Dünya üzerinde tarım ve yerleşik hayat MÖ 8500’de Bereketli Hilal’de,
MÖ 7500’de Çin’de adeta bahşedilmiş topraklarda başladı. Uygarlık tarihinin önemli
adımları ilk önce bu verimli topraklarda atıldı. Sonrası ise adeta toplumlar
arası bir bayrak yarışı şeklinde geçti. Her dönemde başka bir ulus ya da toplum
liderliği üstlendi. Peki ne olmuştu da bir zamanlar bayrağı en önde taşıyan
Bereketli Hilal ya da Çin sonradan liderliklerini kaybedip, çöküşe geçmişlerdi.
İnsanların çevrelerine verdiği zararların, bilime bakışlarının ya da mutlak
yöneticilerin stratejik kararlarının bu çöküşlerde etkisi ne olmuştu? Bilimin
bayrak takımı hangi toplumlardan oluşmuştu?
Kutsal kitaplarda ve yerel efsanelerde
adı geçen Tanrı Marduk’a ulaşmak için MÖ 3500 civarında, Nuh tufanını izleyen
dönemde, Sümerliler tarafından inşa edilen Babil Kulesi. Kule, temelde 90x90
metre kare formda yüseldikçe incelen dikdörtgen tarzda yedi katlı bir yapı idi.
En üst kat Tanrı Marduk’a ayrılmıştı. MÖ 479'da Babil'i fetheden Persler
tarafından yıkıldı. Kule birden çok kez inşa edildiği için ilk kulenin Mezopotamya’da
nerede olduğu belli değildir. Tevrat'ta göre Babilliler medeniyetlerini
kanıtlamak amacıyla, göğe dek erişen bir kule yapmak istediler. Ancak Tanrı ‘çatısı cennete ulaşacak’ bu yapıya izin
vermedi ve işçilerin birbirleriyle anlaşamaması için farklı diller
konuşmalarını sağladı. Bu nedenle işçiler Babil Kulesi'ni yarım bırakarak
dünyanın dört bir yanına dağıldılar.
Neden Avrasya sınırları içinde Bereketli Hilal, ya da Çin
toplumları değil de Avrupa toplumları Amerika’yı ve Avustralya’yı sömürgeleri
haline getirdiler, teknolojik üstünlüğü ele geçirdiler, siyasal ve ekonomik
açıdan dünyaya egemen oldular? MÖ 8500
ile MS 1450 arasında herhangi bir zamanda yaşayan birisinin, 1800’lerde Avrupa’nın dünyanın mutlak egemeni
olacağını tahmin etmesi beklenemezdi. Son 10.000 yılın çok büyük bir bölümünde
Avrupa üç eski Dünya bölgesi arasında en geri kalmış olanıydı.
İnsanın çevreye
etkisi
İnsanoğlu günümüzden 10.000 yıl kadar önce, Bereketli
Hilal’de yerleşik ya da yarı yerleşik hayata geçip tarıma başladığından beri
çevresinde, değiştirici etkilerde bulunmaya başlamıştır. Önceleri insanın eko sistemlere
müdahalesi, ormanları tarım alanı açma amacıyla tahrip etmesi şeklinde iken,
nüfus henüz fazla olmadığı için, insanoğlu çevreyi etkilemekten çok, çevreden etkilenen
bir pozisyonda idi. Ancak insanoğlu, iklim ve coğrafi şartların uygun olduğu
yerlerde sosyal, ekonomik ve kültürel faaliyetlerini geliştirme imkanı bulunca,
artan nüfusa bağlı olarak, çevreye oldukça etkili müdahalelerde bulunmaya
başladı. Günümüzden yaklaşık 5.000-4.000 yıl kadar önce akarsuların
kenarlarında veya denize döküldükleri kısımlarda, verimli alüvyal alanlarda, hızlı
nüfus artışı olurken, genellikle liman özelliği taşıyan bu bölgeler şehir devletleri
haline geldi.
Böylece kapalı ekonomi sistemleri, hızlı bir değişimle
çeşitli uygarlıkların kültürel ve ticari alışverişlerinin sağlandığı, etki
alanları genişleyen bir biçime dönüşmeye başladı. Bu şekilde ticari mal üretimi
için doğal kaynakların kullanımı da hızla arttı. Artan yerel nüfusun ve komşu
toplumların taleplerine yönelik olarak doğal kaynak kullanımı arttı. Son 11 bin
yıllık dönemin başlarından ortalarına kadar devam eden bol yağışlı dönemde, artan
nüfusun tarım alanı açma, gemi inşası ve seramik eşya yapmak için orman
alanlarını tahrip etmesi, erozyonun şiddetlenmesine yol açtı. sonucunda
Akarsuların denize döküldükleri verimli alüvyonlu sahalarda
yer alan deltalarda gelişen kentlerden Efes’in 6 km ve Miletos’un 10 km denizden uzaklaşmalarında ve liman
özelliklerini kaybetmeleri nedeniyle değerlerini yitirmelerinde, erozyonun
neden olduğu hızlı alüvyon birikiminin etkili olduğu sanılmaktadır. Bunun gibi Bereketli
Hilal bölgesinde gelişen tarıma dayalı Mezopotamya Uygarlığı, Toros
Dağlarındaki ormanların tahribi sonucu artan erozyon, sellenme ve sediment
birikimi nedeniyle tarihten silinmiştir. Barajlar, sulama kanalları, millerle
dolan tarım alanları kullanılamaz hale gelirken, bir zamanlar Basra Körfezi
kıyısında bulunan Ur şehri, denizden 200 km. içeride kalmıştır. Aynı dönemlerde
İndus, Ganj ve Sarı ırmak nehirlerinin verimli alüvyal sahalarında kurulan çeşitli
uygarlıklarda, yukarı havzalarda ormanlık alanların tahribi sonucu ortaya çıkan
erozyon, büyük çaplı seller, aşırı ve hızlı sediment birikimleri nedenleri ile
ortadan kalkmışlardır.
MÖ 8500’den, Yunanistan’ın ve İtalya’nın doğuşuna yani
MÖ 500’e kadar, hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilmesi, yazı, metal işleme
teknolojisi, tekerlek, devlet vb. ne kadar yenilik varsa hepsi ya Bereketli
Hilal’de ya da çevresinde ortaya çıktı. Milattan sonra yaklaşık 900’den sonra
su değirmenleri gelişip serpilinceye kadar Batı Avrupa ya da Aplerin kuzeyi,
Eski Dünya teknolojisine ya da uygarlığına hiçbir katkıda bulunmadı; tam
tersine gelişmeleri Doğu Akdeniz’den, Bereketli Hilal’den ve Çin’den ithal eder
konumdaydı. MS 1000’den MS 1450’ye kadar bile, bilim ve teknolojinin akış yönü
daha çok, Hindistan’dan Kuzey Afrika’ya kadar yayılmış İslam toplumlarından
Avrupa’ya doğruydu, bunun tersine değil. Bu yüzyılar arasında, ortaçağda Çin,
yiyecek üretimine neredeyse Bereketli Hilal kadar erken bir tarihte başlamış
olduğu için, dünyaya teknoloji de önderlik ediyordu.
Kıtaların, çevrelerin
farklılıkları
Peki bu farklı bölgeler farklı zamanlarda teknolojijk
ve bilimsel liderliği nasıl ele geçirmişti? Burada yaşayan insanlar mı, yoksa
içinde yaşadıkları çevreler mi
diğerlerinden üstündü? Son dönemde yapılan araştırmalar sonucunda, farklı
kıtalardaki halkların zaman içerisindeki birbirlerine üstünlükleri ya da
bağımlılıkları söz konusu halkların insanları arasındaki doğuştan gelen
farklardan değil, yaşadıkları çevrelerin koşulları arasındaki farklardan
kaynaklandığı anlaşılmıştır. İnsanların üzerinde yaşadığı kıtalar, insanlık
tarihinin yörüngelerini etkileyen
sayısız çevre özelliği arasından, dört açıdan önemli farklılık gösterirler:
- Evcilleştirmenin önkoşulu olarak mevcut yaban hayvan ve bitki türleri arasındaki farklar. Yiyecek üretimi, kabilede üretim yapmayan şef, din adamı gibi uzmanları besleyebilecek yiyecek fazlasının yaratılabilmesi için çok önemliydi. Ayrıca askeri üstünlük kazanmalarını sağlayacak kalabalık nüfusların oluşması için de çok önemliydi. Bu iki nedenden dolayı, ekonomik olarak karmaşık, toplumsal olarak katmanlı, siyasal olarak merkezileşmiş toplumların, küçük olgunlaşmamış şefliklerin düzeyini aşan, gelişmeleri gösterebilmeleri yiyecek üretimine bağlıydı. Ama yaban hayvan ve bitki türlerinin çoğunun evcilleştirmeye uygun olmadığı anlaşıldı. Evcilleştirmeye aday yaban türlerinin sayısı, kıtaların yüzölçümlerine göre ve aynı zamanda Geç Pleyistosen dönemde, soyları tükenen büyük memeli hayvanların, durumuna göre kıtalar arasında büyük farklılık gösteriyordu. Avustralya’da ve Amerika kıtalarında soylar Avrasya’ya ve Afrika’dakine göre çok daha ciddi boyutlarda tükendi. Her kıtada bitki ve hayvan evcilleştirmeleri, kıtanın yüzölçümünün küçük bir bölümünü oluşturan birkaç ana merkezle sınırlıydı. Çoğu toplumlar kendi icat ettikleri şeylerden daha çoğunu, hatta siyasi kurumlarını başka toplumlardan alırlar. Başlangıçta bir üstünlükten yoksun toplumlar ya bu üstünlüğe sahip toplumlara bakarak, o üstünlüğü kendileri de edinirler, edinemezlerse de yerlerini öteki toplumlara bırakırlar.
- Kıtalar içinde yayılma ve göç hızı, kıtadan kıtaya değişiklik gösterir. Avrasya’nın ana ekseni doğu-batı doğrultusunda olduğu, çevresel ve coğrafi engeller de çok engelleyici olmadığı için Avrasya’da yayılma da, göç de hızlı oldu. Yayılma Afrika’da ve özellikle Amerika’da, bu kıtaların ana eksenlerinin kuzey-güney doğrultusunda olması, çevresel ve coğrafi engellerin bulunması yüzünden daha yavaş gerçekleşti.
- Kıtalar içi yayılma kadar Kıtalar arası yayılma da farklılık gösteriyordu. 6.000 yıl önce Avrasya’dan, Afrika’nın Sahra altı bölgesine yayılmaktan daha kolay bir şey yoktu. Afrika’daki canlı türlerinin çoğu Afrika’ya böyle gelmişti. Kızıldeniz bir iç denizdi ve Suudi Arabistan yarımadasının güneybatı ucu Afrika’dan henüz kopmamıştı. Asya’daki hayvanlar buradan yürüyerek Afrika’ya geçtikleri gibi, Afrika’dan çıkan insanlar da bu yol ile Asya’ya ve dünyaya yayılmışlardı.
- Yüzölçümleri ya da nüfus hacimleri bakımından kıtalar arasındaki farklar. Geniş yüzölçümü ya da kalabalık nüfus, olası mucitlerin sayısını da artırıyor. Ayrıca yenilikleri benimseyemeyen ve muhafaza edemeyen toplumlar, genellikle kendisiyle yarışan öteki toplumlar tarafından elenirler. Afrika pigmelerinin ve daha pek çok avcı/yiyecek toplayıcının başına gelen buydu, yerlerini çiftcilere bıraktılar. Bunun tersi de oldu, çevreye uyum tecrübeleri ve yetenekleri daha fazla olan Eskimo avcı/yiyecek toplayıcıları, İskandinav kökenli inatçı ve tutucu Grönland çiftcilerinin yerini aldılar. Dünyadaki kara kitleleri arasında, yüzölçümü ve yarışan toplumlarının sayısı en yüksek olan Avrasya’ydı. En düşük olanı da Avustralya. Amerika kıtası toplam yüzölçümünün büyüklüğüne karşın coğrafik yapısı ve çevre yüzünden parçalanmış haldeydi. Gerçekte sanki birbirleriyle pek ilişkisi olmayan iki kıta gibiydi.
