Antik çağlarda hiçbir uygarlık geliştirememiş karanlık Avrupa’nın Roma
ve Helen uygarlığına sahip çıkarak ari ırklarını geçmişe bağlama çabasının nedeni
neydi?
Kendi aralarında centilmenlik anlaşması yaparak İtalya ve
Yunanistan’daki eserlere dokunmayan Avrupa devletleri Şark’ı nasıl yağmaladı?
30 yıl süreyle Osmanlı’da tarihi eserler konusunda tek yetkili olan
Osman Hamdi Bey’in resimlerini o dönemde Fransız ve Amerikan yetkililer neden satın
alıyorlardı?
Yurtdışında eğitim görmüş, Osmanlı'nın 19. yüzyıldaki en önemli entellektüel aydını olan Osman Hamdi Bey bir yandan müze müdürlüğü yapıp, tarihi eserleri korumak için sözde yönetmelikler çıkarırken, diğer yandan yakın ilişki kurduğu yabancıların tarihi mirasımızı kendi ülkelerine götürmelerine neden izin verdi?
Yurtdışında eğitim görmüş, Osmanlı'nın 19. yüzyıldaki en önemli entellektüel aydını olan Osman Hamdi Bey bir yandan müze müdürlüğü yapıp, tarihi eserleri korumak için sözde yönetmelikler çıkarırken, diğer yandan yakın ilişki kurduğu yabancıların tarihi mirasımızı kendi ülkelerine götürmelerine neden izin verdi?
I. ANADOLU’DAKİ
TARİHİ ESERLERİN DRAMI
Binlerce yıllık geçmişi ve
kıtalar arasından bir köprü durumunda olan coğrafyasıyla, Anadolu pek çok ulusa
ev sahipliği yaptı. İlkçağdan başlıyarak uygarlığın yeşerdiği Mezopotamya’ya
çok yakın olmasının avantajıyla bu topraklarda çok başarılı eserler yaratıldı.
Zengin kültür mozaiği içerisinde varlıklaşan toplumlar sonraki nesillere
değerli anıtsal yapılar bıraktılar. Bu topraklarda en son yaşayan halklara ise bu
eserler bir miras olarak kaldı.
Bir ülkenin tarihsel, kültürel,
dinsel mirası kaçırılamaz, yağmalanamaz. Gerçekte ise bu değerler tüm
insanlığın malı. Tarih ise daima doğduğu yerde güzeldir. Son yıllarda Unesco bu
değerleri korumaya almaya başladı. Ait olduğu kültürden koparılan tarihi
eserlerin bir süs objesi ya da bir biblodan daha önemli olamayacağı çok açık.
Bu nedenle tarihi miras ait olduğu coğrafya ile bütünleştiğinde bir anlam
taşır. En güzeli de bu eserlerin ilk yapıldıkları orijinal yerlerinde
sergilenmesi. Ama geri kalmış ülkelerde bu bilinç malesef çok geç uyandı.
Anadolu ve Ortadoğu’dan koparılıp götürülen kıymetler bugün batı müzelerini
süslüyor. Belki böylece çok daha fazla insanın bu değerleri görmesi sağlanıyor
ama bugün sadece Pergamon, Efes ya da Mısır’dan götürülen eserlerin orijinal yerlerinde
sergilendiğini düşünsenize ne muhteşem bir şey olurdu. Son üç yüzyılda
emperyalist batı devletleri bu eserleri kendi ülkelerine taşıdılar, eserlerin
sahibi olan ülkelerin yöneticileri de arkeolojik bilinçlerinin eksikliği,
ekonomik sorunlar ya da kişisel menfaatler uğruna bu talana onay verdiler.
Hiçbir silahın
işlemediği Nemea Aslanı’nı boğarak öldüren Herakles’i, asasına dayanmış
dinlenirken anlatan Yorgun Herakles heykelinin dünyadaki 60 replikasından biri
MS 2. yüzyılda Anadolu topraklarında yapıldı. Yüzyıllar sonra Perge Antik
Kenti‘nden çalınan heykelin üst kısmı onlarca yıl sonra bedenine kavuştu.
Tarihi eserlere duyduğu ilgiyle
tanınan Rahmi Koç’ta Türkiye’den kaçırılmış tarihi eserler için “Onların bazıları zaman zaman Türkiye’ye dönüyor,
geldiği zaman birkaç ay bir ilgi oluyor, ondan sonra yavaş yavaş bu ilgi
ortadan kalkıyor ve bu güzel eserler tozlanmaya mahkum oluyor. Halbuki
yurtdışında bizim malımız olarak sergilense, topraklarımızın ne kadar zengin
olduğunu gösterir, Türkiye’nin imajını dünya çapında çok daha yükseltir,
ülkemize olan ilgiyi artırır, diye düşünüyorum” diyor. Bu da farklı bir
bakış açısı.
Pergamon’da bulunan
ve şimdi Louvre Museum’da sergilenen MÖ 2. yüzyıla ait ölülerin saklandığı
vazo. Osmanlı Sultanı II.Mahmut tarafından Fransa Kralı Louis-Philippe’e 1837
yılında hediye edilmiş. Fransa’nın desteğini Mısır’a çekmek isteyen Mısır
Hidivi Mehmet Ali Paşa, Fransa Kralı Louis-Philippe’e şimdi Paris’te Concorde
meydanında sergilenen obelisk sütununu hediye edince, Mehmet Ali Paşa ile
mücadele içinde olan Osmanlı Sultanı II.Mahmud’da resimdeki vazoyu hediye
etmişti.
Pergamon’dan
çıkarılmış Helenistik mermer küp. Hagia Sofia, Istanbul
Pergamon’dan bahseden
ilk ozan Homeros, British Museum, London
I.1 Tarihi eserlere Batı
neden Doğudan daha önce önem vermeye başladı ?
Arkeolojinin son 300 yılda
gelişmesiyle birlikte, eskiden taş parçası olarak görülen mermer parçası artık
bir değer ifade etmeye başladı. Peki neden Avrupalılar tarihi eser toplamaya
diğer kıta uluslarında daha önce başladılar
- Ekonomik alanda Sanayi devriminin Avrupa’da gerçekleşmiş olması Avrupa’da üstyapı kurumlarının da yenilenmesine neden olmuştu. Üretim araçlarının yenilenmesi, yaratıcı aklın ödüllendirilmesi, hayatın her alanında olduğu gibi, arkeolojide, tarımda, ticarette ve orduda gelişmelere neden oldu. Batılılar ortaçağda ve yeni çağın başlarında Latin Amerika ve Orta Amerika’da kültürel varlıkları talan edip, altın ve gümüş heykelleri saklamak yerine eritip külçe haline getiriyor ve bu sanatsal eserleri hazır maden olarak görüyorlardı. Avrupalılar, İnka, Maya ve Azteklerin gümüş ve altınlarıyla ciddi bir sermaye birikimine kavuştular. Böylece donanmalarını geliştirdiler, gelişmiş tüfek ve toplar geliştirdiler. Bu eşitsiz güç 100 yıl içinde neredeyse Dünya’nın her yerine egemen oldu. Birbirleriyle yarışan rekabetçi feodal beylikleri olmayan, Osmanlı, Çin, İran gibi büyük üniter devletler, Asya tipi merkezi hantallıkları nedeniyle kendilerini yenileyemedikleri için kendi bölgelerine kapanmak zorunda kaldılar. Dünyanın geri kalanının paylaşılmasına katılamadılar. Güçlü, zayıfın değerlerini elinden aldı.
- Avrupa, Rönesans’dan sonra eğitimde araştırmayı ve sorgulamayı esas almıştı. Almanya’nın son 150 yıldır gelişen sanayisinin altında, ilkokuldan başlayan araştırmacı, doğayı ve nedensellikleri kavramaya yönelik bir eğitim anlayışı yatmaktadır. Bugünkü Amerikan biliminin temelini de oluşturan Alman bilimi 300 yıl önce ilköğretimde bile gözleme, deneyselliğe dayalı derslerle başlamıştı.
- Üçüncü etken Homeros’un batı eğitimindeki yeridir. Osmanlı eğitim sistemi, bu topraklarda yetişen ozan Homeros’a yer vermezken Batılılar, Homeros’un eserlerini ders kitaplarına koyarak yeni nesiller yetiştirdiler. Bu durum Batılıların tarih bilincini, milattan önceki dönemlere kadar götürerek Antik Çağ ile bağ kurmalarına yardımcı oldu. Homeros’un anlattığı MÖ 8. yüzyıla ait bu Anadolu destanı, batıda yüzyıllardan beri okullarda ders olarak okutuluyordu. Osmanlı döneminde ise sadece Fatih Sultan Mehmed’in Homeros destanlarını okuduğunu biliyoruz. Çocukluğundan beri Çanakkale’nin Hisarlık Höyüğü’ndeki Troya’nın öyküsünü ezbere bilen Batılı aydınlar bu kentin yerini bulmayı, oradaki tarihi eserleri ülkelerinin müzelerine götürmeyi hayal etmeye başlamışlardı. Ülkemizde Homeros’un İlyada’sı ancak 1957 yılında Türkçeye çevrildi ve yayınlandı.
- Dördüncü etken ise tarihimizi, Anadolu’nun Türk hakimiyetinin başladığı yıl olarak kabul ettiğimiz, 1071 ile sınırlandırmış olmamızdır. Bu tarihten öncesi ile Türk halkının ilişkisi böylece koparılmış ve geçmişle bağı kurulamamıştır. Osmanlı aydınlarının dolayısıyla halkının ne Troya’dan ne de Homeros’dan haberleri vardı. Bu toprakların destanlarını, kahramanlarını Batılılar bizlerden daha fazla biliyor ve takip ediyorlardı. Bizim için kaba bir taş onlar için tarihi bir anlam ifade etmeye başlamıştı. Böylece Doğu toplumlarının önem verilmeyen eserleri kolayca batı ülkelerine taşındılar.
Batının erken
tarih bilincine erişmiş aydınlarına örnek olarak, büyük gezgin olarak tanınan İngiliz
soylusu Arundel Kontu gösterilebilir. Arundel Kontu, antikacı olarak
yetiştirdiği bir din adamı olan William
Petty’yi 1624 yılında Osmanlı topraklarına gönderdi. Din adamı Petty
İstanbul, Bergama, Efes, Priene, Millet, İzmir ve Atina’da tarihi eserleri yok
pahasına satın almaya başladı. Bu dönemde toplanan eserlerin birçoğu bugün
Ashmolean Museum of Art and Archaeology’de sergilenmektedir.
İngilizleri
takip eden Fransız Kralları 18. yüzyılın ortalarında İtalya’dan ve Osmanlı
coğrafyasından eserler toplatmaya başladılar. Fransız konsoloslar aracılığıyla
toplanan eserleri çoğu bugün Paris Louvre Müzesinde sergilenmektedir.
Avrupa’nın
soylu koleksiyonerlerinin topladıkları tarihi eserleri verdikleri davetlerde
dostlarına sergilemeye başlamaları zamanla Batı’da bir moda haline geldi. Önce
Aristokraside başlıyan bu eğilim zamanla ortaya çıkan burjuvaziyi de etkiledi
ve onlar da bu alana ilgi duymaya başladılar. Burjuvazi, koleksiyon satın
almayı, sınıf atlama aracı olarak görmeye başladı. Sonuçta hem aristokratlar
kem de burjuvalar, ülkelerini Osmanlı topraklarında daha fazla yeni kazı
yapmaya zorlamaya başladılar. Batı Hükümetleri, ekonomik sorunlarla boğuşan ve
tarihi eser bilinci gelişmemiş Osmanlı üst yönetimini kolayca ikna ederek kazı
izinleri elde ettiler. 1870’lerden sonra kazıların batı devlerince finanse
edilmeye başlamasıyla ülkeler arasında bir yarışa dönüştü. Eski eserlerin
Osmanlı topraklarından çıkarılıp ülkelerine taşınması sırasında taşıyıcı
gemilere, kazı yapan devletlerin savaş gemileri eşlik etmekteydi.
Henüz arkeoloji
biliminin doğmadığı bir dönemde 1734 yılında İngiltere’de Dilettanti Cemiyeti
kuruldu. Latince amatörler anlamına gelen cemiyetin kurucuları arasında sanat
meraklısı doğa bilimciler, şairler, soylular ve tüccarlar vardı. Öncelikle
diğer ülkelere seyahatler yapmak amacıyla kurulan Cemiyet, daha sonra Doğu
ülkelerinde kazılar yapmaya ve eserler toplamaya başladı ve 1753’de British
Museum’un kuruluşuna öncülük etti.
Bu yarıştan
uzak kalmak istemeyen Fransızlar, British Museum’dan 40 yıl sonra 1793
tarihinde Louvre Müzesini açtılar. 1798’de Napolyon Mısır’ı işgale giderken
sadece askerlerini değil, yanında sanat tarihçilerini, mimarlarını, harita
mühendislerini ve ressamlarını da götürüyordu. Dünya müzelerinde sergilenen
Mısır eserlerinin ilk büyük çapta taşınmasını Napolyon başlatmıştı.
Almanlar ise
İngilizlerin arkeoloji cemiyetini örnek alarak ondan 164 yıl sonra, 1898’de
Alman Şark Cemiyeti’ni kurdular. Cemiyetin ismindeki şark sözcüğü Osmanlı
coğrafyasını hedefliyordu.
I.2 Batı tarihi eser yağmasına nasıl bir
kılıf bulmuştu?
Akdenize kıyısı
olmayan Batı Avrupa devletlerinin, ilkçağların parlak dönemlerine ait tarihi
yerleşkeleri yoktur. İngiltere, Almanya ve Fransa’nın büyük bölümü o dönemlerde
ilkel bir yaşam sürdürüyordu. Uygarlık Akdeniz sahillerinde yeşermişti.
Kendilerini ari ırkın temsilcisi olarak gören beyaz Avrupalılar, sanayi devrimini,
buharlı makinayı, demiryollarını yapan bir toplumun geçmişte hiçbirşey
yapamamış olmasını kabullenemiyordu. Geçmişin kusursuz oranlara sahip mermer
yontularını, bronz heykellerini yapanlar mutlaka kendi soylarından gelmiş
olmalıydılar. Bu tezin savunucuları İtalya ve Roma’nın imparatorluk mirasıyla,
Yunanistan ve Helen mirasına sahip çıkıyorlardı. Bu görüş doğrultusunda Batı
edebiyatında bir çok eserin Yunan mitolojosiyle doldurulduğu görülür.
Napolyon’un
İtalya ve Yunanistan’dan eserler toplamasının ardından tarihi eserleri koruma
ihtiyacı çıktı. 1820 yılında İtalya’dan, 1827 yılında Yunanistan’dan tarihi
eserlerin yurtdışına çıkarılması yasaklandı. Sümerler günyüzüne çıkmadan önce
Yunan uygarlığı medeniyetin beşiği olarak kabul ediliyordu. Bu nedenle Avrupa
bu ülkedeki eserlerin yerinde kalmasına göz yumdu. Ayrıca Avrupalılar
Napolyon’un yağmasından sonra kendi aralarında bir centilmenlik anlaşması
yaparak kendi ülkelerindeki tarihi eserlerin yerlerinde kalmasını
kararlaştırdılar. Bu durumda açgözlü Avrupalıların hedefi, korunmasız
durumundaki Osmanlı topraklarındaki eserler oldu. Avrupalılar, Anadolu, Trakya,
Irak, Mısır, Filistin ve Suriye’den yüzeyde buldukları ya da kazarak
çıkardıkları tarihi eserleri hiçbir zorlukla karşılaşmadan ülkelerine
taşıdılar. Batılılar 1800’lerin ortalarına kadar aristokratlar, vakıflar ve
cemiyetler aracılığıyla yürüttükleri arkeolojik kazıları bu tarihten sonra
devlet politikaları gereği devletçe büyük bütçeler ayırarak gerçekleştirmeye
başladılar. Osmanlı’nın idari yapısının zayıflıklarından yararlanıp kazı
izinleri aldılar.
