinde büyük zaferler kazanan Luviler’e karşı bir ittifak oluşturup, saldırıya geçmişlerdir. Bu ikinci saldırı dalgasında, Troia (Wilusa) yakılıp yıkılmış, bir daha eski önemine asla ulaşamamıştır.


DENİZ KAVİMLERİ 

Deniz Kavimleri, Tunç Çağı’nın sonlarına doğru MÖ 13. yüzyılda, Doğu Anadolu, Suriye, Filistin, Kıbrıs ve Mısır’ı yağmalayıp, istila eden saldırgan denizci halklara verilen isim olup, Hitit İmparatorluğu’nun yok olmasına sebep olmuşlardır. Deniz Halkları için kayıtlar Mısır metinlerine, Hitit kaynakları ve arkeolojik verilere dayanmaktadır. Ancak Ortadoğu tarihindeki ‘karanlık dönem’ yüzünden kültürleri veya milliyetleri hakkında kesin bir bilgi yoktur. 

Tanis’teki (Mısır'ın Nil Deltası'ndaki yerleşiminin Yunanca adı) dikilitaşta ‘Savaş gemileriyle denizden geldiler ve kimse onlara karşı koyamazdı’ ifadesinde olduğu gibi Mısır belgelerinde hangi milletten olduklarını belli değildir. Bugüne kadar Etrüsk, Troai, Luvi, İtalyan, Fenike, Minos ve Miken uygarlıkları ile ilişkilendirilen pek çok teori ileri sürülmüşse de yeterli arkeolojik kanıt bulunamadığından dolayı hepsi varsayım olarak kalmıştır. Dikkat çekici bir teori de Mısırlıların Deniz Kavimlerini ‘Hau–Nebut’ (Ege Halkı) olarak tanımlamasından dolayı bunların Luvi kökenli Batı Anadolu’nun küçük devletlerinin askeri ittifakı olduğudur. Ayrıca hiçbir yazıtta bu halklar “Deniz Halkları” olarak anılmamış bu ifadeyi Fransız Mısırbilimci Gaston Maspero 1881’de ilk kez kullanmıştır. Ayrıca Alaşya (Kıbrıs) kralı Pagan’ın, Ugarit kralı Ammurapi’yle yazışmalarında yine Deniz Kavimlerinden bahsedilmektedir. Hititlere (Hatti ve Luka ülkesi olarak bahsediliyor) yardım için ordusunu ve gemilerini gönderen Ugarit kralının da Deniz kavimlerine direnemediği anlaşılmaktadır.

Deniz Kavimlerini oluşturan halkların adları, MÖ 1274’te Kadeş Savaşı’nda Hitit Kralı II.Muwatalli’nin yanında savaşan paralı askerlerin kökenleriyle büyük ölçüde aynıdır. O dönemde Hitit Kralı 12 bin Hitit askerinin yanında 8 bin de paralı asker toplamıştı. Deniz Halklarından adları belli olanlar şunlardır:

  • Tunç Çağı’nda Yunanistan’a hâkim olan Ekweşler veya Akhalar (Hitit belgelerinde Ahhiyawa)
  • Batı Anadolu kıyılarında yaşayan korsanlık yapan Teresh, Tyrsenoi veya Tyrrhenia halkı ki Etrüsklerin ataları olduğu sanılmaktadır
  • Batı Anadolu kıyılarında Likya’da yaşayan Luka halkı
  • Sonradan Sardunya adasına isimlerini verecek olan Sherdan halkı ki bu halk MÖ 1299’da Kadeş Savaşı’nda Mısırlılar tarafından paralı asker olarak kullanılmıştır
  • Sicilya’ya adını veren Siculi kabilesiyle özdeşleştirilen Şekeleş halkı
  • Girit kökenli olduğu sanılıp kalıcı olarak Filistin’e yerleşen tek Deniz Kavmi olan Peleset halkı
  • Bugünkü Adana’nın bulunduğu bölgede yaşayan Danunalılar

Geç Tunç Çağı’nın sonlarında Deniz Kavimlerinin Ege Denizi ve Doğu Akdeniz’de yaptıkları istilalar

Deniz Halklarını yeni yurtlar aramaya iten neden konusunda görüşler farklıdır, ancak bazı tarihçiler, kıtlık veya doğal afetler yüzünden anavatanlarından uzaklaştırıldıklarını iddia etmektedir. Deniz Kavimlerinin saldırgan tutumuna ilk açıklama Eliazer D. Oren yaparak Anadolu’da Hitit İmparatorluğu ve Yunanistan’daki Miken Devleti çökmesiyle bu ülkelerin halklarının Levant’a ve Kıbrıs’a yerleşmesiyle açıklamıştır. Shelley Woochsmann bu halklara Orta Avrupa’dan ve Karadeniz bölgesinden katılımlar olabileceğini de ekleyerek destek verirken, R. D. Barhett ve Eberhard Zagger, Batı Anadolu kökenli olduklarını, Frank Joseph ise kayıp şehir Atlantis’ten geldiklerini ileri sürmüştür.  Kıyı bölgesinde bulunan Sidon ve Biblos gibi Fenike şehirlerinde bir yıkım izi görülmemesi de bu kavimlerin kimliğini belirlemek için ipucu olabilir.

Bununla birlikte Deniz kavimleri gelmeden önce Hititlerce ele geçirilen kuzeydeki Fenike şehri Arvad tekrar Fenikelilerin eline geçmiştir. Bu durum bize Deniz Kavimlerinin Fenikelilerle anlaşma içinde olduğunu göstermektedir. Bir görüşe göre Fenikeliler, Mısır’a ilk saldırılarında başarısız olan Deniz Kavimlerini Anadolu’ya Hitit topraklarına yönlendirmişlerdir. Deniz Kavimleri Yunanistan ana karasındaki Miken şehirlerine de saldırmış Betancourt’un teorisini kısmen doğrularcasına buranın halkını kendilerine katılmaya ikna etmişlerdir. Philip C. Betancourt, Filistin’e yerleşen Deniz Kavimlerinin çömlek parçalarını incelediğinde Yunanistan’daki Mikenlerin çömlekleriyle benzer olduklarını görmüştür. MÖ 1400-1200 arasında Ege çevresinde geniş bir ticaret ağı kuran Mikenlerin ekonomisi Akdeniz’de korsanlığın artmasıyla bozulmuş, kuraklık ve iç savaşın da etkisiyle göç kaçınılmaz olmuştur. 

Mısırlılar, Deniz Halklarına karşı üç büyük firavun II. Ramses (MÖ 1279-1213), oğlu ve halefi Merneptah (MÖ 1236-23) ve III. Ramesses dönemlerinde (MÖ 1198-66) savaşmışlardır. Akdeniz bölgesindeki kıyı kasabalarını yağmalayan Deniz Halkları özellikle MÖ 1276-1178 arasında Mısır’a yoğunlaşmışlardır. Sonuçta 1178’de Xois zaferiyle Deniz Halkları savaşçıları katledilmiş veya esir alınmıştır. 

Deniz Kavimlerinin saldırıları sonucunda MÖ 1182’de Ugarit şehirlerinin tamamı yıkılmış ve bir daha kurulmamıştır. Bu yüzden Mısır’dan Hititler’e giden yiyecek akışı kesilmiş ve zayıf düşen Hitit İmparatorluğu’nun merkezi komşu krallıklar tarafından ele geçirilmiştir. Mısır Deniz Kavimleri’ne karşı Nil deltasını başarıyla savunmuşsa da Levant’ı kaybetmiştir. Deniz Kavimleri yüzyıl süren saldırılarının sonucunda muhtemelen Kıbrıs ve diğer Akdeniz adaları ile Levant’a yerleşmişlerdir. Anadolu’nun kuzeyinde yaşayan Kaşkalar, Hitit topraklarının bir kısmını, İstanbul ve Çanakkale boğazlarını aşarak Anadolu’ya giren Thrakların bir kolu olan Phrygler (Frigler) Hitit ülkesinin daha büyük bir bölümünü ele geçirmişlerdir. Batı Anadolu’ya Yunanistan‘dan Aioller ve İonlar gelip yerleşmiştir. Deniz kavimleri Fenike şehirlerine dokunmadığı için Akdeniz ticareti Fenikelilerin tekeline girmiştir.