BEREKETLİ
HİLAL(Mezopotamya) NEDEN ÇÖKTÜ?
Yöredeki dağların hilal şeklinde olması nedeniyle
Bereketli Hilal adıyla da bilinen Mezopotamya Anadolu’nun güney doğusundan
başlar, Dicle ile Fırat arasında, iki ırmağın birleşip Basra Körfezi’ne
döküldüğü yere kadar uzanır. Grek dilinde nehirler arası demektir. Latince’de,
mezo:orta-ara, potamus:nehir demektir. Mezopotamya kuzeyde El-Cezire ve güneyde
Irak-ı Arap olmak üzere iki bölgeden oluşur.
Mezopotamya haritası. Basra
körfezinin(Persian Gulf) bugünkü ve antik dönemdeki kıyı çizgisi haritada
belirtilmiş.
- El-Cezire bölgesi. Dicle ile Fırat nehirleri arasında kalan yerin, yukarı kısmına verilen addır. Bu bölge yukarı ya da kuzey Mezopotamya olarak da isimlendirilir, yüksek dağ ve platolardan oluşan geniş bir yayladır. Arazi mevsimsel yağışlar ve nehirlerin getirdiği alüvyonlu topraklar nedeniyle oldukça verimlidir. Halkı hayvancılık ile uğraşmış, bölgedeki değerli ağaçları ve madenleri kullanmıştır. Köklü bir geçmişe sahip olan bu bölge dünya tarihi ve medeniyeti açısından da oldukça önemlidir. Anadolu, Suriye ve Irak üçgeni arasında kalan, verimli bir yerleşim merkezine ve stratejik öneme sahip olan El-Cezire’de İslam öncesinde Babilliler, Asurlular, Hititler, Persler, Büyük İskender, Selefkiler, Romalılar, Bizans ve Sasaniler gibi pek çok devlet hüküm sürmüştür.
- Irak-ı Arap bölgesi. Hit ve Remadi şehirleri arasından Fırat nehri, Samerra ve Balad şehirleri arasından Dicle nehri, asıl Mezopotamya'yı meydana getiren alçak Irak-ı Arap ovasına girer. İki ırmak burada birçok kol alır ve bataklık göllerini besler. Daha sonra iki nehir birleşir ve bir delta oluşturarak Basra Körfezine ulaşır. Ova, Fırat, Dicle ve kollarının alüvyonlarının Basra körfezini doldurmasıyla oluşmuştur. MÖ 5000 yılında Basra Körfezinin, Bağdat şehrinin biraz kuzeyinden başladığı tahmin edilmektedir. Karun ve Şattülarap'ın alüvyon birikintileriyle dolu ortak deltası her 100 yılda bir 3 km güneye doğru ilerler. Güney Mezopotamya, bataklıklı alanlar ile geniş verimsiz çorak düzlüklerden oluşur. Bölgede kentler, hayatı oluşturan ve taşıyan nehirler boyunca kurulmuştur. İlk yerleşiciler sulama kanalları yaparak tarım ile uğraşmıştır.
Ürdün topraklarındaki Antik
Petra şehri, UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak seçilmiştir.
Günümüzden yaklaşık 4.000 yıl kadar önce bugünkü Ürdün
topraklarında kurulan, yapılarda kullanılan taşın renginden dolayı Pembe şehir
adıyla da bilinen, Nebatilerin başkenti Petra (Al Batra) şehri, yörede aşırı
şekilde keçi otlatılması sonucu doğal dengenin bozulmasıyla oluşan erozyon bağlantılı
çevre sorunlarına ek olarak 363
yılındaki deprem sonrası terkedilmiştir. Aynı şekilde aşağı Mezopotamya ovası
tuzlanmaya başlamış, önceleri az tuzlu topraklarda arpa yetiştiren insanlar,
topraktaki tuzlanmanın(çoraklaşma) ilerlemesi ile Yukarı Mezopotamya'ya
çekilmek zorunda kalmışlardır. İnsanoğlu doğayı MÖ 2000 den başlayarak ciddi
biçimde bozmaya başlamıştır. Petra yakınlarındaki son Ladin ormanları da
I.Dünya savaşı’ndan hemen önce Hicaz demiryolu yapılırken Osmanlılar tarafından
yok edilmiştir.
Mezopotamya’da suyun bolluğu, tarım değerini büyük
ölçüde artırır. Anah ve Samarra'dan itibaren ırmak boyunca hurma vahaları
birbirini izler. Gene de topraktan tam gelir sağlayabilmek için düzenlemeler
gerekmiş ve en eski çağlardan beri barajlar ve sulama kanalları yapılmıştır.
Bununla birlikte ırmakların debilerinin hızı ve taşkınlarının düzensizliği
yüzünden düzenlemeler hiç bir zaman Nil vadisindekilerin mükemmelliğine
erişemedi. Öte yandan Moğol istilası sırasında tahrip edilen sulama şebekesi sonrasında
bir daha eskisi gibi oluşturulamadı. Bugün bölgedeki yerleşme ve tarım, eski devirlerin
gerisindedir. Bölgede çok eski tarihlerden beri buğday, arpa, mısır, darı,
pirinç, kış tahılları tarımı yapılır. Tahılların, meyve ağaçlarının ve
sebzelerinin bir kısmı palmiyelerin altında yetiştirilir. Mezopotamya
vahalarında, dünya pazarında satılan hurmaların beşte dördü yetişir.
Babil asma bahçeleri
Evcilleştirilmiş mevcut hayvan ve bitki türlerinin toplanmış
olduğu bir bölge olduğu için bir zamanlar en öne geçen Bereketli Hilal’in daha
başka coğrafi üstünlüğü yoktu. Bu öncülüğün yitirilişi güçlü imparatorlukların
batıya doğru kayışı olarak incelenebilir. MÖ 4000’de Bereketli Hilal
devletlerinin ortaya çıkışından sonra, güç merkezleri önceleri Bereketli
Hilal’de kaldı. Egemenlik Babil, Hitit, Asur, Pers gibi devletler ve imparatorluklar
arasında el değiştirdi. MÖ 4. yüzyıl sonunda Büyük İskender’in Yunanistan’dan
Hindistan’a kadar bütün gelişmiş toplumları Yunan egemenliği altına almasıyla
birlikte güç artık bir daha geri döndürülemez bir biçimde batıya kayış yönünde
ilk adımını atmıştı. MÖ 2. yüzyılda Roma’nın Yunanistan’ı ele geçirmesiyle
birlikte daha da batıya kaydı ve Roma İmparatorluğu yıkıldıktan sonra bir kez
daha Batı ve Kuzey Avrupa’ya kaydı.
Bugün Bereketli
Hilal ve yiyecek üretiminde dünya birincisi gibi sözler anlamsızdır. Eski
Bereketli Hilal’in büyük bir bölümü bugün çöl, yarı çöl, ya da tarıma elverişli
olmayan step, toprak kayması geçirmiş ya da tuzlanmış arazilerdir. Bugün petrol
gibi yenilenmeyecek tek bir kaynağa bağlı olarak bölgenin bazı uluslarının
zenginliği, bölgede çoktan beridir devam etmekte olan esas yoksulluğu ve kendi
kendini besleme zorluğunu gözlerden saklamaktadır.
Oysa eski çağlarda Bereketli Hilal’in ve Yunanistan’da
dahil olmak üzere Doğu Akdeniz’in büyük bir bölümü ormanlarla kaplıydı.
Bölgenin verimli ormanlık arazilerinin, toprakları aşınmış makiliklere ya da
çöle dönüşmesinin nedenlerini eski bitkileri inceleyen botanikçiler ve
arkeologlar açıklığa kavuşturdular.
- Ormanlık bölgelerde ağaçlar kesilerek tarım arazileri açılmış,
- Kereste elde etmek, odun olarak yakmak, ya da alçı elde etmek için ağaçlar kesilmiş,
- Yağış az olduğu, bu yüzden de (yağışla orantılı olarak) birincil üretkenlik düşük olduğu için, bitki örtüsünün yenilenme hızı özellikle çok sayıda keçinin fazlaca otladığı yerlerde yok edilme hızıyla yarışamadı.
- Ağaç ve ot örtüsü gidince toprak kayması arttı, vadiler alüvyonla doldu,
- Yağışın az olduğu yerlerde sulama tarımı yapıldığı için toprak tuzlandı.
Cilalı Taş Çağı’nda başlayan bu süreçler çağımıza
kadar sürdü. Sonuç olarak, Bereketli Hilal ile Doğu Akdeniz toplumları ekolojik
açıdan kırılgan çevre koşulları içinde var olma bahtsızlığına uğradılar. Ekolojik
olarak kendi kaynaklarının tabanını yok ederek, kendi kuyularını kazdılar. En
eski toplumlardan, doğudaki Bereketli Hilal’deki toplumlardan başlayarak her
bir Akdeniz toplumu kendi kendini yok ederken, güç batıya kaydı. Kuzey ve Batı
Avrupa bu akibete uğramaktan kurtuldu, ama orada yaşayan insanlar daha akıllı
olduğu için değil, daha fazla yağış alan, bitki örtüsünün çabucak yeniden
büyüdüğü daha dayanıklı bir çevrede yaşamak gibi bir şansa sahip oldukları için
böyle oldu. Kuzey ve Batı Avrupa’nın büyük bir bölümü, yiyecek üretimi buralara
ulaştıktan 7.000 yıl sonra hala verimli durumda ve yoğun tarıma elveriyor.
Aslında Avrupa, tarım ürünlerini, hayvan varlığını, teknolojisini, yazı
sistemini Bereketli Hilal’den almıştı, Bereketli Hilal daha o zamanlar önemli
bir güç ve yenilik merkezi olarak kendi kendisini yavaş yavaş baltalar
durumdaydı.
Efsanevi Sedir
Ormanları ve koruyucusu Huwawa
Bölgenin en değerli bitki örtüsü efsanevi sedir ormanlarıydı. Piramide benzer görüntüsüyle dikkat çeken sedir ağaçları, çamgiller ailesinden olup, botanik biliminde Cedrus libani olarak isimlendiriliyor. Yaklaşık 30-40 m kadar uzayabilen, dayanıklı sedir ağacına Lübnan sediri denmesinin nedeni, bu bitkinin doğum yerinin Lübnan olmasından kaynaklanıyor. Türkiye’de Toros dağları da doğal gelişim alanları arasında. Başta Fenikeliler ve Mısırlılar olmak üzere, İspanyollar, Portekizliler ve Cenevizlilerin gemici ulus olmalarının nedeni, Akdeniz havzasında yaşamış olmaları ve sedir ağacını tanıyor olmalarından kaynaklanıyor. Eğer bu bölgelerde sedir ağaçları olmasaydı, belki de bugün ne binlerce mil kat edebilen dayanıklı gemiler yapabilirdik ne de denizleri bu kadar iyi tanıyabilirdik.
Bölgenin en değerli bitki örtüsü efsanevi sedir ormanlarıydı. Piramide benzer görüntüsüyle dikkat çeken sedir ağaçları, çamgiller ailesinden olup, botanik biliminde Cedrus libani olarak isimlendiriliyor. Yaklaşık 30-40 m kadar uzayabilen, dayanıklı sedir ağacına Lübnan sediri denmesinin nedeni, bu bitkinin doğum yerinin Lübnan olmasından kaynaklanıyor. Türkiye’de Toros dağları da doğal gelişim alanları arasında. Başta Fenikeliler ve Mısırlılar olmak üzere, İspanyollar, Portekizliler ve Cenevizlilerin gemici ulus olmalarının nedeni, Akdeniz havzasında yaşamış olmaları ve sedir ağacını tanıyor olmalarından kaynaklanıyor. Eğer bu bölgelerde sedir ağaçları olmasaydı, belki de bugün ne binlerce mil kat edebilen dayanıklı gemiler yapabilirdik ne de denizleri bu kadar iyi tanıyabilirdik.
Solda Hz.İsa ile yaşıt Türkiye’nin
en yaşlı sedir ağacı, sağda Mezopotamya sedir ormanlarının koruyucu Huwawa
Büyük İskender, MÖ 333 yılında 500 parçalık gemi
yapımı için gerekli sedir kerestesini Toroslar'dan sağlamış. Bir zamanlar orman
denizi olan Lübnan Dağları, günümüzde tamamen kıraç bir görünüme sahip, Lübnan'da bu tahribattan günümüze ulaşan
kalıntılar, en büyüğü Bischerre köyü civarında 400 ağaçlık birkaç orman artığı.