Batılılar,
arkeolojik kazıları tarihlerini binlerce yıl geriye götürmelerini sağlayacak
bir araç olarak görüyorlardı. Antik Yunan’ı övmek kendilerin övmek anlamına
gelmeye başlamıştı.
I.3 Osmanlı Yönetiminde Yetersiz Uyanış
Tarihi eser
bilincinin gelişebilmesi için tarih bilincinin modern anlamda gelişmesi
gerekir. Bu da ancak, tarihimizi son bin yıl ile, ilgi alanımızı İslamiyet’le
sınırlamak yerine, tarihimizi binlerce yıl geriye götürerek, bu eserlerin
gerçek mirasçısı olduğumuzu anlamakla mümkün olabilir. Bu konuda Halikarnas
Balıkçısı(Cevat Şakir Kabaağaçlı) şöyle diyor:
‘Klasik çağlar tarihinde Anadolu sırasıyla
İran, Makedonya ve Roma imparatorluklarının bir eyaleti olarak gösterilir. Oysa
Anadolu Asya, Avrupa ve Afrika’nın yani üç büyük kara parçasının birleştiği
yerde, bu kıtaların birinden ötekine geçenlere köprülük etmiş bir yerdir. Göç
eden insan yığınları ve istila için yürüyen fetih orduları, hep Anadolu’nun
üzerinden geçtiler. Buldukları halkı çoğu kez öldürmediler ama onlara hep
karıştılar. Son olarak biz Türkler geldik ve onlara karıştık. Öyle ki biz,
Amerikalılardan bile daha melez olduk, bundan ötürü vakit vakit Anadolu’ya
gelmiş ve bu yurda kısa ya da uzun bir süre sahip olmuş ne kadar insan varsa
damarlarımızda hepsinin de kanı vardır. Her ne kadar kültür sorunu, bir kan
sorunu değilse de yabancımız sayarak yadırgadığımız şeylerin biz hem fiilen hem
de hukuken mirasçısıyız.’
1923’e kadar geçen yaklaşık son 300
yıllık dönemde Batılı ülkeler eserlerimizi müzelerine rahatça taşıma fırsatı
elde ettiler. Eserlerimizin en çok kaybedildiği bu dönemde, yönetimde,
adlarının başında ‘Abdül’ olan (Mecid, Aziz, Hamid II) üç Osmanlı sultanı
bulunuyordu. Osmanlı’daki üst düzey bürokratlar tarihi eserlerin önemini
yeterince kavrayamamıştı. Yalnız bu konuda son derece yetkili bir durumda olan ve
çoğu izni bizzat vermiş olan, batıda eğitim görmüş müze müdürü Osman Hamdi
Bey’i ayrı tumamız gerekli. Osman Hamdi Bey bu değerlerin farkındaydı, ya
kişisel menfaatler ya da hatırı kırılamayacak ilişkiler nedeniyle bu
operasyonlara göz yummuştur. Sultan II.Abdülhamid, kendi döneminde yapılan
reformları batılılara göstermek için 50 bin fotoğraflık albüm hazırlatmışken, bu
albümde hiçbir antik kentin fotoğrafının olmaması bu alana yönetimin nasıl
baktığının bir göstergesidir. Osmanlı yönetiminde tarihi eser bilinci yok
olduğu gibi sahip olunan eserlerin değeri hakkında da hiçbir fikirleri yoktu.
19. yüzyılda arkeolojide gelişmeler
olurken, Osmanlı’da dar görüşlü ulema ve devlet adamları yüzünden, arkeoloji ve
tarih anlayışı ancak iki yüzyıl sonra tartışılmaya başlanıldı. Oysa biliyoruz
ki, aynı coğrafyada yaşayan halkların tarihi ve kültürü süreklilik gösterir.
Luvilerin, Hititlerin, Frigyalıların, Likyaların, Kapadokyalıların,
İyonyalıların, Roma’nın, Doğu Roma’nın, Selçuklu’nun, Osmanlı’nın ve sonunda
Cumhuriyet Türkiye’sinin, birbirinin kesintisiz ardılı ve mirasçısı olduğu
gerçeğinin eğitimde yer bulması gerekmektedir.
Osmanlı yalnızca arkeolojiyi
değil günlük hayatı doğrudan etkileyen iktisat bilimini de geç kavramıştır. MÖ
650 civarında ilk parayı basmış Lidya halkı ile aynı coğrafyayı paylaştığımız
halde, iktisadın miladı sayılan Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği(1776) adlı
eseri ülkemizde ancak 1950’lerin ortalarında Türkçeye çevrilerek basılmıştır.
Dini konuları esas alan, araştırmacı düşünceye dayanmayan Osmanlı eğitim
sistemi çağın çok gerisindeydi. İlmiye sınıfı belli ailelerin eline geçmişti ve
bu makamlar 17. ve 18. yüzyıllarda çoğunlukla babadan oğulan geçiyordu. Bu
ayrıcalıklı ailelerin çocukları 15-20 yaşlarında müderris olabiliyordu. Bunlara
neredeyse çocuk yaşta bu rütbe verildiği
için beşik uleması deniyordu. Bu aileler büyük servet sahibi olmuşlardı.
Geçmişinden koparılan Anadolu
insanı, tarihi eserlere yabancı kalmış, 1071 öyküsüyle tarihi güdükleşmiştir.
Halkımız tarihi eserlerle kendi geçmişi arasında bağ kuramadığı için o eserler
sadece sıradan bir taş parçası haline gelmiştir.
1800’lerin başında artık birçok
alanda geç kalındığını fark eden Osmanlı yönetimi Avrupa ülkelerine eğitim için
gençler göndermeye başladı. Bu gençler arasında hukukçular, ressamlar, sanat
tarihçileri yanında arkeoloji meraklıları da vardı. Osman Hamdi beyin babası
İbrahim Ethem beyde ilk gönderilen dört öğrenciden biriydi. Bunlar yurda
dönünce bürokraside görev almaya başladılar. Silah koleksiyonlarının
sergilendiği Aya İrini zamanla eski eserlerin sergilendiği yer haline geldi.
Eserler buraya sığmamaya başlayınca Çinili Köşk müze haline getirildi. Bu
dönemde Avrupalı devletler çeşitli eserleri yurtdışına götürüyordu, son olarak
1856’da İngilizlerin Bodrum Kalesi’nden altı mermer aslanı zorla götürmeleri
üzerine 1868’de Babıali Müze-i Hümayun kurma kararı aldı.
İngilizlerin Selçuk’ta, Efes ve
çevresindeki tarihi eserleri hoyratça taşıması ve bu konuda Aydın Valisi İsmail
Paşa’nın önerileri(1869) Eski Eserler Kanunu’nun temellerini oluşturur. Bu
nizammeyle, ortaya çıkan eserlerin yurtdışına çıkarılışı yasaklanırken, 6. madde
ile Padişahın iziniyle yurtdışına çıkış mümkün hale getirilmiştir. Görülen
eksiklikler üzerine Müze müdürü Dr. Dethiér tarafından 1874 yılında hazırlanan
‘Asar-ı Antika Nizamnamesi’ ile henüz keşfedilmemiş eserlerin mülkiyetinin
devlete ait olduğu belirtilmiş ve kazılar sonucunda elde edilen eserlerin üçte
birinin kazı yapana, üçte birinin devlete, üçte birinin de arazi sahibine ait
olacağı belirtilmişti. Yabancılar bu kanunu kendi yararlarına kullanmak için
kazı yapacakları yeri önceden satın almaya böylece üçte iki hisseye önceden
sahip olmaya başladılar. Devlete bırakılacak eserleri kendilerince en değersiz
olanlarından seçiyor ve varsa denetçiye rüşvet vererek çıkan eserlerin büyük
kısmını kayıt altına aldırmadan ülkelerine götürüyorlardı.
Mevcut yasadaki yetersizlik
üzerine 1884’de yeni bir nizamname daha çıkarıldı. Bu nizamnamede çıkan
eserlerin tümü devlete ait olarak tanımlandı. Ne kazı yapan ne de arazi sahibi
eser üzerinde hak iddia edemiyordu. Eserlerin yurtdışına çıkarılışı ise tamamen
yasaklanmıştı. Yeni yasada küçük bir açık bulunuyordu. Bu da mülk sahibinin
arazisinde inşaat amaçlı kazı yaparken keşfedeceği eserlerle ilgiliydi. Bu
durumda yasa eserlerin yarısının mülk sahibine bırakıyor ama devletin de bu
eserleri satın alma hakkını saklı tutuyordu. Bir diğer açık nokta da eserlerin
yurtdışına çıkarılmasıyla ilgiliydi. Eserin bir benzerinin müzede bulunması
durumunda yurtdışına çıkarılması izni verilebiliyordu.
1884 Nizamnamesinden sonra da
başta Bergama, Millet, Priene, Magnesia, Zincirli, Karkamış gibi birçok yerde
tarihi eserler yurt dışına taşınmasına devam edildi. Bu sırada Osman Hamdi Bey
bu konudan tam sorumlu olarak görevdeydi.
Batı Avrupa ülkelerinin hepsinde görkemli müzelerin olduğundan etkilenen Osmanlı Yönetimi 19. yüzyılın sonlarında kendi imparatorluk müzesini kurma kararını verdi. Bu kararda Osman Hamdi Bey’in Sidon’dan çıkarttığı lahitleri koyacak yerin olmaması da etken oldu. Sonunda Maarif Nazırı Münif Paşa’nın gayreti ve Osman Hamdi Beyin öncülüğünde, Topkapı sarayı içerisinde 1891’de Müze-i Hümayun açıldı. Sultan II.Abdülhamid, Yıldız Sarayında, içi doldurulmuş kuşlardan oluşan bir koleksiyonunu yeni müzeye bağışladı. 1846’da Osmanlı’daki ilk müzenin Fethi Paşa tarafından açılmasından beri müze müdürleri hep yabancıydı. İlk Türk müdür olarak II.Abdülhamid tarafından Osman Hamdi Bey atandı. Osman Hamdi bey 30 yıl boyunca bu önemli görevde kaldı. Kültür varlıklarımızı korumakla görevli ve tek yetkili olduğu için eserlerimizi ülkelerine götürmeyi hedefleyen yabancılar, sultan ve sadrazamlardan çok Osman Hamdi Bey ile aralarını hoş tutmak yolunu seçiyorlardı. Amerikan belgelerinden Fransız, Alman, Avusturyalı, Amerikalı arkeologların ve diplomatların ‘Doğu toplumlarında yasadan çok kişisel ilişkiler önemlidir’ anlayışıyla Osman Hamdi Bey’in evinin sık davetlilerinden olduğunu anlıyoruz. Osman Hamdi Bey’in kızı Nazlı’nın anı defterini imzalayan isimlerin çoğunun, eserlerimizi ülkelerine taşıyan emperyalist ülkelerin kazı heyeti üyeleri olduğunu görüyoruz.
Osman Hamdi Bey’in
kızı Nazlı’nın anı defteri.
Osman Hamdi Bey, eserlerin
yurtdışına götürülmesini yasaklayan kanunu hazırlayan ekibin içerisinde
bulunması ve bu konuda neredeyse tek yetkili olmasına karşın yasakları
uygulamamış ya da uygulayamamış, görevini layıkıyla yapmamış, yabancıların
yağmalamasını engelleyememiştir. Görevli olduğu dönemde evine sık gelip giden
arkeoloğlar ve mühendisler; C.Human, A.Conze, T.Wiegand, H.V.Hilprecht’dir.
Osman Hamdi Bey başta Millet, Priene, Nagnesia, Zincirli, Begama, Assos,
Trysa’nun kültürel değerlerinin götürülmesine seyirci kalmış hatta zaman zaman
da onlara yardımcı bile olmuştur. II.Abdülhamid döneminin uzun, baskıcı rejimi
içindeki aydın Osmanlı tiplemesi olarak öne çıkan Osman Hamdi Bey söylenceleri,
İttihat Terakki yönetiminin hediyesi olarak günümüze kadar geldi.
I.4 Anadolu mu yoksa Doğu Yunanistan mı?
Batı müzelerinin bazılarında
sergilenen Anadolu’dan götürülmüş eserlerin künyesinde Anadolu yerine ‘East
Greek’ ifadesini görürüz. Kibirli beyaz Avrupalılar bir bölümü, Anadolu’yu East
Greek olarak görme eğilimindedir. Anadolu’da yaşamış Luviler, Hititler,
Kapodokyalılar, Karyalılar, Likyalılar, Lidyalılar, Frigyalılar, Urartular’ın
kendi özgün dillerini ve kültürleri olan toplumları unutup, sanki bu topraklarda
sadece Antik Yunanlılar yaşamış gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Batılı
uzmanların Anadolu’ya Doğu Yunanistan demesindeki neden Anadolu’da yapılan pek
çok kazıda yerli alfabeler yerine Helence yazılı belgelerin bulunmasıdır. Oysa
günümüzde İngilizcenin yaygınlığı gibi o dönemde de Yunancanın yaygın kullanımı
vardı. Halklar, kendi dilleri ve kültürleriyle yaşarken çoğu kez önemli yapıtlarının
yazıtlarında geniş çevrelerce anlaşılması için Helence ifadeler
kullanıyorlardı.
Yunanlılar bir halk olarak ilkin,
bugün Yunanistan olan topraklarda MÖ 2. binyılın başlangıcında tarih sahnesine
çıktılar. Kendilerine Helenler, yaşadıkları topraklara da Hellas demeye
başlayacaklardı. İsimlerini aldıkları efsanevi ataları Helen’in Dor, Aiol, ve
Ksuthos adlı üç oğlu oldu; onların oğulları İon ve Akheus oldu; böylece Bronz
Çağ sonlarına doğru Greklerin başlıca etnik grupları olan Dorlar, İyonyalılar,
Aioller ve Akhalar ortaya çıktı. Grek sözcüğü, Epiros’taki bir kabileye
Romalıların verdiği ad olan Latince ‘Graeci’den gelir.
Anatoli sözcüğü ise, Yunanca ‘güneşin doğduğu ülke’ anlamına gelir.
Hem Hint-Avrupa hem de Sami dil ailelerinde Asya ismi de benzer anlama gelirken
Avrupa ‘günbatımı’ ya da ‘karanlık ülke’ anlamına gelmektedir.
Yunanistan’ın antik
Dodoni(Epirus) kentinden Sicilya’ya kolonist olarak gelen Yunanlılara o dönemin
İtalyanları Illirianlar "Γραικοί" ("Graeki" G harifini Y
olarak seslendirerek) dediler. Bir diğer iddiaya göre de Yunanistan’ın Viotia
antik kentinden gelip koloni kuran Γραία ("Graia") lılar kurdukları
kente Nea Polis adını verdiler. Bu kent daha sonra Napoli olacaktı. Böylece Latinlerle Helenler yakınlaştılar ve
Yunanlılara geldikleri Graia kentinden dolayı Graeci denmeye başladı. Modern
Avrupa dilleri çokca Latince’den beslendiği için Graecus kelimesi Yunanistan
coğrafyası ve halkı için kök kelime haline geldi.
Hiristiyanlığın yayılmaya
başlamasıyla birinci yüzyılda "Έλληνες"(Hellines) kelimesi,
Hiristiyanlardan ayırmak için eski dine (putlara) tapanlara denilmeye başladı. 1832
yılında Yunanistan kuruluncaya kadar Γραικοί (Graeki) kelimesi kullanılmaya
devam etti. Bu dönemde Yunanlılara Roma orijinden dolayı Ρωμιοί (Romii) da
deniyordu. Bağımsızlıktan sonra Yunanlılar, antik Hellas ve Hellines
kelimelerini kullanmaya başladılar.
