Yedinci Osmanlı padişahı ve
Sultan II.Murad ile Hüma Hatun'un oğludur. Son derece atılgan, Makedonyalı
Büyük İskender gibi şan ve şeref kazanmak isteyen, zeki, sert mizaçlı, zevk ve
sefaya sırtını çevirmiş bir hükümdardı. Türkçe, Rumca ve Slavca olmak üzere üç
dil bilirdi.
İki Karanın Sultanı ve İki
Denizin Hakanı
Halil İnalcık’a göre ‘İtalyan Rönesans kültürüne ilgi duyan Osmanlı
sultanlarının en özgür düşüncelisi hiç kuşkusuz Fatih Sultan Mehmed’ti.
Hiristiyan dininin ilkelerini yetkili bir kişiden öğrenmek için Patrik Gennadius’a
Hiristiyanlık üstüne bir risale yazmasını emretmiş; Trabzonlu Amirutzes,
İmrozlu Kritovulos ve Anconalı Ciriaco gibi Yunan ve İtalyan bilginlerini
sarayında toplamış, Amirutzes’e bir dünya haritası ısmarlamış, Batlamyus’un
coğrafyasını Türkçe’ye çevirtmiş, sarayda Yunan ve Latin klasiklerinden bir
kütüphane kurmuştur. 1478’de Osmanlı’da ilk altın parayı bastırmış ve bu
paraların üzerine kendi portresini İtalyan ressam Constanza da Ferrara’ya
çizdirmiştir. Saray duvarlarını İtalyan sarayları gibi freskolarla bezediğini
ve portresini yapması için Venedik’ten getirtiği Gentile Bellini’ye iltifatlat
yağdırdığını biliyoruz. Sarayın doğu ucundaki iç odalarda yapılan resimler
erotiktir.
Sultan II.Mehmed, Gentile Bellini, 1480, yağlı boya, National Gallery
Londra
Fatih’in Hiristiyan dünyaya ilgisinin sebebi, Roma ve İtalya fatihi ve
yöneticisi olma isteğidir. Fatih, kültür bakımından tam bir Müslümandı;
Hocazade’ye derin bir hayranlık duyar, şeyhi ve hocası Akşemseddin’in görünmeyen
alemi(gaibi) keşfettiğine inanırdı. Döneminde sanatta Avrupa stiline hayranlık
duyulması ve tatbiki ilimlerden birkaç yüzeysel alıntı yapılması gibi çabalar
bir yana, gerçekte yeni bir kültür yönelişi ortaya çıkmamıştır. Buna karşın
Osmanlı Devleti’ni merkezi yönetimi, artırdığı yüzölçümü, derletip düzenlettiği
kanunnamesiyle ve değişik dinlere mensup halkına saygısıyla bir İmparatorluğa
dönüştürmüştür.
Bütün İslam toplumları içerisinde yabancı kültürel etkilere en açık
olanı Osmanlı İmparatorluğu olmuştur; fakat 16. yüzyılın başlarından sonra dini
bağnazlık akımları gittikçe güçlenecektir. Serhat geleneklerinin azalmasıyla
birlikte devletin temel özelliğinin bir islam hilafeti olduğu bilincinin
yerleşmesi, bu gelişme üzerinde etkili olmuştur.’
II.Mehmed, İstanbul Fatihi olarak
mutlak, hatta despotik diyebileceğimiz otoriter sultan tipini yaratmıştır. Ulemadan
Çandarlı Halil’i idam etmek cesaretini göstermiş, eski lalaları Zaganos ve
Şahabeddin’i yanından uzaklaştırmış, Sırp kulu Mahmud’u veziriazamlığa
getirmiş, Rumeli’de kendi başına buyruk Uç beylerini hizaya sokmuş ve
saltanatının sonlarına doğru imparatorluk ölçüsünde büyük bir toprak reformu
gerçekleştirmiştir.
Fatih Sultan Mehmed’in övündüğü
ünvanlardan biri Kayser-i Rum (Roma Kayseri) ünvanıydı. Fatih’in tüm askeri seferleri,
Doğu Roma İmparatorluğu sınırlarına varma hedefine yönelmişti. Güney İtalya,
Güney Kırım, Doğu Roma İmparatorluğu’na aitti, Fatih’te 1478 ve 1480 yılı seferleriyle
bu yerleri imparatorluğa katmaya çalıştı.
Sultan II.Murad’ın son dönemi ve
saray’da hizipler savaşı
II.Murad’ın son döneminde Osmanlı sarayında şiddetli bir hizipler
savaşı vardır. Çatışmanın bir tarafına veziriazam Çandarlı Halil Paşa diğer tarafına devşirme Zağanos Paşa liderlik
etmektedir. Çandarlı ailesi, Osmanlı’nın ilk günlerinden itibaren yönetimde etkin
roller almıştır. 1365 yılında I.Murad döneminde Çandarlı ailesinden Halil
Hayrettin Paşa veziriazam olmuş ve Osmanlı’nın askeri ve mali teşkilatının
kuruluşunda önemli rol oynamıştır. Bizans’daki tımar sistemini etkinleştirerek
Osmanlıya uyarlayan kişidir. Onun ölümünden sonra 1387 yılında yerine büyük
oğlu Ali Paşa geçmiş ve I.Murad, Yıldırım Bayezid ve Çelebi Süleyman’a vezirlik
etmiştir. Ali Paşa’nın ölümünden sonra küçük kardeşi İbrahim Paşa 1421’de
II.Murad’ın vezir olmuş, İbrahim Paşanın 1429’da ölümü üzerine de oğlu kazasker
Halil Paşa 1453’de Konstantinapolis’in fethinin ertesinde idam edileceği zamana
kadar veziriazamlık yapmıştır.
II.Murad (1404 -
1451)
1444 yılında Sırplarla yapılan
Edirne-Segedin antlaşmasıyla Osmanlı Tuna’nın gerisine çekildi. Bu sırada
Osmanlı tam bir ekonomik krizdedir. Temel geliri yabancı toprakları yağmalamaktan
oluşan devlet son iki yılda alınan yenilgiler, talan gelirinin neredeyse sıfıra
inmesi nedeniyle hazinenin hızla boşalmasına ve ekonominin bozulmasına neden
olmuştur. II.Murad’ın iktidar etme koşulları giderek ortadan kalkar. Uç
beyleriyle, merkezi temsil eden beylerbeyi arasındaki çatışma şiddetlenir.
Yükselen devşirme tarafı, önlerinde engel gördükleri tahtın Çandarlı
çizgisindeki veliahtı Amasya Sancakbeyi Alaaddin’i ve 1 yaşındaki oğlu Gıyaseddin ile 6 aylık
oğlu Tacettin’i daha önceden boğdurarak önemli bir mesafe almış durumdadır.
Öyle ki o sıkıntılı dönemde Sultan II.Murat oğlunu ve torunlarını boğduranların
üzerine bile gidememiştir. Bizanslı tarihçi Halkondil şehzadenin attan düşerek
öldüğünü belirtmesine karşın bazı kitaplar şehzade Alaaddin’in Dayı Karaca Bey
tarafından öldürüldüğünü, Amasyalı Hüseyin Hüsameddin ise şehzadenin ve iki
oğlunun, potansiyel iktidarını engellemek isteyen devşirmeler tarafından
öldürüldüğünü ileri sürer. (Aydın,
Erdoğan - Fatih ve Fetih)
Ve nihayet devşirmeler, 1444
Ağustos’unda II.Murad’ı, tahtı 12 yaşındaki oğlu II.Mehmed’ten yana feragat
etmek zorunda bırakarak, kendi iktidarlarını kurarlar. İktidar gücünü kaybeden
ve aynı zamanda zevk ve sefahate düşkün olan II.Murad oğlu lehine çekilir. Zağanos, Hadım Şehabettin ve Nişancı İbrahim Paşa’ların
saraydaki mevzi kazanımına bağlı olarak II.Mehmed padişah olur. Sultan II.Murad
41 yaşında, olgunluğunun baharında ve sağlıklıdır. Dahası oldukça hırslı bir
kişidir. Saltanat için 1422 yılında amcası Mustafa Çelebi ile savaşıp onu
Edirne saray burçlarına asmış, 1423 yılında, 13 yaşındaki kardeşi Şehzade
Mustafa’yı bir komplo ile ele geçirip, İznik surlarında idam ettirmiş, ayrıca
saltanatının güvenliği için kardeşleri Ahmet, Yusuf ve Mahmut Çelebi’nin
gözlerine mil çektirmiştir. Peki saltanatı için bütün bunları yapan bir kişi,
kendi iktidarının en olgun çağında, kendi rızasıyla tahtı terk edermiydi? (Aydın,
Erdoğan - Fatih ve Fetih)
‘II.Murad sefahate düşkün bir
padişahtı, eğlenceyi çok seviyor, çok içiyor, seferlere kumanda edemiyordu.
1423’de Bizans’a ait Selanik, Venediklilerin eline geçmiş, Osmanlı yedi sene
önemli genişleme gösterememişti. Anadolu Beylerbeyi Hamza Bey, II.Murad’ı adeta
zorla Selanik önlerine götürüyor ve nihayet 1430’da Selanik fethediliyor.’ (İnalcık,
Halil – Tarihçilerin Kutbu)
‘Hadım Şehabettin, Zağanos ve Nişancı İbrahim Paşa’lar iktidarı genç
padişah adına Çandarlı Halil Paşa’dan almaya çalışmaktadır (H.İnalcık, İslam
Ansiklopedisi, 7.cilt,s.507)’ Olay budur. Genç Mehmed padişah olur.
Çandarlı veziriazamlık görevine devam eder. Avrupa’da bu fırsatı kollamaktadır.
Nitekim Mehmed’in tahta geçişinin ardından Haçlı ordusu Tuna’yı geçerek Osmanlı
topraklarında ilerlemeye başlar. Sultan II.Mehmed’in kurduğu iktidar sallanmaya
başlar. Saray dengeleri yeniden değişime uğrar.
Macar ağırlıklı Haçlı ordusunun ilerleyişi
karşısında Çandarlı, II.Murad’ın hiç olmazsa ordunun başına geçmesini ister. Zağanos
ve Şehabettin Paşa’lar ise II.Murad’ın Edirne’de kalmasını, ordunun savaşa
II.Mehmed’in komutasında çıkmasında ısrar ederler; çünkü II.Murad’ın savaşı
kazanmasının kendi konumlarını zayıflatacağının bilincindedirler. Bunun üzerine
devreye baba Murad girer ve oğlunu ikna ederek ordunun başına geçer, ama
padişah hala II.Mehmed’dir. II.Murad, 10 Kasım 1944’de Varna’da Macar ağırlıklı
Haçlı kuvvetlerini hezimete uğratır, düşmanın büyük bir bölümünü yok eder.
Varna savaşını kazanınca II.Murad’ın devlet bürokrasisi ve halk arasında
popüleritesi artar. Bu savaş Konstantinapolis’in Katoliklerin mi Türklerin mi
olacağının belirlendiği stratejik önemi yüksek bir muharebeydi. Ancak II.Murad henüz dengeleri kendinden yana
çeviremez. Halk ve ileri gelenler Padişahın zevki sefa içindeki yaşamından fazlaca
haz etmezler.
Varna zaferini ilan etmek üzere
diğer islam ülkelerine gönderilen fetihnameler II.Mehmed adınadır. Fetihnamede
Sultan II.Mehmed ‘Babasının tahtı
kendisine nasıl bıraktığını ve Macarların saldırısı üzerine onu ordunun başına nasıl
çağırdığını anlatmaktadır.’ Bu dönem
baba oğul ikili bir yönetim dönemidir. Önemli tüm sorunlar, Çandarlı
aracılığıyla Manisa’da yaşayan Murad’a gidip geldikten sonra karara bağlanır. 1446
yazında, para ayarının bozulması gerekçesiyle yeniçerilerin ayaklanması gündeme
gelir ve çocuk padişahın iktidarı fiilen olanaksızlaşır. Yeniçeriler Şehabettin
Paşa’nın sarayını basarlar. Paşa son anda saraya sığınır, köşkü yağma edilir.
H.İnalcık’a göre ‘Saldırıyı Şehabettin
Paşa’yı ortadan kaldırmak isteyen Çandarlı Halil Paşa düzenlemiştir.’ Fakat
isyanın, denetimden çıkararak tam bir yıkıma dönüşmesi üzerine önce
yeniçerilerin ulufeleri artırılarak güçleri kırılır, ardından bizzat isyana
devam edenler, Çandarlı tarafından kanlı bir şekilde tasviye edilir.
Fatih Sultan Mehmed’in çocukluk dönemi çizimleri
Sarayda dengeler Çandarlı lehine
değişmiştir. Küçük padişah devleti yönetememektedir. II.Murad 1446
Ağustos’unda, yeniçerilerin sevinç çığlıkları arasında padişah koltuğuna
oturtulur. Uzunçarşılı’nın belirtiğine göre ‘Alınan tertibat üzerine Sultan Mehmed, bir av eğlencesi için şehirden
dışarıya çıkarılacak ve Sultan Murad gizlice getirilip hükümdar ilan olunacaktı’.
Plan aynen uygulanır, avdan gelen Mehmed kendini tahttan indirilmiş bulur.
Zağanos ve İbrahim Paşa’larla birlikte kendisine Manisa yollarına düşmek kalır.
Yeni ünvanıyla Mehmed Çelebi Manisa'da 1446-1451 yılları arasında beş yıl
geçirecektir.
Mehmed’in bilinçaltında
Çandarlı’ya karşı kemikleşmiş bir kin birikmiştir. İnalcık’ın anlattığına göre,
‘Henüz daha yeniçeri isyanı çıkmadan
II.Murad dört bin kişilik kuvvet ile Manisa’dan Edirne’ye doğru yola çıkmış,
ancak tahtaki oğlu ile çatışma ihtimali nedeniyle son anda fikrini
değiştirerek, Bursa’da beklemeye başlamıştır. Bunun üzerine Çandarlı’nın
Şehabettin Paşa’yı bertaraf etmek ve II.Mehmed’i iktidarsızlaştırmak için
yeniçerileri tahrik etmesi gündeme gelir.’
Hurufiler yakılarak katlediliyor
Huruf Arapça’da harf sözcüğünün
çoğuludur. Hurufilik, harflerin Allah’ın görüntüsü olduğu inancı üzerine kurulu
bir mezheptir. Horasanlı Şihabeddin
Fazlullah tarafından 1386’da kurulmuştur. Hurufiler burun kemiğinin elif,
burnun iki tarafının lam, gözlerin de ha harfi olarak insanın yüzünde iki
taraflı simetrik bir biçimde Allah yazdığına inanırlar. 14. yüzyıl şairi Nesimi’de
bu mezheptendir.