Lübnan’ın sembolü sedir ağacı ve aynı zamanda bayrağını yaşlı bir sedir ağacı süslüyor.
Antalya'da 5 yıl önce bulunan 25 metre boyunda, 2,62 metre çapında, çevre
genişliği ise 8 metre 23 santimetre olan sedir ağacının, Türkiye'deki bilinen
en yaşlı ağaç (Hz. İsa ile yaşıt olduğu söyleniyor) olduğu tahmin ediliyor.
Antik Mezopotamya dininde, Asur’daki adıyla Humbaba,
ya da Sümer’deki adıyla Huwawa, Güneş tarısı Utu (ya da Anu) tarafından
büyütülmüş canavarımsı bir devdir. Tanrıların yaşadığı sedir ormanının bekçisi,
koruyucusudur. Yüzü aslan yüzüdür. Birisine baktığında, o artık ölümün yüzüdür.
Kükremesi sel, ağzı ölüm, nefesi ise ateştir.
ÇİN
ÜSTÜNLÜĞÜNÜ NEDEN KAYBETTİ
Çin’in geri kalması öncelikle şaşırtıcıdır çünkü Çin geçmişte
tartışmasız üstünlüklere sahipti. Çin’de yiyecek üretimi MÖ 7500’de neredeyse
Bereketli Hilal’deki kadar erken bir tarihte başlamıştı. Çok kalabalık bir nüfusu
besleyen geniş ve verimli topraklara sahipti. Kuzeyden güneye, kıyılardan Tibet
platosunun yüksek dağlarına kadar çeşitlilik gösteren çevre koşulları, çeşitli
tarım bitkisi ve hayvanların yetişmesine, çeşitli teknolojilerin ortaya
çıkmasına izin veriyordu. Bereketli Hilal’inkinden daha yağışlı, ekolojik
olarak daha az kırılgan çevre koşullarına sahipti. Neredeyse 10.000 yıl sonra
Çin, çevre koşullarıyla ilgili sorunları artmasına ve Batı Avrupa’nınkilerden
daha ciddi olmasına karşın hala verimli ve yoğun tarıma elverişli.
Antik pusula
Bu üstünlüklerinin yanı sıra yarışa önde başlamış
olmak, ortaçağda Çin’in dünya teknolojisinde başı çekmesini sağladı. Belli
başlı teknolojik ilklerin uzun listesinde kibrit, dökme demir, demir pulluk, pusula,
barut, kağıt, matbaba var, at hamutu, tekerlekli el arabası, pervane daha pek
çok başka şey var. MS 220 yılından önce kumaş üzerine baskılar yapılmış.
Manyetik pusula 12. yüzyılda geliştirilmiş. Matbaacılık, 756’da icat edilen
baskı aygıtı ile başlamış. Çinliler baruta ek olarak Grek ateşi diye
bilinen ve Bizans’ın deniz savaşlarında etkin olarak kullandığı alevli silahı, MS
900 yılında beri kullanıyordu. Negatif sayıları ilk kullanan Çinli
matematikçiler oldu. Özellikle Tang Hanedanı dönemi (618 - 906) yaratıcılığın
en üstte çıktığı bir dönem oldu. Çin toplumu Ming Hanedanlığının(1368–1644)
sonuna kadar dünyanın bilim ve teknoloji liderlerinden biriydi. Batı dünyası
ancak 17. yüzyılda Çin toplumunu bilim ve teknoloji de geçebildi.
Deprem ölçer antik sismograf
Çin’de gemi
yapımı ve denizcilik
Çin siyasal güç, denizcilik, denizlerin denetimi
bakımından da dünyada en öndeydi. Kolomb’un üç çelimsiz gemisi dar Atlas
Okyanusu’nu aşıp Amerika’nın doğu kıyısına ulaşmadan yıllar önce, 15. yüzyıl
başlarında Çin, Hint Okyanusu’nun ta öteki ucundaki Afrika’nın doğu kıyılarına,
yüzlerce gemiden oluşan donanmalar göndermişti.
Çinliler 14. yüzyılda Moğolları ülkeden atıp Ming
Hanedanlığını(1368-1644) kurduklarında, çok etkin bir deniz filosuna ve geniş
bir ticaret ağına sahip oldular. Ming dönemi zirvesine, savaşçı Prens Zhu
Di’nin 1402’de tahtı bir darbeyle ele geçirmesinden sonra ulaştı. İmparator Zhu
Di tercihini, zenginliği ve büyümeyi ticarette gören hadımlardan yana kullandı
ve isyan ettiğinde sağ kolu olan müslüman hadım Zheng He’yi ticaret filosunun
komutanlığına atadı. Çin seddinin devamı gibi büyük inşaat projelerini finanse
etti ve mucitliği destekledi. Bir değişim havası yaratmak için başkenti Nanjing’den
Pekin’e taşıdı ve yasak şehri kurdu. Ülkedeki tüm bilgi birikimini toparlamak
için 11,000 ciltlik bir ansiklopedi hazırlattı. Devasa bir donanma yapılması
için emir verdi.
Kaşif Amiral Zheng He
(1371–1433), dev
boyuttaki gemileriyle birlikte
Malezya’daki bir tapınakta resmedilmiş.
Deniz ticaretinde büyük başarılar kazanacak Zheng He
kimdi? 1371 yılında Yunnan eyaletinde doğdu, asıl adı Ma He idi. Babası ve
dedesi Moğol Yuan Hanedanının müslüman liderlerindendi. Ming hanedanı
hükümdarlığı ele geçirince, Ma He, İmparatorun oğullarından Prens Zhu Di’ye köle olarak verildi. Ma He, prensin
hizmetinde başarı kazanıp, kısa bir sürede güvenini sağlayınca, en yakın
danışmanı oldu. Prens, Ma He’nin ismini Zheng He olarak değiştirerek toplum
içerisinde onurlandırıp, saygı kazanmasını sağladı, kendisi de Çin İmparatoru
oldu.
Zheng He ticaret filosu komutanlığına atandıktan sonra
hayallerini gerçekleştirmek için ülkenin en iyi 20,000 zanaatkarına yalnızca
gemiler değil, onları inşa edecek kuru havuzları da hazırlattı. Avrupalıların 1495
yılına kadar kullanmadıkları kuru havuzları Çin 600 yıldır kullanıyordu. Gemi
denize indirilmeye hazır hale gelince havuz su ile dolduruluyor ve geminin yüzerek
Yangzi Nehri’ne indirilmesi sağlanıyordu.
Günümüzden altı yüzyıl önce güçlü Çin ticaret filosu
Çin denizini geçti, Hint Okyanusu’nda Seylan adasında, Arabistan yarımadasında
ve Doğu Afrika kıyılarında ticaret yaptı. Ticaret filosu, Junk adı verilen
dokuz dev boyuttaki yelkenli hazine gemisi ve onlara eşlik eden düzinelerce
malzeme gemisi, su tankerleri, erzak gemileri, askerleri ve atları taşıyan gemiler
ve filoyu koruyan Fuchuan savaş gemilerinden oluşuyordu. Filo da 28,000 denizci ve asker görev
alıyordu. Gemilerin en büyüğünün 122 metre uzunlukta, 46 metre genişlikte
olduğu söyleniyor. 87 yıl sonra Atlas Okyanusunu aşıp Amerikayı keşfeden
Kolomb’un en büyük gemisi Santa Maria, 90 kişilik mürettebatı, 17 metre
uzunluğu ve 9 metre genişliğiyle bunların yanıda kayık irisi gibi kalacaktı. Gemilerin
geniş omurgası onaltı su geçirmez bölme perdesi içeriyordu. Su geçirmez bölme
kullanımı 19. yüzyıla kadar Avrupa gemiciliğinde görülmedi. Hazine gemilerinin
3,600 ton eşya taşıma kapasitesi vardı. Yelken direklerinin sayısı dokuzu
bulabiliyordu. Avrupa’lı gemilerin aksine rüzgarı arkadan almadan da
ilerleyebiliyordu. Çin donanmasının bir başka benzersiz özelliği tamamen kendi
kendine yetebilmesiydi. Tanker gemiler çok ihtiyaç duyulan suyu temin ediyor,
büyükbaş hayvanların beslendiği gemiler müretebatın et ihtiyacını karşılıyordu.
O döneme kadar uzun gemi yolculuklarının en önemli sounlarından biri kuru gıda
ile beslenen tayfaların C vitamini eksikliğinden iskorbüt(diş eti çekilmesi)
hastalığına yakalanmasıydı. Bu soruna çözüm olarak erzak gemilerinin
bazılarında soya fasülyesi yetiştiriliyordu. Soya hem C vitamini açısından
zengin hem de küçük bir alanda çok miktarda yetiştirilebiliniyordu. Bu soruna
Avrupa 350 yıl daha, kaptan Cook’un seyahatlerine kadar, çözüm bulamayacaktı.
Çinlilerin devasa gemisi
Junk ve Kolomb’un gemisi Santa Maria karşılaştırılabilir ölçeklerde modellenmiş.
Deniz aşırı seyahatler için inşa edilen 120 metre
uzunluğundaki gemiler dünyada ahşaptan yapılmış en büyük gemilerdi. Zheng
He’nin 1404’deki ilk seyahati için Nanjing limanında 317 gemi toplanmıştı.
Gemiler çok katlı büyük evler gibiydi. Bu boyutta ahşap gemilere ancak Viktorya
dönemi İngiltere’sinde yaklaşıldı. Ama İngiliz gemilerinde sık sık yapısal
sorunlar çıktı ve gövdesini sağlamlaştırmak için demir çubuklarla desteklenmek
zorunda kalındı. Çin kaynaklarında ise gemi gövdelerinde demir destek
kullanıldığına dair hiçbir bilgi yoktur.
Zheng He’nin Hint Okyanusu
seferlerinin güzergahı
1962 yılında Nanjing’de Ming tersanelerinden birinde
yapılan kazılarda 11 metre uzunluğunda gemi iskeleti ahşabına rastlandı.
Yapılan tersine mühendislikle bu uzunlukta bir yapı elemanı olan bir geminin
boyunun yaklaşık 152 metre olabileceği ortaya çıktı. 1973 yılında yapılan başka
bir kazıda ise 1270 tarihinde batmış bir gemi enkazı incelendi. Batık geminin
13 su geçirmez bölmesinin olduğu ve bu bölmelerde çoğu Doğu Afrika’dan
getirilmekte olan egzotik baharatlar, istridye kabukları ve güzel kokulu
ağaçlar bulunduğu görüldü.
Song Hanedanlığı sırasında
icat edilmiş manyetik pusulayı, ilk kez büyük denizci Zheng He, Hint
Okyanusu’nda denizde ilerleyebilmek için kullandı.
Su geçirmez bölmeleri ve etkin dört kenarlı yelken
teknolojisiyle rüzgara karşı seyretme becerisi de geliştirmiş Çinliler, gemi
teknolojisinde ilerleyen yüzyıllarda da batının önünde oldular. Yelkenlerini
aralarına yerleştirdikleri esnek ağaçlar ile pançur gibi hızla toplayıp
açabiliyorlardı. Bir seferinde Zheng He, gemileriyle Hindistan yolunda
ilerlerken şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Çok zor durumda olduğunu görünce
tanrıya dua etmeye başladı. Ansızın geminin direğinin ucunda ilahi bir ışık
belirdi ve fırtına hafifledi. Bu semavi işaret karşısında Zheng He misyonunun
doğru olduğuna ve ilahi bir koruma altında olduğuna inandı. Oysa gerçekleşen,
muhtemelen Aziz Elmo ateşi (St.Elmo’s fire) ya da gemici ışığı adıyla bilinen, fırtınalı
havalarda gemi direği gibi sivri uçlu yapıların tepe noktasında görülen ve
genellikle parlak bir ışık noktası halinde beliren, atmosferdeki statik
elektriğin boşalması olayı idi.