Deniz Kavimleri saldırılarına ait en önemli bilgiler, Merneptah’a ait Karnak Mabedi yazıtları, İsrail Steli, III. Ramses’in Medinet Habu Mabedi yazıtları ve IV. Ramses’in Büyük Harris Papirüsü’nden öğrenilmiştir. Firavun Merneptah’ın döneminde (M.Ö. 1209-1207) Mısır’a saldıran halkların isimlerin arasında, Lukka, Tereş, ve Ekveş bulunmaktadır. Fakat meşhur Deniz Kavimleri saldırılarına ait asıl bilgiler ilk olarak III. Ramses’in Medinet Habu’daki mezar tapınağının duvarlarındaki yazıtlardan ve hiyerogliflerden öğrenilmiştir. III. Ramses’in (M.Ö. 1184-1152), saltanatı sırasında da Mısır’a “denizin ortasındaki adalarda” yaşayan yabancı halkların oluşturduğu bir federasyon tarafından saldırı gerçekleştirilmiştir. Medinet Habu yazıtlarında, bu halkların, "Hatti, Kode, Kargamış, Arzaova ve Alasia gibi bir dizi Geç Bronz Çağı uygarlıklarını yenilgiye uğrattığından bahsedilmiştir. 

Zangger, Akdeniz’deki kentleri yakıp yıkanların Luviler olduğu görüşünü MÖ 1190 yılına ait, Afyon yakınlarındaki Beyköy’de bulunan, 30 metre uzunluğunda Luvi dilinde yazılmış taş yazıta dayandırıyor. Bu yazıtta baskınları düzenleyenlerin isimleri, amaçları ve motifleri bulunuyor. Afyonkarahisar yakınlarında 1878 yılında bulunan Luvi dilindeki bir antik yazıt ilk kez deşifre edildi. Belgelerde geçen “gizemli deniz insanları”nın Anadolu’nun yerli halkları olduğunu gösteriyor.

Afyonkarahisar'da 1878 yılında bulunan taş bir yazıt Akdeniz arkeolojisinin en büyük gizemlerinden birine ışık tuttu. Yazıtın Bronz Çağı krallığı Mira kralı Kupanta-Kurunta'nın emriyle MÖ 1190 yılında hazırlandığına inanıyor. 

Luvi devletlerinden oluşan bir koalisyon MÖ 1192 civarında Doğu Akdeniz'in kıyı kentlerine saldırdı.

Bilim dünyasında son yıllarda Ege Denizi’nin ve özellikle Batı ile Güney Anadolu’nun bu karışıklıkların çıkış noktası olduğu düşüncesi giderek kabul görmektedir. Mısırlıların Deniz Kavimleri için kullandığı terim olan “Hau-Nebut” (Ege halkı) tanımlaması da bunu destekleyici niteliktedir. Lukkaların yaşadığı Anadolu’nun güneybatı ucu aynı zamanda Deniz Kavimleri’nin gemilerinin ilk kez görüldüğü yerdir. Gerçekten de Deniz Kavimleri diye adlandırılan grupların Batı Anadolu’daki küçük devletlerden oluşan askeri bir ittifak olduğuna dair çeşitli kanıtlar söz konusudur.

Arkeolojik olarak Doğu Akdeniz’de birçok şehir merkezinin ve özellikle de sarayların bir yıkım dalgasına kurban gittiği belgelenmiştir. Kıbrıs, Suriye ve Filistin’de düzinelerce liman şehri yok edildi. Başkent Hattuşa bir gecede terk edildi ve Hitit İmparatorluğu çöktü. Bununla beraber Deniz Kavimleri saldırıları bu büyük kargaşanın yalnızca başlangıcını teşkil etti. Takip eden yıllarda Troia yakılıp yıkıldı, sonradan kısmen yeniden inşa edildiyse de eski önemine asla ulaşamadı. Mykenai, Tiryns, Pylos ve Yunanistan’daki diğer yerlerde bulunan Miken krallarının sarayları da bu dönemde yıkıldılar. Ama buralardaki yıkımın bir deprem ya da bir iç savaş sonucu olduğu ağırlık kazanmaktadır.

MÖ 12. yüzyılın başındaki yıkımları, karşılıklı savaşların yapıldığı bir dönem olarak görmek daha doğrudur. İlk önce aralarında ittifak kuran küçük Luvi devletlerinin ortak filosu Ege’den Doğu Akdeniz’e doğru saldırılara geçti. Bu saldırılara Deniz Kavimleri saldırıları olarak adlandırıyoruz.

MÖ 13. yüzyılın sonuna doğru, Hitit İmparatorluğu’nun etrafı kendisine karşı düşmanca tavır içerisinde olan kuzeyde Kaşka ve Azzi, doğuda Mittani gibi komşularla çevriliydi. Güneyde ise Kizzuwatna devleti Hititlere karşı düşmanca tavırlar içerisindeydi. Batı’daki küçük Luvi devletleri birleşmiş ve liderliğine de Mira Kralı getirilmişti.  Hititlerin bu kıskaçtan çıkma şansı kalmamıştı. Muhtemelen Hititler ile savaşı tetikleyen faktör, Kıbrıs’ın ele geçirilmesi oldu. Bakır madeni açısından zengin bir ülke olan Kıbrıs’ın Hititler tarafından ele geçirerek Akdeniz ticaretini altüst etmesi bardağı taşıran son damla olabilir. Luviler bir araya gelerek askeri bir birlik ve donanma oluşturdular. Hitit ülkesine karadan doğrudan saldırmak yerine, Önce deniz yoluyla Hititlerin Kıbrıs ve Suriye’deki topraklarına ulaştılar. Lukkaların ve Şerdenlerin paralı askerlerden oluşan askerleri neredeyse bir gecede bir donanmaya dönüştü ve Hititlere karşı savaşmaya başladılar. Hititlerin başında II.Şuppiluliuma vardı. Güneyde bir saldırıya uğradığında buna hiç de hazırlıklı değildi. Deniz savaşlarında bir sonuç alınamayınca savaş karada devam etti. Deniz Kavimlerini oluşturan Luvileri kuzeydeki ülkeler de destekledi. Kuzeyden kaynaklanan bir yıkım dalgası Hattuşa’ya kadar yayıldı. Kaşkalar Hitit ordusunun diğer cephelerde olmasından yararlanarak Başkent Hattuşa’ya saldırdı. Fakat kente geldiklerinde şehrin terk edildiğini gördüler. Böylece Hititlerin Ön Asya’daki yaklaşık dört yüz yıllık egemenlikleri tamamen sona erdi.


TROİA

Luviler Güneydoğu Anadolu, Suriye kıyıları ve Kıbrıs’ı hakimiyetlerine alıp Hattuşa’yı yenilgiye uğrattığı ve Hitit aristokrasisini ortadan kaldırdığı zaman, Batı Anadolu kökenli bu küçük devletler birdenbire Kuzey Anadolu’dan Anadolu, Suriye ve Kenan ülkesine hatta Mısır sınırına kadar uzanan bir bölgeyi kontrollerine aldılar. Luviler, Hitit egemenliğini kırmak için özellikle kendilerine hedef olarak yönetici sınıfı seçtiler. Halka dokunmadılar. Dolayısıyla bölgenin ekonomik altyapısı bu saldırıdan zarar görmedi. Kocaman bir coğrafya ya hükmeden Luviler aynı zamanda Doğu Akdeniz’deki bütün madenlere, kara ve denizlerdeki bütün ticaret yollarına da sahip hale geldiler. Zaten doğal zenginlikler ve madenler açısından çok üstün bir durumdaydılar. 