Yunanlılar Batı Anadolu
kıyılarını, kuzeyde Çanakkale çevresine Troas, Bergama bölgesine Aiol,
İzmir-Aydın çevresine İyonya, Bodrum civarın da Karya olmak üzere dört parçaya
ayırıyordu. Benzer şekilde Akdeniz sahilleri de Antalya civarı Lykia, Alanya
civarı Pamphylia, Çukurova bölgesi de Kilikia olarak adlandırılıyordu.
Helenleri batı Anadolu
sahillerine getiren büyük göç, Bronz çağı sonunu izleyen birkaç yüzyıllık bir
dönem olan Yunan dünyasının karanlık çağlarına denk gelir. Bu dönemde
Yunanistan karasında nüfus çok fazla artmış, kuraklığa bağlı tarım
ürünlerindeki gerileme ve kuzeyden güneye doğru hareket eden Dor istilacıların
baskısı kolonizasyonu zorunlu kılmıştır. Bir lider etrafında toplanan 40-50
gençten oluşan kolonistler Delphi’deki kahinlere danışarak yerleşecekleri
yerleri belirlemiş ve yerel kadınlarla evlenmişlerdir.
Güçlü imparatorluklar, güçlü
ekonomileri ve güçlü ordularının zoruyla kültürlerini, dillerini başka
coğrafyalara kolayca ulaştırabiliyorlardı. Aynen İngilizcenin önce Britanya
İmparatorluğunun gücü, ardından ABD’nin gücü nedeniyle son 100 yılda dünyada
egemen dil olması gibi. Anadolu halkları Helen değildi ama yöneticileri baskın
olan Helenceyi kullanıyorlardı. Makedonya’lı Büyük İskender’in kurduğu imparatorluk
Helenceyi doğuya yaymıştı. Ardından gelen Roma İmparatorluğu da Latinceyi
baskın dil haline getirdi. Anadolu’da Helencenin Roma döneminde bile Latincenin
yerine kullanılmasının altındaki bir nedende Anadolulu yöneticilerin
Romalıların ağır vergilerine duydukları tepki olabilir. Ayrıca Helencenin
Anadolu’da yayılmasına Perslerin Anadolu’yu işgal etmesinin de rolü olmuştur.
Persler Anadolu’nun tamamen işgalini MÖ 546’da tamamladılar. Tüm Anadolu’nun
ele geçirilmesi 500 bin kişilik kalabalık bir orduyla 100 yıl kadar bir zaman
almıştı. Pers baskısından çıkış arayan Anadolu halkı o dönemin alternatif gücü
olarak gördükleri Atina Birliğine üye oldular. Çoğu Anadolu’dan 300 kent bu
birliğe üye olmuştu ve kendilerini Perslerden kurtarması için bu birliğe para
yağdırıyordu. Önce Yunanistan’da güçlenen birlik denizde ve karada Perslerle
yaptıkları savaşları kazandılar ve sonuçta Persler Anadolu’yu terk ettiler.
Birliğe üye kentlerden Atina’ya 150 yıl boyunca gelen paralar şehrin bir cazibe
merkezi haline gelmesini sağladı. Batı Anadolu kentlerinin Pers baskısından
kaçan aydınlarının buluşma yeri oldu. İlk olarak İyonya sahilerinde yeşeren
bilim, Persler nedeniyle Atina’ya taşındı ve burada filizlendi. Millet’te,
Efes’te doğan bilim Atina merkezli okullarda şekillenmeye başladı. Atina’da
Doğu kültürünün katkısıyla MÖ 450’lerde Platon, Aristoteles, Sokrates gibi
düşünürler ortaya çıkmaya başladı. Halikarnas(Bodrum) doğumlu Herodotos’da
Atina’ya kaçan aydınlardandı.
Kentlerden gelen mali destek, bilim
adamları, aydınların çabaları ve demokrasiyle Yunan uygarlığı döneme damgasını
vurdu. Zaten bir kısmı Yunan kolonisi olan Anadolu kentleri kolayca Helen
uygarlığının etkisi altına girdiler. Yunanistan’da Helen dilinde yazılmış
eserlerden oluşan entellektüel birikimler Anadolu’ya kültür emperyalizmi olarak
geri döndü. Böylece Helence birçok bölgede ortak dil oldu. Halk değil ama
yöneticiler bu dili kullanmaya başladı. Aynen I. ve II.Dünya savaşı arasında
Almanya’daki baskıdan kaçan Alman bilim adamlarının ABD’ye göç edip
Amerika’daki bilimsel çalışmalara ve sanayiye hız vermeleri gibi.
I.5 Anadolu’dan Yağmalar
İlk çağlarda savaş ganimeti
olarak galip gelen devlet sadece kıymetli madenlerden yapılmış eserlere,
silahlara, hayvan sürülerine ve tahıllara el koyarken, 19. ve 20. yüzyılda
antik eserlerin yanında Leonardo da Vinci, Rembrant, Picasso, Monet, Van Gogh,
Rodin gibi sanatçıların yapıtları da yağmalanmaya başladı.
Anadolu’dan tarihi eser
yağmalarının ilki Homeros’un bize anlattığı Troya’nın yağmalanmasıdır. Bir
diğer önemli yağma 1024’te Kudüs’e yardıma gitmek için yola çıkan Latin
Haçlıların yolda fikir değiştirip Ortodoks İstanbul’u işgal edip burada 50 yıl
kadar yönetimi ellerinde tuttuğu dönemde birçok eserin İstanbul’dan Avrupa
kentlerine götürülmesidir. Venedik’de sergilenen dört bronz at yontusu da bu
dönemde İstanbul Hipodrom girişinden götürülen eserlerdendir. Napolyon,
İtalya’yı işgal ettiğinde bu atları da 1797’de Paris’e götürmüştü ama sonradan
İtalyanlar bu eseri geri almayı başardılar. Geçmiş dönemden önemli bir başka
çalıntı ise Noel Baba’nın kemikleridir. İtalyan tüccarlar 1087’de
Myra’dan(Demre) Aziz Nikolaos’un(Noel Baba) mezarından kemiklerini çalarak
ülkelerine götürdüler.
Venedik St.Mark
Katedrali’nin girişinde sergilenen İstanbul’dan götürülen at heykelleri.
Sergilenenler kopya, orijinalleri müzede. Bu atlardan birinin kopyasıda
İstanbul’da Sabancı Müzesinin bahçesindedir.
I.
ANADOLU’DA
ARKEOLOJİK KAZI FAALİYETLERİ
20. yüzyılın başına kadar
Anadolu’dan sayısız eseri memleketlerine taşıyan Batılı emperyalist devletler
bunlarla yetinmeyip, herşeyi götürmenin planlarını yaptılar. Büyük Britanya
Başbakanı Lord Curzon 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal ettikleri gün İngiliz
kabinesindeki gizli oturumda şunları söylüyordu:
‘Paris’ten arkeoloji uzmanları getirilerek
bütün tarihi eserlere kıymet konacaktır. Kıymet tespit heyetinde İngiltere
adına Kumandan Hogarth, Fransa adına Prof.Cagnat, İtalya adına Sinyor Parabeni,
Amerika adına ise Mr.Butler bulunacaktır. Tarihi ve artistik değeri olan mallar
alınıp götürülecektir.’
II.1 19. ve 20. Yüzyıllarda Anadolu’daki Tarihi Eserlere Yönelik
Başlıca Çalışmalar
- Charles Texier ve ekibi 1833 ve 1843 yıllarında Fransız devleti adına iki kez Anadolu’ya geldi ve uzun yıllar tarihi eserlerin yurtdışına taşınmasını sağladı.
- 1838-1844 yılları arasında, İngiliz devleti desteğiyle Anadolu’da bulunan Charles Fellows ve ekibi Ksanthos(Eşen, Kalkan) ve Likya eserlerini British Museum’a taşıdı.
- 1856-1859 yılları arasında Charles Thomas Newton liderliğindeki İngiliz ekibi, Halikarnas(Bodrum), Lagina(Yatağan), Didim ve Knidos’ta(Datça) bulduğu eserleri British Museum’a taşıdı.
- Carl Humann, 1865-1886 yılları arasında Alman devletinin desteğiyle Bergama eserlerini Berlin’e taşımaya başladı.
- 1868-1869 yılları arasında R.P.Pullan, Priene’de(Söke) bulduğu eserleri British Museum’a taşıdı.
- 1876’dan itibaren Troya’da yaklaşık 20 yıl kazılar yapan Heinrich Schliemann, bulduğu eserleri kaçak yollarla Berlin’e taşıdı. Ruslar, bu eserlerin çoğunu 1945’de Kızıl Ordu eliyle Berlin’den alıp Moskova’ya götürdüler.
- 1881’de Amerikalılar Assos’ta kazılara başladılar ve eserlerin önemli bir kısmını Boston’a götürdüler. Sardes’te(Salihli), Bintepeler’de, Gordion’da(Polatlı), Amik Vadisinde kazılara devam ettiler, buldukları eserleri ülkelerine taşıdılar. 1924’te genç Cumhuriyetin yöneticileri, Amerikalılardan Sardes eserlerini geri almayı başardılar.
- Avusturyalılar, Demre yakınlarındaki Gölbaşı’nda bulunan ünlü Trysa Anıtı’ndan, 211 metrelik mermer kabartmaların tamamını ve lahitleri 1882’de söküp götürdüler.
- 1885’te Efes kazılarına başlayan Avusturyalılar götürdükleri eserlerle Viyana’da Ephesos Museum’u kurdular. Günümüzde Efes kazıları hala Avusturyalılarca yapılmaktadır.
- Carl Humann’ın başında olduğu Alman ekip, başta Gaziantep-Zincirli civarındakiler olmak üzere Hitit dönemine ait tarihi eserlerimizin yanında, 1899-1913 yılları arasında Priene(Söke), Magnesia(Germencik) ve Millet’ten de eserlerimizi Almanya’ya taşıdı. Almanlar aynı yerde kazılara devam ediyorlar.
- 1912-1914 yılları arasında İngilizleonard Woolley ve Thomas Edward Lawrence, Karkamış eserlerini British Museum’a taşıdı.
II.2 Almanlar Anadolu’da
Almanlar 19. yüzyılın ikinci
yarısından Osmanlı’nın son günlerine kadar Osmanlı topraklarında çok etkin
oldular. İki emperyalist güç İngiltere ve Fransa, Almanlardan önce dünyanın pek
çok yerini ele geçirmişti. Almanlar bu yarışta geride kalmıştı. Ayrıca Alman
ürünlerinin en büyük alıcısı Rusya’da sanayinin gelişmesiyle Almanya yeni
pazarlar aramaya başladı. Bu durumda en uygun bölge Osmanlı topraklarıydı.
Osmanlı bürokrasisi daha önceki dönemlerde şahit oldukları Fransa ve
İngiltere’nin acımasız kapitalist sömürgeciliğinden dolayı bu devletlere
mesafeli bakıyordu. Ayrıca Almanya’nın giderek artan gücü, kurtuluşun Almanya
ile olabileceğine inandırmıştı. Almanlar’da 1860’dan sonra başta demiryolu
olmak üzere çeşitli alanlarda imtiyazlar elde ederek doğal kaynakları sömürmeye
başladılar. Almanlar demiryolu hatlarının sağındaki ve solundaki 20 km alanda
her türlü maden ve tarihi eser çıkarma imtiyazını almışlardı. Hatta Bağdat
demiryolu hattını kendi çıkarlarını gözetecek bir güzergahta uzatarak tasarlamışlardı.
Almanya’nın ekonomik gücü gün geçtikçe artırıyordu. Almanya 1886-1910 yılları
arasındaki 15 yılda, çelik üretimi %1335 oranında artmasına karşın üzerinde
güneş batmayan Büyük Britanya çelik üretimini aynı dönemde ancak %154 oranında artırabilmişti.
Almanya’nin üretimi Büyük Britanya’nın üretiminin 8.6 katıydı.
Müze müdürü Anton Dethier’in
ölümü üzerine Osman Hamdi Bey’in Müze-i Hümayun Müdürü olarak atandığı 1881
yılında Muharrem kararnamesiyle Düyun-u Umumiye’yi kabul eden Osmanlı’nın
iflası resmileşmiş oldu. Osmanlı’da ekonominin yönetimi yabancıların eline
geçmişti. Osmanlı’nın borçları 2 milyar frankı buluyordu. Süveyş Kanalı’nın açılışıyla
birlikte İngiltere’nin Osmanlı’yı gözden çıkarması, konferans masalarında
İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlıyı paylaşma çabaları, Babıaliyi Almanlara
doğru yöneltti. Bu şartlar içinde Almanlar Osmanlı topraklarında kolayca kazı
izinleri alabiliyorlardı. Ama eserleri taşımak, Sultan izin bile verse, yasal
değildi. Meclisin onayladığı yasa yürürlükteydi ve eser çıkışları kanunen yasaktı.
Buna rağmen başta Osman Hamdi Bey olmak üzere üst düzey bürokratlar eserlerin
yurt dışına çıkarılmasına göz yumuyorlardı.
II.2.1 Alman Carl Humann ve Anadolu’daki kazıları
Alman kazılarını, İngiliz ve
Fransızlar gibi arkeologlarla değil daha çok inşaat mühendisi ya da
mimarlarıyla yapıyorlardı. Bunun sonucunda kazılar arkeolojik disiplinden
uzaklaklaşarak, inşaat kazısıymışçasına hızlı bir şekilde devam ediyordu. Carl
Humann’da bir inşaat mühendisiydi. Bergama’yı, Magnesia’yı(Aydın Germencik),
Priene’yi(Aydın Söke), Millet’i(Aydın Didim), Tralleis’i(Aydın), Zincirli’yi bu
tarzda kazdılar.
Carl Humann
(1839-1896)
Carl Humann Berlin Kraliyet
Akademisi’nden inşaat mühendisi olarak mezun olduktan sonra Samos(Sisim)
Adası’ndaki Hera Tapınağı kazılarına katıldı. Kısa bir süre sonra Ephesus
üzerinden Smyrna ve oradan İstanbul’a ulaştı. Burada yakın ilişki kurduğu Sadrazam
Fuad Paşa himayesinde sık sık gezilere çıktı. Bu gezilerden birinde 1864-1865
kışında, Kydonias(Ayvalık) vardı. Dikili’den yürüyerek sadece beş saat
mesafedeki Pergamon’u ziyaret etti. 1866 yazında Pergamon’u bir kez daha
ziyaret eden Humann’ın bulduğu, bir adama saldıran aslan tasvirli büyük
kabartmanın Gigantomachie(Mitolojik Yunan tanrılarıyla devlerin savaşı) olduğu
Almanya’da anlaşılınca yeni sorumluluklarla görevlendirildi. 1869 yılından
itibaren bölgedeki çeşitli yol inşaatlarını yönetmek için Pergamon’da bir
merkez oluşturdu. Bu dönemden başlayarak tarihi eser biriktirmeye başladı.
Carl Humann’ın resmi kazıları 8
Eylül 1878’de başladı. Kazı heyetinde bölüşme komiseri olarak Vali yardımcısı
Diran Efendi ile Osmanlı Bankası Müdürü W.Heintze bulunuyordu. Almanlar
buluntuların üçte ikisini kendi ülkelerine götürmeyi planlamışlardı.
Gigantomachie kabartmaları daha önce Almanlarca yaptırılan yol üzerinden
kağnılarla Dikili limanına taşındı. Almanya, eserlerin Dikili’den İzmir’e
güvenli bir biçimde taşınması için Comet zırhlısını Dikili’ye göndermişti.