1414 yılında Çin İmparatoru, incileri ve değerli
taşlarıyla meşhur Basra körfezi girişinde İran’a bağlı Hürmüz adasına
gidilmesini istedi. Zgeng He dönüşte İmparatora bir çift zürafa getirdi. Zürafalar
Nanjing’e geldiğinde imparatorun danışmanları, ilk kez gördükleri zürafayı bir
çift boynuzlarına rağmen fevkalade barış ve zenginliğin sembolü olan efsanevi
tek boynuzlu at (unicorn) ile ilişkilendirdiler. Deniz filosunun tüccarlarının
beraberlerinde getirdikleri ve imparatorun ayaklarının önüne serilen hazineler zenginliğin
kanıtıydı. Zheng He, bir sonraki seferini doğrudan Doğu Afrika’ya yaptı. Bu seyahat
sonunda Somali’den aslan, leopar, devekuşu, zebra gibi egzotik hayvanlar ve Çin
atlarından daha atik olduğu anlaşılan Arap atları ile Arap dünyasından aldığı
tıbbi tedavi yönetmlerini de Çin’e götürdü.
1433’de yedinci seyahatinin sonuna doğru 62 yaşındaki Zheng He öldü ve cesedi
aşığı olduğu deniz ile kucaklaştı.
İpek, porselen ve lake kaplı süs eşyalarıyla yüklü Çin
gemileri Hindistan sahillerindeki limanları ziyaret ederek, taşıdıkları değerli
eşyaları buralarda Arap ve Hint tacirlerle değişip, Çin Kraliyet sarayı
tarafından talep edilen fildişi, baharat, ilaç ve incileri alıyorlardı. Çinlileri bu deniz seferlerine iten asıl neden
ise Moğolların karadan İpek Yolunu Çinlilere kapatmış olmalarıydı. Çinliler bu
nedenle su yolarını kullanmakta ustalaşmıştı.
Bu ticaret filolarıyla 1403 den 1433 e kadar yedi
sefer yapıldı. Bu ziyaretler sonucunda Taiwan’dan İnra sahillerine kadar birçok
yerde Çin İmparatorluğunun denetiminde ticaret noktaları oluşturuldu. Bütün
bunlar ilk Avrupalılar Afrika’nın Ümit Burnunu dolaşıp da Hint Okyanusunu keşfetmesinden
83 yıl önce oluyordu. Denizciliğe ait teknolojinin tek lideri ve sayısız başka
icadın da sahibi olarak Çinliler etkilerini Hindistan ve Afrika’nın ötesine
taşıma konumuna gelmişlerdi. Tarihin dönüm noktalarından birisi burada oluştu.
Çin İmparatorları denizciliğe yaptıkları büyük yatırımlarına devam etselerdi,
Portekiz, İspanya, Danimarka ve İngiltere yerine dünyayı onlar kolonize
edecektiler. Portekizlilerin ve sonrasında İngilizlerin Çin kıyılarında
limanlar kurması mümkün olmayacaktı.
Çin’de
denizcilik yasaklanıyor
1424 yılında İmparator Zhu Di öldü. Muhafazakarlar
tahtı ele geçirme fırsatını kaçırmadılar. Yeni imparator derhal Çin’in
merkezileştirilmisini garanti altına alacak değişiklikleri yürürlüğe soktu. Çin’de 100 seneden az bir zaman sonra
denizaşırı ticaret yasaklandı. Birden çok direkli gemiyle Çin limanlarından
ayrılma en büyük suç ilan edildi. 1503 yılına gelindiğinde, donanma önceki
boyutlarının onda birine inmişti. Muhafazakarlar seyir defterlerini ve
donanmanın seferlerine ilişkin bütün bilgileri yok ettiler. Bu şaşırtıcı
politika değişikliği neden olmuştu? Çin’in ilk okyanus aşırı giden ticaret
gemileri, Song Hanedanlığı döneminde (MS 960-1270) yapılmıştı. Fakat İlk
emperyal ticaret filolarını kurup Sumatra, Seylan ve Güney Hindistan’da ticaret
bölgeleri oluşturan, sonradan hükümdarlığı ele geçiren Yuan hanedanının (MS
1271-1368) Moğol kökenli İmparatorlarıydı. Marco Polo bu hanedan döneminde Çin
sarayına ünlü seyahatini yaptığında, 300 mürettabatlı, tüccarlar için 60 adet
özel kamarası, su geçirmez bölgeleri olan çok büyük dört Junk’dan(Çin Yelkenli
gemisi) bahsetmişti. Moğollar ve öteki bozkır halkları tacirlere toplumda çok
daha onurlu bir yer veririken, Çin’de Konfüçyüs’cü değerlendirmeyle her zaman
toplumun asalakları olarak görüldüler. Bu nedenle Ming hanedanının Konfüçyüsçü
düşünceyi canlandırmaları tacirlerin ve ticaretin aleyhine oldu.
Çinli filozof Konfüçyüs (MÖ
551-MÖ 479)
Zheng He, her ne kadar Çin’e zenginlik ve güç sağladıysa
ve sonradan Müslüman Endonezya’nın bazı bölgelerinde tanrı olarak kabul
edildiyse de ülkedeki eğilim yurt dışı girişimlerin karşısına doğru geçiyordu.
- Tutucu Konfüçyüs hizibi yönetimi ele geçirdi. Dünya görüşlerine göre ebeveyinleri yaşarken insanların ülke dışına gitmeleri büyük saygısızlık ve ayıptı.
- Tacirler toplumun asalaklarıydı. Ticaret engellenmeli tarım öne çıkarılmalıydı.
- Bu dönem ayrıca Çin’de tarımın büyük bir gelişme gösterdiği bir dönemdi. İyi sulanan topraklarda yılda iki kez ürün alınmasını sağlayan yeni pirinç türleri ekilmeye başlandı. Tarımda herşeyin iyi gitmesi Konfüçyüscü ülkünün ülkede egemen olmasını ve yaygınlaşmasını hızlandırıp kolaylaştırdı.
- Beijing-Hangzhou Büyük Kanalı olarak da bilinen Büyük Kanalın, 1411’de yenilenmesiyle, tahıl üretiminin ülkeye dağıtımı bu kanaldan yapılmaya başlandı. Şehirler arasında, deniz yoluna göre daha güvenli ve hızlı bir şekilde ulaşım sağlanınca, okyanusa dayanıklı büyük gemilere olan gereksinim gözden düştü.
- Ayrıca yeni bir Moğol istilası tehdidi üzerine maliyeti yüksek olan büyük gemilerin bakımına son verildi.
- Birden çok direkli gemiyle limandan ayrılmak yasaklandı.
- Son öldürücü darbe 1525’de tüm büyük gemilerin parçalanması emriyle geldi. Bu kararla Çin yüzyıllar sürecek içe kapanma sürecine girdi. Son yıllarda Kenya’nın kuzey sahillerine yakın Pate adasında yüzlerce yıl önce deniz kazasına uğramış Çinli denizcilerin akrabalarının yaşadığı belirlendi.
- Soylular toplumda egemen hale gelince o ana kadar yapılan icatları egemenliklerini sürdürmek amacıyla kullandılar. Matbaa Avrupa’da reform hareketini hızla yaygınlaşmasını sağlarken burada Konfüçyüscü düşüncenin güçlenmesini sağladı. Barutta aynı şekilde isyancı yerel beylerin boyun eğdirilmesinde kullanıldı.
Niçin Vasco da Gama’nın üç çelimsiz gemisi Afrika’nın
en güneyindeki Ümit Burnu’nu dolaşıp doğuya giderek Avrupa’nın Doğu Asya sömürgeciliğini
başlatmadan önce Çin gemileri Afrika’nın en güney ucundan geçerek batıya gidip
Avrupa’yı sömürgeleri haline getirmediler? Çin gemileri niçin Büyük Okyanus’u
geçip Amerika’nın batı kıyılarını Çin sömürgesi haline getirmedi? Kısaca niçin Çin teknolojik üstünlüğünü daha
önce o kadar geri olan Avrupa’ya kaptırdı?
Çin donanmalarının sonu bize bu konuda ipucu veriyor.
Bu donanmaların yedi tanesi MS 1405 ile MS 1433 arasında Çin’den yelken
açmıştı. Daha sonra dünyanın her yerinde olabilecek tipik bir yerel siyaset
sapması yüzünden, Çin sarayında iki hizip (hadımlarla - karşıtları) arasındaki
kavga sonucu bu donanmalarının gönderilmesine son verildi. Donanmayı
gönderenler ve onlara kaptanlık edenler birinci hiziptendi. Bu yüzden iktidar
savaşını ikinci hizip kazandığı zaman donanma göndermeyi bıraktı. Sonunda
tersaneleri kapattılar, okyanus aşırı gemiciliği yasakladılar. Bu olay insana, 1880’lerde
Londra’da sokakların elektrikle aydınlatılmasını engelleyen yasayı, I. ve II.
Dünya Savaşları arasında ABD’nin yalnızlaşmasını, çoğu ülkede gerçekleşen,
hepsi yerel siyasal sorunlardan kaynaklanan pek çok geri adımı hatırlatıyor.
Ama Çin’in farklı bir yanı vardı, çünkü bütün o bölgede siyasal birliğini
kurmuş bir ülkeydi. Mutlak hakimin tek bir kararı geriye dönüşü olmayan
sonuçlar doğurmuştu, çünkü o geçici kararın saçmalığına isyan edecek ülkede bir
lider olmadığı gibi komşu ülkelerde de yoktu. Zaman içerisinde de yeniden
tersanelerin gelişmesini sağlayacak bilgi birikimi tamamen yitirilip gitmişti.
Avrupa siyasal
olarak bölünmüşlüğün avantajını kullanıyor
Şimdi siyasal olarak parçalanmış bir Avrupa’nın limanlarından
keşif gemileri yelken açmaya başladığında olan olayları Çin’deki bu olaylarla
karşılaştıralım. İtalya doğumlu Kristof Kolomb önce Fransa’da Anjou Dükü’nün
hizmetindeydi, daha sonra Portekiz Kralının hizmetine girdi. Dük, Kolomb’un
batıyı keşfetmek için istediği gemileri vermeyi kabul etmeyince Kolomb, Güney
İspanya’da Medina-Sidonia düküne başvurdu, o da kabul etmeyince Kolomb, Medinaceli
kontuna gitti, o da reddedince İspanya Kral/Kraliçesi Ferdinand ve Isabella’ya başvurdu.
Kolomb’un ilk başvurusunu geri çeviren kral ve kraliçe, ikinci başvurusunu
kabul etti. Avrupa eğer Kolomb’un başvurduğu ilk üç hükümdardan birinin buyruğu
altında birleşmiş olsaydı, treni kaçırmış, Amerika kıtalarını
sömürgeleştirememiş olabilirdi.
Aslında Avrupa bölünmüş olduğu için, Kolomb
Avrupa’daki yüzlerce prensten birini kendisini desteklemeye razı etmeyi beşinci
denemesinde başarabildi. İspanya, Amerika kıtalarında Avrupa sömürgeleri,
kurmaya başlayınca öteki Avrupa devletleri İspanya’ya akan serveti gördüler ve
altı tanesi daha Amerika’da sömürge kurma girişimine katıldı. Avrupa’da
elektrikle aydınlanma, top, matbaa, küçük ateşli silahlar, sayısız başka
yenilik konusunda da hep böyle oldu. Her biri önce ilgisizlikle karşılandı ya
da özel nedenler yüzünden Avrupa’nın bir yerinde ona karşı çıkıldı ama bir
yerde benimsendikten sonra Avrupa’nın geri kalan yerlerine hızla yayıldı.
Çin’in yanlış
adımları
Avrupa’nın birleşmemiş olmasının sonuçları Çin’in birleşmişliğinin
sonuçlarıyla tam bir karşıtlık oluşturuyor. Çin sarayı zaman zaman okyanus
aşırı gemiciliğin yanı sıra başka işleri de durdurma kararı aldı. Suyla işleyen
ileri teknoloji ürünü bir iplik eğirme makinasını geliştirmeyi bıraktı. 14. yüzyılda
bir sanayi devriminin eşiğinden döndü, saat yapımında bütün dünyaya öncülük
ettikten sonra mekanik saatleri bıraktı. 15. yüzyıl sonlarından itibaren
mekanik aletlerden ve genel olarak teknolojiden geri adım attı. Birlik kurmuş
olmanın ilerisi için bu zararlı etkileri günümüz Çin’inde, özellikle 1966-1976
yılları arasında Kültür Devrimi çılgınlığı sırasında birkaç önderin aldığı bir
kararla, ülkenin tüm okulları beş yıl kapalı kaldı. Sonrasında ilk ve orta
okullar açıldı ama üniversiteler 1972’den önce açılmadı. Temel eğitime önem
verildi, okul süresi azaltılıp kalitesi düşürülerek yaygınlaştırıldı.