Gittikçe güçlenen bu Luvi birliğinin ileride kendileri için daha büyük bir tehlike olabileceğini öngören Mikenler Batı Anadolu’ya saldırmak için planlar yaptılar. Grek Krallıkları(Akhalar) Batı Ege kıyılarında yer alan Luvilere karşı bir ittifak oluşturdular. Homeros’un anlattıklarına göre Odysseus dahil birçok Grek soylusu başlangıçta savaşa katılmak istememişti. Tüm ileri gelenler ikna edildikten sonra iki yıl da donanma hazırlıklarıyla geçti. Grekler yaklaşık 1200 gemi ile rotayı Troia’a kırmadan önce Batı Anadolu kıyılarına saldırıp onlarca Luvi kıyı kentini yerle bir ettiler. Luvilerin bu kadar geniş bir alanda kentlerini savunma imkanları zaten yoktu.

Deniz Kavimleri saldırılarından sonra bu ikinci saldırı dalgası Homeros ve diğer antik Çağ yazarları tarafından Troia Savaşı olarak adlandırıldı. Troia savaşı aslında daha önce zafer kazanan Deniz Kavimlerine karşı bir saldırıdır. Yaklaşık 10 yıl süren ve Troia kentinin yakılıp yıkılması ile Troia kenti uzun bir süre sessizliğe büründü. Grek kuvvetlerinden hayatta kalanlar ülkelerine geri döndüler. Fakat yokluklarında yerlerine bıraktıkları vekiller tahtlarına el koymuştu ve savaştan dönen krallara yerlerini geri vermek istemediler. Bu nedenle de Yunanistan’da, dış etkilerden tamamen bağımsız bir iç savaş patlak verdi. Savaşın sonucu ise karanlık yıllardı.  

Ege bölgesinin Bronz Çağı sonundaki (MÖ 2000 yılı sonu) Luvi Krallıkları. Bu krallıklar kırmızı daireler içerisinde gösterilmiştir. Krallıklar Hititçe (üst), Mısırca (orta) ve Grekce (alt) adları ile belirtilmiştir.  

Daire içerisinde gösterilen bölge Homeros tarafından tanımlanan Troia krallığının yaklaşık sınırlarını göstermektedir. Kırmızı noktalar ile işaretlenen yerler ise Akhilleus tarafından yıkılan şehirleri göstermektedir. 

 Troia Savaşı

MÖ 2000 yılının ortalarında Çanakkale’de Hisarlık tepesinin doğusunda kalan topraklar Hitit İmparatorluğuna aitti. Hitit kralı IV. Tuthaliya'ya (MÖ 1250-MÖ 1220) ait bir kaya anıtında iki yer isminden bahsedilir (Wilusa ve Troia). Hititoloji bulgularına göre Troia (İlion), Hititlerin sözünü ettiği Wilusa kentidir. Şehrin yeni bulunan bronz mührü eski Yunanca değil, Anadolu'da binlerce sene önce konuşulan Luvi dilinde idi. Benzer şekilde toprağın metrelerce altından çıkarılan evler de Yunan özelliği taşımıyorlardı ve Anadolu'ya özgüydüler. 

Grek askerlerinin toplandığı kamp, Troia körfezi, buraya akan nehirler ve Troia kenti

1870 yılında Alman arkeolog Heinrich Schliemann tarafından başlatılan kazılarda Hisarlık tepesinde üst üste kurulmuş dokuz kent katmanı bulunur. Bu katmanların altıncısı MÖ 1184 yılında gerçekleşen savaşta Mikenler(Akhalar) tarafından tahrip edilip yakılan efsanevi Troia kentidir. MÖ 5. yüzyılda Homeros ‘İlyada’ efsanesinde Troia savaşının bir bölümünü ayrıntılarıyla yazıya aktarmıştı. Troia savaşının Yunanistan’dan gelen tarafı Akhalar, MÖ 2000 yılı başlarında kuzeyden ve doğudan göçen kavimlerin Antik Yunanistan’daki halk ile birleşip kaynaşmasından doğmuş yeni bir ırkdır. Hitit egemenliği altındaki Troia kentinin önünde haritada görüldüğü gibi geniş ve korunaklı bir körfez vardı ve kent denize çok yakındı. Zamanla bu körfez kentin iki yanındaki nehirlerin alüvyonlarıyla doldu. Şimdi Antik Troia kenti denizden yaklaşık 15 km uzaklıkta.

Mitolojiye Göre Troia Savaşı

Troia savaşının başlangıcına ilişkin birçok mitos vardır. Ancak en ilginci insan nüfusunun hızla çoğalmasıyla zor durumda kalan Yeryüzü tanrıçası Gaia’nın bu duruma çare bulması için Zeus’a başvurması mitosudur. Bir kez daha tufan yaratmak istemeyen Zeus’un Yunanistan’da çıkardığı savaş da işe yaramayınca acı ve alayın tanrısı Momos’un verdiği akıl uyarınca Helene’nin doğmasıyla sonuçlanacak evliliğin yapılmasını sağlamıştır. Zeus’un organize ettiği şekilde Peleus ile Thetis evlenmiş ve Thetis, Helene adlı dünya güzeli bir kız doğurmuştur. Doğu ve Batı bu güzel kıza sahip olabilmek için sonsuza kadar savaşacaklardır. Gerçekten de bu tarihten itibaren Ege denizinin öte yakası ile bu yakası arasında sürekli bir savaş durumu vardır.

Zeus’un Elektra’dan doğma oğlu olan Dardanos, ülkesi olan Samothrake adasından Zeus’un dünyaya gönderdiği tufandan kurtularak bir sal üzerinde Asya kıyılarına çıkmıştır. Burada önce Troia tepesinde bir kent kurmak istediyse de tanrılar o tepenin lanetlendiğini söyleyince Dardaniaos kentini kurmuştu. Dardanos’un üç oğlu vardı; Erikthonios, İdaios ve İlios. İdaios’un da bir oğlu oldu ve adını Troas koydu. Kaz dağlarının diğer adı olan İda adı İdaios’dan gelir. İdaios bu dağda tanrıların anası Kybele’ye bir tapınak yaptırmıştı.

Mitosa göre, İlios, Phrygia’da yapılan bir oyuna katılmış ve ödül olarak 50 si erkek 50 si kadın olmak üzere 100 köle kazanmıştı. Ayrıca kral ona bir benekli inek vermiş ve inek nerede durursa orada kent kurmasını öğütlemişti. Uzunca bir yolculuğunun sonunda inek Ate (Hisarlık) tepesine varınca çökmüş. İlios’da İlion adını verdiği kenti bu tepede kurmuştu. İlios’un da bir oğlu olmuştu ve kendisinden sonra tahta geçmişti. Laomedon isimli yeni kral kentin lanetlenmesindeki en büyük paya sahipti. Laomedon kenti etrafına sur yaptırmak için Zeus’dan yardım isteyince Zeus’da kendisine bir süre önce başkaldıran Poseidon ve Apollo’na surları yapmasını söylemiş iki tanrı da çaresiz kabul etmek zorunda kalmışlardı. Ancak Laomedon bu işin karşılığında onlara ödemede bulunacaktı. Tanrılar Laomedon yapabileceği bir sahtekarlığa karşı sur inşaatında insanları da kullanmışlardı.  Surlar kısmen insan yapımı oldukları için yıkılmaz değildiler. Nitekim Laomedon işin bitmesinden sonra söz verdiği ödemeyi yapmaya yanaşmadığı için kent lanetlenmişti. Laomedon sadece bu tanrıları değil Herakles’i de kandırmıştı. Parası ödenmeyen Poseidon sinirlenerek Laomedon’un kızını kaçırmıştı. Kızına düşkün Laomedon’da Herakles’den yardım istedi; kızını kurtarırsa tanrısal kısrakları ona vereceğine söz verdi. Ancak kızını kurtaran Herakles’e de sözünü tutmadı. Bunun üzerine Herakles’in öfkesi korkunç olmuş, kenti kuşatıp yağmalamış ve Laomedon’u öldürdükten sonra da kenti ve krallığı Laomedon’un oğlu Priamos’a teslim etmişti.