Ekonomik koşulların ağırlaşması
Edirne merkezli halkta hoşnutsuzluğu artırır. Bu durum özellikle Türkmen halkın
yanı sıra yeni Müslümanlaşmış eski Hiristiyan halk arasında Hurufiliğin hızla
yayılmasına yol açar. Bu dönemde Hurufilerin saraya kadar yerleştikleri ve
Sultan II.Mehmed ile sohbet edecek kadar iyi ilişkiler geliştirdiklerinden
bahsedilir. Bu durum sarayda büyük endişelere neden olur. Sünni egemenliğin tam
da sarayda kurumlaştığı bir aşamada, çocuk padişah üzerinden sünniler iktidarı
yitirme riski ile karşı karşıyadır. Şeyhülislam Molla Fahrettin, Hurufileri
sapkın ilan eder. Onlar da saraya kaçarak Sultan II.Mehmed’e sığınırlar. Ama
henüz çocuk olan padişah, Şeyhülislamın talebine karşı koyamaz ve sığınmacıları
teslim eder. Hurufiler 22 Eylül 1444’de Şeyhülislamın fetvası ile yakılarak
katledilirler; bu arada çıkan yangında Edirne’de 7.000 evde kül olur.
Kardinal şapkasını görmektense, Osmanlı’nın sarığını tercih ederiz
Bizans, Yıldırım Bayezid
döneminden beri Osmanlıların baskısı altındaydı. Gittikçe zayıflayan bir yandan
da Osmanlı tehdidini yakından hisseden Bizans, Avrupa’dan her yardım talebinde,
kilisenizi Katolik dünyasıyla birleştirin baskısı görüyordu. Yani Ortodoks
kilisesi, bağımsızlığından vazgeçip Katolik mezhebinin, Papa’nın denetimine
girmeliydi. Sonunda 1349 yılında başka çare kalmadığını görünce, Bizans Floransa
Konsülünde Katolik dünyasıyla birleşmeyi kabul etti. Bizans İmparatoru VIII.Ioannes Palaeologus antlaşmayı
imzaladı fakat Bizans halkı ve din adamları kiliselerini kaybetmek istemiyordu.
1444’de Varna savaşında Haçlı ordusu II.Murad’a yenilince işler daha da karıştı.
Bu arada Bizans İmparatoru savaştan 11 gün sonra Konstantinapolis’de vefat etti.
İmparatorun erkek çocuğu yoktu yerine kardeşi Constantine, Bizans’a bağlı Mora
yarımadasının başkenti Mistra’da 6 Ocak 1449’da törenle, XI.Constantine Palaeologus Dragaş olarak taç giydi ve
Konstantinapolis’e geldi. Constantine için Ayasofya’da dini tahta çıkma töreni
yapılamadığı için bazı kesimlerce resmen imparator sayılmaz.
Bizans İmparatoru XI. Constantine
Rumelihisarın yapılması ve
boğazların Osmanlı kontrolüne geçmesinin ardından telaşlanan Constantine Papa’ya
başvurarak iki kilisenin birleştirilmesini onayladığı belirtti. Ardında 1452’de
Ayasofya’da ilk Katolik ayin yapıldı; fakat halk bunu kabullenmedi, din
adamları ikiye bölündü.
Bizans halkı geçmişte Latinlerden
o kadar çekmişti ki İmparator’dan sonraki en üst yöneticilerden Grandük Notaras 'Şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığını yeğlerim' demişti. Notaras
fetihten sonra idam edilecek, eşi diğer esirlerle birlikte Edirne’ye
gönderilirken yolda ölecekti. Notoras’a bunu söyleten Osmanlıların 150 yıldır,
fethettikleri yörelerdeki halkın dinine karışmamış ve onlara ibadet özgürlüğü
vermiş olmasıydı. Osmanlılar Ortodoks kilise ve manastırlarını vergiden muaf
tutarak saygı göstermiştir. Oysa Balkanlarda Ortodoks bölgeleri işgal eden Katolik
Venedik ve Macar'lar halka baskı yaparak Katolik olmaya zorlamıştı. Bundan
dolayı Balkanlardaki halklar her zaman Osmanlı yönetimini Macar ve
Venediklilere tercih etmiştir. Osmanlı döneminde Hiristiyanlar, öncesine göre
daha az vergi veriyor, askere gitmiyor ve Feodal Bey adına daha az gün
çalışıyorlardı. Balkanlardaki neredeyse tek olumsuz olay devşirilecek
çocukların toplanmasıydı. Buna karşın 1203’deki Haçlı ordusunun Latin işgalinin
korkunç anıları hala Konstantinapolis halkının belleklerindeydi ve Katoliklerle
uzlaşmanın Osmanlılarla anlaşmaktan bile kötü olacağına inanılıyordu.
Gerçekte Osmanlı’nın Hiristiyan
kitlelere İslamı kabul ettirmekte çıkarı yoktu; çünkü İslam’a geçiş, her
Hiristiyan çiftçinin ödediği 25 akçelik ispençe vergisi ile kelle vergisinin
kesilmesi demekti. 15. yüzyılda, her iki verginin toplamı, iki altın paraya (7,14
gr altına) eşitti. Müslümanlar daha az vergi ödediği için, İslama her dönen
için devlet bir altın paradan (3,57 gr altın) fazlasını kaybediyordu. 1488
yılında, Anadolu’nun Hiristiyan halkı Müslüman olsaydı, Babıali, binlerce kilogram
altın yitirirdi. 1500’de imparatorlukta 894.432 hane Hiristiyan vardı. Dolayısıyla
Babıali, yıllık 2.800 kg altın parayı gözden çıkarmak istemezdi.
II.Murad’ın şaibeli ölümü ve Şehzade Mehmed’in Padişah oluşu
Şehzade Mehmed beş yıldır
Manisa’da Sancak beyidir ama padişah gibi hareket etmekte kendi adına sikke
bastırmaktadır. Zaten kendisine daha önceki padişahlığından ötürü şehzade
olarak değil Mehmet Çelebi diye hitap edilmektedir. Sultan II.Murad Şubat
1451’de ansızın ölüverir. Kuşkulu bir ölümdür bu. Zehirlenmiş olması kuvvetle
muhtemeldir. Henüz 47 yaşındadır, yeni doğmuş sütte bir çocuğu vardır,
sağlıklıdır. Ama bu yeni doğan çocuk şehzade Mehmed’in etrafındaki hizib için
bir tehlike oluşturmuştur. Normalde şehzade Ahmet büyüyünceye kadar Sultan II.Murad’ın
yaşaması muhtemeldir. Bu da tahtın varisliği konusunda bir ikilem yaratacaktır.
Bizans tarihçisi Dukas ‘Murad’ın
hastalığı sadece dört gün sürdü’ diye yazıyor. Ölümü hiç beklenmedik bir
zamana denk geliyor. II.Murad ile Şehzade Mehmed’in Balkanlardaki başarısız bir
seferden dönüşlerinde, halktaki morali düzeltmek için Edirne’de şehzade Mehmed’e
büyük bir düğün yapılıyor ve Zülkadir beyin kızı Sitti hatunla evlendiriliyor.
Düğünden sonraki günlerde II.Murad,
Tunca adasında yaptırdığı saraya, birkaç genç erkekle giderek eğleniyor. Ertesi
gün başının ve vücudunun ağırlaştığından şikayet ederek, Edirne’ye
götürülmesini istiyor. Sarayda üç gün yatıyor ve sara benzeri, ağzından
köpükler gelerek, dişleri kenetlenerek, gözleri bir noktaya kilitlenerek 3
Şubat 1451’de 49 yaşında ölüyor. Yıllar
sonra Fatih’te kaderin bir cilvesi olarak aniden gelen bir hastalıkla üç gün
süren ağrılar sonucunda ölecektir. Ne enteresandır ki Fatih’in torunu Yavuz Selim
tahtı babası Bayezid’den zorla aldıktan sonra, oğul Bayezid’de İstanbul’dan hayatının
bundan sonraki dönemini geçireceği Dimetoka’ya giderken yolda ölür. II.Murad,
Fatih ve Bayezid, dede, oğul ve torunun ölümleri şaibelidir.
II.Murad çevresine vasiyeti de
ilginçtir. Kendisi için mütevazi bir mezar yeri talep eder ardından da ‘Beni merhum oğlum şehzade Alaaddin’in
yanına gömünüz’ der. Asıl ilginç olan ikinci talebidir, ‘evlat ve akrabamdan başka kimseyi yanıma
gömmeyiniz‘. Evlatlarından birinin yanına gömülmeyi isterken diğeri için
özellikle yanına gömülmesini istememesi enteresandır. Sultan II.Murad öleni
yakın, yaşayanı uzak, yabancı gördüğü kırık bir ruh haliyle ölmüştür.
Muhtemelen zehirlendiğinin o da farkındaydı. Bursa’da oğlu Alaaddin’in yanına
gömülmüştür.
II.Murad’ın türbesi Bursa Muradiye
II.Murad’ın ani ölümü, şehzade Ahmed’in
ise henüz memede oluşu, önceden de padişahlık yapmış şehzade Mehmed’in önünü
açmıştır. Çandarlı Halil Paşa, yeniçeriler isyan çıkarmasın diye II.Murad’ın öldüğünü,
usul üzere askerden gizleyerek, şehzade Mehmed’i Edirne’ye tahta çağırır. Bu
sırada yeniçeriler, Murad’ın ölümünü öğrenirler ve şehzade Mehmed henüz
Çanakkale’de iken ayaklanırlar; yeniçeriler tahta Mehmed’i değil de Bizans’da tutuklu
olan II.Murad’ın kardeşi Şehzade Orhan’ı istemektedirler.
II.Mehmed'in Edirne’de 1451'de ikinci kez tahta çıkışı
Çandarlı Halil Paşa duruma el
koyar ve şehzade Mehmed’i 18 Şubat 1451’de 19 yaşındayken Edirne’ye getirterek,
II.Mehmed adıyla ikinci kez tahta oturtur. Genç padişahın ilk işi Candaroğlu
İsfendiyar Beyin’in torunundan doğmuş beşikteki kardeşi şehzade Ahmed’i
boğdurmak, II.Murad’ın eşi, Ahmed’in annesini ise asalet beklentisini kırmak
amacıyla İshak adında bir köleyle evlenmeye mecbur etmek olur. İkinci icraatı
ise istemeden de olsa Çandarlı Halil Paşa’nın veziriazamlığını onaylamaktır. Henüz
kendini yeterince güçlü hissetmemektedir. Kendi adamları olan Hadım Şahabettin,
Saruca ve Zağanos Paşa’ları, Çandarlı’dan sonra 2., 3. ve 4. vezir yapar. Hocası
Molla Gürani’yi Divan’a alır.
Fatih’in annesinin kimliği
Yeni Bizans imparatoru XI.Constantine
Palaeologus daha önce iki kez evlenmiş ama iki eşi de vefat etmiştir. Sırplarla
ve Osmanlılarla ilişkilerini düzeltmek için II.Murad’ın ölümünden sonra dul
kalan altıncı eşi, Sırbistan Despotu Corac Bronkoviç’in kızı, Mara Despina’ya
(Sırplar Maria, Osmanlılar Meryem) talip olur. Sırbistan sarayının olumlu
bakışına karşın Mara Despina hatun kendisi bu izdivacı kabul etmez.
Resmi kayıtlarda Fatih’in annesi
Türkmen asıllı Hüma hatundur. Batılı kaynaklarda ise Fatih’in annesinin Fransız
asıllı Yahudi Ester Stella olduğu yazar. Hüma hatunun devşirme olduğunu iddia
edenler de, Hüma hatunun babasının adının Abdullah olduğunu ve o dönemde din
değiştirenlere genellikle Abdullah isminin verildiğini belirtirler. Fatih’in annesi
genç yaşta Fatih henüz çocukken ölmüştür. Genel kabül Mara Despina hatunun
Fatih’in üvey annesi olduğu ve Fatih’i büyüttüğüdür. Fatih’de sarayın genel
teamülleri gereği diğer şehzadeler ile birlikte babasının tüm eşlerine ‘Ana’
demektedir. Fakat bu analık özlük değil saygı gereğidir. Ortodoks Hiristiyan
olan Mara Hatun eşi II.Murad’ın ölümünden sonra manastıra kapanmak üzere üvey
oğlu Fatih’ten izin alarak Sırbistan'a geri dönmüş ve 1487 yılında yaşadığı
manastırda vefat etmiştir. Gerçek resmi tarihte yazıldığı gibi Türk müslüman
kökenli ya da diğer iddialardaki gibi Ortodoks veya Yahudi kökenli de olsa bu
Fatih Sultan Mehmed’in müslüman bir Padişah olduğu gerçeğini değiştirmez.
Macar Urban’ın topları
Avrupa’da top ilk kez İngiltere
ile Fransa arasındaki Yüzyıl savaşları’nda(1337-1453) kullanılmaya başlandı.
Osmanlı ordusu ise I.Murad’ın 1389 tarihindeki Kosova savaşından beri top
kullanıyordu. Adının Urban ve Macar olduğu kabul edilen top döküm ustası bir
söylentiye göre Bizans’ın adına çalışırken sonradan Osmanlı hizmetine
alınmıştır. Rumeli Hisarı’nda ateşlenerek bir Venedik gemisini batıran topu
Urban’ın döktüğü, bu başarısı üzerine Edirne’ye götürüldüğü ve orada çeşitli
boyutlarda toplar döktüğü söylenir.
Konstantinapolis’in fethinde kullanılan günümüze gelebilmiş en büyük
top, 350 yıl sonra 1807 yılında Çanakkale'yi geçmeye çalışan 6 İngiliz savaş
gemisini batırmış, Abdülaziz'in İngiltere seyahatinden 1 sene sonra 1868’de
hediye olarak Kraliçe Victoria'ya gönderilmiştir. Önce Londra Kulesinin
bahçesinde sergilenen top şimdi Fort
Nelson, Hampshire’dedir. Tunçdan yapılmış 18 ton ağırlığında 5,5 metre
uzunluğundadır. İstenildiğinde demonte edilebilir iki ayrı parçadan oluşur.