Kazıya devam edilirken, Zeus
tapınağının temellerine ulaşıldı. Kral II.Eumenes’in (MÖ 197-156), Galatlara
karşı kazanılan bir zaferden sonra yaptırdığı sunak, başta Zeus ve Athena olmak
üzere tüm tanrılara adanmıştı. Yapı kare planlıdır (36x34 metre) ve zeminden
dört basamak yüksektedir. Ortada bulunan 20 basamaklı anıtsal merdiven, adak
odasına çıkmaktadır. 113 metre uzunluğundaki kabartmaların yüksekliği 2.3
metredir. Bu kabartma, devler ile tanrılar arasındaki mitolojik savaşı anlatır.
Kentlerin(Galyalılar) Anadolu’yı işgaliyle başlayan direnişte, Bergamalı
yöneticilerin askeri zaferini sembolize eden konular seçilmiştir.
Kazı izni 6 Ağustos 1879’da sona
erdi. 16 Ağustos’da Alman sefaretinden alınan telgrafta, Osmanlı Hükümetinin
kendi paylarına düşen eserleri satmak istediği belirtiliyordu. 1 Eylül’de tüm
Athena ve Zeus gruplarını içeren 47 sandık Dikili’de gemiye yüklenmeyi hazır
bekliyordu. Comet ile İzmir limanına taşınan eserler burada Llyod Vapur İşletmesinin
Aquila Imperiale gemisiyle Trieste’ye oradan da Şubat 1879’da Berlin’e ulaştı. Carl
Humann’ın 1883 yılına ait notlarında Osman Hamdi beyden şöyle bahseder:
‘Osman Hamdi Bey toplanan yazıt ve mimari örnekleri zaten bize bırakmıştı, Osmanlı müzesi için ayırdığı bölümü Konstantinapolis’deki yeni düzenlenen Güzel Sanatlar Okuluna götürmüştür; Berlin’de bulunan eserlerin devamı olan parçalar zaten imtiyaz antlaşması gereği bize söz verilmişti. Osman Hamdi Ekselansları Müze-i Hümayun için ayrıca, Pazar yerinde bulunan Gigantların savaşını canlandıran dev kabartma parçalarını ve buna ilaveten tiyatrodan çıkan maske ve girlandlarla süslü baştabanı/ana kirişi de talep etmiştir. İlk üç parçayı paketleyip Konstantinapolis’e gönderdik. Sonradan Padişah’ın(Sultan II.Abdülhamid) bu çok önemli parçaları Kraliyet Müzesine bırakmasına vesile olan elçiye sonsuz teşekkürlerimizi sunarız, bunların hepsi Osman Hamdi Bey’in desteğiyle gerçekleşti. Bu yüce davranışa karşılık hediye niteliğindeki, iki adet eksiksiz sayılabilecek Bergama’da bulunmuş Ammon ve Hermafrodit yontularıyla karşılık verildi.’
Carl Humann’ın Zeus
Tapınağının yakınındaki mezarı
1896’da İzmir’de öldüğü için bir
kilisenin bahçesine gömülmüş olan Humann’ın mezarı 1950’lerin ortalarında Ankara’ya
gelen Alman Başbakanının, Pergamon sit alanına nakledilmesi isteği üzerine, bu
talep abartılarak dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in talimatıyla Zeus Sunağının
yanına gömüldü.
II.2.2 Almanların Priene-Millet Kazıları
1899-1913 arasında Alman heyetleri
ülkelerine eser taşımak için Priene, Millet ve Magnesia’da kazılar yaptılar.
Priene’deki kazılara 1895’te Carl Human başladı. Onun ölümü üzerine kazıya genç
arkeolog Theodor Wiegand devam etti. Osman Hamdi Bey’in yakın arkadaşı olan
Wiegand 1898’te kazı bitinceye kadar kazılara başkanlık etti. Buluntuları 3 yıl
gibi kısa bir sürede kazıp Almanya’ya taşıtan Wiegand, arkadaşı Osman Hamdi
Bey’e de sıkıntılı günler yaşatmıştı. Aynı ekip sonradan Millet kazılarına
başladı.
Millet, Osmanlı dönemindeki adıyla
Balat, MÖ 2000’lere uzanan tarihiyle önemli bir antik kentimizdir. Millet antik
çağda bir önemli bir ticaret ve bilim merkeziydi. Bölgenin en önemli ticari
kaynaklarından birisi, yörede yetiştirilen koyunlardan elde edilen yünle
yapılan dokumacılıktı. Dokumacılık, boyacılığı da geliştirmiş ve böylece
erguvan renkli dokumalarıyla ünlenmişti. Millet, Antik dönemlerde, Avrupa ile
Asya arasındaki mal değişiminin yapıldığı, çok canlı ve işlek bir ticaret
merkeziydi. Karadeniz, Mısır, Doğu Akdeniz ve Güney İtalya ile ticareti
gelişmişti.
Millet’teki bu bolluk ve refah
ortamı bilim ve felsefenin de gelişmesini sağlamıştı. MÖ 6. yüzyılda Millet’te,
doğa bilimci Thales, Anaksimandros, Anaksimenes ve Pisagor gibi önemli düşünce
adamları yaşamıştı. Bu düşünürler doğudaki Sümer, Asur ve Orta Anadolu’nun
Hitit ve Mısır kültürleriyle beslenmişti. Ege’nin öte yakasında henüz bilim
gelişmemişti. Millet’in Perslerin eline geçmesinin ardından Batı Anadou’dan
Atina’ya kaçan bilim adamaları bilimin burada yeşermesini sağlayacaklardı.
Millet’ten götürülen eserler
içinde ‘Pazaryeri Kapısı’ önemli bir yere sahiptir. Theodor Wiegand ve Hubert
Knackfuss, 1903’de Pazaryeri Kapısı’nın kalıntılarına ulaştılar. Eserin eşiğine
üç basamak ile ulaşılıyordu. Genişliği cephede 28,92 metredir. Bu simetrik
yapıda alt kattaki sütunların üst kattakilere oranı 2/3 dür. U planı nedeniyle,
ön cepheye yanlardaki lanatlar da eklenince yapının toplam boyu 33 metreyi
aşar. Ortadaki başlığın tabandan yüksekliği 16,68 metredir. Üç girişinin olması
tüccarların ticaretini kolaylaştırmıştır. Her iki kattada yontular bulunuyordu.
Kazıda çıkan Eros ve barbarlara diz çöktüren kral yontuları duvarla birlikte
sergilenmektedir. Bu yapının cephe süslemeleri MS 120’de tamamlanmıştır.
Almanlarca Berlin’e taşınan yapı
1920’da yeniden ayağa kaldırılmış ancak II.Dünya Savaşı’nda Berlin’in
bombalanması sırasında büyük hasar görmüştü. Savaştan sonra tekrar onarılarak
1954’ten itibaren bugünkü haliyle sergilenmeye başlandı. Bu eser Anadolu’daki
Roma dönemi mimarisinin çok önemli bir örneğidir.
II.3 Efes Antik Kenti
Küçük Menderes Nehri kentin
limanını doldurmadan önce Efes Limanı dönemin en işlek ve dolayısıyla en zengin
limanıydı. Kentin tarihi MÖ 6000’lere kadar uzanmaktadır. Efes’in bilinen en
eski adı(MÖ 3000’lerde Orta Anadolu’ya yerleşmeye başlayan Hitit döneminde)
Apassa’dır.
Perslerin Anadolu’da egemenlik
kurup, kendilerine yönetim merkezi olarak Serdes’i(Salihli) seçmeleriyle
birlikte en yakın liman olan Efes Koyu, Pers yönetiminin denize açıldığı ana
liman oldu. Efes’ten başlayan ve ilk çağlarda ‘Kral Yolu’ diye adlandırılan
ünlü ticaret yolu, yaklaşık 3 bin kilometre sonra İran Körfezi yakınlarındaki
Pers İmparatorluğu’nun başkentine, oradan da Asya içlerine ulaşıyordu. Bu
görkenli kent daha sonra Roma İmparatoru Augustus döneminde Asya eyaletinin
başkenti oldu. İki yüzyıl süren bu dönemde halkın gönenç içersinde yaşadığını,
nüfusun 300.000’e ulaşan kente ‘Asya’nın ışığı’ dendiğini biliyoruz.
Arkeolojik kazıları hep
yabancılar tarafından yürütülen Efes’te, yaklaşık 150 yıl önce İngilizlerin
başlattığı kazıları, onların ardından günümüze dek Avusturyalılar sürdürdüler.
Efes’te günyüze çıkarılan eserler, MÖ 3. yüzyılda başlıyan çok tanrılı dönem
ile tektanrılı Hiristiyan Doğu Roma dönemine ait kalıntılar içerir.
II.3.1 Efes Artemis Tapınağı Kazıları
Efes’teki sistemli kazılar
1863’te British Museum’un desteğiyle, Mimar John Turtle Wood başkanlığında,
ünlü Efes Artemis Tapınağı’nın kalıntılarının bulunduğu alanda başladı. 1858’de
İzmir-Aydın demiryolu ve istasyonları inşaatında çalışan İngiliz mimarın
İncil’deki ‘Efes Artemis Tapınağı’
bölümünden etkilendiği biliniyor. İncil’in(Yeni Ahit) bir bölümünde, Artemis
Tapınağı’nın gümüşten yontusunu yapan kuyumcu Dimitrios ile Pavlus ve
taraftarlarının çekişmesi anlatılır.
- Birkaç kez yıkılıp yeniden yapılan Efes’teki Artemis Tapınağı(Roma dönemindeki adı Diana) ilk kez MÖ 7. yüzyılda Anadolu’nun yerli ana tanrıçasına bir sunak olarak yapılmıştı. Anadolu’daki ana tanrıça geleneğinin izlerini, Roma döneminde Kibele, daha önce Akadlar döneminde İştar, ondan önceki dönemde ise İnanna adıyla sürebiliyoruz. Helenlerle hiçbir ilgisi olmayan, onlardan çok önce Anadolu’da Doğu kökenli bir ana tanrıça geleneği vardı. Burada yükselen ilk tapınağın yapımına Amazon kadınların yardım ettiği söylenir. Kafkas kökenli Kimmerler bölgeyi yağmalayarak bu ilk tapınğı yıktılar.
- Efes halkı hayvanların ve doğanın koruyucusu tanrıları Artemis adına büyük bir tapınak yapmak için mimar Chersiphron ile anlaştılar. İnşaat MÖ 560’da başladı; on yıl sonra Lidya’nın zengin kralı Kroisos(Karun) kenti ele geçirdi. Tanrıların gazabından korkan Kroisos, Artemis tapınağının yapımına katkı verdi ve yapı hayranlık uyandıran boyutlara ulaştı. Vitruvius’un belirtiği gibi, İyon üslubundaki tapınak iki sütun sırasıyla çevriliydi. 140x75 metre boyutundaki yapının 127 sütununun her birinin yüksekliği 20 metreyi buluyordu. Tapınağın dokunulmazlığı vardı. Bir politik muhalif ya da bir zanlı tapınağa sığınırsa, orada kaldığı sürece ona kimse dokunamazdı. Efesli ünlü filozof Herakleitos’un tapınağa sığındığını biliyoruz. Ayrıca buranın kent devletinin hazinesini korumanın yanında zenginlerin de servetlerini saklayabildikleri bir kasa odası vardı. MÖ 356’da, tapınakta oldukça büyük bir servetin saklandığı günlerde, bu yapının birkaç saat içerisinde hızla yanması, tüm çabalara karşın söndürülemesi, içeriden çalınan servetin izini silmek üzere yangının önceden planlandığı kuşkusunu doğursa da aklı eksik Herostratoa’un adını tarihe kazımak istediği için yangını çıkardığı söylendi.
- MÖ 356’da yanan tapınağın yerine ‘Dünyanın yedi harika eserinden biri’ diye anılacak görkemli Efes Artemis tapınağı yapıldı. Bu tapınak yaklaşık 500 yıl sonra Gotların Efes’i ele geçirmesine kadar ayakta kaldı. Tektanrılı dinin tutuculuğu ve eski tapınakların Hiristiyanlarca yağmalanması nedeniyle tapınak yavaş yavaş yok oldu. Yapı malzemelerinin bir kısmı Roma’ya, bir kısmı da Doğu Roma’nın başkenti istanbu’a (başta Ayasofya olmak üzere ) çeşitli yapılara taşındı. Geri kalanları da İngilizler 1863-1879 arasında toprak altından çıkarıp Londra’ya taşıdılar. Bu kazıyı mimar J.T.Wood yürüttü.
Döneminde Dünyanın
yedi harikasından biri sayılan Artemis Tapınağı
Artemis Tapınağı, ilk çağlarda
dünyanın yedi harika eserinden biri sayılıyordu. Tapınağın bulunduğu alandaki
İngiliz kazısı 11 yıl sürdü. İngilizler çıkardıkları eserleri ülkelerine
götürdüler.
Efes yakınlarındaki demiryolu
inşaatında çalışan J.T.Wood, Efes’teki tarihi eserlerle ilgilenmiş, British
Museum’u ikna ederek ödenek sağlamış, İngiliz elçiliğinin girişimiyle de
padişahtan gerekli araştırma iznini almıştı. 5 Nisan 1863 tarihinde kazıya
başladı. Artemis Tapınağı’nı bulma amacıyla gelişigüzel kazılar yapan Wood,
kazılardan elde ettiği eserleri izinsiz olarak İngiltere’ye gönderdi. Wood
eserleri en iyi kendisinin koruyacağını belirtiyor, eserlere sahip çıkmak
isteyen nahiye müdürünü Babıali’ye şikayet ediyordu. Baskılar karşısında
çaresiz kalan Osmanlı yönetimi, 1863’te Efes’te kazı yapılmasına izin
veriyordu. O dönem müze kurmaya istekli olan Osmanlı yönetimi, İngilizlerin
tarihi eser kaçırdığını ancak beş sene sonra öğrenecekti. Wood’un kazı izni
1868 yılında iptal edilmişse de İngilizlerin Osmanlı Devleti’ne yine baskı
yapmasıyla 18 Haziran 1869’da padişahtan izin alınarak yeniden kazıya
başlanmıştı. Wood, 1869 yılında Artemis Tapınağı kalıntılarına ulaşınca,
dünyanın yedi harikasından birini bulan kişi olarak ünlenmiş, Troya’yı soyan
Schliemann Efes’e gelerek kendisini kutlamıştı.
II.3.2 Avusturya’lar Anadolu’da
Osmanlı İmparatorluğu’nun 1875
sonbaharında ekonomik iflasını ilan etmesiyle parçalanma sürecine giren
Osmanlı’nın kültürel varlıklarını paylaşma yarışına Avusturya’da katıldı.
Avusturyalıların gözü Efes’deydi. Sultan II.Abdülhamid ile dostluğu olan elçi
Calice, Sultan’ın ikinci katibi eliyle kazı için izin aldı. Bu izinden itibaren
günümüze dek 120 yıl boyunca Efes’teki kazıları Avusturyalılar sürdürdü.
Avusturyalılar 1885-1909 arasında, denetim eksikliğinden de yararlanarak
kazılardan çıkardıkları eserlerin hepsini Viyana’ya götürdüler.
Efes Celcus Kütüphanesi, MS 110-135 Roma dönemi. Yaklaşık 14 bin kitaba sahipti.
İngilizlerin ardından Efes’te
çalışmaya başlayan Avusturyalılar, kazıyı Otto Benndorf’un başkanlığında
sürdürüyordu. Benndorf, Osmanlı topraklarından eser götürmede deneyimli bir
arkelog idi. 1875’te Samothrake(Semadirek), 1881-1882’de Trysa’yı ülkesine
kazandırdıktan sonra 1895’de Efes kazılarına başladı. Efes Tiyatrosu’nun
karşısına denk gelen eski limandan, pazaryerinden, tiyatrodan ve çevresindeki
alanlardan bolca mermer, bronz yontu ve yapı elemanı ele geçirdiler.