Yeni kral Priamos’un, Hekabe ile evliliğinden çok sayıda çocuğu oldu. Ancak son çocuğu hem kendisinin hem de kentin sonunu getirdi. Priamos’un karısı Hekabe bir gece rüyasında içinde yılanların çöreklendiği bir çalıyı dünyaya getirdiğini görmüş ve uyandıktan hemen sonra da Troia ve İda dağındaki ormanların yandığını haykırmıştı. Bu olayı duyan Priamos, kâhin olan oğlu Aisakos’u çağıtarak bu rüyanın ne anlama geldiğini yorumlamasını istemişti. Aisakos annesinin doğuracağı çocuğun Troia’nın yerle bir olmasına neden olacağını söylemiş ve onu hemen öldürmesini tavsiye etmişti. Ancak Hekabe çocuğunu gece yarısından önce dünyaya getirdiği için Priamos tarafından bağışlanmıştı. Kahinler ısrar edince, Priamos, çocuğu öldürmesi için çoban Agelaos’a verdi. O da çocuğu götürüp dağa bırakmıştı. Beş gün sonra gidip baktığında çocuğun ölmediğini, ayılar tarafından emzirildiğini görünce, çocuğun tanrısal bir kişilik olduğuna hükmedip yeni doğan kendi çocuğuyla birlikte büyütmeye karar verdi. Çocuğu para kesesinin içinde evine taşıdığından ad olarak para kesesi anlamına gelen Paris ismini vermişti. Böylece öldüğü sanılan Paris, İda dağı eteklerinde büyümeye başladı. 

Rubens'in Paris'in Yargısı (Güzellik yarışması) isimli tablosu (1636 - Londra Ulusal Galerisi

Tanrılar tarafından ölümlü Peleus’la evlenmeye razı edilen Thetis’in düğününe huzursuzluk çıkmasın diye kavga tanrıçası Eris çağırılmamıştı. Buna içerleyen Eris, tanrılar düğün şöleninde eğlenirken üzerinde ‘en güzeline’ yazan bir altın elmayı masaya atmıştı. Gökten üzerinde en güzeline yazan bir altın elma düştüğünü gören tanrıçalar elmanın kendileri için gönderildiğini düşünerek tartışmaya giriştiler. Athena, Hera ve Aphrodite’in her biri elmanın kendi hakkı olduğunu iddia ediyordu. Elma paylaşılamayınca gözler hakemlik yapması için Zeus’a dönmüştü. Ne de olsa adaletten sorumlu tanrıydı. Ancak bu sorumluluk Zeus’u korkuttu. Bir yanda karısı Hera, bir yanda kızı Athena ve diğer yanda da dünyalar güzeli Aphrodite olunca karar vermekten kaçındı ve bu kararı İda Dağı’nda çobanlık yapan Paris’in vermesini istedi. Zeus üç tanrıçayı tanrı Hermes’in rehberliğinde Paris’in bulunduğu İda dağına gönderdi. Paris önce elmayı üçe bölmeye kalktıysa da Hermes bunu engelledi. Bunun üzerine daha iyi karar verebilmek için tanrıçaların soyunmasını istedi. Bu arada tanrıçalar kendisini seçmesi için Paris’e rüşvet de teklif ediyorlardı. Hera kendisini seçmesi durumunda Paris’i Asya’nın hükümdarı yapacağını söylemişti. Athena ise Paris’i bütün savaşları kazanan bir komutan, bilge ve yakışıklı bir adam yapacağını söylemiş ve kendisini seçmesini istemişti. Son olarak Aphrodite kendisini seçmesi koşuluyla dünyanın en güzel kadını olan Helene ile aşk yaşamasını garanti ediyordu. Bu garanti üzerine Paris zaten en güzeli olduğunu düşündüğü Aphrodite’ye elmayı vermekte tereddüt etmemiş ve hemen ardından dünyanın en güzel kadını Helene’yi bulmanın yollarını aramaya başlamıştı. Yarışmayı kaybeden Hera ve Athena’nın Troya Savaşı süresince hep Akhaların yanında yer aldıkları görülür. Oysa Aphrodite, Apollon ve Artemis Anadolu kökenli oldukları için Troia’lıların yanındadırlar. Paris önce Troia’ya uğrayarak, Kralın düzenlediği oyunlara katıldı. Bu yarışların ödülü bir boğa idi. Paris yetiştirdiği boğa ile birlikte şehre gider yarışlara katılır ve birinciliği alır. Onun bu başarısını hazmedemeyen Priamos’un diğer oğulları onun kardeşleri olduğunu bilmeden öldürmeye kalkarlar.  İşte bu arada Agelaos olan biten her şeyi Priamos’a anlatır. Priamos oğlunun yaşadığına sevinir. Paris böylece gerçek ailesi ile tanışır ve saraya taşınır. Paris, babası tarafından dostluk elçisi olarak Sparta Kralı Menelaos’un Yunanistan Sparta’daki sarayına gönderilir. Menelaos ve karısı Helene Anadolu’dan gelen prensi oldukça dostça karşılarlar. Helene Sparta kralı Tyndros’un karısı Leda ile tanrı Zeus’un kızıdır. Ancak Menelaos dedesi Katreus’un davetine gitmek için Girit’e hareket edince Helene’de Paris ile Troia’ya kaçar. Uzun bir deniz yolculuğundan sonra tam karaya çıkacakken Hera’nın çıkardığı bir rüzgâr onları Kıbrıs üzerinden Sidon kıyılarına sürükler. Türlü maceralardan sonra aşıklar Troia’ya gelmeyi başarırlar.

Menelaos karısının Paris ile kaçtığını öğrenir öğrenmez hemen ağabeyi Mykenai kralı Agememnon’u yardıma çağırır. Ayrıca daha önce destek verecekleri sözünü veren Helene’nin eski taliplerinden yardım ister. Bütün prens ve krallar Menelaos’un abisi Agamemnon’un komutasında toplanmayı kabul ederler. Odysseus savaşa katılmakta isteksizdir, çünkü kâhin ona eğer savaşa katılırsan 20 sene sonra fakir ve herşeyini kaybetmiş bir adam olarak ülkene dönebileceksin demiştir. Savaşa katılmamak için deli numarası yapmaya başlar ama bu numarası da anlaşılınca mecburen savaşa katılır. Kâhin Khalkas’ın kehanetine göre Peleus ile Thetis’in oğlu Achilleus eğer bu savaşa katılmazsa bu savaşın kazanılması imkansızdır. Achilleus'un annesi Thetis deniz tanrıçası olduğu için, Achilleus doğumundan hemen sonra topuğundan tutularak kutsal sularla kutsanmıştı. Vücudunun yanlızca topuğu kutsal suyla ıslanmadığı için buradan öldürülmesi mümkündü. Annesi ve babası onu bu savaştan uzak tutmaya çalışıyorlardı. Ama başarılı olamadılar ve Hephaistos’un düğün hediyesi olarak verdiği kutsal zırh ve Poseidon’un armağanı atları vererek onu savaşa uğurladılar. Yunan filosu Troia seferi için Yunanistan’da Aulis limanında toplandığında, uzun bir süre, uygun rüzgâr çıkmamış ve limanda mahsur kalmışlardı. Biliciler bunun Artemis’in işi olduğunu ve ancak Agamemnon’un kızı İphigeneia’yı kurban ederse tanrıçayı yatıştırabileceğini söylediler. İntikam duygusuyla yanıp tutuşan Agamemnon kaderine razı oldu ve kızını, Achilleus ile nişanlanacağını söyleyerek kurban yerine götürdü. Achilleus kızı kurtarmaya çalıştıysa da başarılı olamadı ve İphigeneia kurban edildi. Bunun üzerine Achilleus ile Agamemnon’un araları açıldı ve Achilleus savaşa katılmaktan vazgeçti. Akhalar, dokuz yıl süren kuşatma sırasında Troia çevresindeki zengin bölge ve şehirleri yağmaladılar, genç kız ve kadınları esir aldılar. MÖ 1184 yılında batı dünyası ile Asya arasındaki ilk büyük çarpışma gerçekleşti. Akhalar şehri kuşattı ve iki ordu karşı karşıya geldi. Savaşın kendi yüzünden çıktığını bilen Paris, Menelaos ile teke tek düello etmeyi kazananın Helene'i almasını teklif etti. Düello sırasında Menelaos, Paris’i yenmek üzereyken Tanrıça Aphrodite araya girdi ve Paris’i kurtardı. Başka bir savaşçı olan Pandoros’un Menelaos’a bir ok atmasıyla iki ordu birbirine girdi. Akhalı savaşçılar birçok Troialıyı öldürdüler. Bu korkunç savaşa tanrılardan Athena, Aphrodite ve Ares’de katıldı. Hektor savaşamayacak kadar yaşlı Troia kralı Priamos’un büyük oğlu idi ve Troia askerlerine komuta etmekteydi. 