Döneminin çok ilerisinde bir teknolojiye sahiptir
Fatih Sultan Mehmet Vakıf
Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Fevzi Yılmaz’ın anlatımına
göre orijinali İngiltere’deki Fort Nelson Müzesi’nde bulunan ve 8-10 adet
üretilen Şahi Topu’nun teknik özellikleri: ‘İstanbul’un
fethi sırasında topları döken Macar Urban Usta’nın yalnız olmadığını,
Müslihiddin, Saruca ve Ali usta gibi Türk ustalarının da top dökümünde görev
aldığını öğrendik. Namlu ile barutun depolandığı iki kısımdan oluşan, üzerinde
desenler ve yazılar olan ve 18 ton ağırlığında olan toplar, ulaşımın ve
tedarikin çok zor olduğu bir dönemde üretilmiştir. Kayıtlara göre Şahi Topları
ile 600 kiloya kadar gülle atılabiliyor. Şahi Topu döküm kalıbı ve özel soğutma
sistemi dikkat çekicidir. Topa işlenen ahenkli yazı, rölyef ve resimlerin o
zamanki imkanlarla kalıba nasıl verildiği bilinmiyor. Tarihçiler günümüz
toplarının özelliklerini yakalayan yüksek kapasiteli Şahi Topundan 4-5 adet
üretildiğini söylüyorlar. Bakır ve kalay alaşımı dediğimiz tunçtan yapılan Şahi
Topu, 1500 km/saat hızla hedefi vurabiliyor. Bu ses hızından fazladır. Arada
yaklaşık 450 yıl olmasına rağmen şimdiki modern toplar 7 bin, 9 bin km/saat
hıza erişti. Yani o dönemde Osmanlılar, çok ileri bir top döküm teknolojisi ve
top kalıp soğutma sistemleri geliştirmişlerdir.’
Teknik özellikleri:
Ağırlık 18 ton, uzunluk 5,5 metre, çapı 92 cm, Gülle ağırlığı:544-860 kg, Gülle
etki derinliği:1,63 metre, Ses etki alanı: 23 km. Top dökme işi Edirne’de üç ayda
tamamlanır. Birde çok büyük bir top dökülür. Edirne’de Sultan’ın huzurunda
yapılan denemede gülleyi 1,600 metreye atar. Bu dönemdeki toplar bakır ve
kalayın karışımıyla elde edilen ve döneminde pahalı bir malzeme olan tunçtan
yapılmaktaydı. Büyük toplar taşımayı kolaylaştırmak amacıyla istenildiğinde
monte edilebilir iki parça halinde üretilmiştir. Toplar iki ay süren zor bir
yolculuk sonucunda Konstantinapolis önlerine getirilir.
Toplar kuşatmanı başarıya
ulaşmasında kilit rol oynadı. Tüm Ortaça boyunca geçilmez diye ün salan ve
defalarca kuşatılan Konstantinapolis, topların desteğiyle feth edildi. Fakat ne
yazık ki Urban’ın ürettiği devasa top, ikinci kere ateşlendiğinde paramparça
olmuş, Urban’ı da havaya uçurmuştur. Fatih’in döktürdüğü toplardan günümüze
altı adedi ulaşmıştır. Bu topların ikisi Rumeli Hisarı önünde, bir tanesi Eyüp
meydanında, iki tanesi Harbiye Askeri Müzesi’nde, bir tanesi de İngiltere’de Hampshire’da
Fort Nelson müzesindedir.
Konstantinapolis’in kuşatma süreci
Konstantinapolis kuşatması, 6
Nisan 1453’den 29 Mayıs’a kadar, 54 gün sürdü. Bizans savunma güçleri 8.500
kişi, düzenli Osmanlı ordusu ise en az 50,000 kişilikti (H.İnalcık).
Bizans Başkomutanı Cenevizli Giustiniani-Longo, fetih sırasında aldığı
yaralarla Konstantinapolis’den gemiyle kaçmayı başardı ama Sakız'a ulaştığında
öldü
Savunmacıların başlıca gücünü,
Cenevizli iki üç bin paralı asker oluşturuyordu. Bizans İmparatoru tarafından
başkomutanlığına atanan Cenevizli Giustiniani-Longo yaralanıp, gemisine
kaçınca, savunmacıların morali çöktü. Surlar üzerindeki savunmaya Venedik
elçisiyle, Osmanlı Şehzadesi Orhan’da katılmıştı.
- 11 Nisan’da büyük toplar Topkapı-Edirnekapı arasına yerleştiriliyor.
- Mancınıklar surların önüne mevzileniyor.
- 12 Mayıs’ta Edirnekapı ve Eğrikapı arasındaki bölgeye büyük bir taarruz yapılıyor.
- Venedik ve Bizans gemilerine Galata üzerinden havan topuyla aşırtma atış yapılıyor. Bu olay tarihte bir ilk.
- 29 Mayıs sabahı son muharebe; Ve savunma çöküyor.
- Bursa Subaşısı Cuba Ali Bey, Haliç Cibali’deki kapıyı kırıp kente giriyor.
- Bir grup Giritli, Bahçekapı civarında son kez direniyor.
- Donanma komutanı Hamza Bey’e son hücumda Haliç’den deniz surlarına yaklaşıp ateş açması, gerekirse merdivenlerle surlara hücum etmesi emrediliyor. O sabah zırhlı azepler (deniz askerleri) karaya çıkıyor.
- Haliç kıyısından ve Topkapı civarından şehre giriliyor.
Gemiler Haliç’e nereden geldiler ?
Konstantinapolis kuşatması
sırasında Osmanlı donanması 20 Nisan 1453’de Yenikapı önlerinde, Papalık tarafından Bizans’a gönderilen, erzak
ve silah yüklü, üç Ceneviz ve bir Bizans gemisini durdurmayı başaramamış ve
gemiler Haliç’e girebilmiştir. Osmanlı donanması, sayıca üstünlüğüne rağmen,
kendilerinden büyük ve yüksek olan düşman gemilerini engelleyememişti. Bu
başarısızlık üzerine II.Mehmed’in 22 Nisan gecesi, 72 gemiyi Galata
sırtlarından yürüterek Haliç’e indirttiği söylenir. Gerçekten gemilerin iki gün
sonra Haliç’te Kasımpaşa’da göründüğü doğrudur. Ama acaba bu gemiler nereden
gelmişlerdi?
Kuşkusuz Fatih’in kafasında daha
işgalin planlama döneminden itibaren Haliç’e gemi çıkarma düşüncesi vardı; çünkü
Haliç surlarının diğer taraflara göre daha zayıf olduğu bilinmektedir. Karadan
gemi yürütme işi bilinmeyen bir şey değildi. Tarihin ilk dönemlerinden beri değişik
ordularca defalarca yapılmıştı. En son olarak da Venedikliler tarafından
gemiler, Mehmed’in padişahlığından 14 sene önce, Adige’den Venedik ile Milan
arasındaki Garda gölüne 14 kilometre taşınmışlardı. Bu son olayı II.Mehmed’in
duymamış olması mümkün değildir.
Haliç’in önüne gerilen zincir
Kuşatma hazırlıklarının hepsi ayrıntılarıyla
biliniyor. Rumeli Hisarı yapımı 5 bin usta ve işçiyle 4.5 ayda tamamlanabilmiştir. Büyük topların hazırlanma
ve deneme süreçleri hatta teknik çizimleri bile mevcut. Edirne’den Konstantinapolis’e
ancak iki ayda getirilebilmiş. Haliç’in iki yakası arasında önceden hazırlanmış
fıçıların birbirine bağlanmasıyla oluşturulan köprünün montajının bile 50 gün
sürdüğünü biliyoruz. Osmanlı’nın alışık olduğu bu işleri, bu sürelerde
bitirebilmesine karşın, tarihinde ilk kez yapacağı bir eylemi, her biri üzerlerindeki
toplarla en az 80 ton ağırlıkta olan 72 geminin 2 gecede ormanlık tepelerden
aşırılarak Haliç’e indirilebilmesi ve de bunu da karşı taraftan hiçkimsenin
görmemiş olması, hiç de inandırıcı değil. Bu konuda Osmanlı arşivlerinde hiçbir
belge yoktur. Kimin komuta ettiği, gemilerin Beşiktaş’tan mı, Dolmabahçe’den
mi, yoksa Tophane’den mi yola çıkarıldığı, Şişhane’den mi, Taksim’den mi
geçirildiği belli değildir.
Ayrıca bilindiği gibi Haliç’in
ağzı bir zincir ile kapatılmıştır. İnsanın aklına iki yiğit yeniçeri gönderip,
bu zincir testereyle neden kesilmedi diye sorası geliyor. Herhalde bir zinciri
koparmak gemileri tepelerden aşırmaktan daha kolaydı. Ayrıca 250 yıl önce Latin
işgali sırasında Venedik donanması 1203’de zinciri kırarak Haliç’e girmiş ve Konstantinapolis’i
igal etmişti. Venedikli’nin kırdığı zinciri Osmanlı kesemiyecek miydi?. Gene
kuşatma başarıya ulaşınca kaçmaya çalışan Haliç’teki Venedik gemileri iki kez
zinciri kesmek suretiyle Haliç’ten çıkabilmişlerdir. Başka bir alternatifte de
zincirin bir ucu Galata surlarının içinde Karaköy’de Haliç’in ağzındaki bir
kuleye bağlıydı. Galata’nın kontrolü Cenevizliler’de olduğu ve zaten Osmanlı’ya
direnç göstermedikleri için zincir buradan da kolaylıkla çözülebilirdi. Osmanlı
zinciri aşmaya uğraşmamış alternatif planlar yapmıştır. Belki de o dönemde
küçük ve zayıf gemilerden oluşan Osmanlı donanması, zincirin arkasında bekleyen
Venedik destekli Bizans donanmasıyla cepheden savaşa girmemek için bu yolu
denemedi. Bir şekilde arkaya sarkıp Haliç’in içlerinden saldırmak istedi.
Fetih konusunda kitap yazmış
Hasan Kazankaya ’61 metre boyunda 8 metre
genişliğindeki bir kadırgayı sadece denizden kızakla karaya çıkarmak 10 dakika
sürse, 72 gemi için 720 dakika yani bir gece gerekir’ diye yazar. Yok eğer
gerçekten karadan kaydırıldıysa o dönem tamamen orman olan bu alanlarda en kısa
güzergah için bile 5 kilometrelik bir bir mesafede ormanın temizlenip, yol
hazırlanması, hendeklerin doldurulması gerekiyordu. Eğer gemiler kaydırılmışsa birden
fazla yağlanmış kızak hazırlanmış olması, eğer arabayla taşınmışsa, çok sayıda her
biri 80 ton taşıyabilecek büyüklükte tekerlekli araba hazırlanması
gerekmekteydi. Ne kadar muazzam bir logistik efor gerekeceğini düşünün.
Fatih'in donanmaya emri ve gemilerin karadan yürütülmesi Fausto Zonaro
Bu olayın en anlaşılır izahı.
Gemilerin Okmeydanı’na doğu Kağıthane içlerindeki ormanda hazırlanan
tersanelerde üretildiği, Kağıthane deresinde bekletildiği ve bir gecede Haliç’e
ulaştırıldığıdır. Belki de Okmeydanı tersanesi güvenlik nedeniyle dereye yakın değildi
ve gemiler buradaki düz ve kısa mesafede kızakla yürütülmüştü. Evliya Çelebi’de
‘Kağıthane’deki korulukta Timurtaş Paşa’nın
iki bin askerle 50 parça kadırga yapmakla görevlendirildiğini’ yazar. Gemilerin karadan yürütülmesi hakkında
detaylı bilgi veren tarihçilerden Dukas, kuşatma sırasında Midilli’de diğer
yazar Kritovulos ise Gökçeada’dır. Dolayısıyla onlar gördüklerini değil
duyduklarını yazmışlardır. Haliç’e indirilen gemilerin toplam sayısı hakkında
da tutarlılık yoktur. Çeşitli kaynaklarda 30 ile 72 gemiden bahsedilir.
Osmanlı’nın kuşatmaya 145 ile 300 arasında değişen sayıda gemiyle katıldığı
belirtilir. Ancak bu gemiler küçüktür. Alman tarihçi Kissling, Osmanlı
donanmasının asıl gücüne II.Bayezid döneminde ulaştığını, Fatih döneminde
donanmanın savaşmak yerine asker ve iaşe naklini sağlayan lojistik hizmeti
gördüğünü belirtir.
Şehre ilk giren Ulubatlı Hasan’mı ?
Kuşatmanın son günü olan 29 Mayıs’da
çağının en iyi silahlanmış ve eğitilmiş gücü olan 12 bin kişilik yeniçeriler
diğer desteklerle birlikte surların en zayıf noktalarına saldırıya geçtiler.
Savunmanın efsanevi komutanı Cenevizli Giustiniani-Longo’nun göğsünden ölümcül
bir yara alarak savaş alanını terkedip limanda bekleyen gemisine gitmesi, bunu
gören askerlerde ve özellikle ön surlardaki savunmaya olumsuz etki yapacaktı.
Gün ağarırken Osmanlı askerleri değişik noktalardan şehre girmişlerdir.
Konstantinapolis surlarına ilk bayrağı dikenin Ulubatlı Hasan olduğu ve onun surlara tırmanışı ve bayrağı dikişi Türk tarih kitaplarında destansı bir havada anlatılır. Bu hadisenin kaynağı Konstantinapolis’in fethi sırasında şehirde olan Bizanslı tarihçi Francis’dir. Ancak Francis’in anlattığı olay kitabın 1477 yılı orijinal baskısında yoktur. Ulubatlı Hasan efsanesi , sahte Francis olarak anılan ve Francis’in eserlerine geniş ilaveler yapan Monemvasia metropoliti Makarios Melissinos’un yazdığı kitapta yer alır. Konstantinapolis surları iki sıradır ve içteki surlar daha yüksektir. Ulubatlı Hasan’ın çıktığı anlatılan surlar ise daha alçak olan dış surlardır. Peki arkadaki daha yüksek surları savunan Bizanslı yok mu idi? Şehre girebilmek için onun da aşılması gerekliydi.
İstanbul kara tarafı surları kesiti
Tarihçi Dukas, şehri girişi, Edirnekapı
ile Eğrikapı arasında, tek sıralı olan Blachernae surlarının, çift sıralı
surlarla birleştiği yerde, açık bırakılmış olan yayalara ayrılmış küçük Kerkaporta Kapısı’ndan gerçekleştiğini,
buradan giren 50 kadar yeniçerinin içeriden surlara tırmanarak, oradaki
savunmayı kırıp, dışarıdan saldıran arkadaşlarına yol açtıklarını yazar.
Ulubatlı Hasan ile ilgili başka hiçbir yerde de bir bilgi yoktur. Değişik
yazarlar farklı rivayetler ortaya atmışlardır.