Avusturyalıların Efes’te yapmış
olduğu yıllarda Aşağı Pazaryeri, Celcius Kütüphanesi, Sekizgen Anıt Mezar,
Mithridates kapısı ve Ruhaniler Meclisi Kilisesi’nden yeni pek çok buluntuyla
devam etti. 1903’te Celcius Kütüphanesi’nin önünde bulunarak çıkarılmaya
başlanan Partlar Anıtı’nın parçaları Viyana’ya 1904’te ulaştı. Viyana’ya
taşınan, Celcius Kütüphanesi’nin cephesindeki dört esin perisi mermer kadın
yontusunun sadece kopyaları bugün Efes’te sergilenebiliyor.
Almanların Bergama’dan
götürdükleri eserleri Berlin’de Pergamon müzesinde sergilemeye başlamalarının
ardından Avusturyalılar’da depolarda sakladıkları Efes eserlerini 11 Aralık
1978’te Viyana’da açtıkları Ephesus Museum’da sergilemeye başladılar.
Bronz heykel, Efes
Müzesi Viyana
Çocuk ve kaz, Efes
Müzesi, Viyana
Bu müzede Artemis tapınağı’ndan mimari parçalar, mermer yontular, Partlar anıtının boyu 45 metreyi bulan mermer kabartması, Sekizgen Anıt Mezar, Yuvarlak Anıt Mezar, tiyatronun parçaları olan kabartma ve yontuların yanı sıra lima bölgesinden de pek çok tarihi eser sergilenmektedir.
Partlar anıtı, Efes
Müzesi Viyana
Müzede sergilenen Efes
eserlerinin belki de en önemlisi, 45 metre uzunluğuyla Partlar Anıtı’dır. Özgün
halinin toplum uzunluğunun 70 metre civarında olduğu sanılan bu anıt, Romalıların
Partlara karşı kazandığı zaferin(MS 161-165) sonunda İmparator Lucius Verus’un
şerefine MS 170 yılında yapılmıştır. Roma ordularının başkomutanı olarak
Efes’te karargah kuran İmparator, kabartmalarda beş ayrı konuda betimlenmiştir:
- Evlat edinme,
- Romalılar ile Partların savaşları,
- İmparatorun Roma Heyeti ile görüşmesi,
- İmparatorun ölümünden sonra tanrılaşması,
- Tanrılar arasında tahta oturuşu
Anıtın şekli tam olarak bilinmemekle birlikte Bergama Sunağı’na benzediği sanılmaktadır. Anıt, daha sonraları başka yapıların cephe süslemesi olarak birkaç kez kullanılmıştır.
Partlar anıtında İmparator
Lucius Verus ve Marcus Aurelius Kabulü, Efes Müzesi Viyana
II.4 Amerika’lılar Anadolu’da
Amerikalıların Anadolu eserlerine
ilgisi, 1879’da Assos’ta(Behramkale) keşif yapmak için genç mimarlar J.T.Clarke
ve F.H.Francis Bacon’ı kazı yerine
göndermeleri ile başlar. Aynı yıl içinde
Amerikan Arkeoloji Enstitüsü(AIA) kuruldu ve
Amerikalıların Anadolu’da bilinen ilk kazısı, AIA desteğiyle 1880’de
Assos’da başladı. Osmanlı
coğrafyasındaki ikinci Amerikan kazısı Irak sınırları içerisindeki Nippur
kazısıdır. Amerikalılar burada çivi yazılı kütüphaneye ulaşacaklarını
sanıyorlardı. Kamil Paşa müzedeki fazla eserlerin satılabileceğini savunurken
Osman Hamdi Bey karşı çıkıyordu. Nippur kazı başkanı Peters’in sözleri
ilginçtir: ’İstanbul’da her şeyin rüşvet
ilkesi üzerinden yürüdüğüne, parayla herşeyin elde edilebileceğine ve eski
eserlere karşı gerçek bir ilginin değil, yalnızca yasa yoluyla yabancılardan
para koparma fırsatına kavuşma arzusunun söz konusu olduğuna inanılıyordu.’
Amerikalıların Mezopotamya’ya
arkeolojik heyetler gönderme arzusu, Kutsal Kitap’taki olayları
aydınlatabilecek antik metinlerin keşfine yönelik giderek artan bir ilgiden
kaynaklanıyordu. Birleşik Devletler’de sanayileşme çağı, varlıklı bir iş
adamları zümresi yaratmıştı. Bu kişilerin ilgi alanları, ticari uğraşlarının
ötesine geçiyor; bu da, bilgiye ulaşmak için, akademisyenler ile işadamlarının
ortak girişimlerde bulunması açısından ideal bir ortam oluşturuyordu.
Amerikalılar kazı izinleri konusunda yetkili olan Osman Hamdi Bey’in gönlünü hoş tutmaya çalışıyorlardı. Daha önce Fransızların yaptığı gibi, Osman Hamdi’yi onurlandırmanın ve bu yolla işbirliğinin sürdürmesini garanti altına almanın, projenin yüzde yüz çıkarına olacağı sonucuna varıyorlardı. Fransız eski eser yetkilileri, Osman Hamdi Bey’in gözüne girmek için onun resimlerini satın alarak ödüllendirmeyi seçmişlerdi.
Türbede kadınlar,
Osman Hamdi Bey, 1890. Üç evliliğinden ikisi Fransız kadınlarla yapan Osman
Hamdi Bey ikinci eşi Marie‘yi resimlerinde figür olarak kullandı. Resimde
ayaktaki kadın evlenince adını Marie’den Naile’ye değiştiren ikinci eşi.
‘Fransa Mill Müzeler Müdürü, Osman Hamdi’nin Irak’taki bir Sümer
öreninde çıkarılan önemli buluntuları Louvre Müzesi’ne devretmesinden
duydukları minnetin bir ifadesi olarak, sanatçının Endüstri sarayı’nda
sergilenen Türbede Kadınlar resmini 4.000 franka satın alınmasına onay
vermişti. Türbede Kadınlar daha sonra Musee des Colonies’ye gönderilmiş ve
hiçbir zaman sergilenmemiştir. H.Hughes ve Emily Neumeier, A.G.E., Sayfa 104)
Bu olaydan yaklaşık iki sene sonra Pennsylvania Üniversitesi Yönetim
Kurulu, Osman Hamdi Bey’in bir başka resmini Fransızlardan daha yüksek bir
fiyata satın almaya karar vermiştir:
‘Osman Hamdi’nin ‘Babil bölümüne hizmeti’ karşılığında ‘Cami kapısında’
yı 6.000 franka satın almaya karar veriyordu. Kurul, üniversitenin Osman Hamdi
Bey’e onursal bilim doktorluğu ve müzenin saygın arkeolojik derneğine üyelik
vermesini de karara bağlıyordu. Belli ki bu jestler epey etkili olmuştu.
1897’de müzenin İstanbul temsilcisi Hilbert Dekan Pepper’a mektup yazıyor ve
Osman Hamdi’nin kendisine Osmanlı Müzesindeki değerli çivi yazısı tabletlerden
seçme bir koleksiyonu sunacağını bildiriyordu. Osman Hamdi’nin Cami
Kapısında’sı, yalnızca yaratıcısının gönlünü hoş tutmanın bir aracı olarak
satın alınmıştı. Müze koleksiyonuna girdikten kısa bir süre sonra unutuldu.
Çerçevesinden çıkarıldı ve rulo halinde depoya kaldırıldı. H.Hughes ve Emily Neumeier, A.G.E., Sayfa 104’
Cami Kapısında, Osman Hamdi
Pennsylvania Üniversitesi öğretim
üyeleri, Nippur’daki arkeolojik kazılar için izin alabilmek amacıyla, Asar-ı
Atika Nizamnamesi’ni(Eski Eserler Yönetmeliği’ hazırlayan Müze-i Hümayun müdürü
Osman Hamdi Bey’le yakın bir ilişki kurmuşlar ve onun izniyle kazı
buluntularını Philadelphia’ya götürebilmişlerdi.
AIA’nın İstanbul temsilcisi John
Henry Haynes, AIA Başkanı C.E.Norton’a yazdığı 4 Eylül 1885 tarihli mektupta ‘Hamdi bey gibi doğulular ilgiden her zaman
hoşlanırlar. Bu insanlara ilgi gösterilirse karşılığını cömertce verirler.’ Gerek Assos kazı heyeti başkanı gerekse
Nippur kazı heyeti başkanı başlangıçta Osman Hamdi Bey’e karşı saygısız
davranmışlar, müzeden tarihi eser satın almayı teklif etmişler, Osman Hamdi
Bey’in de hazırlanmasında etkili olduğu Asar-ı Atika Nizamnamesini
eleştirmişlerdi. Osman Hamdi bu davranışlar karşısında oldukça ters bir tutum
takınmış ve Amerikan kazı heyetlerine karşı olduğunu açık açık belirtmişti. Onu
en çık kızdıran talep ise Assos’da sahile taşıdıkları eserleri yurt dışına
çıkarmak için kendisinden izin talep etmeleri olmuştu. Hem öncesinde hiçe sayıp
saygısızlık etmişler ardından da eser çıkarımı için izin talep etmişlerdi.
Osman Hamdi şiddetle karşı çıkıp bunun bedelini ödeteceğini söylemişti. Ama
yaklaşık bir buçuk ay sonra Haynes, 22 Ekim 1885’te, Osman Hamdi’nin evini
ziyaret eden Prof.Millingen ile birlikte ziyaret ettiği günün akşamı, AIA
Başkanı Norton’a gönderdiği mektupta gönlü alınan Osman Hamdi Bey’in Assos
kazılarından çıkan eserlerin Amerika’ya gönderilmesi konusunda izin verdiğini
müjdeler.
‘Biz Amerikalılar olarak Türkiye’de herhangi bir arkeolojik çalışma
yapacaksak, Osman Hamdi Bey’in rızasını almak zorundayız. Güzel görüşmenin
sonunda yanından ayrılırken, Hamdi bey kendiliğinde ‘Şu Assos’ta duran şeyleri
ne zaman alacaksınız?’ diye sordu. Sorusunu ‘Ekselansları ne zaman izin veririlerse’
diye yanıtladık. Osman Hamdi Bey’in cevabı ‘Verdim bile’ oldu. John Henry
Haynes’ten Charles Eliot Norton’a Mektup, 22 Ekim 1885, Osman Hamdi Bey ve
Amerikalılar, Pera Müzesi Yayınları s.300.’
III. MÜZE-İ HÜMAYUN MÜDÜRÜ OSMAN HAMDİ BEY
Bir bürokrat olarak
yetişip sadrazamlığa kadar yükselmiş ve Osmanlı İmparatorluğu'nun yurtdışına
öğrenim görmesi için yolladığı ilk dört öğrenciden biri olan İbrahim Edhem
Paşa'nın oğlu olan Osman Hamdi Bey; Osmanlı kültür, sanat ve bilim hayatında
son derece önemli bir rol oynar. İbrahim Ethem Paşa’nın beş oğlundan üçü sanat
ve arkeoloji alanına yöneldi. Mimar Sedat Hakkı Eldem, müzisyen Ekrem Reşit ve
Cemil Reşit kardeşler bu ailenin fertleridir.
Osman
Hamdi Bey (1842-1910)
30 Aralık
1842'de İstanbul'da doğan Osman Hamdi Bey, 1857 yılında hukuk eğitimi almak
üzere Paris'e gider. Fakat güzel sanatlara duyduğu ilgi onu Hukuk eğitimiyle
birlikte dönemin ünlü ressamlarından dersler alarak resim çalışmalarına
yöneltir. Ayrıca eğitimi sırasında arkeoloji derslerine de katılır. Osman Hamdi
Bey, 1867 Paris Dünya Sergisi’nde bugün nerede oldukları bilinmeyen
“Çingenelerin Molası”, “Pusuda Zeybek “ve “Zeybeğin Ölümü” adlı üç yapıtı
sergilenir. Paris’te tanışıp evlendiği Marie ile evlilikleri on yıl sürer. Bu
evlilikten Fatma ve Hayriye adlı iki kızları olur.
1869 sonrasında
İstanbul'a dönmesini izleyen yıllarda çeşitli devlet görevlerinde bulunur. Osman
Hamdi Bey’in ilk görev yeri Mithat
Paşa’nın vali olduğu Bağdat’tır. Burada kaldığı sürede bu şehrin çeşitli
görünümlerini yansıtan tablolar yapar. Bağdat tarihi ve arkeolojisi ile
ilgilenir. O sırada vali Mithat Paşa’nın yardımcısı olan, geleceğin ünlü
romancısı Ahmet Mithat Efendi ile de tanışıp dost olur.
İstanbul’a
döndüğünde Saray Protokol Müdür Yardımcısı olan Osman Hamdi, 1873 yılında Viyana’da
düzenlenen uluslararası bir sergiye komiser olarak katılır. Burada tanıştığı
bir başka Fransız hanımla ikinci evliliğini yapar. Naile Hanım adını alan
ikinci eşinden Melek, Leyla, Ethem, Nazlı adlı çocukları dünyaya gelir. 1875
yılından itibaren bir yıl süreyle Kadıköy’ün ilk belediye başkanlığını yapar.
Bugün İstanbul
Arkeoloji Müzeleri'ni oluşturan Müze-i Hümayun'un müdürü Alman Dr. Philip Anton
Dethiér' in ölümünden sonra, 4 Eylül 1881 yılında II.Abdülhamid tarafından
müzeye müdür olarak atanır ve Türk müzeciliğinde yeni bir dönem başlatır. Osman
Hamdi Bey'in 1910 yılına kadar devam eden 29 yıllık müdürlüğü zamanında müze,
dünyanın sayılı müzeleri arasında girerek arkeoloji bilimi için pek çok önemli
keşfe imza atar.
Osman Hamdi Bey'in
müzenin yeni müdürü olarak atanmasındaki en önemli etkenlerden biri dönemin ilk
özel gazetelerinden Ceride-i Havadis ve Ruzaname-i Ceride-i Havadis'te yazdığı,
eski eserlerin değeri ve korunması hakkındaki yazılardır. Eski eserlerimizin
yabancılar tarafından götürülmesini eleştiren bu yazılar dikkatleri Osman Hamdi
Bey'in üzerine çeker.
Müze müdürü
olduktan sonra Osman Hamdi Bey'in ilk icraatlarından biri yabancıların
yaptıkları kazılarda ortaya çıkan eserlerin yurt dışına kaçırılmasının önüne
geçen bir nizamname hazırlamak olmuştur. Daha önce Dr. Dethiér tarafından 1874
yılında hazırlanan "Asar-ı Atika Nizamnamesi" Osmanlı topraklarından
çıkan eserlerin yurt dışına çıkarılmasını engelleyen hükümler içermemektedir.
Osman Hamdi Bey tarafından kaleme alınan "1883 Asar-ı Atika
Nizamnamesi" bu sorunun önüne geçer. Eserlerin yurtdışına çıkarılışı
kanunen yasaklanır ama malesef çıkışlar için her seferinde bir formül bulunur.
Sayda
kazılarından çıkarılan İskender Lahidi (İskender’in komutanlarından birine ait)
Sayda
kazılarında bulunan Ağlayan Kadınlar lahdi. Arkeoloji binası bu lahitten
esinlenilerek tasarlanmıştır.
Ülkede yapılan
arkeolojik çalışmaları tek elden kontrol eden disiplinleri oluşturur ve ilk
Türk kazılarını başlatır. 1883-95 yılları arasında Bergama, Nemrut Dağı, Sayda,
Lagina Hekate Tapınağı ve Sayda Kral Nekropolü'nde gerçekleştirdiği kazılar ile
koleksiyonu çarpıcı bir hızla geliştirir.
Sanayi-i
Nefise Binası (Şimdi Eski Şark Eserleri Müzesi)
Osman Hamdi Bey
müzecilik ve arkeoloji ile yoğun olarak ilgilendiği müdürlüğü sırasında resim
çalışmalarını da ihmal etmez. 1 Ocak 1882’de Sultan II.Abdülhamid’in atamasıyla
Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk güzel sanatlar fakültesi olan Sanayi-i Nefise'yi
açarak orada da müdürlük yapar.