Achille Hector'u Öldürüyor – Peter Paul Rubens (1577-1640) 

Hektor Akhaların Akhilleus’tan sonra en büyük kahraman olan Aias ile savaşır. Her iki tarafta üstünlük sağlayamayınca Akhilleus ile Hektor’ün düello yapması gerekir. Troia savaşına gönülsüz katıldığı için keyifsiz olan Akhilleus düelloya girmek istemez. Akhilleus'un kuzeni olan Patroklos ısrar eder ama Akhilleus'u ikna edemez. Bunun üzerine Patroklos askerlerin moralinin azalmaması için Akhilleus'un zırhını gizlice giyip Akhilleus yerine düelloya gider. Düelloda Hektor zırhın içindekinin Akhilleus olmadığını anlar, zira zırh Patroklos'un bedenine büyük gelmiştir. Ayrıca Patroklos, Akhilleus kadar yetenekli değildir. Düelloda Hektor, Patroklos'u öldürür. Menelaus ölenin Akhilleus olduğunu sanarak keder içinde cesedin başına gidince, ölenin Patroklos olduğunu anlar. Bu durumu Akhilleus'u çadırından çıkarmak için fırsat bilerek Patroklos'un cesedini Akhilleus'un çadırına götürür. Akhilleus en iyi dostu olan Patroklos'un öldürülmesi ile çılgına döner. Troia kapılarına dayanarak tekrar bir düello talebinde bulunur. Hektor istemese de kabul etmek zorunda kalır. İkisi Troia kapılarının önünde düelloya tutuşur ve sonuçta Akhilleus, Hector'u öldürür. Hırsı geçmeyen Akhilleus Hektor’un cesedini atlı arabasının arkasına bağlar ve güvenli bir mesafeden dokuz gün boyunca Troia surları etrafında Hektor'un cesedini sürükleyerek paramparça eder. Bu olay savaşın seyrini değiştirmeye başlar. Zira başkomutan olan Hektor'un düşüşü Troia tarafında derin bir moralsizliğe neden olur. Hektor'un teyzesi Penthesileia Karadeniz’deki Amazon krallığının kraliçesidir. Penthesileia Hektor'un düşüşünün ardından Troia'ya destek için gelir ve savaşa katılır. Savaşta Akhilleus tarafından öldürülür. Savaş genel olarak karşılıklı kayıplarla ve Troia’nın aleyhine sonuçlarla devam eder ta ki Paris bir ok ile Akhilleus'u topuğundan vurup öldürene dek. 

Savaş tüm şiddetiyle sürüyor ve Yunanlıların inancı giderek azalıyordu. Savaş başlayalı 10 yıl olmuştu ve hala güzellik yarışmasını kaybeden Athena’nın öfkesi azalmamıştı. Athena, Hermes’in oğlu Prylis’in aklına tahta at fikrini düşürmüş, daha sonra bu fikri Odysseus kendine mal etmişti. Bunun üzerine hemen at yapımına başlanmıştı. At yapımını üstlenen Epeios köknar tahtalarından içi boş devasa bir tahta at inşa etmişti. Odysseus’da tahta atın içerisine girecek olan yiğitleri ikna etmişti. Atın üzerine büyük harflerle Athena’ya ithafen ‘sağ salim evlerimize dönmemize yardım edeceği için Yunanlı askerler olarak tanrıçaya sunduğumuz hediyedir’ yazmışlardı. Bütün hazırlıklar tamamlanınca Yunanlılar atı surların önünde bırakarak gemilerine binmiş ve gidiyormuş gibi yapmışlardı. Troialılar sabah olup attan başka bir şey kalmadığını görünce savaşı kazandıklarını düşünmüşler ve tanrıçaya hediye edilmiş atı kenteki tapınağa götürmeye karar vermişlerdi. Başta Kassandra olmak üzere kahinler bunun bir hile olduğunu söyleseler de Troialıları ikna edemediler. Bu sırada özellikle Laokoon’un öyküsü trajiktir. Laokoon’da tahta atın kente alınmasına karşı çıkanlar arasındaydı; ancak o da lanetliydi. Apollon’un rahiplerinden olan Laokoon, karısı Antiope ile tanrıyı temsil eden heykelin önünde seviştiği için tanrı tarafından lanetlenmişti. Ayrıca başka bir olaydan dolayı Poseidon’da Troialılardan intikam almak istiyordu. Troialılar, Yunanlıların saldırısını önleyemediği gerekçesiyle Poseidon rahibini öldürmüşlerdi. Troialılar, Laokoon’u Poseidon’a bir kurban adamak üzere görevlendirmişlerdi. Laokoon çocuklarıyla beraber deniz kenarında kurban kesmeye gittiğinde, Poseidon’un denizden gönderdiği iki yılan Laokoon ve iki oğlunu feci şekilde öldürmüştü. Yılanlar daha sonra tahta atın önünde giderek çöreklenince, Troialılar bu mucizeyi, Laokoon’un tahta atın şehre alınmasına karşı çıkmış olması nedeniyle yaşandığını düşünerek tüm şüphelerinden sıyrılmışlardı. Böylece Troialıların tek sorunu kalmıştı; o da şehrin kapılarından geçemiyecek kadar büyük olan atı nasıl içeri sokacaklardı. Önce atı parçalayarak içeriye sokma fikri ortaya atıldıysa da tanrıçanın buna sinirlenebileceği düşüncesiyle surların bir kısmının yıkılmasına karar verilmişti. Tahta at içeri alınırken, Kassandra onun içinde Yunanlı askerlerin olduğunu bile bilmişti; ancak ona hiç kimse inanmamıştı. Tahta at içeri alındıktan sonra, Helene’nin atın içinde kocası da dahil olmak üzere Yunan askerleri olduğunu bildiğini ileri sürerler. Tahta at içeri alındıktan sonra Troialılar büyük bir şölen düzenlediler. Bütün Troialılar eğlencenin ve şarabın etkisiyle ortadan çekilince tahta atın gizli kapıları açılıp Yunanlı askerler dışarı çıktılar. Şehrin kapılarını açan askerler dışarıda bekleyen diğer Yunanlı askerlerin de içeri girmesiyle büyük bir katliam yapmaya başladılar. Kısa sürede Troia düştü, Kral Priamos’da Neoptolemos tarafından öldürüldü ve kentte taş üstünde taş kalmadı.