Çin’de sık sık kurulan birliklerin ve Avrupa’nın
sürekli bölünmüşlüğünün uzun bir tarihi var. Bugünkü Çin’in en verimli
bölgeleri, ilk kez MÖ 221 yılında birlik kurmuşlardı ve o zamandan beri
çoğunlukla birliklerini korudular. Okuryazarlık başladığı günden beri Çin’in
tek bir yazı sistemi oldu, uzun süredir tek bir egemen dili ve 2.000 yıldır
dayanaklı bir kültür birliği var. Oysa Avrupa’nın siyasal birlik kurmakla
uzaktan yakından bir ilgisi olmadı. 14. yüzyılda hala 1.000 tane bağımsız
devletçik vardı, MS 1500’de 500 devletçiğe bölünmüş haldeydi, 1980’lerde devlet
sayısı 25’e indi, şimdi devlet sayısı 50’yi buluyor. Avrupa’da hala 45 dil konuşuluyor, herbirinin
kendisine göre değişiklik geçirmiş alfabesi var, kültür farklılıkları daha da
fazla.
Tek bir birlik
mi, çoklu bölünmüşlük mü toplumları ileri götürüyor.
Çin’in siyasal ve teknolojik üstünlüğünü Avrupa’ya
kaptırışını anlamaktaki asıl sorun, Çin’deki müzmin birlik ile Avrupa’daki
müzmin bölünmüşlüğü anlamak sorunudur. Bunun yanıtı da coğrafya haritalarında
gizlidir. Avrupa kıyıları çok girintili çıkıntılıdır, yalıtılmış bakımından
adalardan pek geri kalmayan Yunanistan, İtalya, İberya, Danimarka, İsveç/Norveç
gibi beş tane büyük yarımadası var, hepsinin de bağımsız dilleri, etnik
grupları, yönetimleri var. Çin’in kıyıları ise çok daha düz, yalnızca Çin’e
yakın Kore yarımadası ayrı bir önem kazanmış durumunda. Zaten orası da Çin’den
kopuk. Avrupa’nın, siyasal bağımsızlığını kabul ettirecek, kendi dillerini,
etnik varlıklarını sürdürecek kadar Britanya ve İrlanda gibi iki büyük adası
var. Bunlardan Britanya büyük ve bağımsız bir Avrupa gücü haline gelecek kadar
Avrupa’ya yakın. Ama Çin’in en büyük iki adasının, Tayvan ve Hainan’ın her
birinin yüzölçümü İrlanda’nın yarısı kadar. Son 30 yılda Tayvan ortaya çıkana
kadar ikisi de büyük ve bağımsız bir güç değildi.
Japonya, coğrafi yalıtılmışlığı yüzünden, siyasal
olarak da Asya anakarasından yalıtılmıştı ama Britanya, Avrupa anakarasından o
kadar yalıtılmış değildi. Avrupa Alpler, Pireneler, Karpatlar, Norveç sınırını
oluşturan yüksek dağlarla bağımsız dilsel, etnik, siyasal birimlere bölünmüştü,
oysa Çin’de, Tibet platosunun doğusundaki dağlar o kadar aşılmaz duvarlar
oluşturmuyor. Çin’in doğusuyla batısı, üzerinde yolculuk edilebilir, zengin alüvyonlu
vadilerden geçen Yangtze ve Sarı Irmak’la tam ortadan birbirine bağlanmıştır.
Özellikle son dönemlerde inşa edilmiş kanallarla bu iki ırmak arasındaki
bağlantılar kuzey ile güneyi de birleştirmektedir. Bunun sonucu olarak Çin’e
çok erken bir tarihte birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmamış ve sonunda tek
bir çekirdek halinde birleşmiş olan iki büyük, son derece verimli coğrafi
çekirdek bölge egemen olmuştur.
Avrupa’nın en büyük iki ırmağı Ren ile Tuna daha
küçüktür ve Avrupa’nın çok daha az bölgesini birbirine bağlar. Çin’dekinin
tersine Avrupa’da çok daha fazla sayıda ve dağınık durumda küçük çekirdek
bölgeler bulunur, bunların hiçbiri ötekilere uzun süre egemen olabilecek kadar
büyük değildir, her biri de müzmin bağımsız devletlerin merkezidir.
Çin MÖ 221’de bir kez birleştikten sonra Çin’de
bağımsız olarak ortaya çıkma ve uzun süre yaşama şansına sahip olan başka bir devlet
olmadı. Birliğin bozulduğu dönemler yine oldu ama sonunda birlik yine kuruldu.
Oysa Avrupa Şarlman, Napolyon, Hitler gibi kararlı fatihlerin birlik kurma
girişimlerinin hepsine direndi. Hatta Roma İmparatorluğu gücünün zirvesindeyken
bile Avrupa’nın yarısından fazlasını asla denetleyemedi.
Dolayısıyla coğrafi bağlantıların iyi olması, iç
engellerin çok olmaması başlangıçta Çin’e bir üstünlük sağlamıştı. Kuzey Çin,
Güney Çin, kıyılar, iç bölgeler farklı tarım bitkileriyle, hayvan varlığıyla,
teknolojileriyle, kültürel özellikleriyle sonunda birleşen Çin’e katkıda
bulundular. Örneğin, darı ekimi, bronz teknolojisi, yazı Kuzey Çin’de ortaya
çıktı; pirinç ekimi ve dökme demir teknolojisi Güney Çin’de. Ama Çin’in bir
dönem kendisine avantaj yaratan bağlantılılığı daha sonra bir sakıncaya
dönüştü, çünkü diktatörün aldığı bir karar, yenilikleri engelleyebiliyordu ve
pek çok kez engelledi de. Bunun tam tersine Avrupa’da birbiriyle yarışan ve
birer yenilik merkezi haline gelen onlarca ya da yüzlerce küçük bağımsız
devletçiğin ortaya çıkmasına yol açmıştı. Devletlerden biri bir yeniliğe ilgi
duymuyorsa diğeri duyuyordu ve böylece komşu devletleri de aynı şeyi yapmaya
zorluyordu, yapamayanlar yenik düşüyor ya da geri kalıyorlardı. Avrupa’daki
coğrafi engeller siyasal birleşmeyi önlemeye yetecek nitelikteydi ama
teknolojinin ve düşüncelerin yayılmasını durduracak nitelikte değildi. Çin’deki
gibi Avrupa’nın bütün yeniliklerin musluğunu kapatacak tek bir despot olmadı.
Bu karşılaştırmalar bize teknolojinin gelişimini coğrafi bölgeler arası
bağlantılığın hem olumlu hem de olumsuz yönde etkilediğini gösteriyor.
Kuşkusuz Avrasya’nın farklı bölgelerinde tarihin
farklı rotalar izlemesinde başka etkenlerin de rolü oldu. Örneğin, Orta
Asya’nın hayvancılık yapan atlı göçebelerinin sürekli olarak barbarca
istilalarına uğrama tehdidi Bereketli Hilal, Çin ve Avrupa için aynı derecede
değildi. Büyük Çin seddi bu tehditler yüzünden yapılmadı mı? Bu atlı göçebe
topluluklardan biri olan Moğollar, sonunda İran’ın ve Irak’ın eski sulama
sistemlerini tahrip etti ama Asya göçebelerinin hiçbiri Macar ovalarının
ötesine geçip Batı Avrupa ormanlarına yerleşmeyi başaramadı. Sadece Hunlar
Macaristan’a kadar gelebildiler.
Çevresel etmenler arasında Bereketli Hilal’in coğrafi
olarak ortada, Çin ile Hindistan’ı Avrupa’ya bağlayan ticaret yollarının
denetimini elinde tutabilecek bir yerde bulunması, Çin’inse Avrasya’nın öteki
ileri uygarlıklarından çok uzakta bulunmaktan dolayı bir kıtanın içinde fiilen
dev bir adaya dönüşmesi de var.
Bereketli Hilal’in ve Çin’in tarihinden çağdaş dünya
için çıkarılacak dersler de var: Koşullar zaman içerisinde değişir, geçmişteki
üstünlük gelecekteki üstünlüğün güvencesi değildir. Günümüzün teknoloji
dünyasında artık coğrafi engeller eskisi gibi bir duvar değil. Internet
aracılığıyla bilgi hemen her yere yayıldığı gibi, kargo uçakları herşeyi bir
günde dünyanın öbür ucuna taşıyabiliyor. Dünyadaki halklar arasındaki yarışmada
yeni kurallar ile birlikte yeni oyuncular da ortaya çıkıyor. Tayvan, Kore, Malezya,
Japonya bunlara örnek.
Geçmişin
liderliği günümüzde de fark yaratıyor
Ama geçmişte teknolojik algının farklı uygulamaları da
oldu. ABD’de Bell laboratuarında 1947’de icat edilen transistor 10.000
kilometre uzağa sıçrayıp Japonya’da elektronik endüstrisini başlattı ama daha
yakın bir yerde Zaire ya da Paraguay’da yeni endüstrilerin kurulmasına yol
açmadı. Yeni bir güç haline gelen ülkeler, yine binlerce yıl önce yiyecek
üretimine dayanan eski üstünlük merkezlerinin parçası olmuş ya da o merkezlerden
gelmiş insanlarla nüfuslarını yenilemiş ülkelerdir. Zaire ve Paraguay’ın aksine
Japonya ile diğer ülkeler transistörü hemen çabucak kullanabildiler çünkü
onların uzun bir okuryazarlık, makine ve merkezi yönetim geçmişi vardı.
Dünyanın en eski iki yiyecek üretim merkezi Bereketli
Hilal ile Çin etkiledikleri komşu ülkeler (Japonya, Kore, Malezya, İsrail,
Avrupa) aracılığıyla ya da geçmişte göçmenlerinin yerleştiği ülkeler (ABD, Avustralya,
Brezilya) aracılığıyla bugünkü dünya da hala egemenliklerini sürdürüyorlar. Sahra
altı bölgesi Afrikalıların, Avustralya yerlilerinin, Amerikan yerlilerinin
dünya egemenliği olasılıkları belirsiz. İnananların kader diye tanımladığı
doğanın MÖ 8000’deki seyrinin baskısı hala üzerimizde.
Peki öyleyse Bereketli Hilal ve Çin binlerce yıllık
önderliği niçin yarışa daha geç başlamış olan Avrupa’ya kaptırdılar? Avrupa’nın
yükselişinin ardındaki nedenler arasında, bir tüccar sınıfının, kapitalizmin
gelişmiş olmasını, icatların patent haklarının korunmasını, mutlak despotların üretilmemiş,
ezici vergilerin konmamış olmasını, Yunan dini-Yahudi-Hiristiyan geleneği
olarak eleştirel deneysel araştırma mirasına sahip olmasını sayabilirsiniz.
Toplumdan topluma insan kültürlerinin özellikleri büyük farklılık gösteriyor. Bu kültürel farklılıkların bazıları hiç kuşkusuz çevresel farklılıkların ürünü. Ama bazıları da tesadüflerin eseri. Dünya kültür tarihi böyle tesadüflerle dolu. Örneğin genelde Q klavye olarak bilinen QWERTY klavye birçok alternatif arasından tesadüfen seçildi. QWERTY klavyedeki soldan üst sıradaki altı harfin bileşiminden oluşur. Bu klavye 1873’te bir karşı mühendislik tasarımıydı. Daktilo yazanları alabildiğince yavaş yazmaya zorlamak için olmadık hilelere başvurulmuş, en çok kullanılan harfler klavyenin her sırasına dağıtılmıştı. Sağ elini kullanan büyük çoğunluğunun zayıf sol elini kullanmak zorunda bırakacak şekilde sol tarafta toplanmıştı. Verimliliğe aykırı bu tasarımın altında yatan neden 1873’te daktilo kullanıcılarının yan yana iki tuşa art arda hızla bastıklarında harflerin bağlı olduğu tellerin birbirlerine karışmasıydı. Bu yüzden daktilo üreticileri insanları yavaşlatmak zorundaydı. Daktilo teknolojisi ilerleyince 1932 yılında yeni tasarımdaki klavyelerle yazı yazma hızının iki katına çıktığı ve harçanan çabanın %95 azaldığı kanıtlanmıştı. Ama QWERTY klavye o kadar yayılmıştı ki bi daha değiştirmek mümkün olmadı. Mekanik daktilolardan elektronik daktilolara oradan bilgisayara geçildi ama Q klavye hep kaldı.