Vallaury
tarafından tasarlanan İstanbul Arkeoloji Müzesi
Osman Hamdi
Bey, kazılar neticesinde artan eserleri sergileyebilmek için yeni bir bina
arayışına girer. Aya İrini’den sonra Çinili Köşk’e taşınan eserlere yetersiz
gelince, devrin yöneticilerini ikna ederek 1891 yılında bugünkü İstanbul
Arkeoloji Müzesi binasını inşa ettirir. Mimarı Alexander Vallaury olan binanın
ön fasatı Sayda’da çıkarılan Ağlayan Kadınlar lahdinden esinlenilerek
tasarlanmıştır. Dünyada müze binası olarak inşa edilen ilk binadır.
Aynı zamanda
iyi bir ressam olan Osman Hamdi Bey, figürlü kompozisyonlar ve portreler
üzerinde çalışarak Türk resminde ilk kez figür kullanan ressamdır. Resimlerinde
mimari detaylar ve dekorasyon oldukça yoğun olarak yer alır. Tablolarında baş karakter
olarak sık sık kendine de yer verir, çeşitli kıyafet ve pozlar ile çektirdiği
fotoğraflarını çizimlerinde kullanır. Resimlerini günümüzde yerli ve yabancı
birçok müze koleksiyonunda görmek mümkündür.
Osman
Hamdi’nin yazlık olarak kullandığı ve resimlerini yaptığı Eskihisar’daki şimdi müze olan köşkü
Türk müzecilik ve resim tarihinde pek çok önemli iz bırakmış olan Osman Hamdi Bey, 24 Şubat 1910 yılında Kuruçeşme'deki yalısında hayata gözlerini kapamasının ardından kendi vasiyeti üzerine Eskihisar'daki evinin bahçesine gömülür. Bir devlet töreni ile defnedilen Osman Hamdi Bey'in mezarının iki ucuna isimsiz Selçuklu mezar taşı dikilerek, kitabesi ayrı bir taşa işlenmiştir. Planlarını kendisinin çizdirmiş olduğu İzmit, Eskihisar' daki evi 1987 yılında müze olarak düzenlenerek ziyarete açılmıştır.
IV. BERLİN PERGAMON MÜZESİ
Adını Bergama
antik kentinden alan Pergamon Müzesi, ilk olarak 1830’da açılmış, sonradan
getirilen eserler sığmayınca da 1930’da genişletilmiştir. Pergamon Müzesi,
Berlin’de Müze Adası diye adlandırılan yerde bulunmaktadır. Bu müze Pergamon
Zeus sunağı yanında, Millet Pazar kapısını, Sümer, Asur, ve Pers
medeniyetlerinden de bir çok değerli eseri bünyesinde bulundurmaktadır. Bu
eserler getirilen orijinal büyüklük ve şekilleriyle aslına uygun olarak burada
yeniden kurulmuşlardır.
Pergamon
Müzesi Berlin
Zeus
Altarı – Pergamon Müzesi Berlin
Athena
Tapınağının girişi, Pergamon Müzesi Berlin
Athena
tapınağı Pergamon Müzesi Berlin
II.Eumenes(MÖ
197-159) dönemine ait Athena Tapınağı Propylon Girişi - Berlin Pergamon Müzesi
Pergamon
Altar MÖ 2. yüzyıl Pergamon Müzesi Berlin
Altar’ın dış
cephe freskleri antik Helen dünyasının Olympos tanrıları ile devler arasındaki
savaşı, iç alandaki freskler Pergamon’un kuruluş efsanesi olan Telefos
efsanesini anlatır.
Solda
Zeus’un kızı Barış Tanrıçası Athena ve Zafer Tanrıçası Nike, Dev Alkyoneus ile
savaşırken, sağda Yeryüzünü simgelene Tanrıça Gaiga yerden kalkmaya çalışıyor.
Soldan
sağa doğru iyi huylu tanrı Nereus, eşi Doris, bir dev ve Okyanusları temsil
eden Dev(Titan) Ocenaus. Nereus Doris’in kocasıdır.
Solda
Ana Tanrıça Rhea/Cybele bir aslana binmiş, sağda öç alıcı yazgı tanrıçası Andrasteia
Aydın
ili Söke ilçesi Balat köyünde yapılan kazılarda bulunan Millet kentine ait
eserler Sultan II.Abdülhamid’in emriyle Almanlara hediye edilmiştir. Bu kazılar
sırasında bulunan MS 2. Yüzyıla ait anıtsal Millet Güney Agora’nın kapısı bugün Berlin Pergamon müzesinde
sergilenmektedir.
Tiyatro
terasının kuzey ucuna MÖ 3. yüzyılda Antik Yunan’da şarap ve eğlence
tanrısı Dionysos için yapılan Tapınak
Roma İmparatoru Carcalla (MS 211-217) tarafından yeniden elden geçirilmiştir.
İlk yapılışında andezit taşından olan tapınak Roma döneminde bütünüyle mermerle
kaplanmıştır. Günümüze sunağı ile birlikte çok iyi korunarak gelebilen Dionysos
Tapınağı kentin diğer tarihi eserleri gibi Berlin’deki müzede sergilenmekte.
Babylon’un
ünlü Ishtar kapısı. MÖ. 575’de Kral II.Nebuchadnezzar tarafından yaptırılmıştı.
Pergamon Müzesi Berlin
V. PERGAMON KRALLIĞI
Pergamon
Krallığı MÖ 3. yüzyılda Büyük İskender’in ölümünden sonra, onun Yunanistan’dan
Hindistan’a kadar uzanan büyük mirasının, generalleri arasında paylaşılma
savaşları sonunda kurulmuş ve bundan sonraki 150 yıl boyunca Helenistik
kültürün en önemli merkezlerinden biri olmuştur. İlk görkemli yapılar, kral
unvanını ilk defa kullanmaya başlayan I.Attalos zamanında yapılmış ve krallığın
sınırları Marmara denizi kıyılarına kadar ulaşmıştır. Pergamon’un en parlak
devri ise I.Attalos’un oğlu II.Eumenos (MÖ 197-159) dönemidir. Roma yanlısı,
akıllı devlet politikalarıyla Pergamon Krallığını Helenistik dönemin en güçlü
devletlerinden biri haline getiren Eumenes, Akropolis’deki en güzel yapıların
inşasına da önayak olmuştur. Kentte 200 bin rulo yazma yapıtın bulunduğu bir
kütüphane vardı. Krallık MÖ 133’de doğrudan Roma İmparatorluğu’na, MÖ 129’da
Roma İmparatorluğu’nun Asya eyaletine bağlandı. Pergamon kütüphanesindeki bütün
eserler Romalı General Antonius tarafından MÖ 41’de Kleopatra’ya armağan
edilmek üzere Mısır’a kaçırıldı. Ama dünyanın en büyük kütüphanesine dönüşen
İskenderiye limanındaki bu bina içindekiler ile birlikte Romalı Julius Caesar tarafından
yakıldı. MÖ II. yüzyılda Mısırlılar Papirus satışını durdurunca, Pergamonlılar
keçi derisinden yazı malzemesi üretmeye başladılar. Parşömen ‘keçi derisinden’ anlamında Yunanca
Pergamene ve Latince Pergamena sözcüklerinden türemiştir. Roma döneminde de
önemini koruyan kent, Hiristiyanlıktan sonra bir piskoposluk merkezi olmuştur.
V.1. Tarihçesi
Bergama "Adın aslı Luwi dilinde Parga(u)ma ögelerinden üretilmiş, Yüksek Yerin Halkı" (nın kenti) anlamında Pargama'dır. Pergamon’a ilk yerleşimler
hakkında bilgi mevcut değildir. Mitolojiye göre Pergamon adı Troy(Trojan)
savaşlarına kadar geriye gidiyor. Troy’un yakılıp yıkılmasının ardından
Hector’un eşi Andromache, Akhalılar(Achaens) tarafından tutsak edildi ve
Achilles’in oğlu Neptolemus ile evlendirildi. Çiftin üç çocuğu oldu. Bu
çocuklardan Pergamos, Pergamon’u kurdu. Şehrin ismi ilkçağda Pergamon’a
sonradan da Bergama’ya dönüştü.Yüksek yer, kale anlamında.
Antik Çağda Pergamon adı ile anılan Bergama, Helenistik dönemin en önemli kültür ve sanat merkezlerinden biridir. Helenistik Pergamon Krallığının başkenti olan şehir Roma egemenliği döneminde Asya eyaletinin merkeziydi.
MÖ 560 yılında bölge Lidya Kralı
Kroisos’un kontrolü altındaydı. Birkaç yıl sonra Pers Kralı Kyros, Kroisos’u yenerek
tüm Anadolu’yu ele geçirdiler. Persler Anadolu’yu dört satraplığa bölmüşlerdi:
Ionia, Hellespont, Cilicia ve Lydia. Bölünmeye göre Pergamon, Lydian
satraplığına bağlı Mysia eyaletine bağlıydı. Pers hakimiyeti döneminde
Pergamonlular diğer kentler gibi kendi iç işlerinde tamamen özgür ve mutlu bir
yaşam sürüyorlardı. Sadece ödedikleri vergiler ağırdı ve Persler’den talep
geldiğinde asker temin etmek zorundaydılar.
Balkanlardan
Hindistan’a kadar uzanan Pers Krallığı
MÖ 362’de Anadolu kentlerinin
bazıları Pers Kralı Artaxerxes’e karşı isyan başlattılar. Kendilerine lider
olarak da Atina Kralı ile yakınlığı olan Mysia satrapı Orontes’i seçtiler.
Orontes karargahını Pergamon’da kurdu önce Perslere karşı pek çok zafer kazandıysa
da sonradan yenildi.
MÖ.334'te Çanakkale üzerinden
Anadolu’ya giren Makedonya kralı Büyük İskender Pers Kralı III.Darius’u Granikos
ırmağı(Biga çayı) kenarında yendi ve böylece Batı Anadolu kontrolü altına
girdi. Büyük İskender, Pergamon'un yönetimini savaşta ölen Pers komutanlarından
Memnon'un dul eşi Barsini'ye verdi. Bu karar halkta İskender ile Barsini
arasında bir ilişki olduğuna dair söylentilere neden oldu. Nitekim MÖ 310’da
Pergamon’u yönetecek Heracles bu ilişkiden doğdu.
Büyük İskerder’in
İmparatorluğu
Büyük İskender MÖ 323’de ölünce
imparatorluğu komutanları arasında paylaşıldı. General Lysimachus Güney ve Batı
Anadolu’yu aldı.
V.1.1. Pergamon Kralı Philetairos (MÖ 343-263)
Philetairos, MÖ 2. ve 3.
yüzyıllarda Anadolu'da Toros Dağları'ndan Marmara Denizi'ne kadar uzanan bir
alanda egemen olan Pergamon Krallığı'nın ve bu Krallığı yöneten Attalos
Hanedanı'nın kurucusudur.
Kral Philetairos
Büyük İskender MÖ 323'de
öldüğünde Philetairos yirmi yaşındadır ve İmpatarorluk topraklarını paylaşma
kavgasına düşen komutanlarında Lysimakhos Trakya’da, Antigonos Frigya’da,
Seleukos Suriye’de hükümrandır. Philetairos, önce Antigonos’a hizmet eder, o
savaşta öldürülünce Lysimakhos’un emri altına girer. Kısa zamanda güvenilir bir
kişi olur. Lysamakhos 9.000 talent'lik, yaklaşık 2.700.000 Cumhuriyet altını
değerindeki hazinesini, Pergamon kalesinde koruması için Philetairos’a teslim
eder.
İskender sonrası
Lysimachos payına düşen Pergamon ve Anadolu’daki diğer krallıklar
Philetairos, Lysimachos'a MÖ 282
yılına kadar hizmet eder. Lysimachos'un üçüncü karısı Arsione ile anlaşmazlığa
düşünce Suriye Kralı Seleukos'un tarafına geçer. Bir yıl sonra Seleukos
Lysimachos'u Manisa yakınlarındaki Korypedion'da yenip öldürür. Birkaç ay sonra
da Arsione, Trakya'da Seleukos'a tuzak kurdurur ve öldürtür.
Philetairos bu durumdan
yaralanır. Seleukoslarla iyi geçinir ve Pergamon yarı otonom bir kent devleti
olur. Kyzikos (Erdek), Pitane (Çandarlı), Kyme (Aliağa) gibi komşu kentlerle
dayanışma içine girer. Anadolu'yu haraca kesen Galatlarla savaşır. Çevresini
yavaş yavaş genişletirken Pergamon Akropolü’nü kalın ve yüksek surlarla
çevirir, silah ve mühimmat depolar, paralı askerlerden güçlü bir ordu kurar.
Pergamon'a Athena kültünü
getirir. Spor merkezi, Pergamon’un yakınlarında Yunt Dağları’na Anadolu’nun Ana
Tanrıçası Magna Mater(Kybele) adına bir tapınak kurar. Annesi Boa onuruna,
Pergamon tepesinin eteklerinde, bereket ve hasat tanrıçası Demeter’in
tapınağını yaptırır.
Philetairos hiç evlenmemiştir ve
çocuğu yoktur. Bu nedenle kardeşi Eumenes'in aynı adlı oğlu I.Eumenes'i evlat
edinir ve onu varis yapar. Geride temelleri atılmış bir krallık bırakarak MÖ
263'de ölür.
V.1.2. Pergamon Kralı I.Eumenes(MÖ 263-241)
Pergamon Krallığı'nın ikinci
yöneticisi, Attalos Hanedanı'nın kurucusu Philetairos'un varisi ve yeğenidir.
Babası, kurucu Philetairos'un kardeşi Eumenes, annesi Satyra'dır. Pergamon bir
krallık olacak kadar geniş alana yayılmadığından kral olarak değil bey olarak
adlandırılır. Hüküm sürdüğü dönemde, küçük bir kent devletçiği olan Pergamon'un
çevresine tutunmasına, komşu kentlerle dostluğun gelişmesine çalışmıştır.
V.1.3. Pergamon Kralı Attalos Soter (MÖ 241-197)
Pergamon Krallarından Attalos Hanedanı'nin
üçüncü üyesi olarak MÖ 241-MÖ 197 yılları arasında hüküm sürdü. Attalos
Hanedanı'ni kuran Filetairos'un küçük kardeşi Attalos'un torunudur. Babasının
adı da Attalos'dur. Annesi Selevkos İmparatorluğu kızı Antakyalı prenses
Antiochis'tır. Kyzikoslu Apollonis ile evlenmiş ve Eumenes, Attalos,
Filetairos, Atheneaos (annesinin babasının ismi) dört oğlu olmuştur.
Pergamon
Acropolis’den Kral I.Attalus(MÖ 269–197) büstü. Pergamon Museum, Berlin
Orta Anadolu'ya yerleşen ve tüm
Anadolu'yu haraca kesen Galatlar'a karşı savaşmış ve büyük bir zafer
kazanmıştır. Bu nedenle kendine "söter", "kurtarıcı" unvanı
verilmiştir. Küçük bir kent devletçiği olan Pergamon'un sınırlarını genişletmiş
ve "Kral" (basileos) unvanını almıştır.
V.1.4. Pergamon Kralı II.Eumenes (MÖ 197-159)
Pergamon Kralı I. Attalos ile
Kraliçe Apollonis'in oğludur. Kapadokya Kralı IV. Ariarathes'in kızı prensesi
Stratonike ile evlendi. Antakya merkezli Selevkos İmparatorluğu'nun
Anadolu'daki genişlemesini müttefiki olduğu Romalıların desteği ile durdurdu.