Savaşın sonuçları

Savaşın en önemli özelliği bir hile ile sonlanmış olmasıdır. Athena ve akıl savaşta kazanan taraf olmuştu. Aklı temsil eden atın, ineğe karşı olan üstünlüğüyle sona eren bir savaştır Troia savaşı. Antik Yunan kültürünün Doğu’dan gelenler tarafından kurulduğu ileri sürülür. At ve inek de Doğudan yükselmiştir. Bereketli Hilal’de evcilleştirilen inekle, binlerce yıl sonra Asya steplerinde evcilleştirilmiş ve batıya geçmiş atın savaşıdır bu. Bu anlamda tam da bir medeniyet savaşıdır. At aklı temsil eder. Poseidon’un Yunan kültürüne armağan ettiği at Doğu’dan gelmiştir. Doğudan gelenin doğuya karşı verdiği bir savaştır Troia. Yunanistan yeterince tarım arazisine sahip değildir. Hitit Anadolu’nun tüm zenginliğine sahip bir uygarlıktır ve Troia Hitit uygarlığının dışarıya açılan kapısıdır. Karadeniz’den gelen tahılın kontrolü Troia’dan geçmektedir. Bu nedenle at kültürünün inek kültürüne ihtiyacı vardır. Troia’ya saldırmak siyasal ve askeri olarak Hitit kültürünün boğazına saldırmaktır. Nitekim bu savaştan sonra Hitit’de fazla dayanamaz ve yıkılır. Diğer yandan bu savaş zenginliğin, mütevazi aşka karşı savaşıdır. Bu anlamda Hera ve Athena’nın temsil ettiği güçlerin Aphrodite’nin aşkına karşı savaşıdır. Gücü seçenleri aşkı seçenlere karşı savaşıdır. Aile ve ahlakın aşka savaşıdır. İnsanın aşkı savaşılası bir şey olarak gördüğünün işaretidir. Tanrıların kurmaya çalıştıkları aile düzenini bozan, yuva yıkan aşka karşı savaştır. Menelaos’un kültür düzenini ahlaksız aşkla bozan, yıkan Helene’nin yenildiği savaştır. O halde bu aynı zamanda kadına karşı yapılan bir savaştır. Bu savaş, kültürün aşka karşı savaşıdır ve aşkın yenilgisinin hazin öyküsüdür. Bu savaşın devamı hala devam etmekte ve açıkca medeniyetler savaşı olarak da isimlendirilmektedir. Bu savaş Doğu’nun doğurduğu Batı kültürünün kendisini doğurana duyduğu kompleksten kaynaklanır. Homeros’un ayrıntılarıyla tasvir ettiği Achilleus ile Amazonların Kraliçesi Penthesileia arasındaki mücadele sembolizmi öne çıkarır. Amazon kraliçesi Penthesileia Yunan kültürüyle yetişmiş kişiler için kültür düşmanı bir karalık bilinçdışı kahramandır. Tanrısal bilincin kahramanı Achilleus, doğanın, bedenin ve kadının korkunç karanlık bilinçdışı kimliğine karşı savaşmaktadır. Bu tam da sonradan anlaşıldığı biçimiyle kültürün doğaya karşı verdiği ölüm savaşıdır. Penthesileia’nın ölümü doğanın kültür silahları karşısında aldığı kesin bir mağlubiyeti temsil eder. Apollon’un Delphi’deki dev yılan Python’a karşı verdiği mücadelenin bir devamı gibidir. Ama ne yazıktır ki Apollon da bu savaşı kazanabilmek için kurban vermek zorundadır. Şanı, savaşçılığı, unutulmazlığı seçen Achilleus aşkı seçen Paris’in attığı okla ölür. Kurban verilmiş, savaşı kazanmanın önünde bir engel kalmamıştır artık. Bu savaş ışıklı, aydınlık, akıllı Batı’nın, karanlık, dişil ve bedensel Doğu’ya karşı ilk zaferidir ama son da olmayacaktır. Acaba tarihte varlıkları hep sorgulanan Amazonlar, tam da kadın egemen toplumdan erkek egemen topluma geçilmeye çalışıldığı dönemde ileri batı kültürünün sonu belli bir senaryo ile ortaya attığı bir hayal miydi? Troia düştükten sonra şehirden kaçıp yeni yurt arayanlar, Aeneas önderliğinde Kaz Dağları’nın güneyindeki Antandros (Altınoluk) kentine gelip buradan gemi ile denize açılırlar. Kartaca’da Kraliçe Dido’nun bir süre misafiri olduktan sonra tekrar yola koyulur ve Orta İtalya’da Castro yakınlarında karaya çıkarlar. Aeneas, burada yörenin kralı Latinus’un kızı Lavinia ile evlenerek Lavinium kentini kurar. Aeneas’ın soyu, oğlu Lulus ile devam eder ve Roma’yı kuran ünlü ikizler Remus ve Romulus’un bu soydan geldiği söylenir. Troia Savaşı, insanlık tarihinin ilk emperyalist savaşıdır. Batı emperyalizmine karşı, Anadolu’nun yurdunu savunmasıdır. Tarih tekerrürden ibarettir. Nitekim bu savaştan üçbin ikiyüz yıl sonra yine emperyalist Batı orduları bir olup I. Dünya Savaşı sırasında yine Çanakkale’ye büyük bir donanma ile saldırmışlardır. İlginçtir ki Çanakkale Boğazına ilk saldıran İngiliz gemisinin adı, antik Troia kentine saldıran Akha ordusunun komutanının adı olan Agamemnon’dur. Ayrıca Mondros Ateşkes Antlaşması da bu gemide imzalanmıştır. Batı her fırsatta geçmişi hatırlatarak Anadolu halkı üzerinde üstünlük kurma çabasında olmuştur. Fakat hesaplar tutmamış Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türk milleti büyük bir direniş başlatarak topraklarını kahramanca savunmuştur. Bu nedenledir ki Sakarya Savaşı’ndan sonra Mustafa Kemal Atatürk ‘Ben Yunanlıları burada yenmekle Troia’lı Hektor’un öcünü aldım’ demiştir.  


KARANLIK ÇAĞ SONRASI LUVİLER

Ege Göçleri sonrası, Anadolu ve Yunanistan’da dahil olmak üzere tüm Orta ve Doğu Akdeniz ile Ön Asya’da 200-400 yıl arasında değişen bir zaman dilimi içinde Karanlık Çağ yaşandı. Bu göçlerden sonra söz konusu büyük coğrafyanın siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel ve demografik yapısı asla eskisi gibi değildi. Yunanistan’daki Akha/Miken hakimiyeti bitmiş, Anadolu’da Hititler ve Luviler ise arkeolojik araştırmaların onları keşfetmiş olduğu 19. yüzyıla kadar sanki hiç yaşamamış gibi unutulmuşlardı. Hitit İmparatorluğu’nun MÖ 1200 yıllarında yıkılmasından sonra Orta, Güney, Güneydoğu Anadolu ve Suriye’nin kuzeyinde, birçok yeni devletçik/beylik kurulmuş, MÖ 12. yüzyılla 6. yüzyıl arasında var olan ve sonunda Asur Krallığı tarafından yıkılan bu krallıklara çağdaş tarihçiler “Neo-Hittite” (Geç Hitit) devletleri adını vermişlerdir. Ancak onlar Hitit çivi yazısını kullanmamışlardı. Neo-Hitit, (Süryani-Hitit veya Luvi-Aramice) olarak adlandırılan devletler, Demir Çağı'nın Luvi ve Arami bölgesel devletleriydi ve modern Türkiye'nin güneydoğu kesimlerinde ve modern Suriye'nin kuzeybatı kesimlerinde yer alıyordu. Buralar Antik çağlarda Hatti ve Aram toprakları olarak biliniyordu. MÖ 12. yüzyılda Hitit Yeni Krallığı'nın çöküşünün ardından ortaya çıktılar ve MÖ 8. yüzyılda Asur İmparatorluğu tarafından boyunduruk altına alınana kadar varlıklarını sürdürdüler.

Yeni Hitit/ Luvi kültürünün en ilginç fakat nadiren ele alınan özelliklerinden biri Hitit yazı sistemlerinden yalnızca birinin tek başına devam etmesiydi. MÖ ikinci binden birinci bine yazılı kaynaklar halinde intikal eden ve birinci binde de yaşamını sürdüren, Eski Anadolu'da yaşayan diller arasında ömrü en uzun olan tek dil Hiyeroglif Luvicesi (eskiden Hiyeroglif Hititçesi) denilen dildi. Luvice, Neo-Hititler’in yalnızca Anadolu (Luvi) hiyeroglifi kullanmış olması birçok makalede açıkça dile getirilmiş ancak çivi yazısının neden kullanımdan çıkarıldığı büyük ölçüde göz ardı edilmişti. Sonuçta, kil tabletler üzerinde çivi yazısı kullanma uygulaması Hitit İmparatorluğu’nda daha baskın ve daha geleneksel olan yazı sistemi olmuştu.