Toplumdan topluma insan kültürlerinin özellikleri büyük farklılık gösteriyor. Bu kültürel farklılıkların bazıları hiç kuşkusuz çevresel farklılıkların ürünü. Ama bazıları da tesadüflerin eseri. Dünya kültür tarihi böyle tesadüflerle dolu. Örneğin genelde Q klavye olarak bilinen QWERTY klavye birçok alternatif arasından tesadüfen seçildi. QWERTY klavyedeki soldan üst sıradaki altı harfin bileşiminden oluşur. Bu klavye 1873’te bir karşı mühendislik tasarımıydı. Daktilo yazanları alabildiğince yavaş yazmaya zorlamak için olmadık hilelere başvurulmuş, en çok kullanılan harfler klavyenin her sırasına dağıtılmıştı. Sağ elini kullanan büyük çoğunluğunun zayıf sol elini kullanmak zorunda bırakacak şekilde sol tarafta toplanmıştı. Verimliliğe aykırı bu tasarımın altında yatan neden 1873’te daktilo kullanıcılarının yan yana iki tuşa art arda hızla bastıklarında harflerin bağlı olduğu tellerin birbirlerine karışmasıydı. Bu yüzden daktilo üreticileri insanları yavaşlatmak zorundaydı. Daktilo teknolojisi ilerleyince 1932 yılında yeni tasarımdaki klavyelerle yazı yazma hızının iki katına çıktığı ve harçanan çabanın %95 azaldığı kanıtlanmıştı. Ama QWERTY klavye o kadar yayılmıştı ki bi daha değiştirmek mümkün olmadı. Mekanik daktilolardan elektronik daktilolara oradan bilgisayara geçildi ama Q klavye hep kaldı.
QWERTY ve Dvorak
klavyelerinde ellerin kullanım oranları ve harflerin yerleşimi
QWERTY klavyenin seçilişi ise 1888 yılında daktilo da
yazı yazma yarışmasında QWERTY klavye kullanan yarışmacı bayanın diğer tip
klavye kullanan diğer yarışmacıyı fena halde yenilgiye uğratması yüzünden
olmuştu. Hayat bazen böyle tesadüflere bağlıydı. ABD’nin QWERTY klavyesi yerine
Avrupa ve Japonya daha kullanışlı olan Dvorak klavyesini kabul etseydi acaba
Amerikan teknolojisi nasıl etkilenirdi. Mezoamerikalıların yaygın kullanılan ve
20 sayısına dayanan sayı sistemi yerine, Sümerlerin 10’a değil 12’ye dayanan
sayı sisteminin kabul edilmesinin gerisinde kimbilir geçmişte kalıp unutulmuş
ne enteresan neden yatıyordu.
Çevresel faktörleri genişletmekte mümkün. Hindistan’ın
teknolojik gelişimini baltalamış katı sosyo ekonomik kastlarına zemin
hazırlayan bir çevresel etki varmıydı? Benzer olarak Çin toplumunun kültürel
tutuculuğuna ve Konfüçyüs felsefesine zemin hazırlayan neydi? Başkalarını kendi
dinine çevirme dini olan Hiristiyanlık ve Müslümanlık niçin Çinliler arasında
değil de Avrupalılar ve Batı Asyalılar arasında sömürgeciliğin ve fetihlerin
itici gücü oldu?
Çevresel etkiler toplumlara yön verdiği gibi zaman
zaman da bireyler yaptıkları ya da yapamadıklarıyla toplumlara yön vermiştir. 20
Temmuz 1944’te Hitler’in bir suikast girişiminden kıl payı kurtulması ile aynı
anda Berlin’de yapılan ayaklanma dikkat çekici bir örnektir. Her ikisi de Alman
Rus savaşı sırasında savaşın kazanılamayacağına inanan ve barış özlemi çeken
Almanlar tarafından planlanmıştı. Eğer toplantı salonuna, masanın altına
yerleştirilen saatli bomba dolu çanta, biraz daha Hitler’e yakın bir yere
konmuş olsaydı ve II.Dünya savaşı sona erseydi Doğu Avrupa haritası mutlaka
farklı olurdu.
Daha az bilinen bir trafik kazası vardır. 1930 yazında
Hitler iktidarı ele geçirmesinden iki yıl önce, Hitler bir arabanın azrail
koltuğunda (sağ ön koltuk) otururken araba dev bir treyler ile çarpıştı.
Treylerin şöförü, Hitler’in otomobilini çğneyip geçmemek için son anda kazık fren yaptı. Eğer treyler şöförü bir saniye geç fren yapsa
muhtemelen Dünya tarihi başka türlü yazılacaktı. Hitler gibi başka kişiler de
geliyor insan aklına: Büyük İskender, Augustus, Lenin, Martin Luther, İnka
İmparatoru Pachacuti, Atilla, Cengizhan vb.. Tarihçi Thomas Carlyle’ye göre ‘Evrensel tarih, insanın bu dünyada neler
başardığının tarihi, temelde dünyada başarılı olmuş Büyük Adamların tarihidir’.
Tıpkı kültürlere özgü tuhaflıklar olduğu gibi
bireylere özgü tuhaflıkların da tarihin seyrini değiştirme olasılığı vardır.
Büyük Adam kuramının en ateşli savunucuları bile tarihin genel seyrini birkaç
Büyük Adam ile açıklamakta zorlanacaktır. Belki Büyük İskender, Batı
Avrasya’nın zaten okur yazar, zaten yiyecek üreticisi, zaten demir
teknolojisine sahip devletlerinin tarihsel gelişimine destek vermiş olabilir
ama diğer topraklarda yaşayan avcı/toplayıcı toplumlara bir katkısı olamazdı.
BİLİMİN BAYRAK
YARIŞI
Antik çağdan günümüze kadar bilim, çeşitli toplumların
dönemsel liderliğinde bir bayrak yarışıyla bugüne geldi. MÖ 100 ile MS 750
arasındaki bilimin gelişmediği Roma ve Bizans İmparatorlukları dönemi dışında her
dönemde bir toplum önderliği ele aldı ve bilimin gelişmesine katkıda
bulundu.
Tarih boyunca bilimin seyir
defteri
Antik Bilim, Bereketli
Hilal, Mısır, Çin ve Hindistan’da doğdu (MÖ 8500 - MÖ 575)
Antik bilimin, Bereketli Hilal,
Mısır, Çin ve Hindistan gibi tarımın ileri gittiği, önemli nehirlerle beslenen
bölgelerde ortaya çıkmış olması şaşırtıcı mıdır? İnsanoğlu tarım yaparak ileriki
günlerin yiyeceklerini depolamayı öğrendikçe, kabile içinde işi tarım olmayan
uzmanlar oluşmaya başladı. Önce din adamı ya da şef olarak görev yapan bu
kişilere sonradan zanaatkarlar, tam zamanlı askerler de katıldı. Ama bu
uzmanların sayılarının artabilmesi için toprağın veriminin yüksek olması
gerekiyordu. Bu verimlilik de, o dönemde nehirlerin getirdiği alüvyonlu
topraklardan sağlandı. Tarımın verimi arttıkça toplum içerisindeki uzmanlaşmada
arttı. Yalnız tek başına verimli toprak ve su yeterli değildi. Bölgede aynı
zamanda evcilleştirmeye uygun bitki türlerinin ve hayvanların da bol miktarda bulunması
gerekiyordu. Bereketli Hilal, Mısır Nil deltası, Çin’in büyük ırmaklarının,
Hindistan Ganj nehrinin etrafı sözünü ettiğimiz özellikleri bünyesinde
barındıran yerler olduğu için, ilk tarım ve hayvan evcilleştirmesi buralarda
başladı. Yüksek verim sayesinde toplum içerisinde uzmanlaşmalar çeşitlendi.
Dolayısıyla antik bilim de bu bölgelerde yeşerdi.
Antik birçok ulusta çok erken
tarihlerde, matematiksel etkinlikler görülmektedir. Antik Mısırlılar, MÖ 4200
yılında 365 günlük bir takvim üretmiş oldukları gibi, MÖ 3100 yılı tarihli bir
gürzde sayısal olarak milyonları ifade etmek için bir sistemin kullanıldığı
görülmüştür. MÖ 3000’de Sümerlere ait, MÖ 2000’de Akad ve Babillilere ait, MÖ
1000’de Asurlulara ait matematik çalışmaları gözlenmiştir. Sümerliler, antik
Mısırlıların kullandığına benzer 12, Babilliler 60 tabanlı bir sayı sistemi kullanmıştır. Mezopotamya'da
matematiksel gelişimden yararlanılarak gezegenlerin döngülerine, pozisyonlarına
dair hesaplamalar yapılmaktaydı.
MÖ 3000’de Hint yarımadasında da
matematikle uğraşıldığı ve astronomiyle ilgili matematiksel hesapların
yapıldığı bilinmektedir. Antik çağlarda ayrıca biyolojiyle birlikte tıbbi
çalışmalar da yapılmış, Çin, Mısır ve Hint yarımadasındaki çeşitli uygarlıklar
farklı şifalı bitkileri belirli tıbbi ve anatomik sorunlar için
kullanmışlardır. Tıbbın yanı sıra, kimya, coğrafya ve jeoloji gibi bilimler ile
takvimsel ihtiyaçlara karşılık verecek astronomi faaliyetleri Çin'de de önemli
ölçüde gelişmiştir. Teknolojik gelişimin yanı sıra bilimsel etkinliklerin
özellikle MÖ 2500 yılında itibaren ivme kazandığı tespit edilmiştir. Bunun
özellikle Piramitler, Stonehenge(İngiltere), Babil Kulesi gibi mimari de birçok
örneği bugün de görülebilir. Büyük yapılar gelişmiş matematik bilgileri
olmaksızın yapılamayacak anıtlardır.
Modern Bilim
Ege kıyılarında başladı (MÖ 575 - MÖ 400)
Antik Bilim diyebileceğimiz çalışmalar tarımın ilk
geliştiği bölgelerde gelişmesine rağmen bugünkü anlamda modern bilim Ege
kıyılarında başlamıştır. Bilimin ilk olarak İyonya’da, Grek kültürünün egemen
olduğu İyon koloni şehirlerinde(Miletos, Samos, Efes), Ege kıyılarında gelişmesinin
birçok nedeni vardır:
- Yunanlılar ve İyonyalılar denize açılan, merkezi olmayan ekonomiye sahip, şehir-devletlerde üst sınıf vatandaşlarca yönetilen insanlardı.
- Miletos, Efes ve Samos gibi İyon şehir-devletleri ticaretten zengin olmuştu ve önemli ticaret yollarının kesiştiği noktada idiler.
- İyon halkı, ticaret nedeniyle birçok farklı toplum ile iletişim halindeydi.
- İyon halkı özgür düşünceye sahipti ve en önemlisi baskı rejimi ile yönetilmiyordu.
- Ege sahillerinde her ne kadar popüler bir din yaygınsa da, katı organizasyona sahip din hiyerarşisi yoktu. Babil ve Mısır’da gerçekte dini liderlerin elinde olan bilim, İyonya’da ve Yunanistan’da sıradan insanların elindeydi.
Miletos şehrinin hayali
çizimi
Bütün bunlar felsefi düşüncelerin özgürce ifade
edilmesini sağladı. Yaradılış kuramı, bölgede etkin olan Yunan dininde yoktu.