II.Bayezid dönemi tarihçilerinden
Bihişti, şehre ilk giren kişinin babası Karışdıran
Süleyman Bey olduğunu belirtir. Bir Romen kaynağında ise surlara ilk
çıkanların korkunç görünümlü beş Türk olduğu ve dev cüsseli Mustafa Bey’in
emrindeki askerlerle şehre girdiği anlatılmaktadır. II.Meşrutiyet dönemi
kutlamalarında şehre giren ilk kişi Balaban
Çavuş olarak bahsedilmekteydi. Kuşatma sırasında Haliç kıyısındaki nispeten
daha zayıf olan surlarda büyük delikler açılmıştı. Ama kara tarafından henüz
bir çözülme olmamıştı. Bu sırada kara surlarını savunan Giustiniani-Longo’nun
yaralanıp geri çekilmesi ve Haliç tarafından şehri girildi haberi üzerine
İmparator Constantine’nin tanınmamak için er giysisi içerisinde atıyla hızla
Haliç’e doğru ilerlediği ve Zeyrek yokuşunda karşılaştığı, şehre girmiş azepler
tarafından öldürüldüğü iddia edilir.
S.Tansel’e göre bir başka iddia
ise şehre kara tarafından anlaşılarak girildiğidir. Haliç tarafından şehre
girildiğinde, yaralı komutan Giustiniani-Longo ile İmparatorun kara tarafını
terk etmesi üzerine mukavemetin artık anlamsızlığını kabul eden Bizanslılar belki
de kiliselerinin korunması koşuluyla Fatih ile anlaşarak direnişi
sonlandırmışlardır. Şehrin bu bölümündeki kiliselerin Fatih döneminde kilise
olarak muhafaza edilmesi bu düşünceyi desteklemektedir. Şehre, Bursa Subaşısı Cuba Ali Bey’in girdiği deniz
kenarındaki kapıya onun adına Cubali(Cibali) denildiği de iddialar arasında. Hüseyin
Hazerfen’in Dünya Tarihi kitabına göre ‘Sonunda
şehir iki yandan ele geçirildi. Denizden saldırı yoluyla, kara tarafından da
Edirnekapısı’ndan da barışçıl uzlaşma yoluyla, Osmanlılar Aksaray meydanında
buluştular. Sulu Manastır’daki kilisenin Hiristiyanlara bırakılıp Aksaray’dan
Ayasofya’ya kadarkilerin camiye çevrilmesi de buradan kaynaklanıyor.’
Cuba Ali ve dervişlerinin şehre girdikleri Cibali kapısı. Kapının
üstündeki kitabe girişi anlatır
Evliya Çelebi’ye göre de eserinde
‘Karatya denilen ağlarıyla balık avlayan
balıkçılar fetih sırasında Petrus kapısını açtıkları için öşür vergisinden
muaftırlar ve bugün bile vergi ödemezler’ diye yazar. Vergi muafiyetinin
Osmanlı’da çok özel kişilere verildiği düşünülürse doğruluk payı yüksek olabilir.
Resmi tarihimiz şehre girişin
Topkapı civarından olduğunu yazar. Ne olursa olsun büyük bir orduya, devasa
toplara, 7-15 bin kişiyle 53 gün kök söktüren Bizans halkının hakkını da vermek
gerekir. Fatih Sultan Mehmed şehir alındıktan sonra taht üzerindeki iddiaların
önünü kesmek için keşiş kılığında kaçarken yakalanan şehzade Orhan’ı idam ettirdi.
İtalya’nın fethi çizmenin topuğundan başlamıştı; Otranto
Fatih, Roma üzerinde hakkı
olduğunu iddia ediyor ve Roma’yı fethederek tüm kadim Roma İmparatorluğu’nu
yeniden kurmak istiyordu. Bu amaçla 1480’de bir yandan Doğu Akdeniz’in kilidi
Rodos’u Haçlı şövalyelerinden almak için bir donanmasını Rodos’a sevketmiş,
öbür yandan dönemin büyük komutanı Gedik Ahmed Paşa emrinde bir orduyu
Avlona(Vlöre limanı) üzerinden İtalya üzerine göndermişti. Gedik Ahmed Paşa,
çizmenin topuğunda, Apulia’da Otranto’yu aldı. Kaleye 500 kadar yeniçeri
yerleştirildi. Ertesi bahar İtalya yarımadasının fethini gerçekleştirmek
amacıyla Rumeli’ye geri döndü. 1481 baharında Fatih, hedefi bilinmeyen bir
sefer için büyük bir ordunun başında Anadolu’ya geçti ama ani ölümü, Fatih’i
daha ileriye gitmekten alıkoydu. Ömrü vefa etseydi Fatih’in mutlaka İtalya
seferleri yapacağına inanılıyor.
Osmanlı veziriazamları arasında
Köprülü Mehmed Paşa ile birlikte en güçlü ve sert yöneticilerinden olan Gedik
Ahmed Paşa Rumeli’de ordusunu toplayıp, Otranto‘daki gazilerinin yanına
ulaşamadı; Bayezid’ın ısrarıyla Cem’e karşı Anadolu’da savaşlarda vakit
kaybetti. Sultan her seferinde kendisine, Cem Sultan işi çözümlenir çözümlenmez
Rumeli ordusuyla Otranto’ya gidebileceği vaadinde bulunuyordu. Bir diktatör
durumunda olan Ahmed Paşa, bir yıl sonra Topkapı sarayında bir ziyafetten
dönüşte Orta-Kapı’da cellatlar tarafından boğuldu. Bayezid, Ahmed Paşa’nın
gizli Cem Sultan yanlısı olmasından şüpheleniyor ve sürekli sefer baskısı
yapmasından ve fazla güçlenmesinden hoşlanmıyordu. Böylece İtalya macerası da
I.Süleyman’ın 1537 Korfu seferine kadar ertelenmiş oldu. Otranto’da kalan 500
Osmanlı yeniçerisi kaleyi, Napoli Kralına teslim etmek zorunda kaldılar ve
kralın hizmetine girdiler.
Fatih Sultan Mehmed’in çizmesi ayağından hiç çıkmadı
Fatih’in ömrü savaşlarda geçmiş,
daha önce hiçbir hükümdarın başaramadığı işleri başarmıştı. Otuz sene içinde
tam yirmibeş seferi bizzat kendisi idare etti. İmparatorluğun topraklarını 2,5
kat büyüterek 880.000 km2 den 2.214.000 km2 çıkardı. Topraklarını
oransal olarak en fazla büyüten padişahtır.
Özellikle İstanbul’da yaşayanlar
olmak üzere halk arasında büyük bir saygınlığı vardı. Ancak izlenen mali
politikalardan dolayı da ülkede genel bir hoşnutsuzluk oluşmuştu. Döneminde iki
yıl hariç her yıl savaşılmıştır. Osmanlı ordusu bazen yılda iki kez sefere
çıkıyordu. Sadece yaz ayları değil, sefere elverişsiz kış aylarında da seferler
düzenlenmişti. Genelde Osmanlı baharda sefere çıkar, en geç Eylül’de yağmurlar
başlamadan dönerdi. Eylül’de dönülmesinin bir nedeni de ekinin hasat zamanı
olmasındandı. Fatih’in uzun seferleri nedeniyle bazı yıllar cephede savaşan
köylü tarladan hasatını kaldıramamıştır.
Sürekli savaştan en çok bıkan da mesleği savaşmak olan yeniçeriler oldu.
Cepheden cepheye koşan yeniçeriler Fatih’ten memnun değildiler. Bundan dolayı,
Fatih’in ölümünden sonra, babasına benzeyen Cem Sultan’ı değil, daha yumuşak
huylu ve barışcı II.Bayezid’i desteklediler.
Fatih döneminde İstanbul’un
alınmasına ilave olarak Avrupa’da, Mora yarımadası, Arnavutluk, Sırbistan,
Bosna, Eflak, Boğdan, Kırım ve İtalya yarımadasının topuğundaki Otranto şehri
Osmanlı topraklarına katıldı. Anadolu’da Candaroğlu ve Karamanoğulları
beyliklerine son verilerek Amasra, Sinop, Konya alındı. Trabzon Rum Devlet’i
tarihten silinerek Trabzon ve civarı Osmanlı’ya dahil edildi. Doğu sınırında
Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Otlukbeli’nde mağlup edilerek, batıya doğru
ilerlemesi durduruldu. 1463 senesinde Papa'nın büyük gayretleri ile toplanan ve
savaşa katılan herkesin altı aylık günahının affolunacağı ilan edilen 20
devletin katıldığı bir haçlı ittifaki ile 16 sene savaştı.
Fatih Sultan Mehmed zehirlendi mi ? Cenazesi neden unutuldu ?
II.Mehmed, 27 Nisan 1481’de gut(niksir,damla)
hastalığına rağmen at üzerinde görkemli bir ordu ve toplarıyla doğu yönünde,
ama hedefi bilinmeyen bir sefere çıktı. Üsküdar’ı geçtikten sonra
rahatsızlandığı için birkaç gün mola verildi. Atla gidemeyecek kadar dermansız kalınca
at arabasıyla sefere devam etti. Bitkin bir halde Gebze yakınlarında Hünkar çayırı
vardı, ama orada komaya girdi ve 3 Mayıs Perşembe günü akşamüstü 49 yaşında vefat
etti. Hastalığına ilk müdahaleyi sürekli doktoru ve yakın dostu Yahudi dönmesi Yakup
Paşa (Gaetalı Maestro Jacopo) yapmıştı. Ancak hastalığın ağırlaşması üzerine
Acem doktor Lari çağrıldı. Doktor Lari farklı bir tedavi uyguladı ama II.Mehmed
daha da kötüleşti. Bunun üzerine yeniden Doktor Yakup Paşa’ya dönüldü ama malesef
kurtarılamadı. Ölümün zehirlenme olduğunu düşünenlerin bir kısmı Venedik
üzerinden Yakup Paşa’yı, diğer kısmı II.Bayezid üzerinden Lari’yi suçladı. Sanki
izleri yok eder gibi her iki doktor da Fatih’in ardından öldürüldüler.
Fatih, Venedikliler, Memluklar
ve diğer devletlerce öldürülmek
isteniyordu. Sadece Venedik Devleti 14 kez teşebbüste bulunmuştu. Ama bir de saray
içi tehlike vardı.
- Veziriazam Karamani Paşa’nın zehirletme olasılığı düşük çünkü Fatih ölürse yeni padişah ile birlikte iktidardan uzaklaştırılacak. Bu olaydan bir menfaati yok.
- Yahudi doktoru Yakup Paşa Manisa’dan beri Fatih’ile birliktedir ve Padişah ile yakın ilişkileri vardır. Venediklilerin Yakup Paşa’ya rüşvet vererek öldürttüklerine dair kuvvetli bir iddia vardır. Ama o devirde İtalya yahudiler için adeta bir cehennem iken Konstantinapolis adeta bir cennettir. Sultanın ardından Yakup Paşa’nın öldürülüşü ve Yahudi mahallesinin yağmalanmasının gerçek sebebi Yahudilerin elde ettikleri ayrıcalıklara ve Fatih’in üzerinde sağladıkları büyük nüfusa duyulan tepkidir. Gene de çoğu yazar Fatih’in ölümünden Yakup Paşayı sorumlu tutar.
- Fatih’in gut hastalığından muzdarip olduğu bilinmekte. Ama buna karşın doğu seferine (belki Mısır) çıkıyor, demek ki hastalığı o kadar ileri değil. Belki de sonradan doktorların yanlış ilaçlarının yan etkileri nedeniyle ölüyor.
- Fatih kendisini kuşatan ve şehzade Beyazid’i tahta çıkarmayı hedefleyen bir komplo ile karşı karşıyadır. Fatih’in icraatlarını beğenmeyenlerin oluşturduğu bir cephe var. Başta savaşmaktan yorulmuş yeniçeriler, artan vergiler, sürekli devalüasyon nedeniyle finansal gücü azalan zümreler ve ellerindeki vakıflı malları devletleştirilmiş tarikatlar ve özellikle Halveti tarikatı. Bu cephenin Bayezid’in lehine Fatih’i zehirletmiş olabileceği muhtemel. Bu olasılıkta şüpheler Farslı doktor Lari’yi gösteriyor.
Fatih’in hayatta iki oğlu vardı.
34 yaşındaki büyük oğlu Bayezid Amasya’da, 23 yaşındaki küçük oğlu Cem Konya’da
sancakbeyi idi. İki şehzadeye de ulaklar gönderiliyor. Fatih’in naaşı da
gizlilik içerisinde Topkapı sarayında ıssız bir mekana bırakılıyor. Vezir İshak
Paşa Beyazid’i, Veziriazam Karamani Mehmed ise Cem’i iktidara taşımak istiyordu.
Askerler birkaç gün içerisinde Fatih’in öldüğünü duydular ve özellikle kapıkulu
askerleri İstanbul’da, yahudi mahallesinde yağmaya başladılar. Şehzade Beyazid
taraftarları askerin isyanını destekliyordu. Veziriazam Karamani Mehmed paşa’yı
parçalayıp konağını da yağmaladılar. Fatih tarafından İstanbul muhafızı olarak
bırakılmış eski veziriazamlardan Şehzade Bayezid taraftarı Vezir İshak Paşa
duruma hakim olunca, 4 Mayıs 1481’de Bayezid’in oğlu Korkut Çelebi’yi babasının
gelişini beklemek üzere tahta geçirdi. 22 Mayıs’ta Bayezid başkente girdi ve
iktidarı aldı.
Cem Sultan’a gönderilen ulaklar,
yolda yakalanıp öldürülmüştü. Dolayısıyla Cem ağabeyinden İstanbul’a daha yakın
olmasına rağmen, babasının öldüğünü geç haber aldığından taht kavgasında bir
adım geriye düştü. O da Bursa’ya gelerek kendini hükümdar ilan etti.
Evlatları ve saraydaki yandaşları
taht kavgası yaparken Fatih’in cesedi sarayda unutuldu ve adeta çürümeye terk
edildi. Topkapı sarayında sıcak Mayıs ayında kaftanı üzerinde bırakıldığı için
ceset kokmaya başladı. Koku dayanılmaz hale gelince, ölümün üzerinden 11 gün
geçtikten sonra, tahnit edilebildi. Şehzade Bayezid, padişah ilan edildikten
hemen sonra yani Fatih’in ölümünden 19 gün sonra Fatih Sultan Mehmed kendi
yaptırdığı caminin avlusuna defnedildi.
Yalçın Küçük, Fisher’den
aktarmayla ‘Fatih son seferine, kendisine
fazla güvenmeye başlayan ve dikbaşlı olan oğlu Beyazid’a diz çöktürmek ve ezmek
için çıktığından’ söz ediyor. Esasen Beyazid’in Fatih tarafından
sevilmediği, buna rağmen Saray’daki konumunun çok güçlü olduğunu biliyoruz.