Hattuşa’nın MÖ 1200 sıralarında tahrip edilmesinden sonra Anadolu’da Hitit kültürünün yok olmasının nedeni kültür faaliyetlerinin halka inmeden, yalnız saraya ve dar bir aristokrasi çevresinde sınırlı kalması olabilirdi. Buna karşılık daha MÖ ikinci binin ikinci yarısı boyunca Hitit uygarlığının etkisi şekil değiştirerek Güneydoğu Anadolu ile Kuzey Mezopotamya’da yaşamaya devam etti. Söz konusu krallıkların yöneticileri bazen Luvi, bazen Luvileşmiş, bazen de Asurcalaştırılmış isimler taşıyordu.

Onlardan geriye kalan malzemelerde bu krallıklar ve Geç Tunç Çağı krallıkları arasında kültürel bağlantılar görülüyordu. Şahıs ve yer isimleri de göz önünde bulundurulduğunda, daha önce Güneydoğu’da Malatya’dan, hatta Fırat hattından başlamak üzere Kommagene, Kilikia, Kappadokia, Lykaonia, Pisidia, Lykia, Karia, Lydia, Mysia ve Troas hududuna kadar olan geniş bir bölgede yaşayan Luvice’nin, M.Ö. 1200'lerden sonra Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye'de devamlılığı açıktır. Adana’da bulunan Karatepe’de Azatiwada ile özdeşleştirilecek olan çift dilli, Luvi hiyerogliflerinin bilinen en son örneğidir ve on altıncı yüzyılda başlayan bir yazı geleneğini sona erdirir. 

Batı Anadolu’da, M.Ö. 1400’lere kadar Luvi ve Arzawa unsurları görülen yerleşim yerlerinde, Karanlık Çağ ve sonraki dönemler için herhangi bir Luvi varlığının izlerine daha sonra bölgede konuşulan Lydce, Karca ve Lykçe dilleri’nin Luvice’ye benzemesi dışında bir kanıta rastlanılamamaktadır.  


ETRÜSKLER

Kuzey ve Orta İtalya’da yaşayan Etrüsklerin kökeni günümüzde tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Etrüsk kültürünün Etruria bölgesinde ortaya çıktığı kesindir, fakat yerli halktan mı, yoksa sonradan göç edenlerden mi kaynaklandığı kesin değildir. Dilinin hangi kökenden geldiği de net bir şekilde tespit edilememiştir. 

Romulus ve Remus, Roma Mitolojisine göre MÖ 753'te Roma şehrinin kurucularıdır. Efsaneye göre Savaş Tanrısı Mars ile Rhea Silvia'nın ikizleridir. Ataları ise Afrodit'in oğlu Troia’lı Prens Aeneas'tır. Aeneas, Hektor'un kuzenidir.

Antik Çağ’da bile bu konuda iki farklı hipotez oluşmuştur. Bilim adamlarının bir kesimi, Etrüsklerin Batı Anadolu’dan, Lidya’dan geldiklerini ve MÖ 1000’lerde İtalya’ya, bugünkü Toskana bölgesine göç ettikleri tezini savunur. Hem dil ve sanat alanlarındaki benzerlikler, hem de yakın zamanda yapılmış genetik araştırmalar bu tezi destekler. Toscana sığırları üzerinde yapılan gen sekans analizleri, en yakın akrabaların Kuzey Batı Anadolu’da bulunduğunu ortaya çıkarmıştır.

Diğer bir araştırma grubu ise, Etrüsk kültürünün Orta İtalya’daki Villanova kültüründen geliştiğini düşünür. Bu teorinin destek görmesinin sebebi, Villanova kültüründen Etrüsk kültürüne kesintisiz bir geçişin görülmesidir. Bu teori MÖ 1. yüzyılda Halikarnassoslu Dionysios tarafından da savunulmuştur.

Günümüzde ise kabul gören en önemli teze göre, Villanova kültürü yerel çiftçilerden, Fenikeli denizcilerden ve Hint-Avrupa kökenli İtaliklerden ortaya çıkmıştır. Anadolulu göçmenler (Tirenliler) bu halk grubu ile karışınca Etrüsk kültürü gelişmiştir. Etrüsk göçünün dünya tarihçilerine göre Batı Anadolu Bölgesinden yapıldığı kabul görmekte ve göçün nedeni ise Yunanların Truvalılara ve Lidyalılara yaptığı saldırılar olduğu kabul edilmektedir.

Antik Çağ’da Yunanistan’da Etrüsklerin Kuzeybatı Anadolu kökenli olduklarına dair çok yaygın bir görüş vardı. Herodotos’a göre Orta İtalya’daki Etrüsk yerleşimlerini Lidya’dan giden göçmenler kurmuştu. Bu göçmenler denizciliği, ticareti ve el sanatlarını iyi bildikleri için Etrüsk ve sonraki Roma kültürünün temellerini attılar. Troia hanedanının soyundan gelen Aeneas, Etrüsklerden sonra İtalya’ya hakim olan Roma hanedanının atası olarak kabul edilir.

Aeneas, Kral Ankhises ile Aphrodite'nin oğlu ve Troya kahramanlarından biridir. Latin Şair Vergilius'un Aeneis isimli şaheserinin konusu oldu ve bu Anadolulu prens, Roma'nın millî kahramanı ve İmparator Augustus'un atası sayıldı. Truva düştükten sonra şehirden kaçıp yeni bir yurt arayan Truvalılara önderlik etti. Önce sağ kurtulanlarla beraber Kaz Dağı'nın güneyindeki Antandros (Altınoluk) kentine gelip buradan gemi ile denize açılmışlardır. Rüzgâr onları Kartaca'ya sürüklemiştir. Kartaca Kraliçesi Dido'nun bir süre misafiri olduktan sonra tekrar yola çıkarlar ve Orta İtalya'ya varırlar. Burada yerli Sabinlerle de karışarak Roma kentini kurarlar. Truva'daki Palladium adıyla bilinen heykeli beraberinde kaçırıp, kurulacak olan Roma kentinin bulunduğu yere diktiği belirtilir. Truva'da Hektor'dan sonra en büyük kahraman sayılırdı. Truva'ya bağlı Dardanos şehrinin prensiydi. Torunları Romulus ve Remus, Roma İmparatorluğu'nu kurmuştur.

Kriz yılları sonrasında Luvilerin bir kısmının bugünkü İtalya’ya yerleştikleri arkeolojik buluntularla da desteklenir. Özellikle anıtsal mezar mimarisi ve mezar hediyeleri açısından Anadolu ile belirgin benzerlikler görülür. Orta İtalya’daki etkileyici mezarlarla Frigya ve Lidya’da oldukça yaygın görülen tümülüs geleneği şaşırtıcı şekilde birbirine benzer.

Etrüsk dilinin, Anadolu’nun Hint-Avrupa dilleri ile büyük benzerlikler göstermesi, bilim adamları arasında Etrüskçenin ‘Luvilerin koloni dili’ olarak yorumlanmasına sebep olmuştur. Toscana bölgesindeki Grosseto’da üzerinde Etrüskçe yazılar bulunan Magliano Diski Luvilerin Phaistos Diski’ni hatırlatır.

Girit’te bulunan Luvice Phaistos Diskinin ön yüzü.

 

Etrüsk dilinde 73 kelime içeren Magliano Diski

Etrüskler adıyla anılan kavim, aslında Anadolu’lu Troia’lılar ile Türk kökenli İskitler’in (Sakalar) İtalya’da karışıp kaynaşmasıyla köy kültürünü şehir kültürüne dönüştüren önemli bir halk grubudur. Grekler onları Tyrsenler veya Tyrhenler adıyla anarken, Romalılar bu kavme Tuscalar ya da Etrusclar demiştir. Oysaki Etrüskler, kendilerine Rasenna diyorlardı.