MÖ 190'da, bugünkü Manisa yakınlarındaki Magnesia ad Spyllium'daki Magnesia
Savaşı'nda Selevkos İmparatoru III. Antiokus Magus'un ordusuna karşı Romalı
müttefikleri ordusu komutanı Konsül Lucius Cornelius Scipio ve (Afrikali Scipio
adı verilen) kardeşi Publius Cornelius Scipio komutasındaki Roma Cumhuriyeti
ordusu ve müttefiki olan Bergama kralı II. Eumenes ile birlikte Romalılar çok
üstün bir galibiyet kazandılar. MÖ 188'de, Afyon, Dinar yakınlarındaki Apamea'da
yapılan barış antlaşmasıyla Batı Anadolu'daki egemenliğini pekiştirdi. Ama o
zamana kadar büyük kısmı Selevkoslar tarafından idare edilmekte olan
Anadolu'nun içişleri de tümüyle efektif olarak Romalı idaresi eline geçti.
Daha sonraki yıllarda kuzeyde
Makedonyalılarla uğraştı. MÖ 172'de Roma'ya yaptığı bir görüşme gezisinden
dönüşte Makedonya kralı Perseus'un Delfi yakınlarında kurduğu bir tuzak
sonucunda ağır yaralandı ancak iyileşti. Fakat sonradan Romalılar II.
Eumenes'in Makedonya Kralı Perseus ile gizli ilişkiler kurduğundan
şüphelenmişlerdir. Bunun için Romalılar MÖ 167'de kardeşi II. Attalos'u
Pregamon Krallığı tahtına geçirmek için girişime geçmişlerdir ama bunu
sağlayamışlardır. II. Eumenes kendinin Roma'ya ihanette bulunmadığını Romalı idarecilere
şahsen bildirmek için Roma'ya gelme izni istemiştir ama bu izin verilmemiştir.
II. Eumenes MÖ 160'da ciddi
olarak hastalandı. Devlet işlerini idare etmek için kardeşi II.Attalos'u
kendine ortak kral tayin etti. MÖ 159'da Bergama'da öldü. Varisi olan oğlu
Attolos küçük yaşta idi. Romalıların teşviki ile kardeşi II.Attolos olarak
Pergamon Krallığı tahtına çıktı ve II.Eumenes'in dul karısı Stratonike ile
evlendi.
Yöneticilik yaptığı süreçte,
zamanla 200.000 kitaplık bir birikime sahip olacak Pergamon Kütüphanesini
büyüttü. Kuzu ve keçi derilerinden yapılan ve bugün parşömen olarak bilenen
Pergamene Karte'nin geliştirilmesinin ve kullanılmasını yaygınlaştırdı.
Pergamon'u bir kültür merkezi yaptı.
V.1.5. Pergamon Kralı II.Attalos (MÖ 220-138)
Pergamon kralı olarak M.Ö.
160–138 yılları arasında hüküm sürdü. Pergamon Krallarından olan, Attalos Hanedanının
beşinci üyesi Κral I.Attalos ile Kraliçe Apollonis'in oğlu, II.Eumenes'in
kardeşidir. Ağabeyi II. Eumenes'e olan bağlılığından ve sevgisinden dolayı "Kardeşini seven" olarak
anılır. Kardeşi II.Eumenes ölünce vasisi III. Attalos küçük olduğundan,
ağabeyinin karısı kraliçe Stratonike ile evlenerek kral oldu.
Krallığı sırasında Selevkos, Makedonya ve Bitinya krallıklarıyla savaştı. Bir yandan ülkesinin sınırlarını genişletirken bir yandan da ülkeyi büyüttü. Bu süreçte Romalılar ve Kappadokia Krallığıyla birlikte davrandı. Filedelfia (Alaşehir -Manisa-) ve Attalia (Antalya) kentlerini kurdu
II. Attalos'un
Antalya şehir merkezinde yer alan heykeli.
Atina’daki ünlü ve görkemli
Attalos Stoa’sı, iki katlı galeri, II.Attalos ve eşi Stratonike tarafından inşa
edilmiş önemli yapılardan biridir. Modern zamanlarda, 1950’lerde ünlü
Rockefeller ailesi tarafından restore ettirilen bu yapı, günümüz Atina’sında
ayakta duran en önemli antik yapılardan biridir.
Attalos Stoa, Atina
Özgün yapıda, galerinin orta
kısmının önünde, II.Attalos’u bir Quadriga, dört atlı araba üzerinde gösteren
bronz bir heykel vardı. Eşi Stratonike’nin de stoa’da bir heykeli olduğu
sanılıyor.
V.1.6. Pergamon Kralı III.Attalos (MÖ 170-133)
Pergamon Krallığının son Kralı,
Attalos Hanedanının altıncı üyesi MÖ. 138 - MÖ. 133 yılları arasında hüküm
sürdü. Κral IΙ.Eumenes ile Kraliçe Stratonike'in oğludur. Annesine olan
bağlılığından ve sevgisinden dolayı "Annesini
seven" olarak anılır. Amcası II.Attalos ölünce kral oldu.
Diğer Pergamon Kralları’ndan
farklı olarak, kuşkucu ve zalim davranışları nedeniyle hem kendi halkı hem de
komşu halklar tarafında nefret edilmesine yol açıldı. Adı kötü ve dengesize
çıktığından III.Attalos'a ilişkin fantastik söylentiler, anlatılar yayılmıştı.
Yazılanlara göre kraliyet bahçelerine tıbbi bitkiler ekip yetiştirip, bunların
meyvelerini ve meyve sularını incelemeyi kendine iş edinmişti. Zamanla bu
çabayı öyle ilerletmiştir ki, çeşitli zehirli bitkiler üzerine uzman olmuştu.
Zamanla ilgisini tarımla uğraşmaktan farklı alanlarla kaydırdı, pirinç ve
metale çekiçle şekiller vermekle, balmumuyla modeller yapmakla vakit geçirdi.
Zaten, Justınus’a göre “annesi için bir anıt
yaparken güneş çarpması sonucu hastalanıp yedinci gün ölmüştür.”
M.Ö. 133 yılında öldüğünde bir
vasisi olmadığından geriye, Pergamon Krallığını Romaya bırakan bir vasiyet
bırakmıştır. Strabon'un, “Kraliyet
ailesine mensup saygın bir kişi” olarak tanıttığı, kendini II.Eumenes'in
oğlu olduğunu söyleyen Aristonikos bu kararı tanımamış ve kendisi Pergamon
Kralı III.Eumenes adını alarak Romalılara isyan etmiştir. Ancak MÖ 129’da Romalılar
tarafından yakalanıp idam edilmiştir.
V.1.7. Roma ve Osmanlı Dönemi
Başta Roma Asya Eyaleti'ne bağlı
bulunan Pergamon, İmparator Diocletianus dönemindeki düzenlemeyle Yeni Asya
Eyaleti'ne dahil edildi. Roma imparatorluğunun ikiye ayrılması, çöküş döneminin
başlangıcı oldu. Hristiyanlığın yaygınlaştığı yıllarda Batı Anadolu'daki 7
kiliseden biriydi. Bizanslılar zamanında kent, Ephesos Başpiskoposluğu'na
bağlandı. 7.yüzyılda, yörede kalabalık bir Ermeni-Yahudi göçmen kolonisi
bulunuyordu. Kent, 716'da Arap akınlarıyla karşı karşıya kaldı. Araplar,
Akropolis'i ele geçirerek, bir yıl kadar burada kaldılar ve 717'de Pergamon'dan
ayrılarak kuzeye ilerlediler. 1306'da Karesi Beyliği'nin yönetimine giren Pergamon,
1341'de Osmanlı topraklarına katıldı.
V.2. Parşömen’in hikayesi
Parşömen, üzerine yazı yazmak
veya resim yapmak için kullanılan özel hazırlanmış hayvan derisidir. Parşömen
ismi Pergamon'dan gelmektedir ve Pergamon Kağıdı anlamında Latince Charta
Pergamena'dan türemiş ve bütün dillere de buradan geçmiştir.
İnce parşömen üzerine
yazılmış 1863 tarihli İngilizce senet.
Bir efsaneye göre Mısır Kralı,
Bergama Kütüphanesi'nin İskenderiye Kütüphanesininden daha fazla kitaba sahip
olmaması için Anadolu'ya papirüs ihracını yasaklamış. Kâğıtsız kalan Pergamon'un
Kralı II.Eumenes yeni bir kâğıt icat edecek olana büyük ödüller vaat etmiş. O
zamanki Kütüphane Müdürü Krates oğlak derilerini işleyerek yazılabilecek hale
getirmiş ve krala sunmuş. Parşömen MÖ II.yüzyıldan başlayarak Pergamon’dan
bütün dünyaya yayılmıştır. IV. yüzyıla kadar papirüs ve parşömen birlikte
kullanılmış, daha sonra XII. yüzyıla kadar tek yazı medyası olarak kültürü
sonraki yüzyıllara taşımıştır. Gerektiği gibi işlendiğinde her iki yüzüne de
yazılabilmesi, neredeyse yırtılamaması, yanmaması, olağanüstü dayanıklılığı,
hat ve tezhip sanatına uygunluğu, üstündeki yazıların okunmasının gözü
yormaması, hayvanların yaşadığı her yerde üretiliyor olması gibi birçok
avantajı mevcuttur.
Parşömen yapmak için deri kirece
yatırılarak kıllarından arındırılır, fazla et ve yağları alındıktan sonra
gerilir ve kurutulur. Yazım için hazırlamak üzere değişik malzemelerle
zımparalanır. Son üründe derinin orijinal dokusu gayet açık görülebildiğinden
hiçbir parşömen diğerinin aynı değildir. Kaliteli bir parşömen insanlığın
kullandığı en mükemmel yazı malzemesidir. Bazen 40 yıl önce yazılmış bir kâğıt
üzerindeki yazı zor okunurken, 1500 yıllık parşömenler sanki dün yazılmış
duygusu uyandırmaktadır.
VI. PERGAMON KENTİ
Pergamon, günümüzde İzmir iline
bağlı Bergama ilçesinin merkezinde kurulu antik kentin adıdır. Pergamon, eski
çağlarda Misya bölgesinin önemli merkezlerinden biriydi. MÖ 282-133 arasında da
Pergamon Krallığı'nın başkentiydi. Pergamon adı, bir söylence kahramanı olan
Pergamos'tan gelir. Pergamos'un, Teuthrania kralını öldürdükten sonra kenti ele
geçirdiği ve kendi adını verdiği sanılır. Başka bir söylenceye göre de
Teuthrania Kralı Grynos savaşta Pergamos'tan yardım istemiş, zaferden sonra iki
kent kurdurarak birine onun onuruna Pergamon, ötekine de Gryneion adını
vermiştir.
Pergamon Saray kalıntıları
Tepede İlkçağ kenti
Pergamon’un iki yerleşkesi Akropolis ve
Aşağı (Lower) kent, Roma dönemi eserleri ve çağdaş Bergama ilçesi.
Acropolis
VI.1. Acropolis Yapıları
Yazılı belgelerde Pergamon'dan
ilk kez MÖ 4. yüzyılın başlarında söz edilir. Kent daha sonra Pergamon
Krallığı'nın başkenti oldu. Bu dönemde saray, tapınak, tiyatro gibi yapılarla
yapıldı, kent kule ve surlarla çevrildi. Pergamon, krallığın Roma'ya
bağlanmasından sonra da Batı Anadolu'nun sayılı kentlerinden biri olarak kaldı.
Eski kentin kalıntılarını,
1870'lerde Batı Anadolu'da demiryolu döşenmesinde çalışan Alman mühendis Carl
Humann buldu. Pergamon'da ilk araştırma ve kazı çalışmalarına da 1878'de
başlandı. Kazılar ve onarım çalışmaları günümüzde de sürmektedir. Pergamon,
2014'de UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak tescil edildi.
Pergamon kent modeli
Acropolis planı
Acropolis yapılarının
günümüzdeki kalıntıları
VI.2. Athena Tapınağı
Kentin koruyucusu sayılan akıl ve
savaş tanrıçası Athena adına yapılan Athena
Tapınağı, Akropol'ün en önemli mekânıydı. Tiyatro’nun üzerindeki geniş terasın
üzerinde bulunan bu tapınak, MÖ 4. yüzyılda Dor düzeninde yapılmıştı. Kısa
kenarında 6 adet uzun kenarında 10 adet olmak üzere 16 adet Dorik sütundan
oluşuyordu. Bugün sadece temelleri mevcuttur. Pergamon’un en eski tapınağıdır.
Kazılarda Athena Tapınağı’nın
birçok parçası Berlin'e götürülerek aslına uygun biçimde orada yeniden
kurulmuştur. Pergamon'da ise yalnızca temelleri kalmıştır. Athena Tapınağı’nın
güneyindeki bir terasta Zeus Sunağı yer alıyordu.
Bölümlere ayrılmış cellası(kült
odası) etrafı Dor tarzı sütunlarla çevriliydi. Tapınak, Zeus ve Kent tanrıçası
Athena'ya adanmıştı. Sütunlu galeriler II.Eumenes döneminde kralın Galatlar, ve
Makedonyalılara karşı kazanılan başarıların anısına yapılmıştır. İki katlı
galerilerin, üst katlan İon, alt katları Dor düzenindedir. Arka duvarlarda
heykel konulması için nişler vardı. Üst katlardaki mermer korkuluk
yüzeylerinde, kabartma olarak düşman Galatların silahları betimlenmiştir.
Yapıyı; Kral Eumenes'in Athena'ya adadığı sanılmaktadır.
VI.3. Zeus Sunağı
Zamanının
muhteşem Zeus Altar’ının bulunduğu terasta bugün sizi üç çam ağacı bekliyor.
Altar’ın kendisi bu topraklardan koparılarak gitmiş ama ruhu buralarda kalmış. Bergama kentine hakim olan bu ağaçlar,
rüzgarın her esişinde, bu toprakların bağrından parça parça kesilerek sürgüne
götürülmüş sunağa, tanrılara ve vatanları Bergama’nın çalınmış kültür ve
tarihine sessiz sessiz, ağlar gibidirler…
Zeus Altar’ının
bulunduğu alan Athena Tapınağı’nın güneyinde bir alt terasta yer alıyordu.
Alter’ın yapısı etrafı sütunlarla çevrili 70x77 metrelik bir dikdörtgen
formundaydı. Bergama kralı II.Eumenos (MÖ 197-159) döneminde prestij ve tapınma
amaçlı mermerden inşa edilen bu muhteşem sunak, sanat değeri emsalsiz heykel
duvar kaplamalarıyla antik çağdan kalan anıtsal mimari yapılar arasında çok
önemli bir yere sahiptir. Bu sunak aslında bir zafer anıtıdır. Pergamon
krallarının Galatlara karşı MÖ 165-156 yılları arasında kazandıkları zaferleri
ölümsüzleştirmek için yapılmış ve Baş tanrı Zeus ile onun savaş ve akıl
tanrıçası sevgili kızı Athena’ya adanmıştır.
MÖ 4. yüzyılda
Fransa üzerinden Balkanlara göç eden barbar Galatlar(Keltler), MÖ 277’de
Anadolu’ya saldırdı. Bütün Batı Anadolu kentlerine korkulu günler yaşattıktan
sonra, Ankara yöresinde kendi adlarını verdikleri Galatya’ya yerleşti. Galatlar
kent yaşamını pek sevmeyen, gaddar ama alçak gönüllü göçebe bir kavimdi.
Yüncülük, çadır dokumacılığı ve içki yapımıyla ünlüydüler. Özellikle et kurutma
işinde rakipsizdiler. Yaptıkları kendilerine özgü çok lezzetli ekmek türüne
Galat Ekmeği adı verilmişti.
Zeus Sunağı’nı
çevreleyen harikulade kabartmalarda tanrılarla devlerin savaşları konu
edilmiştir. Bu kabartmalar sanki Yunan mitolojisindeki devlerin ve tanrıların
bir resmigeçididir. Bu kabartmalarda yıldırımlar yağdıran baş tanrı Zeus’un
yanında, hayvan ve avcıların tanrısı Artemis’i, denizler tanrısı Poseidon’u,
hatta devlerle çarpışmayı göze alan güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit’i bile
görebilirsiniz.