Kapıkulları, yeniçeriler ve Fatih’in siyasasından şikayet eden önemli bir kesim
Beyazid’i desteklemekteydi. Fatih’in yürüttüğü kamulaştırma, vergi artırımı ve
yeni değeri düşük akçe çıkarması halkta hoşnutsuzluklar yaratıyor. Şehzade
Beyazid, Amasya, Tokat ve Trabzon çevresinde babasının bu icraatlarını
uygulamayınca düzenden gayrı memnunlar zümresi dikkatlerini Beyazid’e
çevirmişlerdi. Bu ikilemin bir de dinsel boyutu olacaktır. Fatih devrinde örf
ve şeriat çatışması keskin bir şekilde ortaya çıkmış olup Beyazid Veli şeriatın
temsilcisi olarak tahta gelmiştir.
Fatih’in yayılmacı politikasına
karşı olan Beyazid’in önemli destekçilerinden biride Halveti Tarikatı
dervişleriydi. Fatih, devletin mali olanaklarını artırmak için tarikatların ve
vakıfların topraklarını devletleştirdiği için şeriatçı çevrelerle arası iyice
açılmıştı. Fatih buradan elde ettiği toprakları tımar sistemine dahil ederek,
ülkenin asker sayısını ve gücünü, tutucu kesimle arasını bozma pahasına ciddi
oranda artırmıştı.
İktidarının başında devşirmelerin
devlet içerisinde güçlenmesini sağlayan Fatih, denge siyaseti içerisinde
1471’den sonra devşirmelerin aleyhine, Türk soyluları desteklemiştir. Bundan
dolayı Türk soylular Fatih’in yayılmacı siyasetini desteklerken, kaderin garip
cilvesi Fatih’i iktidara taşıyan devşirmeler elde ettikleri olanakları korumak
amacıyla statükocu bir duruma düşmüşlerdir. Daha hareketli ve askerliğe yatkın
olan şehzade Cem Türk soyluları, barışçı olan Şehzade Beyazid ise devşirmeler
tarafından destekleniyordu. Cem Sultan mali ve ekonomik sıkıntılarına neden
olabileceğini hiç düşünmeden Avrupa’da büyük çaplı fetih hareketleri
taraftarıydı. Şehzade Beyazid ise, Fatih’in mali politikalarına karşı çıkıyor,
fethedilmiş topraklarda İmparatorluğu pekiştirmek için barış öneriyordu.
Fatih’in son günlerinde sarayın
durumu, II.Murad’ın son yılları gibiydi. Sanılanın aksine Fatih, mutlak güç
değildir. Süreğen savaş politikasının kapıkullarındaki tepkisi, gerekse de
halka yüklediği vergiler ve para
değerinin sürekli düşmesinin yarattığı tepkiler onu iyice güçten düşürmüştü. Daha
önce Fatih’in güçlendirip üst yönetimde görev verdiği devşirme vezirler,
komutanlar Bayezid tarafına geçmiştir. Toplum iki kutuplu hale gelmişti ve
Fatih-Cem tarafı ve Beyazid tarafı olmak üzere ikiye bölünmüştü. Fatih’in de
adayı Cem idi. Kanunnamesinin örnek olarak dağıtılacak metninde Cem’in adı
zikredilmişti. Uzun Hasan ile savaşmak üzere doğu seferine çıktığında oğulları
Mustafa ve Beyazid’i yanına almış, en güvendiği oğlu Cem’i İstanbul’da
bırakmıştı.
Cem’in kapıkullarından oluşan
merkezi bürokrasi içerisinde destekçisi, oldukça azdır. Uzun Hasan ile savaşta
Fatih’in öldüğü haberinin yayılması üzerine, bizzat babası tarafından
İstanbu’da bırakılan, Cem padişah ilan edilmiştir. Otlukbeli savaşından
muzaffer olarak istanbul’a dönen Fatih, bu olayı tertip edenlerin hepsini idam
ettirirken oğluna dokunmamıştır. Cem ile ilgili beklentileri vardır.
II.Mehmed 1481 yılında öldüğünde,
eskisinden daha geniş ve güçlü bir imparatorluk bırakıyordu; ancak yorgun bir
ordu, sıkıp suyu çıkarılmış ve hoşnutsuz bir halk, öfkeli ve bölünmüş bir
seçkinler topluluğu da. İç savaş, bu patlamaya hazır durumun sonucu oldu biraz
da.
Fatih Sultan
Mehmed'in Şahsiyeti
İstanbul fatihi, sınırsız güç
sahibi mutlak bir hükümdar olmanın yanı sıra dünya hakimiyeti fikrini de
benimsemişti. Onun bu düşüncesinin kaynağı Türk-Moğol hakanlık, islami hilafet
ve Roma imparatorluk fikriydi. 1446'da Grek kökenli filozof Georgios
Trapezuntios Fatih'e hitapen, ‘Kimse
şüphe etmez ki sen Roma imparatorusun. İmparatorluk merkezini hukuken elinde
tutan kimse imparatordur ve Roma İmparatorluğu'nun merkezi de istanbul'dur’
diyordu.
Papa II.Pius (1405 -1464)
Papa ll.Pius, Fatih'i
hıristiyanlığa davet eden mektubunda (1461-1464 arasında yazılmış ve bilinmeyen
bir nedenle Fatih'e gönderilmemiş olan mektup) Hıristiyanlığı kabul ederse
meşru imparator sıfatıyla dünyanın en kudretli hükümdarı haline geleceğini ve
kendisine ‘Grekler'in ve Şark'ın
imparatoru’ unvanını vereceğini söylüyordu. Fatih Ortodoks Patriğini,
Ermeni Patriğini ve Yahudi Baş Hahamını payitahtına yerleştiriyor, fethe
hazırlandığı dünyayı öğrenmek üzere Amirutzes'e 1456 yazında dünyanın haritasını
yaptırıyordu.
İran'da yerleşen Akkoyunlu
Hükümdan Uzun Hasan'ın Anadolu üzerinde nüfuz ve üstünlük iddialarına karşı da
Osmanlı padişahının soyunu Oğuz Han'a çıkaran geleneklere daha çok önem
verdiğine dair işaretler vardır. Fatih Sultan Mehmed "Avni"
mahlasıyla şiirler de yazmıştır. Çağının şiir dilini ince hayallerle yoğurmayı
başarmış. Açık ifadeleri ve akıcı üslubu , henüz sanatlara boğulmamış bir Türk
şiirinin güzel örnekleri arasında sayılmıştır. Arapça- Farsça tamlamalar yerine
Türkçe ifadeler kullanmayı tercih etmiştir.
Ali Kuşçu Fatih'in huzurunda el öpüyor
Fetihten sonra istanbul'da sekiz
kiliseyi (Zeyrek Medresesi de dahil) cami ve medrese haline getirdi; Ayasofya
medresesini açtı.1471 yılında kendi camisi etrafında ünlü Semaniye
medreselerini yaptırdı. Selamine’yi kurmak için, Türkistan’lı dönemin büyük
matematikçisi ve astronomu Ali Kuşçu’yu görevlendirmiş, kütüphane müdürlüğüne
onun öğrencisi Osmanlı matematikçisi Molla Lütfi’yi atamıştır. Devrinin en büyük alimleri Molla Hüsrev, Molla
Gürani, Molla Yegan, Hızır Bey ve Hocazade Muslihuddin'dir. Bu devir Osmanlı
Türkleri'nde matematikte oldukça parlak bir devirdir. Fatih, kendi döneminde
ilim ve felsefe tarihinin en önemli meseleleri üzerinde alimleri tartışmaya ve
eser vermeye teşvik etmiştir. Timur’un karşısında Seyyid Şerif el-Cürcani ile
Teftazani arasında ulemayı ikiye bölen ünlü tartışmayı, Tanrı bilgisine akılla
mı, yoksa sezgiyle mi erişileceğini, kendi döneminin filozoflarına
tekrarlatmıştır. Kelam uleması akılla erişileceğini iddia ederken, sufiler içe
doğma, sezgiyle erişileceğine inanıyordu. Bu konu aynı zamanda batılı
hümanistlerce de o dönem tartışılan bir konuydu. Kendisi din felsefesinde, çağdaş
pozitivistlere yakınlık gösteren Seyyid Şerif'e eğilim gösterirdi. Öte yandan
İbn Rüşd ile Gazzali arasındaki medrese eğitimi üzerine olan büyük tartışmayı Hocazade
Muslihuddin Efendi ile Alaeddin et-Tusi’ye inceletmiştir.
Fatih döneminin özgür düşünceli
bilgini Molla Lütfi, gelenekçi ulemayı hiç çekinmeden eleştirir, alaya alırdı. Bu
nedenle tüm ulema kendisine düşman kesildi. II.Beyazid’e şikayet edildi, Sultan
ulema meclisinde görüşülüp karar verilmesini istedi. Lütfi, ulemadan dört
otorite tarafından sorguya çekildi. Bir dersinde uhrevi selamet için kuru kuru
yatıp kalkmak, namaz kılmak yetmez dediği öğrencilerinin tanıklığı ile açıklandı.
Ulema meclisi katline karar verdi. Padişah II.Beyazid’in onayı ile idam edildi.
Halk ve özellikle sufiler hiçbir zaman taasubun kurbanı olan Molla Lütfi’nin
dinsiz olduğuna inanmadı.
Fatih Sultan Mehmed’den sonra II.Beyazid tahta çıkıyor
II.Mehmed’in 1481’deki ölümünü,
büyük bir yeniçeri isyanı, oğulları Cem’le Bayezid arasında taht kavgası ve
izlediği maliye ve yönetim politikasına karşı genel bir tepki izledi.
- Aşırı savaşçı politikası ülkeyi yormuştu. İktidarı sınırsız, sert bir hükümdardı; kışın bile süren seferlerden bitkin düşmüş yeniçeri ordusu asileşmişti.
- Büyük girişimlerine kaynak sağlamak için gümrük vergilerinin yanısıra köylünün ödediği bazı vergileri artırmış, akçenin gümüşünü birçok kez düşürmüş, çok sıkı bir mali denetim getirmişti.
- Son olarak da, önceleri vakıf ya da emlak haline dönüşmüş yirmi bin kadar çiftlik ve köyü devlet denetimine almış ve tımar olarak askere dağıtmıştı. Bu tedbirler, özellikle eski ve etkili aileler, ulema ile şeyhler ve dervişler arasında genel bir hoşnutsuzluk yaratmıştı.
Durumdan memnun olmayanlar bir
propaganda hareketi başlatıp Mehmed’in büyük oğlu Bayezid etrafında
toplandılar. Mehmed’in ölümü üzerine yeniçerileri isyana kışkırttılar. Fatih’in
veziriazamı Karamani Mehmed Paşa öldürüldü, Bayezid’i tahta çıkarmak için
tedbirler alındı. Bayezid yandaşları, yeniçerilerin taptığı Gedik Ahmet Paşa’ya
güveniyorlardı. Bu büyük savaşçıyı, İtalya seferinin hazırlıklarının tam
ortasındayken, Bayezid saflarına çağırdılar. Gedik Ahmet, Cem’i yenerek
Bayezid’i tahta geçirdi, ancak gerçek iktidar Gedik Ahmet Paşa ile kayınpederi
İshak Paşa’nın ellerindeydi. Kapıkulları Fatih’in son döneminde kaybettikleri
iktidarı yeniden almışlardı. Yeniçerilere cülus(tahta çıkış) bahşişi dağıtıldı.
II.Beyazid (1447- 1512)
II.Beyazid sultan olunca,
Şeriata, ulemaya yakın oldu. Veli ünvanını aldı. Bu bir tepkiydi; Fatih
döneminin hoşgörülü, geniş görüşlü tutumuna tepki. Fatih, sarayına İtalyan
hümanistleri, Rum filozofları alıyor, kütüphane yapıyor, İtalyan-Rum klasikleri
topluyor, Sarayını İtalyan ressamların freskolarıyla süslüyordu. Bayezid dönemi
ise tam tersi bir dönem oldu. Fatih’in yaptığı birçok işten vazgeçildi. Babası
zamanında devletleştirilmiş tımara dönüşmüş topraklar sahiplerine geri verildi.
Vakıfların çoğu eski durumuna getirildi.
Ancak tepki toplumsal ve politik
yaşamla sınırlı değildi. Güçlü bir topluluk yaşamın her alanında şeriatın
uygulanmasını istiyor, yeni sultanı adalet ve şeriatın savunucusu ilan
ediyordu. Saraydaki freskolar silindi, Fatih’in Bellini tarafından yapılan
resmi de dahil saraydaki tüm resimler çarşıda satıldı. Askeri seferlere zorunlu
olmadıkça çıkılmadı. Fatih döneminde yapılan devalüasyonlardan dolayı mağdur
olan yeniçeriler, II.Bayezid’e hükümdarlığı süresince bir defadan fazla para
basmamasını şart koşmuşlardı, buna dikkat edildi.
Bunların yanında Bayezid dönemi
bir yeniden toparlanma ve barış yılları oldu. Bu dönemde Osmanlı ordusu yeni
ateşli silahlar ile teçhiz edildi. Donanma sadece lojistik hizmeti gören
yapıdan çıkarılıp savaşçı hale getirildi. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran ve
Mısır seferlerindeki üstünlüğünün ana nedeni kılıç kalkan ile savaşan düşmana
karşı Osmanlı’nın top ve tüfek ile karşılık vermesidir. Osmanlı altyapısının
güçlenmesi Sultan Süleyman dönemindeki başarılarda bile payı vardır. Ayrıca
Halil İnalcık’a göre, ‘Toplumun önde
gelenleri II.Bayezid tahta çıktığında, babası II.Mehmed’in fetihlerinde fazla
ileri gittiğini iddia edip yeni sultana babasını değil dedesi II.Murad’ı örnek
almasını tavsiye etmişlerdi.’
Cem Sultan’ın taht mücadelesi
Şehzade Cem, babasının ölümünü
geç haber alınca topladığı ordusuyla Bursa’ya gelmiş, saltanatını ilan edip
adına para bastırmıştı. Osmanlı tahtına çıkmış kardeşi Bayezid’e haber
göndererek İmparatorluğu paylaşma önerisinde bulundu. Fakat 1481 yılında Bayezid
ile yaptığı iki savaşı da kaybederek Önce Memluklere sonra da Rodos
Şövalyelerine sığınmıştı. Rodos şövalyeleri kendisini Fransa Kralına teslim
ettiler. Cem, Fransa’da Zizim kulesinde gözetim altında tutuluyordu. Hiristiyan
dünyası Cem’i Osmanlı ülkesine göndererek isyan çıkartmak, çıkacak kargaşada da
Balkanları geri almak istiyordu. Bu plan dahilinde Papa, Fransa Kralını ikna
ederek Cem’i Roma’ya getirtti. Cem Vatikan’da özel bir dairede tutuluyordu.