Bilim bir anlamda, başlangıç hakkında kuramlar üreterek, dinin rolünü
oynamaktaydı. Küçük Asya’dan yani İyonya’dan başlayan bilimsel düşünme, daha
sonra Yunan adalarına ve İtalya’nın güneyindeki Yunan kolonilerine kadar
uzandı. İlk biliminin materyalist olduğu görülmektedir. Leucippus ve Democritus
gibi atomist düşünceyi geliştirenler, madde tarafından şekillendirilmeye
inandılar. Pluton okulundan etkilenen Pythagoras’cular, bilimsel düşünceyi daha
metafizik yöne çevirdiler.
Bilim
İyonya’dan Atina’ya kaçırılıyor (MÖ 400 - MÖ 300)
İlk filozoflar Ege sahillerindeki İyon
şehirlerindendir. Miletos, tarihçi Heredotos’un memleketi olan
Halikarnasos’dan(Bodrum) uzak değildi. Samos(Sisam), Efes hepsi birbirlerine yakın şehirlerdi. Bilim
işte bu bölgede MÖ 6. yüzyılda doğup gelişmişti.
MÖ 6. yüzyılının sonu ile 5. yüzyılın başında Persler
Anadolu’yu işgal ettiler. Denizci bir toplum olmayan Persler müttefikleri
Fenikeliler aracılığıyla Ege sahillerini kontrolleri altına almışlardı. Miletos
şehri Perslilere karşı ayaklanma çıkarmasına rağmen Atina destekli deniz
filoları Perslerin müttefiki Fenike donanmasına mağlup oldu. Pers işgali
sonrasında doğudan batıya, Yunanistan’a, Sicilya’ya, Güney İtalya’ya göç
başlamıştı. Göçenler arasında bilim adamları da vardı. Bunlar beraberlerinde
papirus tomarlarını, haritalarını da götürüyorlardı. Bilim Anadolu’dan
Yunanistan’a kaçırılıyordu. Atina ve Spartalıların Pers zaferinin ardından
Yunanistan’a refah geldi. 5. yüzyılda gemiler artık Miletos’a değil Atina’ya
geliyordu. Batı Anadolu’dan kaçan bilim adamları da yeni vatanlarını
bulmuşlardı. Önceleri Atina’yı soylu kişiler yönetirken sonradan bunlar
devrilip iktidardan uzaklaştırıldılar. Bütün devlet işlerine Halk meclisi
bakmaya başlamıştı. Halk meclisi, tüccar, zaanatkar ve gemi sahiplerinden
oluşuyordu. Eski soylu ailerin, beylerin torunları da artık ticaretle uğraşmaya
başlamıştı. Kar hırsı herkezi sarmıştı. Şehrin merkezi Akropol değil, Agora olmuştu.
Atina Akropolis. Akropolis
yukarıdaki şehir demektir. İlk olarak cilalıtaş döneminde yerleşildi. İçindeki
önemli yapılar Parthenon (Athena Parthenos Tapınağı), Propylaion (şehre giriş
kapısı), Eski Athena tapınağı, Erekhtheion (Athena ve Poseidon adanmış) tapınağı.
Dönemin filozoflarından Pluton’un(Eflatun) görüşleri
Hiristiyanlık ve İslam felsefelerini derinden etkilemiştir. Pluton’un
anlattıkları doğu ve batı halklarının eski inançlarının bir senteziydi. Bu
hikayeleri bir kral torunu, köleliği savunan bir aristokrat olan Pluton anlatıyordu.
Ve bu masal ne gariptir ki kölelerin ve yolsulların tesellisi oluyordu.
Yeryüzünde kurtuluş umudunu yitirenler bunu gökte(dinlerde) aramaya
başlamışlardı. Çok eskiden bilimle din bir bütündü. Sonraları bilim dinden ayrılarak
kendi yolundan yürüdü ve büyük başarılar elde etti. Pluton bunları yeniden
birleştirmek istedi. Mevcut olan herşeyin temelinin idealar olduğunu, doğanın
da idealar dünyasının sadece bir bölgesi olduğunu savunarak idealizmin temelini
atmıştı. Felsefede bugün de devam eden idealizm ve materyalizm kavgası Pluton
zamanında başlamıştı. Engels’in deyişiyle ruhun tabiattan önce var olduğunu
iddia edenler idealizm kampını meydana getiriyordu. Doğayı ilk unsur sayanlar
ise materyalizm kampını. Aslında Pluton öbür dünya hakkında masallar anlatan
biriydi. İnsanları, öbür dünyada çektikleri sıkıntının ödülünü alacaklarına
inandırmaya çalışıyordu. Pluton daha da ileri giderek Demokritos’un izinden
gidenler idam edilmeli, vatandaşlıktan çıkarılmalı gibi dünyevi cezaları da
uygun buluyordu. İdealizm ile materyalizmin savaşı başlamıştı.
Antik Yunan döneminde önemli bilimsel gelişmeler
sağlanmışdı. O günkü birçok buluş, bugün hala geçerliliğini korumaktadır.
Archimedes’in ve Eukleides’in buluşları buna birer örnektir. Bütün bu bilimsel
gelişmeye karşın, teknolojinin, mühendisliğin aynı paralelliği gösterdiği
söylenemez. Bunun en büyük nedeni, antik çağın büyük çapta köleliğe dayalı
olmasıdır. Ucuz iş gücünün varlığı, yapılan işleri kolaylaştırma yönündeki
isteği köreltmiş, teknolojik gelişmeler, bilimsel gelişmelerin çok gerisine kalmıştır.
Bilim eski
yurdu Mısır İskenderiye’ye dönüyor (MÖ 300 – MÖ 100)
Bilim İyonya ve Yunanistan’da gelişti. Demokritos ve
Aristoteles bilimi o zaman kadar görülmemiş bir seviyeye yükseltiler. Yüzyıllar
sonra bilim eski yurduna, Mısır’a döndü.
İskenderiye’deki Muzeum adı
verilen kütüphane ve bilim yuvası, I.Ptolemy(MÖ 323–283) ya da oğlu II.Ptolemy(MÖ
283–246) döneminde kurulmuştu.
Atina’da köle kullanımı yaygınlaşınca emek hor görülmeye,
köle işi olarak algılanmaya başlandı. Yunan medeniyetinin egemen olduğu Büyük
İskender’in kurduğu İskenderiye’de ise zanaatçılar hala kendi çocukları ve
ücretli işçilerle çalışıyorlardı. Köle kullanımı çok sınırlıydı. Bilim adamları
da gayretliydi, MÖ 280’lerde İskenderiye’deki Muzeum gerçek bir bilim akademisiydi.
Birçok bilim adamı bu kez İskenderiye’ye toplanmıştı. Akademisyenler arasında
uzmanlaşma başlamıştı. Eukleides burada ders vermişti. Archimedes matematiği
burada öğrenmişti.
Romalılar döneminde
bilim duraklama devrine giriyor (MÖ 100 - 476)
MÖ 146’dan itibaren, her ne kadar Yunan gelenekleri
sürdüyse de, Mısır dışında Akdeniz’in tamamı Roma egemenliğine geçti. Romalılar
bilime karşı olmamalarına rağmen, bilim Roma egemenliği altında gelişemedi. Ünlü
Roma Diktatörü Julius Caesar, MÖ 48’de Mısır’a kaçan kaçan Pompey’i
cezalandırmak için İskenderiye’ye yaptığı
sefer sırasında, limandaki donanmayı yaktırınca, 900.000 el yazmasıyla
Antikçağın en zengin dermesine sahip, limana yakın İskenderiye kütüphanesi de
kül olmuştu. Özellikle MS birinci yüzyıldan sonra yönetim şeklinin imparatorluğa
dönüşmesiyle birlikte Romalılar’da bilim daha da geriledi. Geçmişe baktığımızda
bilimin özgürlüğün ve demokrasinin yerleştiği toplumlarda geliştiğini
görüyoruz. Baskıcı yönetimler ve dinin yönetimde egemen olduğu toplumlarda
bilim gelişmemiş, geriye gitmiştir.
Batlamyus’un dünya haritası
Roma hakimiyetinden sonra bilimin gelişmesinin yeniden
Büyük İskender’in kurduğu ve Yunan medeniyeti ile yoğrulmuş İskenderiye’de devam
ettiği görülmektedir. İskenderiye şehrinde yaşamış Batlamyus (MS 85-MS165), Dünyanın
yuvarlak olduğuna inanmış ve dünya haritası çizmişti. Yalnız başlangıç
meridyenini doğru olarak belirleyemediği için, haritasında vermiş olduğu koordinatlar
ve Dünya’nın büyüklüğü hakkındaki
tahmini hatalıdır. Ancak Batlamyus’un haritasını kullanan Kristof Kolomb bu
yanlış tahminden cesaret alarak Batı'ya doğru gitmiş ve Kuzey Amerika adalarına
ulaşmıştır. Dünyanın çevresinin ekvator çizgisinde 46,300 kilometre olduğu Antik
Mısırlılar döneminden beri kesin olarak biliniyordu. Ama Kolomb yaptığı 18,520
kilometrelik yanlış hesaplama ile bu dünyanın çevresinin 27,780 kilometre olduğuna inandı. Zaten bu
hatalı tahmini nedeniyle İspanya-Hindistan arasındaki mesafenin 3,860 km
olduğuna destekçilerini bir türlü ikna edememiş ancak beşinci teşebbüsünde başarılı
olmuştu.
Doğu Roma (Bizans)
döneminde bilim gerilemeye başlıyor (476 – 750)
MS 3. yüzyıldan sonra İskenderiye’deki Helenistik
bilim iyice inişe geçmiştir. Bu durum, MS 395’te Roma imparatorluğu’nun doğu ve
batı diye ikiye ayrılması ve Helenistik dünyanın, Doğu Roma(Bizans) İmparatorluğu’nun
parçası haline gelmesi ile iyice kötüleşti. Hıristiyan kilisesinin yükselişi de
bilimin gelişmesinde olumsuz rol oynamıştır. Kilise öğretisinin deneysel
bilgiye karşı çıkması, bunun önemli nedenlerinden biridir. Platon’cu anlayıştan
etkilenen Hiristiyan din adamı Piskopos Aziz Augustine’nin (MS 354-330), bütün
doğal olayların ruhsal amaç içerdiği yönündeki öğretisi, doğaya bakışı derinden
etkilemiştir. Bilimi dinsel inanışla olumsuz olarak ilişkilendirilmesi,
İskenderiye’deki Serapis Tapınağı kütüphanesinin Ortodoks Patrik Theophilus
tarafından MS 390’da yaktırılmasına ve matematikçi Hypatia’nın MS 415’de
İskenderiye piskoposu Aziz Cyril tarafından öldürülmesine yol açtı.
İskenderiye’deki Serapis kütüphanesi, Büyük İskenderiye Kütüphanesi, Sezar tarafından
yaktırılınca oluşturulan yeni kütüphaneydi. Yunanlılar özgün sanatçı ve bilim
insanıydı, Romalılar ise sanatı kopyalayarak çoğaltan ama bilimi mühendisliğe
dönüştüren bir toplumdu. Romalılar döneminde temel bilimlerde dikkate değer bir
ilerleme olmadı.
MS 529’da Bizans İmparatoru Justinian İstanbul’da yeni
bir Akademi kurunca, İstanbul dışındaki denetleyemediği antik çağın büyük
öğrenim merkezleri Academy ve Lyceum’ı kapattı. İskenderiye Bilim Enstitüsü
(Museum) yıkıldı. Bunların etkisiyle Avrupa’daki bilimsel etkinlikler hemen
hemen tümüyle durdu. Hellenistik dönem ile Rönesans arasında kalan boşluğun, MS
750 ile MS 1300 arasında gelişen İslam kültürü tarafından doldurulduğu
görülmektedir.
Ortaçağın
lideri tarışmasız Çin (600-1600)
Antik çağın bilimsel öncülerinden olan Çin, çeşitli hanedanların elinde çok uzun süreler boyunca baskıcı imparatorluklar ile yönetildiği için bilimsel liderliği uzun süre koruyamadı. Hiristiyanlığın en aktif olduğu dönem olan Ortaçağ’da, batı koyu bir taasub içerisindeyken, başa gelen Hanedanların da doğru stratejileriyle liderliği bir kez daha ele geçirdiler. Çinliler daha önce belirtildiği gibi bu dönemde çok önemli buluşlara imza attılar. Belkide Dünyaya hükmedip, emperyalist bir politika izleyecekken değişen İmparatorların hatalı stratejik kararlarıyla yeniden kabuklarına çekildiler. Çin’in bu zikzaklı çizgisinin arkasında Konfüçyüz öğretisinin ve çevresinde rekabet edebileceği bir toplum olmayışının çok önemli rolü olmuştur.