İnsanlık tarihinde Doğu ve Batı dünyalarının ilk büyük mücadelesi olarak kabul edilen Troia Savaşları’nda Doğu Bloku’nun temsilcisi olarak ortaya çıkan Troia’yı savunan Luviler, on yıllık bir mücadelenin sonunda Batı’yı temsil eden Akhalar’a yenilmişlerdi. Troia’lılar yurtlarının yaşanmaz bir duruma gelmesinin ardından biraz daha güneydeki İzmir yöresine yerleştiler. Ancak Yunanistan’dan bu bölgeye göç eden Akha’lı göçmenler yüzünden, MÖ 10. yüzyıl başlarında Anadolu’yu tamamen terk ederek, deniz yoluyla İtalya’nın Toskana bölgesine göç ettiler. Orada İskitler ile kaynaşarak Etrüskleri oluşturdular.

Roma şehir devleti yaklaşık 250 yıl Etrüsk kökenli krallar tarafından idare edilmiş ve MÖ 509 yılında bir darbe ile Roma’daki krallık rejimine son verilmiş ve Etrüskler’in siyasi arenadan çekilmeleri sağlanmıştır. Fakat ilginçtir ki, Cumhuriyet döneminde de Roma, Etrüskler’den miras olarak devraldığı sistemi neredeyse aynen devam ettirmiştir. Gerek ordu teşkilatında gerek yönetim organlarında gerek mimaride gerekse birtakım gelenek ve inançlar açısından Roma, Etrüskleri taklit etmek durumunda kalmıştır.  


SONUÇ

Hint-Avrupa dili konuşan halkların MÖ 5000’den başlayarak MÖ 3000’e kadar gerçekleştirdikleri göç hareketiyle, Anadolu’nun birçok bölgesine yayıldıkları açıktır. Bu halklar Balkanlar ya da Kafkasya üzerinden Anadolu’ya yayılmışlardır. İstanbul Beşiktaş’ta devam eden metro hattı yapım çalışmalarında, MÖ 3500’lere tarihlenen Hint-Avrupalılara ait olduğu düşünülen kurgan mezarlarının ortaya çıkması bazı halkların Balkanlardan geldikleri görüşünü destekler nitelikte olmasına rağmen Kafkasya üzerinden gelen halklarda mevcuttur. Arkeolog Prof.Dr.Fahri Işık ise Anadolu’nun kadim halkları Luvilerin ve Palaların Anadolu’ya dışarıdan gelmediklerini buranın en eski yerlileri olduğunu iddia etmektedir. Işık’a göre eğer Luviler dışardan gelmiş olsalardı mutlaka geldikleri yerin kültürel sembollerini Anadolu’ya taşırlardı. Şimdiye kadar böyle bir gözlem yapılamamıştır. Dolayısıyla Luviler bu toprakların yazıya sahip en eski halklarıydı.

MÖ ikinci binyılın başlarında, Hint-Avrupa dili konuşanların, Anadolu’da yerleştikleri bölgelerde önceden bulunan yerli halkla etkileşime girmesi sonucu, Luvice, Hititçe ve Palaca olarak bilinen Ön-Anadolu dilleri doğmuştur. Bu halkların hangisinin Anadolu’ya daha önce geldiği sorusunun yanıtı net olmamakla birlikte şimdiye kadar, Anadolu topraklarında, en eski yazıt olma niteliği taşıyan (MÖ 2000), Luvice Hiyeroglif yazıtlı bronz mühürün, Luvi yerleşimi olan Beycesultan’da (Denizli Çivril) bulunmasından dolayı, Anadolu topraklarına ilk gelen Hint-Avrupalıların, Luviler olabileceği kuvvetle muhtemeldir. Beycesultan kazılarında ele geçirilen bu hiyeroglif Mühür, Anadolu'da daha Hitit İmparatorluğu kurulmadan çok önceki bir geleneğe ve yazının kullanıldığına işaret etmesi bakımından önemlidir.

Küçük devletler halinde Batı Anadolu’da yaşayan Hititlerin komşuları Luviler hakkında dilleri dışında fazlaca bir bilgiye sahip değiliz. Haklarındaki bilgiler de Hitit yazıtlarından gelmektedir. Işık insanı adıyla anılan bu halklar uzun bir süre Anadolu’nun büyük bir kısmına sahip olmuş ama hiçbir zaman tek bir krallık, imparatorluk kuramamıştır. Doğu Akdeniz tarihinde Deniz Kavimleri olarak Doğu Akdeniz kıyılarını kasıp kavuran birliklerinde birleşik Luvi halkları olduğu fikri gün geçtikçe kabul görmektedir.

Peki biz neden Luvi halkları hakkında çok az bilgiye sahibiz? Bu sorunun arkeolojik nedeni Batı Anadolu’da çok az höyükte derinlemesine kazı yapılması ve bazı önemli Luvi kentlerinin üzerine sonradan Grek kolonisi kentler kurulmasıdır. Antik Luvi kentlerine ulaşabilmek için bugün büyük ilgi çeken ve çok değerli Grek kolonisi kentlerin altının kazılması gibi zor bir durumla karşı karşıyayız. 

Batı Medeniyetinin köklerini sanılanın aksine Greklerin değil onların da etkilendiği antik Anadolu uygarlıklarının oluşturduğu yeni gelişmelerle ortaya çıkmaktadır. İsviçreli Jeoarkeolog Eberhard Zangger, Anadolu’da çok eski kültüre sahip Luvi adında bir halkın yaşadığını, Avrupa’nın Türkiye’ye karşı ideolojik nedenle bu kültürü görmezden geldiğini savunuyor. Kanıtlarıyla Greklerin sadece Miken uygarlığından değil, ondan daha eski Luviler’den etkilendiği gerçeğini ortaya çıkarmıştır.  Güney Anadolu’daki Grek asıllı yer adlarının kökeninin Luvice olup, Yunan telaffuzuyla türetildiği anlaşılmıştır. Kibele, Afrodit, Apollon ve Artemis gibi tanrı ve tanrıça adlarının birçoğu da yine Luviceye aittir.

İsviçreli Jeoarkeolog Dr. Eberhard Zangger, Anadolu’nun tarihinin bilinen gibi olmadığını ve baştan yazılması gerektiğini söylüyor. Zangger, Luviler zaman içerisinde tarihte hak ettikleri yeri aldığında Avrupalılar medeniyetlerinin Greklere değil de Luvilere dayandığını göreceklerine inanıyor. Avrupa’da Luvi diyen tarihçilere deli gözüyle bakıldığını ifade eden Zangger şunları söylüyor: “Ben onlardan biriyim. Senelerce Yunanistan’da çalıştım. Birikimim beni Luvilere doğru götürdüğünde ise aforoz edildim. Çünkü bu arkeolojinin baştan beri yazılan tarihini değiştirecek. Örneğin, Hititlere ve Grek medeniyetine ait olduğu düşünülen birçok şeyin Luvilere ait olduğu fark edilecek.”

Tarihçi Bilge Umar da, “Türkiye’deki Tarihsel Adlar” adlı eserinde Türkçe olmayan adlandırmaların büyük bir kısmının sanılanın aksine Grekçe değil Luvi diline ait olduğunu belirtmektedir. 

Er ya da geç arkeoloji bilimi konuşacak, Avrupa medeniyetinin Yunanlıların elinde yükseldiği tezi boşa çıkacak ve Anadolu’nun Bronz Çağı’nın eksik halkası gizemli kadim halkı Luvilerin değeri herkes tarafından anlaşılacaktır.




KAYNAKÇA

Luviler Anadolu’nun Gizemli Halkı      H.Graig Melchert

Luvi Uygarlığı Ege’nin Bronz Çağındaki Eksik Halka    Eberhard Zangger

https://luwianstudies.org/

https://www.idildergisi.com/makale/pdf/1473087890.pdf   

https://www.salvemondo.com/luvi-ve-luviler/

https://cdn.ku.edu.tr/cdn/files/Kudenfor/Luvi-Hitit+yarat%C4%B1c%C4%B1l%C4%B1%C4%9F%C4%B1+%C4%B0stanbul.pdf

https://openaccess.ahievran.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12513/6771/nurcanuslu.pdf?sequence=1&isAllowed=y

https://www.bektastosun-kulturevi.nl/luviler-aleviler/

https://mithatbas.com/2020/02/19/anadolunun-kayip-halki-luviler/