Roma halkının hayranlığını kazanmıştı. Zaman zaman dışarı çıkıp fakirlere
yardım ederdi. Papa, Hiristiyan olması teklifinde bulunmuş ama ‘Bana dünyanın saltanatını verseniz dinimi
değiştirmem’ yanıtını almıştı. Bayezid, Cem’i hapiste tutmaları için önce
Rodos Şövalyelerine sonra da Papa’ya yıllık 45.000 düka ödüyordu.
Şehzade Cem Sultan (1459-1495)
Fransa Kralı VIII.Charles
İtalya’yı istila edip Arnavutluk’a geçmek, İstanbul üzerine yürümek ve
Filistin’e kadar gidip Hz.İsa’nın mezarını Müslümanlardan kurtarmak hayalini
kuruyordu. Floransa üzerinden Roma’ya girdi. Papa’nın elinden Cem’i zorla aldı.
Kralın ordusu Napoli üzerine yürüdüğü sırada Cem ansızın öldü. Çok açık ki Papalık
tarafından zehirlenmişti. Türbesi Bursa Muradiye mezarlığındadır. Oğlu Murad
ise Sultan Süleyman, Rodos’u feth ettiği zaman idam edildi. Kudüs’ü kurtarma
ülküsündeki Fransa Kralının ordusu zevki sefaya daldı. Tarihte ilk kez frengi
salgını bir orduyu yere sermiştir. Kral ve ordusu Napoli’de Haçlı seferi için
gemilere binip istanbul’u zaptetmek hayallerinden vazgeçip Fransa’ya döndü.
Fatih'in İç Siyaseti
Fatih Sultan Mehmed'in iç
siyasetinde önde gelen konular bir taraftan İstanbul'un iskanı ve yeniden
inşaası, diğer taraftan seferler ve fethedilen bölgelerin korunması için askeri
kuvvetlerin arttırılması noktalarında toplanır. Bu iki husus. masrafların büyük
ölçüde artmasını ve bu sebeple yeni vergiler konmasını gerektirdiğinden köylü
ve şehirli büyük halk kitlelerini sıkmış ve memlekette bir takım gizli ve açık
hoşnutsuzluklara yol açmıştır.
İstanbul'un iskanı ve
kalkındırılması çabaları pek çok meseleyi beraberinde getirmiştir. Sürgün
yönteminin geniş ölçüde uygulanması özellikle Anadolu'da yeni problemlere yol
açmıştır. Diğer taraftan fetih sırasında istanbul'da devlet malı ilan edilen
emlak başlangıçta göçü teşvik için her gelene parasız mülk olarak bağışlanmış,
fakat daha sonra arsa ve sahipsiz konutlar devlet malı sayılarak kiraya tabi
tutulmuş ancak meydana gelen hoşnutsuzluk üzerine bundan vazgeçilmiştir.
Özellikle Eminönüne yerleştirilen Yahudilere evleri bedelsiz verilmiştir. Karaman
sorunu ve Uzun Hasan dolayısıyla giderler artınca 1471 Rum Mehmed Paşa'nın
veziriazamlığın da bu vergi yeniden konmuştur.
İmparatorluk fikriyle Fatih
Sultan Mehmed, Rum soylularına mensup gençleri sarayına almış, bunlar birer
Osmanlı olarak sonradan idare de önemli mevkilere geçmiştir. Rum Mehmed'den
başka son Bizans hanedanı Paleologlar'dan Has Murad Paşa ve kardeşi Mesih Paşa
bunların en tanınmışlarıdır. Ayrıca bazıları Bizans soylu sınıfından bir kısım
hıristiyan Rumlar'ın da önemli mali işleri üzerlerine aldıkları bilinmektedir.
Batı'ya kaçtıktan sonra orada barınamayan ve sefalete düşen bazı Rum aileleri
tekrar İstanbul'a dönmüşlerdir. 1464-1472 yıllarında Rum bilginlerine Fatih'in
sarayında özel bir ilgi gösterildiği anlaşılmaktadır. Georgios Trapezuntios,
Roma'dan İstanbul'a bu sıralarda döndüğü gibi Kritovoulos’da eserini bu
tarihlerde yazmıştır. Meşhur Trabzon’lu alim Amirutzes aynı devirde Fatih'in
yakınlarında yer almıştı. Fatih'in divanından Batı'ya gönderilen siyasi yazılar
ve antlaşmalar Rumca yazılıyor, bunları yazdırmak için Rum katipler
kullanılıyordu.
Nihayet Fatih, geniş
imparatorluğu dahilinde bütün Ortodokslar'ı tekrar patriğin idaresi altında toplamış,
Rumlar'ı birleştirip İtalyanlar'ın sömürüsünden kurtarıp ekonomik bakımdan
yükselmelerini sağlamıştır. Fakat bütün bunlara bakarak Fatih'in
imparatorluğunu, lorga'nın söylediği gibi, Doğu Roma İmparatorluğu'nun İslam
kisvesi altında canIanması saymak yanlıştır. Bizans kurumlarının taklit
edildiği tezi de abartılıdır. Evet kendisinden önceki uygarlıklardan ve
devletlerden esinlenmiş ama özgün Osmanlı İmparatorluğu’nu kurmuştur.
Sultan Mehmed, Theodosius
Forumu'nun olduğu şimdiki istanbul Üniversitesi Bayezid kampusunun bulunduğu
yerde ilk sarayını, daha sonraki yıllarda Sarayburnu'nda önce Çinili Köşkü
sonra Topkapı Sarayı'nı inşa ettirdi.
Fatih döneminde yapılan %303 devalüasyon
Bu devirde içeride derin siyasi
yankıları olan en önemli konu Fatih Sultan Mehmed'in mali siyasetidir.
Osmanlı’nın mali durumu pek parlak değildi. İstanbul'un payitaht olarak onarımı
ve sürekli seferler masrafları artırmıştı. Fatih, yeni akçe çıkarmak ve eski
akçeyi beşte bir eksiğine zorunlu olarak değiştirmek suretiyle bütün nakdi
servetlere bir nevi vergi koydu. Böylece 1451,1460, 1470,1475 ve 1481
yıllarında değeri düşük yeni akçe çıkarıldı. 1470’den sonra bunun her beş yılda
bir uygulanması kayda değerdir.
1462’de bir florinin karşılığı 40
akçe idi; 1510’da aynı altın para için 54 akçe gerekiyordu. Gümüş para olan
akçe deki gümüş miktarı, Fatih’in iktidarının başında 1451’de 1,052 gram iken, iktidarının
sonunda 1481’de sadece 0,75 gramdı. Yeni akçe çıkarılmasının sık sık
uygulanması o kadar derin bir hoşnutsuzluk doğurmuştur ki ll.Bayezid tahta
geçerken kendisine kabul ettirilen hususlardan biri de bir defadan fazla yeni
akçe çıkarmaması idi.
Devüluasyon yapmanın o zamanki
yöntemi, altın ya da gümüş bir sikkeye konan değerli madenin oranını
azaltmaktı. Fatih dönemi başında 16 krat olan Osmanlı akçesi sonuna doğru 5,25
krata kadar düşürülerek, %303 oranında devaülasyon yapılmış, aradaki fark dış yağmalarla
yetinemeyen devlete aktarılmıştı. 1476 yılında II.Mehmed’in Boğdan’a yaptığı
seferin arkasından ekonomi o kadar bozulur ki Babıali, Hazineyi yeterli hale
getirmek için, vakıflara ve özel mülklere el koymak zorunda kalır.
Osmanlı’nın geliri, ülkede
ticaret sınırlı yapıldığı, üretim olmadığı için köylüden alınan vergiyle çok
büyük oranda dış talana dayalıydı. 1458 sonbaharında Anadolu sipahilerini savaş
meydanında tutmak için Anadolu eyaletinde reayanın ödediği çift vergisini bir
emirle 22 akçeden 33'e çıkartmış ve bu vergi yerleşip kalmıştır. Ticaret yapan Osmanlı
tebaası hangi dinden olursa olsun yabancılardan daha az gümrük ödüyordu.
Başlangıçta yerliler %2, yabancılar %4, daha sonra bu oranlar yerliler için %4,
yabancılar için %5 olmuştur. Diğer taraftan Arabistan yolu ile Hindistan
ticareti ve Dubrovnik yolu ile Floransa ticareti Fatih devrinde gelişme
göstermiştir.
Hint Okyanusun’da ve
Hindistan’daki fırsatları göremeyen Yavuz Selim’in ve Amerika’nın bulunup, sömürgeleştirilmesi ve
her yıl 300 ton civarında altın ve gümüşün Avrupa’ya akmasını, Osmanlı
parasının pul olmasını sadece seyreden, buna karşın medreselerden fen
derslerinin kaldırılmasını onaylayan Sultan Süleyman’ın, vizyonlarını yeniden
değerlendirmek gerekir. Niyazi Berkes’e göre ‘Amerika’dan gelen altın ve gümüş ile, 1500-1600 yılları arasında
Avrupa’da, 1 milyar dolar değerinde para basıldığı tahmin ediliyor, yani
eskisinin dört kat fazlası para piyasaya çıkıyor. Yalnız 17. yüzyılda Avrupa’da
dolaşan sikkelerin hacminin 12 kat arttığı tahmin edilmektedir.’ Paranın bu
kadar bol olduğu bir ortamda esnaf değeri düşük Osmanlı parasınını kabul
etmemeye başlamıştı.
Osmanlı devlet geleneği, kendini
yenileyerek üretebilen bir ekonomik yapı kuramadığı gibi, aynı şekilde kendini
yenileyerek düzelten bir hukuk düzeni de kuramamıştır. Bununla birlikte Fatih
döneminde, biri devlet örgütü diğeri vergiler/cezalar olmak üzere çıkarılan iki
kanunname bu durumun değişimi yolunda atılmış önemli bir adım olarak
anılmalıdır.
Fatih döneminde Toprak reformu
Bu reform binlerce vakıf ve
mülkün, şahısların özellikle din adamlarının eline verilmiş toprakları yeniden
devlet kontrolüne almak ve ordu mensuplarına göreve bağlı(tımar) olarak
dağıtmaktan ibaretti. Bütün vakıflar ve mülkler gözden geçirilerek Tursun Bey'e
göre 20.000'den fazla köy ve mezra tımarlı sipahilere dağıtılmıştır. Nişancı
Karamani Mehmed Paşa'nın veziriazamlığında (1476-1481) uygulanan bu toprak
reformu memlekette geniş hoşnutsuzluk uyandırmıştır. Bu ıslahatın asıl gayesi tımarlı
sipahi sayısını artırmak ve padişahın hazinesi için yeni haslar(Osmanlı’da
yıllık geliri yüz bin akçeden çok olan topraklardan alınan vergi) bulmaktı.
Bir zamandan beri babasıyla arası
açık bulunan Amasya Valisi Şehzade Bayezid bu kanunun kendi bölgesinde (Amasya,
Tokat ve Trabzon) uygulanmasına karşı çıkınca halk gözlerini ona çevirmiştir.
Öteki Şehzade Cem babasının savaşçı siyasetini ve ekonomik düzenini devam
ettirmeye aday sayılıyordu. Bu reform, özellikle tekke, zaviye mensupları
arasında yıllar süren derin bir hoşnutsuzluk doğurmuş, halefi II.Beyazid tahta
çıkınca vakıf ve mülkleri geri vermiştir.
Bektaşi - Sünni - Alevi çatışması ve Ortodoks Patrikliği
Osmanlı, sünniliği resmi ideoloji
haline getirirken, kuruluşta temel rol oynayan Bektaşi gelenekten sistematik
olarak uzaklaşmıştır. 15. yüzyıldan sonra Ahi etkinliği, yerini medreselere
bırakırken, aşiret-Türkmen-Müslüman gelenekten gelen yöneticiler de yerini
dönme ve devşirmelere bırakmıştır.
Fatih şehrin ticaret merkezi olan
Galata’dan kaçmış olan Rumların ve Cenevizlilerin geri dönmesini sağladı.
İstanbul’u, farklı dinlerden insanların bir arada yaşadığı, ticaret ve kültür
merkezi olan bir başkent yapmayı amaçladı. Kuracağı imparatorluk bir İslâm
devleti olmakla birlikte Doğu Roma gibi kozmopolit bir yapıya sahip olacaktı.
Bu amaçla şehirde Rum Ortodoks Patrikhanesi, Ermeni Patrikhanesi ve Yahudi
hahambaşı bulunması gerektiğine karar vermişti.
Bizans Ortodoks kilisesinin
Vatikan karşısında bağımsızlığını savunanların önde gelenlerinden biri Georgios
Scholarios isimli bir papazdı. Kilise içindeki Plutonculara karşı sıkı bir
Aristocu olan Georgios Scholarios, çok sert biçimde Bizans Ortodoks kilisesinin
bağımsızlığından yana tavır koymuştu. Bizans’ın Osmanlı’nın eline geçmesinden
kısa bir süre önce 1448 yılında ünlü Pantokrator Manastırı’nda göreve başlamış
ve Gennadius adını almıştı. Gennadius fetih sırasında diğer tutuklular ile
birlikte Edirne’ye gönderilmişti. Fetih’ten sonra Fatih bu din bilginini
buldurmuş ve Hiristiyan Ortodoksların
Patriği olarak atamıştı. Bu davranışı ile Fatih, Ortodoks tebanın
gönlünü kazandığı gibi Katoliklere karşı Ortodokslarla stratejik bir ittifak
yapmış, Ortodoks kilisesiyle Katolik kilisesinin birleşmesini de engellemiş
oluyordu. Şehirdeki Yahudilerin Hahambaşı olarak Moşe Kapsali atandı. 1461
yılında ise Bursa Psikoposu Hovakim İstanbul Ermeni Patriği olarak atandı.
Böylece dört ana din kolunu İmparatorluğun şemsiyesi altında organize etmiş
oluyordu.
Rum Ortodoks Patrikhanesi lideri II.Gennadios ve Osmanlı padişahı Fatih
Sultan Mehmed
Ayasofya Kilisesi, camiye
çevrildiğinden Patrik’e resmi makam yeri olarak kentin ikinci büyük kilisesi
olan Havariyun Kilisesi verilmişti. O zamanlarda yaklaşık bin yaşındaki
Havariyun Kilisesi'nin bahçesinde Bizans İmparator ailelerinin mezarları
bulunmaktaydı. İstanbul’un dördüncü tepesi olan bu alana Fatih daha sonra kendi
camisini ve türbesini yaptırmak isteyince, Kilise 1455’de yıkıldı ve 1462
yılında ilk Fatih camii inşaası başladı. 1766 depreminde cami yıkılınca III.Mustafa
döneminde 1771 yılında yeniden inşa edildi. Mevcut Fatih camiinin ilk yapılan
ile mimari açıdan benzerliği yoktur.