Zeus
Altarı – Pergamon Müzesi Berlin
120 m
uzunluğunda 1.20 m yüksekliğinde bu kabartmalarda tanrılar ve devler,
mitolojideki bütün özellikleri taşımaktadır. Sakallı, yılan bacaklı ya da
kanatlı ellerinde taş ve sopalar bulunan son derece vahşi ve saldırgan
devlerle, okları, yayları, baltaları, aslan, kartal ve köpekleri ile Tanrılar,
kıyasıya savaşmaktadırlar. Kazanan tanrılar Pergamonları, kaybeden devler ise
düşman Galatları simgelemektedir. Merdiven önü ve yanlarındaki frizler 2.30
metre yüksekliğindedir. Helenistik heykelin en tipik özellikleri olan, kıvrılıp
bükülen vücutları, acı hüzün ve keder gibi duyguları ifade eden tutkulu yüz
ifadeleriyle başta Zeus olmak üzere hemen hemen bütün Yunan tanrıları bu
muhteşem heykel frizinde yer almaktadır.
Sunağın
içindeki kabartmalarda ise Pergamon’un efsanevi kurucusu Telephos’un yaşam
öyküsü anlatılmaktadır. Hiristiyanlığın ilk devresinde ve Bizans devrinde bu
büyük eser önemini yitirmiş taşları kent duvarının tahkimatında kullanılmıştır.
Anıtsal yapı, üçlü podyum üstündeki mermeri çevreleyen at nalı biçiminde sütunlu
galeriden oluşmaktadır.
VI.4. Kutsal mezarlık Heroon
Büyük bir kale görünümündeki
Akropol’ün ana kapısına varmadan solda Heroon'un
kalıntıları vardır. Boyutları 18x21 metre boyutlarındaydı. I.Attalos ve
II.Eumenes’i onurlandırmak için yapılmıştı.
Kutsal mezarlık Heroon
kalıntıları
Heroon, Antik Yunanistan'da bir
kahraman ya da yarı tanrı adına yapılmış ve çevresi sütunlu bir galeriyle
çevrili kutsal mezar yerlerinin adıydı. Heroon’da, dinsel törenin yapıldığı oda
(6x2 m boyutlarda kült odası) geniş bir ön galerinin arkasındaydı. Heroon’un
kuzeyinde Helenistik dönemden kalma bir dizi dükkândan oluşan uzun bir yapı
bulunuyordu.Ana girişi güney batıdadır; ayrıca kuzeybatı da bir kapısı daha
vardır. Asıl odası, avludan ayrılmış geniş bir ön galerinin arkasındadır. Roma
döneminde duvarları mermer ile kaplanmıştır. Heroon da gömüte
rastlanılmamıştır.
VI.5. Kütüphane
Athena Tapınağı'nın kuzeyinde
dört salonlu bir kütüphane vardı. Burası Helenistik dönemin en büyük
kitaplıklarından biriydi. Kütüphanede "Pergamon derisi" olarak adlandırılan parşömen üstüne yazılmış
200 bin kitap bulunduğu bilinmektedir. Romalı asker ve devlet adamı Marcus
Antonius, MÖ 41'de kitapların tümünü Mısır Kraliçesi Kleopatra'ya armağan
etmiştir.
Pergamon kütüphanesinin
hayali çizimi
II.Eumenes, kuzey galerinin
doğusuna Helenistik Dönemin'in en büyük kitaplıklarından birini yaptırdı.
Girişi kuzey galerinin ikinci katındaydı, dışarıya açılmıyordu. Günümüzde ki
kalıntılar da, kitaplığın birinci katı ile galerinin ikinci katı belirgindir.
Kitaplığın doğusunda ki bölüm okuma salonudur. Korunabilmiş olan kuzey ve doğu
duvarlarında, döşemeden 50 cm yüksekliğe kadar kimi delikler görülür. Bunlar
ahşap rafların kenet delikl Kuzey duvarın ortasında ki podyumda, Berlin'deki
Pergamon müzesinde saklanan Athena Parthenos Heykelinin bir küçük örneği
durmaktaydı. Okuma salonu ahşap damlıydı; duvarle üst bölümündeki pencerelerden
ışık alıyordu. Antik kayıtlara göre, Antonius I. O. 41 de 200 ruloyu içeren
büyük kitaplıktaki yapıtları, Kleopatra'ya armağan etmiştir.
VI.6. Yukarı Agora
Zeus sunağının güneyinde, bir
teras aşağıdadır. Agora kare biçimindedir; güney ve kuzey doğusunda Dor
düzeninde sütunlu galerilerle çevrili L şeklinde bir yapıdır. Agora'daki
yapılardan ancak batısındaki küçük tapınak ile sunak günümüze gelebilmiştir.
Mimari parçalara göre tapınak, prosrylos planlı ve karmaşık düzendedir.
Kuzeyde, yolun agora dan çıktığı, niş biçimli yapının altında, Zeus Sunağını
bulan Carl Humann'ın ( 1839 - 1869 ) gömütü vardır.
Agora tapınak
kalıntıları
Agora'da toplanan halk, siyaset
ve ticaretle ilgili konuları yönetimle görüşüp konuşuyordu. Agora’nın
kuzeybatısında Agora Tapınağı bulunuyordu. Akropol'ün en yüksek yerinde
Pergamon krallarının sarayları yükseliyordu. Günümüze bu sarayların yalnızca
zemini ve temelleri ulaşmıştır. Sade görünümlü bu yapılarda odalar sütunlu bir
avlu çevresine sıralanıyordu.
VI.7. Saraylar
Şehre sur kapısından
giridiğinizde solda Athena Tapınağı ve Trajan Tapınağı, sağda şehir duvarları
boyunca Krallık sarayları yer alır. Roma döneminde saraylar bir din merkezi
haline gelince yıktırıldı. Trajan Tapınağı’nın yapımı sırasında da saraylar
zarar görmüş ve bazı kısımları tapınağın alında kalmıştır. Helenistik dönemde
evlerde Peristyle denilen sütunlarla çevrili orta avlu olması çok yaygındı. 40
meter boyutlarındaki peristyle ların etrafı oturma odaları, yemek odası ve
yatak odasıyla çevrili olurdu. Sarayların iç duvarları freskolar ve mozaiklerle
süslüyken dış yüzeyleri çok sadeydi. Dış duvarlarda pencere olmazdı eve ışık
sadece merkezdeki perstyle dan girerdi. Philetairos, I.Attalos, II.Eumenes ve
II.Attalos’un sarayları sıra halindeydi.
VI.8. Dionysos Tapınağı
Tiyatro terasındadır. 25
basamaklı podyum üstündeki tapınak, iyon düzenindedir. Yalnız ön yüzünde
sütunlar bulunan andezitten yapılan tapınak daha sonra mermere çevrilmiştir.
MÖ 2. yüzyılda yapılmış ve Roma
döneminde de kullanılmıştır. Üzerindeki meyilli arazide tiyatro yer almaktaydı.
Tapınak güneye bakmaktaydı.Dionysus eğlence tanrısıydı ve Tapınak bu nedenle
tiyatronun yakınına inşa edilmiştir.
VI.9. Demeter Kutsal Alanı
100x50 m'lik alana kuruludur.
Philetarios ve kardeşi Eumenes anneleri Boa için yaptıımışlardır. Templum in
antis planlı andezitten inşaa edilmiş olan tapınak, Roma döneminde mermer ekle
prostylos plana dönüşmüştür. Andezit sunağın iki yanı, kabartma kıvrımlarla
bezelidir. Helenist galeriye Roma döneminde Krinth yada lon düzeninde ekler
konulmuştur. Galerinin doğusunda, dinsel oturma törenlerin izlenmesi için 800 kişilik
oturma yeri bulunmaktadır.
VI.10. Hera Kutsal Alanı
Hara kutsal
alanı Gymnasion'un kuzeyinde, iki teras üstündedir. Ön odanın baş tabanındaki
yazıttan, II.Attalos döneminde Hera Basilea için yapılmıştır. Tapınak, podium
üstünde, iki yanı korkuluklarla çevrili dört sütunlu Dor düzeninde ve yapının
ön yüzü güneye dönüktür. Kült odasında Zeus’un ya da II.Attolos'un olabileceği
sanılan büyük bir erkek heykeli bulunmuştur. Tapınağın batısında yuvarlak
oturma bankı ile heykel kaidesi, doğusunda sütunlu galeri yer alır.
VI.11. Tiyatro
Bergama
tiyatrosu, çok dik bir yamaca dayalı, Helenistik dönem mimarisini yansıtan 10
bin kişilik bir yapıdır. İmparator ve yüksek rütbeli görevlilere ayrılmış en
alt sıradaki bölüm mermer, üst yanı andezittir. Tiyatro terasına, güneyde yer
alan üç kemerli kapıdan girilir. Sağında ve solunda Dor düzeninde galeriler yer
alır. Antik Çağ'ın en dik tiyatrolarından biridir.
Tiyatro ve Bizans döneminden kalma kule
Athena Tapınağı'nın batısındaki
dik yamaçtaki Helenistik dönemde yapılan tiyatronun uçuruma bakan ön tarafı
setlerle sağlamlaştırılmıştı. Tiyatronun ahşap bir sahnesi vardı ve bu sahne
sökülüp takılabilecek biçimde yapılmıştı.
Akropol’ün bir başka tapınağı
olan Dionysos Tapınağı, tiyatro terasının kuzeyindeydi. 25 basamakla çıkılan
bir podyum üzerinde bulunan tapınağın yalnız ön yüzünde sütunlar vardı.
Bugün Orta Kent denilen yerleşme,
eski Pergamon kentinin bir başka bölümüydü. Kentin yukarı bölümü Akropol’de,
daha çok kral ailesi ile yöneticiler, aydınlar ve komutanlar oturuyordu. Orta
Kent ise halkın rahatlıkla girip çıktığı yerdi. Burada doğrudan devlet
yönetimiyle ilgili olmayan yapılar, gençler için spor alanları, halka açık
tapınaklar bulunuyordu. Orta Gymnasion'un batısında gençlerin eğitim gördüğü
yapılar vardı. Uzun koşu yolu doğuda Herakles ve Hermes'e adanmış tapınağa
açılıyordu. Yarışmalarda başarılı olan gençlerin adları tapınağın duvarlarına
yazılırdı. Küçük çocukların eğitimine ayrılan Aşağı Gymnasion 80 metre
uzunluğunda bir terasa kurulmuş yapılardan oluşuyordu.
VI.12. Pergamon Gymnasium
Pergamon, Hellenistik dünyanın
şimdiye kadar bilinen en büyük gymnasiumuna sahipti. Bir antik kentte gymnasium
yalnız beden eğitimine yönelik değildi, aynı zaman da bir okul ve
üniversiteydi. Başka kentlerden seçkin hatipler sık sık konferans vermek üzere
gymnasiuma davet edilirdi.
İmparator Hadrian döneminde (MÖ
117-138), bir Gymnasiarkh’ın yönetiminde yedi gymnasium olduğunu yazılıyor. Bugün
üç farklı terasta üç gymnasium’un tespit edilmiştir. Bunlar değişik yaş
gruplarına ayrılmış, yukarı, orta ve aşağı gymnasium alanlarıydı.
Yapılar kentin güneydoğu
yamacında, yer almaktadır. En üst terasta büyük bir sütunlu avlu, orta terasta
yanları çevrili, oldukça ince ve uzun bir alan; en alttakinde de küçük, gelişi
güzel çevrili bir alan vardı. Yazıtların bulunuş durumlarından alttaki terasın çocuklara,
ortadaki terasın delikanlılara üstteki terasın gençlere ayrılmış olduğu anlaşılmaktadır.
Ana teras en üstteydi, genişliği 80 m., uzunluğu 210 m. idi; orta teras yaklaşık
150 m. boyunda, en çok 40 m. enindeydi; en alt teras ters üçgen biçimi ile, 75
m. uzunluğa ve 10-25 m. genişliğe sahipti. Güneydeki kent kapısına göre Aşağı
Gymnasium 50 m., Orta Gymnasium 74 m., Yukarı Gymnasium ise 88 m. yükseklikte
idi.
VI.13. Asklepios Tapınağı
Asklepios Tapınağı
kalıntıları
Yukarı Gymnasion'un batısında yer
alan Asklepios Tapınağı’nın günümüze
yalnızca temelleri ulaşmıştır. Hekimlik tanrısı Asklepios adına yapılan tapınak
dinsel özelliklerinin yanı sıra tıp alanında araştırma ve deneylerin
gerçekleştirildiği bir okuldu. Hastalar, bitkilerden elde edilen ilaçlar,
ameliyat, su ve çamur banyolarının yanı sıra, spor, müzik, eğlence ve telkin
yoluyla tedavi edilirdi.
VI.14. Roma dönemi kalıntıları
Viran Kapı
Pergamon kentinin kuzeybatısı ile
Bergama Çayı arasında Roma dönemi yerleşmesi bulunur. Burada 50 bin kişilik
amfitiyatro ile 30 bin kişilik tiyatro vardı. Günümüzde Viran Kapı denilen kalıntılar tiyatronun ayakta kalan kemeridir.
Roma Tiyatrosu
VI.15. Serapeum Tapınağı
The Red Hall (Serapeum) Mısır
tanrısı Serapis'e adanmış tapınak, eski Pergamon’un en büyük yapısıdır. Kırmızı
tuğladan yapıldığı için Kızıl Avlu olarak da adlandırılır.
Serapis Tapınağı
Serapis Tapınağı
Mısır kökenli yeraltı tanrısı olan
Serapis’e adanmış olan tapınak İmparator Hadrian(MS 117-138) döneminde
yapılmıştı. Anadolu’daki en büyük Roma tapınağıydı. MS 8. yüzyılda yaklaşık 1
yıl kadar Pergamon’da kalan Araplar tarafından yıkıldı.
VI.16. Trajanium Tapınağı
Akropolün en yüksek yerinde 68x58
metre boyutlarında Trajanium/Trajan
Tapınağı yer almaktaydı. Roma İmparatoru Hadrianus tarafından, ölmeden önce
kendisini imparator ilan eden önceki imparator Trajan adına 125 yılında
yaptırılmıştır.
Trajan Tapınağı.
İmparator Hadrianus, ölen
imparator Traianus’un küllerini Roma’ya götürdüğünde, onun için törenler
düzenlemiş, onu ve kendisini tanrılaştırmıştı. 125 yılı civarında Pergamon’a
geldiğinde önceki imparator Trajanium için Akropolde bir tapınak inşa ettirmiş
ve bu tapınakta iki imparatora tapınılmasını sağlamıştır. Eskiden tapınağın
içinde bulunan şimdi ise Berlin’de sergilenen kolosal mermer heykel başları bu
iki imparatora aittir.
Kaynakça
Yaşar Bayraktar - Pergamon
Yaşar Yılmaz – Anadolu’nun Gözyaşları – Yem Yayın
John Freely - Troya Savaşı’ndan İstiklal Harbine Anadolu’da Yunanlar – Doğan Kitap
Philipp von Zabern – The Pergamon Altar
http://www.skyscrapercity.com/showthread.php?t=327382
http://mehmet-urbanplanning.blogspot.com.tr/2012/02/bergama-pergamon-antique-city.html
http://patandpaulharvey.blogspot.com.tr/2013/05/pergamon-and-its-asclepieion.html
http://www.panoramio.com/user/4896988?comment_page=1&photo_page=3
http://izlerveyansimalar.blogspot.com.tr/2013/12/bergama-pergamon-antik-cagin-metropolu.html
http://romeartlover.tripod.com/Pergamo.html
http://www.pbase.com/dosseman/bergama_turkey
No comments:
Post a Comment