Patriklik Havariyun Kilisesi’nden
sonra Çarşamba semtinde 12. yy'da II. Ioannes Komnenos'un yaptırdığı
Pammakaristos Manastırına taşındı. Burası da III.Murad döneminde 1591'de
Fethiye adıyla camiye dönüştürülünce önce Fener'deki Vlah Sarayı Kilisesi'ne,
1597'de Ayvansaray'daki Ayios Dimitrios Kilisesi'ne, son olarak ta 1602'de
Fener'de bulunan Ayios Yeoryios Manastırı'na taşındı.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında
tüm kiliselerin camiye çevrilmesi için iki kez teşebbüs de bulunulmuştu. Sultan
Süleyman, Konstantinapolis’in teslim olmayı reddettiği halde, mukaddes İslam
hukukunun tersine, neden hala kiliseleri muhafaza ettiklerini anlayamıyordu.
Bunun çözümü olarak şehirdeki Rum ve Türk yetkililer birlikte ‘Rum ileri gelenlerinin mahallelerine ait
anahtarları, altın kasede Fatih’e sunduklarını gördüklerine yemin eden üç yaşlı
yeniçeri’ buldular da sorun çözüldü.
Dünya üzerinde yaşayan 250 milyon
civarındaki Ortodoks Hiristiyan, Fatih Sultan Mehmed’e çok şey borçludur. Fetih
öncesinde çok zayıflayan Bizans Ortodoks camiası, Katolik dünya ile birleşme
yolunda adımlar atmış ve fiilen birleşmişdi. Ancak Konstantinapolis’de yaşayan
halk bu dayatmaya karşı çıkmış ve benimsememiştir. Eğer Konstantinapolis’in
fethi gerçekleşmemiş olsaydı Ortodoks önderlik büyük ihtimal ile Katolik
önderliğe boyun eğmiş olacaktı.
Fatih Külliyesi; merkezindeki cami, on altı tane medrese, darüşşifa, tabhane, imarethane,
kütüphane ve hamamdan oluşur. Yapımına 1462 yılında başlanıp, 1470 yılında
tamamlanmış olan külliyenin mimarı Atik Sinan’dır. İlk cami, 1766 depreminde
yıkılmış, 1767-1771 yılları arasında Mimar Mehmet Tahir Ağa tarafından yeniden
yapılırken yıkılan caminin mimari özelliklerine sadık kalınmamıştır.
Doğmatik İslam yanında bir de tarihi islam vardır; tarihi koşulların etkisi altında İslam, çeşitli şekiller almıştır. Şeriat, tarihi bir gelişimin ürünüdür. İslamın esasları(akaidi) değişmez, ama günlük hayatı düzenleyen işlemlere ait hükümler tarihi bir olgudur ve değişmeye açık olduğu ulema tarafından kabul edilmiştir. Tarihi gelişiminde İslamiyet, Kuran’ı akli prensiplere göre yorumlayan Mutezile gibi akılcı bir felsefi akım ya da İbn Arabi, Mevlana Celaleddin ve Hacı Bektaş’ın mistik islamı gibi çeşitli şekiller ve yorumlar sergilemektedir. Osmanlı tarihinde bu iki anlayış birlikte egemen olmuştur. Sünni, Ortodoks medrese İslamiyeti karşısında sufi tarikatlarının temsil ettiği mistik bir İslamiyet vardır. Padişahların Sünni İslamiyet’i öğreten hocaları yanında daima tarikat mensubu bir şeyhi olurdu. Bin yıllık deneyimlerinde Türkler, özellikle Anadolu Türkleri iki çeşit İslamiyet’i birlikte benimsediler: Bir yanda Türkmen-Yörük grupların sufi-Alevi ağırlıklı inanç sistemi, öbür yanda devletin Hanefi-Sünni İslamiyeti. Alevi Kızılbaşlar’ın şiddetle takibata uğratılması, onların Safevi İran Şahı’nı kendi tarikat piri ve gerçek hükümdarları olarak tanıma dolayısıyladır.
Fatih Sultan Mehmed türbesi - Fatih Camii’nin kıble avlusunda yer
alan türbe 1766 depreminde camiyle
beraber yıkılmış, Mimar Mehmet Tahir Ağa tarafından cami ile birlikte 1767
yılında yeniden yapılmıştır. Kesme
taştan, geniş saçaklı, revaklı, on kenarlı, kubbeli ve Barok üslubundadır.
Osmanlı Devleti’nin hukuk temeli, iki sütüna dayanıyordu: İslam hukuku(Şeriat) ile Osmanlıların fetihleri boyunca imparatorluğa kattıkları halkların hukuksal örf ve adetleri. Osmanlı devletinde bu ikilik oldukça açıktır. Hiristiyanlığı fethe çıkan bir devletin kendi yasal dayanaklarının epeyce bir bölümünü ondan çekip alması enteresandır.
Halid Ebu Eyyub El-Ensari’nin mezarının bulunması
Hicret sırasında Hz. Peygamber'i
Medine'de evinde yedi ay misafir eden ve Türkiye'de ‘Eyüp Sultan’ unvanıyla
anılan sahabi (Hz. Peygamber'i görmüş, O'nun sohbetinde bulunmuş müslüman).
Hicretten iki yıl kadar önce müslüman oldu. Hz. Peygamber ve dört Halife
dönemindeki savaşlarda yer aldı. Savaşlarda özellikle Hz.Peygamber’in korumalığını üstlenmiştir. Katıldığı
seferlerin sonuncusu müslümanların ilk İstanbul kuşatması oldu. Onun bu kuşatmanın
başlangıcından bir yıl sonra 669’da gönderilen Yezid b. Muaviye kumandasındaki
takviye birliğin içinde bulunduğu rivayet edilmektedir. Kuşatma devam ederken
hastalanarak 669 yılında vefat etti. Vasiyeti üzerine surlara yakın bir yere
defnedildi.
Konstantinapolis’in fethinin
uzadığı, askerde huzursuzluğun başladığı günlerde Akşemseddin, Peygamber’in
bayraktarı Eyyub Ensari’nin mezarının yerini rüyasında görür ve sabah Padişahı
ve diğer yetkilileri oraya götürür. Yere bir çubuk dikerek nişan koyar. Hatta
söylentiye göre padişah ondan habersiz çubuğun yerini değiştirir, ama
Akşemseddin, ‘Hayır, burası değil’
deyip çubuğu alır, gene ilk gösterdiği yere götürür. Burası kazılır ve Eyyub
ensari’nin hiç bozulmamış cesedi çıkarılır. Türbe ve cami, daha sonra, işte
burada yapılır. Osmanlı padişahlarının cülüs(tahta çıkış) törenlerinde kılıç
kuşanma merasimleri, şeyhülislam ve ulemanın da bulunduğu bir törenle Eyüp
Sultan Türbesinde yapılırdı.
Osmanlı’da idam edilen ilk veziriazam Çandarlı Halil Paşa
Osmanlı İmparatorluğu, Arapça ve Farsça
dilinin tercih edildiği, Türk Müslüman kökenlilere kapalı saray
mektebi(Enderun) ve devşirme yeniçeri ordusuyla, dinsel dönmelik üzerine kurulu
bir kapıkulu egemenliğidir. 1453-1599 yılları arasında iktidarda olan 48 veziriazam’dan
yalnızca dört tanesi Türk-Müslüman soyundandır. Bu veziriazamların üç tanesi
ayrıca hadım edilmiş olmak üzere hepsi kendi ailelerinden koparılmış Hiristiyan
kökenlilerdir.
Bu dönmeler, Türk kökenli halkla
hiçbir bağları olmadığından ve bir Osmanlı ortamında canlılığını hala sürdüren
aşiret ya da klan geleneklerinden bütünüyle koptukları için, ancak Osmanlı
hanedanına sadık kalarak bir gelecek umudunda olabilirlerdi.
Çandarlı Halil Paşa’nın Bursa İznik’deki mezarı
Çandarlı Halil Paşa, II.Mehmed 12
yaşında tahta ilk çıktığında, kendisini sabırsız ve deneyimsiz görmüş, Varna
savaşını bahane edip II.Murad’ı ordunun başında sefere çıkarmış, sonrasında
yeniçerilere çıkarttığı isyan ile de ilk fırsatta babası II.Murad’ı yeniden
iktidara taşımıştı. Fatih Sultan Mehmed bu davranışları nedeniyle yıllardır
Veziriazam’ına karşı bir hınç duymaktaydı. Konstantinapolis’in fethi sırasında
da sürekli olarak kuşatmanın kaldırılması için görüş bildirip hakkında da Bizans'dan
para aldı dedikoduları çıkınca, fetihten hemen sonra Çandarlı Halil Paşa Yedikule'de
kırk gün hapsedildi. Veziriazam daha sonra Edirne’ye götürülerek 10 Temmuz 1453’de
gözlerine mil çekilip, işkence edilerek, idam edildi. Böylece herkes genç
hakana boyun eğdi. Çandarlı Halil Paşa, idam edilen ilk Osmanlı veziriazamdır(sadrazam).
Osmanlı’da kardeş katli ve Ekberiyet
Eski Türk inançlarına göre,
hakanın atanması Tanrı’nın elinde olduğundan, değişmez bir hanedan yasası
koymak, ya da tahttaki sultana eylemle meydan okumak Tanrı’nın istencine karşı
çıkmaktır. Hangi Osmanlı şehzadesi imparatorluk başkentini, hazineyi ele geçirir
ve yeniçerilerin, ulemanın, saray görevlilerinin desteğini kazanırsa yasal
sultan olurdu. Tahta geçişte etmen, 1421’den sonra genellikle yeniçerilerin
desteği olmuştur.
Taht için yapılan ölümcül kardeş
kavgalarının sonucu, Tanrısal bir buyruk olarak görülürdü. Yenik düşen
şehzadeler genellikle düşman topraklarına sığınırlardı; dolayısıyla da Osmanlı
sürekli olarak iç savaş tehlikesi ile karşı karşıya idi. Bu nedenle Fatih
Sultan Mehmed, ‘Tanrı’nın saltanatı
bağışladığı oğlum, devletin iyiliği için kardeşlerini yasal olarak öldürebilir.
Ulemanın çoğu bunu mübah buluyor’ dediği Kanunnamesiyle İmparatorluğun ilk
gününden beri yaygın olan bir adeti kanunlaştırıyordu. Bu bile iç savaşları
önleyemedi. Bunun nedenlerinden biri, şehzadelerin 12 olan ergenlik yaşına
eriştiklerinde, Anadolu’nun eski yönetim merkezlerine, lalalar eşliğinde
sancakbeyi olarak gönderilme adediydi. Burada başkenttekine benzer bir saray ve
yönetim kurarlardı. Bu şehzadeler için bir okul ve stajdı.
Şehzadelerin sabırsızlığı kimi zaman iç savaşa yol açardı. Yavuz Selim 1511’de kardeşlerine karşı silaha sarılmış, Kanuni Sultan Süleyman oğulları Mustafa ve Bayezid’i kendi hükümdarlığına karşı çıkmaları nedeniyle boğdurmuştur. Bu olaydan ders alan oğlu II.Selim(1566-1574) ve torunu III.Murad(1574-1595) sadece en büyük oğullarını sancakbeyi olarak atamıştır. Bu oğullar babaları ölünce hiçbir direnişle karşılaşmadan padişah olmuşlar, saraya gelir gelmez de göz hapsindeki kardeşlerinden kurtulmuşlardır. III.Murad’ın ilk işi beş kardeşini öldürmek olmuştur. III.Murad’ın oğlu III.Mehmed (1595-1603) ise, 19 kardeşini öldürtmüş ve şehzadeleri sancakbeyi atanması adetine son vermiştir. Şehzadeler haremde, kafes ya da şimşirlik diye bilinen özel bölmelere yerleştirilmiştir. Şehzadeler kafesden ayrılamaz, çocuk sahibi olamazlardı. Sürekli olarak idam korkusu ile yaşadıklarından çoğunda ruhsal bozukluklar belirmişti. II.Süleyman(1687-1691) 45 yaşında tahta çıkmak üzere çağrıldığında 40 yıldır kafeste tutuluyordu ve idama götürüldüğünü sanarak direnmişti. III.Süleyman ise 4 yaşında kapatıldığı kafesde 51 yıl kaldı. Haremdeki odasından başka bir yer ve hizmetindeki birkaç kişiden başka insan görmemişti. Böyle bir hayattan gelen padişahın bir imparatorluğu yönetmesi bekleniyordu.
Harem'le Gülhane parkı arasında; Büyük Yüzme Havuzu’nun altındaki Şimşirlik’de
denilen İncirlik Bahçesi’nde bulunan ve sıra odalardan oluşan bu yerin adı
Aslanhane ya da dramatik adıyla Kafes. Bir zamanlar burada saray aslanları
barındırılırmış. I.Ahmet’ten Tanzimat’a kadar tahtından indirilen padişahlarla,
tahta çıkmayı bekleyen şehzadeler, burada mecburi ikamete tabi tutuldular
Önceleri, eyaletlerdeki
şehzadeler taht için açıkca savaşa girişirlerdi. Yenilgi takdiri ilahi olarak
görülürdü. Kafes sistemi ise, eski Türk geleneğine aykırıdır. Halk savunmasız çocukların
ölümlerini hiç onaylamamıştı. III.Mehmed’in 19 kardeşini öldürtmesi üzerine
dönemin tarihçisi ‘göklerdeki melekler
İstanbul halkının iç çekmelerini ve hıçkırıklarını işitiyordu’ diye yazar.
III.Mehmed’in ölümü üzerine tahta çıkan büyük oğlu I.Ahmed(1603-1617) bir takım
yüksek rütbeli görevlilerin ricalarına uyarak engelli kardeşi Mustafa’yı
öldürtmedi. Ahmed ölünce de yerine Mustafa padişah oldu. Böylece hanedanın en
yaşlısı padişah olur adeti yerleştiyse de katliamlar 17. yüzyıl boyunca da
sürdü. II.Osman, Polonya seferine çıkmadan önce en büyük kardeşi Mehmed’in
idamını onaylayan bir fetva aldı. IV.Murad(1623-1640) kardeşlerinin üçünü
öldürttü, en küçük kardeşi İbrahim ise Murad’ın hiç çocuğu olmadığından
bağışlandı. Sultan Murat ölünce kardeşi İbrahim sultan oldu. Ondan sonra da
IV.Mehmed(1648-1687) yedi yaşında tahta çıktığında kardeşleri Süleyman ile
Ahmed’i bağışladı. Mehmed’in hal’i üzerine Süleyman padişah oldu; onun
ölümünden sonra ise yerine II.Ahmed(1691-1695) geçti. Süleyman ve Ahmed, IV.Mehmed’in
çocuklarını öldürtmediler. Böylece II.Mustafa(1695-1703) ve
III.Ahmed(1703-1730) sırasıyla hükümdarlık edebildiler.
Saltanatın babadan oğula geçmesi
adetinin yerine böylece Batı’daki gibi hanedan içinde Seniratus kuralına
(ekberiyet), yaşa göre tahta çıkma geleneği yerleşti. Ancak, 1876’da Kanuni
Esasi’nin ilanına kadar culusu belirleyen resmi bir kural olmamıştır. Bir
sultan öldüğünde bütün görevler ve yasalar, yeni sultanca teyid edilene dek
geçersiz sayılırdı. Bu başıbozukluk sırasında görevde bir yönetim olmadığı için
yeniçeriler kimseye itaat etmez, yağmaya ve yakıp yıkmaya kalkarlardı. Bazen
ara rejim iki, üç hafta kadar sürerdi, bu nedenle Veziriazam yeni Padişah
sancaktan gelip tahta çıkana dek sultanın ölümünü ordudan gizli tutmaya çalışırdı.
Kafes sistemine geçilmesi bu olumsuzluğu önlemiştir.
Ortaçağ’dan Yeniçağ’a ne zaman geçildi ?
Tarih kitaplarımızdan hepimiz,
476’da Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı ile başlayan Ortaçağ’ın 1453’de
Konstantinapolis’in fethi ile kapanıp,
Yeniçağ’ın başladığını öğrendik. Acaba gerçekten bu tüm dünyada kabul görmüş
bir şey miydi ? Yoksa sadece bize mi aitti. Türk dünyasında,
Konstantinapolis’in fethi ile Avrupa’ya giden bilim adamlarının Rönesansı
başlatmaları yüzünden, 1453’ün Yeniçağın başlangıcı olarak kabul edildiği
söylenir. Rönesansın başlaması ile Bizans’lı bilim adamlarının bir ilgisinin
olmadığı anlaşılmıştır. Bizanslı bilim adamları zaten birkaç yüzyıldır
İtalya’daydılar ve Rönesans bu tarihten çok önce zaten İtalya şehirlerinde
başlamıştı. Diğer yandan coğrafi keşiflerinde Konstantinapolis’in fethi ve
klasik ticaret yollarının kapanmasıyla ile ilgisi yoktur. Coğrafi keşifler
Akdeniz ticaretinin egemeni İtalyanlar tarafından değil fetihten 34 yıl önce
Portekizlilerce başlamıştır.
Konstantinapolis’in fethinin,
dünyanın sonraki biçimlenmesi üzerinde doğrudan ve temelli bir etkisi yoktur.
Nitekim şehrin Hiristiyan dünyası için Kudüs kadar bile manevi değeri kalmadığı
için dişe dokunur bir yardımla desteklenmemiştir. Eğer Fatih, İtalya’yı almış
olsaydı işte o zaman bu konuda birşeyler söyleme durumunda olurduk. Genel
olarak Yeniçağ, Amerika’nın keşif tarihi olan 1492 yılı ile başlatılmaktadır.
Matbaanın 1440’lı yıllardaki icadını da yeni çağın başlangıcı olarak kabul
edenler vardır. Ama bu kategorizasyon bizim de bir üyesi olduğumuz Avrupa’ya
aittir. Diğer kıtalarda tarihsel periyotlar farklı dönemlere ayrılmıştır.
Fatih'in İstanbul'a atadığı ilk Belediye Başkanı Hızır Bey ve Kadıköy
1444 yıllarında Fatih’in
Edirne’de bulunduğu günlerde şehre Acem illerinden bilgili, ama kibirli bir
âlim gelir. Acem bilgini Türkleri hor görür, muhataplarını küçük düşürür. Fatih
bu tavırdan rahatsız olur ve ‘Şu adamı
susturacak biri yok mu?” der. Sivrihisar doğumlu Hızır beyi huzura
getirirler. Hızır Bey müthiş bir hafızaya sahiptir, esprilidir, kıvraktır,
zekidir. Sözün nereye varacağını önceden kestirir ve soruya soruyla cevap
verir. Nasreddin Hoca gibi bir dehanın torunudur o.
Acem âlimi kazandığı küçük
zaferlerin sarhoşluğu ile Padişahın huzuruna çıkar ve rakip diler. Fatih, bu
kez hazırlıklıdır. Umursamaz tavırlarla etrafına bakar ve güya ilk gözüne
ilişen askere (bu aslında Hızır Bey’dir) meydanı gösterir. Acem alimi,
karşısına çıkarılan genç sipahiye bıyık altından güler. Ancak Hızır bey onun sorularına
rahatlıkla cevap verir. Vakit ilerledikçe kibirli Acem’i ter basar. Sultana
hitaben, ‘Ben bunca diyar gezdim, şunca
meclise katıldım ama böylesini ne gördüm, ne de işittim’ der. Lakin Hızır Bey’in elinden kurtulmak
kolay değildir öyle. Bu kez Acem bilginine o sorular yöneltir ki adamcağız dut
yemiş bülbüle döner. Fatih’in önüne gelir ‘Bu
çocuğun kıymetini bil’ der ve meclisi terkeder.
Fatih onun kıymetini bilir. Hızır
Bey’i İstanbul’a kadı yapar. O devir kadıları beldenin meseleleri ile de
ilgilenirler aynı zamanda şehreminidirler(Belediye başkanı). Kadının mahkemesi
Üsküdar’dadır. Yerleştiği yer daha sonra onun adıyla anılacak olan Kadı köy’dür.
Feodal Ademi Merkeziyetçilik mi Kadiri Mutlak Merkeziyetçilik mi?
Fatih Sultan Mehmed, en üstte
kadiri mutlak hükümdar olarak kendisi, Padişahın emrinde devletin halka karşı
iktidarının mekanızması olarak kapıkulları ve ancak bunlardan sonradır ki
güçleri kırılmış bir şekilde yerel beylerin geldiği katı bir hiyerarşik
imparatorluk kurmuştu. Yönetimde veziriazam’ın kudretini artırarak devletin tek
amiri durumuna getirmiş, ancak hükümdar karşısındaki rolünü hiçe indirerek
devlet idaresindeki merkezciliği ve mutlaklığı daha da koyulaştırmıştır.
II.Murad dönemi, devletin hızla
feodaliteye doğru yol aldığı yerel beylerin güçlerinin doruğunda olduğu bir
dönemdi. Buna karşılık Fatih dönemi, Beylerin ellerindekilerin zorla geri
alındığı ve onların iktidarsızlaştırıldığı bir karşı baskı dönemi oldu. Feodal
beylerin insafından kurtulan köylüler, merkezi devletin insafına alınıyorlardı.
Tüm bunlar daha etkin bir saldırı mekanızması, daha çok ve disiplinli asker
toplayabilmek ve devletin vergi temsilcisi durumunda olan tımar sahibi
sipahilerin, daha etkin bir vergi aktarım mekanızması haline gelebilmeleri için
yapılıyordu.
Fatih Sultan Mehmet'i gül koklarken tasvir eden minyatür. Nakkaş Sinan
Bey'in eseridir
Fatih’in politikaları sonucunda
mal varlıklarını güvencede hissetmeyen feodaller ve devletin ileri gelenleri,
topraklarının mülkiyetini vakıf statüsüne geçirerek onları padişahın el
koymasına karşı güvenceye almaya çalıştılar. Bu gelişmeye Fatih’in yanıtı daha
sert oldu. Vakıflar sıkı bir denetim altına alınıp, uygun olmayanlar devlet
mülkü haline getirildi ve tımarsız sipahilere tımar karşılığı dağıtıldı.
Böylece Mihailoğulları, Evrenosoğulları, Malkoçoğulları, Turahanbeyoğulları,
İshakbeyoğulları gibi uç beylerinin nüfusları kırıldı ve merkeziyetçi devlet
güçlendi. Ancak Fatih’ten sonra Bayezid döneminde tam tersi rüzgarlar esti.
Neredeyse Fatih’in yaptığı her şey eskiye döndürüldü.
Osmanlı’nın Fatih’in zamanında Türk devleti geleneklerinden iyice
uzaklaştığı kabul görmesine rağmen, gerçek Türk devletleri olan Candaroğulları
Devletini 1461 yılında, Karamanoğulları Devletini 1464 yılında yok edip,
Akkoyunluluları ezmesi Türklüğün gereği gösterilir. Ama fethettiği İstanbul’un özellikle
tamamen bir müslümanlar şehri olmamasını istemiş, aksine farklı inançlardan
insanların birlikte yaşadığı kozmopolit bir imparatorluk merkezi olmasını
bizzat gerçekleştirmiştir.
Eğer Çandarlı Halil Paşa
kazansaydı ve Fatih Sultan Mehmed padişah olmasaydı, büyük bir olasılıkla,
Osmanlı padişahının otoritesinin azalacağı, ademi merkeziyetçiliğin
güçleneceği, Avrupa devletlerindeki gibi feodal bir süreç yaşanacaktı. Bu
durumda askeri olarak kendini savunması görece olarak dezavantajlı, Balkanlar
ve diğer Müslüman ülkelere yönelik işgalci bir tehdit olmaktan çıkan, ekonomisi
talana değil, giderek üretime dayalı, dolayısıyla hem burjuvalaşmaya hem de
Rönesans’ın etkilerine daha açık bir Osmanlı olma ihtimalimiz de vardı. Ama
ülkenin tutucu yapısı bunlara ne kadar izin verirdi onu kestirebilmek de kolay
değil. Sıradan bir Ortadoğu ülkesi olma ihtimalimiz de hayli kuvvetliydi.
İnsan atalarıyla niye övünür ? İnsanlık evrimine katkıları nedeniyle.
Gariptir ama bir kesim, en çok Türk kanı akıtan, din hukukunu en çok ihlal eden
padişahı, en sevgili Osmanlı Padişahı ilan ediyor (E.Aydın Fatih ve
Fetih). Fatih, o gün için çok önemli
olan laik yönelimler, bilimin teşviki ve farklı inançların kurumsallaşma
hakkına saygıda diğer Osmanlı padişahları içinde erdemleriyle de sıyrılan bir
insandı.
Kurtuluş savaşı sürecinde önemli bir kilometre taşı olan, İstanbul’un İngiliz
ve Fransız emperyalist işgalinden kurtuluş tarihi olan 6 Ekim, neredeyse sıradan
bir anma günü olarak kutlanırken, şehrin Osmanlılarca işgal günü olan 29 Mayıs,
tüm ülkeye yayılan gösterilerle kutlanıyor. Aslında asıl kutlanması gereken
tarihin, işgalden kurtuluş tarihi olan 6 Ekim mi, yoksa işgal edilen 29 Mayıs
mı olduğunu tartışmak gerekir. Acaba bizim gibi, yaşadıkları toprağı işgal
ettikleri günü, bağımsızlık gününden daha çoşkulu kutlayan dünyada kaç devlet
vardır. (E.Aydın Fatih ve Fetih)
Konstantinapolis’in fethinden sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun
karşısında iki seçenek bulunuyordu. Ya Avrupalı olacak, ya da Asyalı kalacaktı.
Avrupalılık o zaman yeşermeye başlamış olan Rönesans’ı izlemeyi, Asyalı olmak
ise Cengiz’den geri kalan saldırgan ve yok edici savaşçılığı devam ettirmeyi
gerektiriyordu. Din birinci tercihin önünde bir engelken, ikinci tercihte böyle
bir engel yoktu. Ancak Konstantinapolis’i fetheden 21 yaşındaki Sultan’ın
kararını hiç tereddütsüz verdiği görülmektedir. Kendisi de, devleti de Avrupalı
olacak, Avrupa sahnesine oynayacaktır. Bu kararını hem kişisel kütüphanesine topladığı
kitaplardan, hem de tercih ettiği sanat dallarından, hem de kurduğu devlet
politikasından anlıyoruz. Fatih’in gözü Sezarların tahtındaydı. Doğudakine
oturduğu gibi, batıdakine de oturmak niyetindeydi. Bu niyeti kendisine pahalıya
mal oldu ve 49 yaşında belki de Papa’nın tuttuğu bir kiralık katil olan doktoru
Yakup Paşa tarafından zehirlenerek katledildi. Ölümünün Avrupa’da büyük bir
sevinç dalgası yarattığı, Venedik’te halkın ‘La Grande Aquila e morta!’ yani
‘Büyük kartal öldü’ diye bayram ettiği anlatılır.
Fatih Sultan Mehmed dönemi, Osmanlı’nın gerçek bir imparatorluğa dönüştüğü
yıllar olmuştu ama bunun diyetini halk ve askerler artan vergiler, değeri
düşürülen akçeler ve ellerinden alınan topraklarla ödemişti. Toplumun hemen her
kesiminde barış içinde, ekonomik olarak sorunsuz bir yaşam beklentisi oluşmuştu.
II.Beyazid bu beklentiler doğrultusunda hükümdar oldu ve gerçekten de devri,
Osmanlı’nın kendi yaralarını sardığı, hızlı büyümenin yarattığı sıkıntıların
çözüldüğü bir dönem oldu. Zorunlu olmadıkça yapılmayan savaşlardan dolayı
ekonomi düzeldi, ordu ateşli silahlarla yeniden donatıldı, gerçek bir donanma
hazırlandı. Eğer Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman Osmanlı’yı
yeniden büyütmeyi başardılarsa bunda II.Beyazid döneminde ekonominin
düzeltilmesinin ve ordunun modernleştirilmesinin çok büyük etkisi vardır.
Kaynakça
İnalcık,
Halil - Osmanlı
İmparatorluğu Klasik Çağı
İnalcık,
Halil - Kuruluş ve
İmparatorluk Sürecinde Osmanlı Devlet, Kanun, Diplomasi
İnalcık,
Halil - Tarihçilerin Kutbu
İnacık,
Halil - İslam
Ansiklopedisi – II.Mehmed
Afyoncu,
Erhan - Truva’nın İntikamı
Aydın,
Erdoğan - Fatih ve Fetih
Kongar,
Emre - Tarihimizle
Yüzleşmek
Mantran,
Robert - Osmanlı İmparatorluğu
tarihi I
Şengör,
A.M.Celal - Bilgiyle Sohbet
No comments:
Post a Comment