Antik çağın bilimsel öncülerinden olan Çin, çeşitli hanedanların elinde çok uzun süreler boyunca baskıcı imparatorluklar ile yönetildiği için bilimsel liderliği uzun süre koruyamadı. Hiristiyanlığın en aktif olduğu dönem olan Ortaçağ’da, batı koyu bir taasub içerisindeyken, başa gelen Hanedanların da doğru stratejileriyle liderliği bir kez daha ele geçirdiler. Çinliler daha önce belirtildiği gibi bu dönemde çok önemli buluşlara imza attılar. Belkide Dünyaya hükmedip, emperyalist bir politika izleyecekken değişen İmparatorların hatalı stratejik kararlarıyla yeniden kabuklarına çekildiler. Çin’in bu zikzaklı çizgisinin arkasında Konfüçyüz öğretisinin ve çevresinde rekabet edebileceği bir toplum olmayışının çok önemli rolü olmuştur.
Bilimsel
liderlik İslam dünyasına geçiyor (750 – 1300)
Bilim tarihi çalışmaları, Ortaçağ İslam dünyasında
750-1300 yılları arasını kapsayan sürede yüksek bir uygarlık yaratıldığını,
Kindi, Al-Jazari, Cabir İbn Hayyan, Harezmi,
Razi, İbn Sina, Biruni, İbn el-Heysem, İbn Rüşd, Ömer Hayyam, Nasirüddin Tusi,
İbn Nefis gibi birçok bilim ve düşün insanının yetiştiğini ortaya koymuştur.
Al-Jazari’nin
çalışmalarından
Ulaşılan bu yüksek uygarlık 12. yüzyıldan başlayarak
ilerleme hızını kaybetmeye başlamış, 14. yüzyıla gelindiğinde ise tamamen
durmuştur. Bir zamanlar bilimin öncülüğünü yapan İslam dünyası, artık bilim ve
felsefenin rüzgarının dindiği, yeni bilim ve düşün insanlarının yetişmediği
verimsiz, çorak bir toprağa dönüşmüştür. İslam dünyası uygarlık yarışından
tamamen kopmuştur.
Batı bilimsel liderliği
ele geçiriyor (1300- )
İslam dünyasında duraklamanın başladığı sıralarda ise,
yani 12. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa yoğun ve sistemli bir çeviri hareketi
başlatarak İslam dünyasının seçkin bilim ve düşün yapıtlarını kendi kültürüne
kazandırmıştır.
14. yüzyıldan itibaren entelektüel kültürün
önderliğini üstlenerek, Reform ve Rönesans ile sağlamlaştırdığı altyapısının
üstüne bilimsel çalışmaları ekleyerek bugüne kadar getirmiştir. Bilim takdir
edildiği topraklarda yeşermekte, takdir edilmediğinde ise o topraklardan göç
etmektedir.
İslam’da bilime
bakışın değişmesi
Bilim tarihi araştırmaları, bilimsel araştırma
temposunun çeşitli bölgelerde zaman zaman ivmelendiğini zaman zaman da
durakladığını ortaya koymuştur. Demek ki günümüze kadar bilimsel etkinlik
çeşitli coğrafi bölgelerde ve uygarlıklarda duraklarken, başka bir uygarlığa
veya coğrafi bölgeye geçişiyle ilerlemesini sürdürmüştür. Bilimin uygarlıklar
arasındaki, bir tür bayrak yarışını andıran bu geçişi, bilimsel canlanmanın ve
ivmelenmenin de adeta kuralı olmuştur. 8. yüzyılın ortalarında bayrağı devralan
İslam entelektüelleri çeviri yoluyla hem geçmişin bilgi zenginliğini elde etmiş
hem de Arapçayı bir bilim dili kimliğine kavuşturmuştur. Kendinden önceki
uygarlıklardan bu yolla kazanılan bilgiler yeni araştırmalar ışığında ve özgün
buluşlarla zenginleştirilmiştir. Bundan dolayı Avrupa’da bilimsel bilgisini
geliştirmek için İslam dünyasında ortaya konulan bilgilere başvurmak durumunda
kalmıştır. Tarihsel olarak karşılaştırıldığında, İslam dünyasında bilimsel
araştırma etkinliği azalmaya başlarken, Avrupa’da yavaş yavaş artmaya
başlamıştır. Peki, durum neden böyledir? Bu sorunun olası birçok yanıtı
olabilir. Ancak temel yanıt, bilime olan bakışın değişmesidir.
Bilimsel gelişmenin yavaşlaması bilim insanlarının
sayısının azalmasına, bilimin gördüğü teşvikin ve itibarın yok olmasına, bu da
bilimsel çalışma temposunun ve verimliliğinin düşmesine yol açmaktadır.
- Bilgiye saygı. İslam dünyasında 8. ve 14. yüzyıllar arasında gerçekleştirilen bilimsel çalışmaların niteliğine göz atıldığında, ilk anda dikkat çeken yönün bilgiye karşı takınılan olumlu tavır olduğu hemen dikkat çekmektedir. Bilgi herhangi bir amacın gerçekleştirilmesinin aracı olarak görülmemiş, aksine kendisi amaç edilmiş, kim tarafından ve nerede üretildiğine bakılmaksızın sahip olunması gereken yüksek bir değer olarak kabul edilmiştir. Ancak her nerede üretilmişse elde edilmesi gereken bir değer olarak peşinde koşulan bilgiye, 12. yüzyıldan başlayarak yeterince ilgi gösterilmemeye başlanmıştır. Oysa 8. yüzyılda başta Grekçe olmak üzere birçok dilden çeviriler yapılmış, çevirilerin sistemli ve düzenli olmasını sağlamak için de Abbasilerin başkenti Bağdad’da Beyt’ül Hikmet gibi bir bilim merkezi oluşturulmuştu. Halifeler bilimsel çalışmalara ve bilim insanlarına sürekli destek olmuş, bilimsel araştırmaların verimliliğini sağlamak için gerekli olan gözlemevi, hastane, medrese gibi kurumlar oluşturmuşlardı. Bütün bunlar dikkate alındığında, ortaya bir duraklamanın çıkması İslam dünyasının giderek bu faaliyetlere kayıtsız kaldığını göstermektedir. Bu kayıtsızlığın bugün de İslam coğrafyasının büyük kısmında devam etmesi şaşırtıcıdır.
- Bilim ve İktidar İlişkisi. Hükümdarlar, prensler ve vezirler gibi nüfuzlu ve zengin kimselerin bilim insanlarını himaye ve teşvik etmesi, bilimsel çalışmanın devamının en başta gelen şartıdır. Yalnız bilimsel başarı ve bu başarının devamlılığı, sadece birkaç bilginin entelektüel çabasıyla gerçekleşecek bir durum değildir. Aksine bilimsel yükseliş ve gelişme dönemlerinde insanlar sadece bilime güven ve bağlanma duygusuyla hareket etmez, aynı zamanda bilginlere de saygı ve itibar gösterirler. Öyleyse bir uygarlıkta bilimsel başarı için kamunun düşüncesini ve ilgisini bilime yöneltmek temel bir gerekliliktir.
- Bilimin Kültürel Altyapısının Zayıflaması. İslam dünyasında bilimsel etkinliklere karşı ortaya çıkan kayıtsızlığın ve ilgisizliğin, giderek geniş toplum kesimlerince bilimsel bilginin talep edilmediği bir sürece dönüştüğü anlaşılmaktadır. Öncelikle bilimsel etkinliklere insanların bakışının olumsuz hale gelmesine yol açan bu tutum değişikliği, zaman içerisinde ve doğal olarak bilimin gelişmesini sağlayan temel kaynaklara ve kurumlara karşı da kayıtsızlığa yol açmıştır. Bilimin gelişimini sağlayan temel kaynak kitap, kurumlardan biri de kütüphanedir. Klasik dönemde İslam dünyasındaki duraklamanın önemli bir nedeninin, kitaba ve kütüphaneye karşı gelişen olumsuz yaklaşım ve kayıtsızlık olduğu bugün açıkça görülmektedir. Çünkü Ortaçağ İslam dünyası başlangıçta genel olarak kitap ve kütüphane bakımından zengindir ve bunların çok iyi koşullarda korunduğu da bilinmektedir. Dolayısıyla parlak dönemin önemli nedenlerinden birinin zengin kitap koleksiyonlarına sahip kütüphaneler olduğu açıktır. İspanya’nın dokuzuncu Emevi halifesi El-Hakem (961-971) tarafından kurulan özel kütüphanede dört yüz bin cilt kitap bulunduğundan söz edilmektedir. Benzer şekilde Meraga Gözlemevi yanında kurulan Meraga Kütüphanesi’nin de dört yüz bin ciltlik olduğu söylenmektedir. Duraklamanın başladığı dönemde kütüphanelerin artık zengin olmadığına ilişkin bilim ve düşün insanlarınca dile getirilen düşünceler, gerilemenin temel bir nedeninin bu olduğunu açıkça göstermektedir.
- Çevresel Etkenler. Bunlardan ilki İslam dünyasının birliğini ve bütünlüğünü bozan dini ve siyasi çatışmalardır. Bu çatışmaların başlangıcı, Dört Halife Dönemi’ne kadar gitmektedir. Birlik ve bütünlüğün kurulduğu dönemlerde bilimsel etkinliklerin arttığı, dağıldığı dönemlerde ise azaldığı gözlenmektedir. Emeviler ve Abbasiler gibi merkezi güçlerle, bunlara bağlı yerel güçler arasındaki siyasi çatışmalar kadar, mezhep ayrılıklarına bağlı gerginlikler ve çatışmalar da İslam inancının öngördüğü ve hedeflediği birlik ruhunu yıkan gerilim odakları oluşturmuş, çekişmelerin ve çatışmaların yoğunlaştığı dönemlerde ve bölgelerde insanların düşünsel etkinlikleri, doğal olarak hasımlarını güçsüz bırakmaya koşullanmıştır.
Hülagü Han ve
Timurlenk
Cengiz Han'ın torunu Hülagü'nun
yönetimindeki Moğol devleti İlhanlılar, 1243 yılında Kösedağ savaşıyla Anadolu
Selçukluları Devleti’ni egemenliği altına aldıktan sonra 1258'de Bağdat'ı yakıp
yıktılar ve 508 yıllık Abbasi Devleti son buldu. İlhanlılar, Bağdat'ta
içlerinde on binlerce yazma kitap olan kütüphaneleri yakıp yıktırmış, geri
kalan kitapları da Dicle Nehrine attırmıştır. İlhanlılar, Suriye ve Filistin’i
işgalden sonra Mısır’a doğru ilerlemeye başladılar. Ancak Türk kölelerin tahtı
ele geçirmesiyle kurulan Memlukler(Kölemenler), 1260 yılında İlhanlıları iki
kez yenerek tarihe Moğolları durduran devlet olarak geçtiler. İlhanlılar bunun
üzerine Asya’ya geri döndüler. Moğollar 1400’lerde bir kez daha Timurlenk’in
komutasında Semerkant’dan çıkıp Anadolu, Ortadoğu ve İran’ı istila etmiş, her
yeri yakıp yıkarak, ülkelerin üzerinden silindir gibi geçmiştir.
İslam dünyasının bilimsel
liderliği kaybetmesine neden olan ikilem
Aydınlığa doğru koşan, dünyada felsefik ve teknolojik
liderliği üstlenmiş İslam toplumunun ilk önemli kırılması, yani toplumun geriye
dönüşü, Sünni düşüncenin de akıl babalarından olan, bilimi ve felsefeyi
kafirlik olarak tanımlayan, Buharalı tıp bilgini İbn-i Sina ve Şam’da yaşamış
filozof ve bilim adamı Farabi'yi kafir olarak suçlayan, ünlü Selçuklu
Veziriazamı Nizamül Mülk’ün saraya davet ederek Sultan Sencer’e danışman
yaptığı Gazali'nin(1058-1111) ünlü kitabı
‘FelsefeninTutarsızlığı’nı yazmasıyla başlar.
Solda İmam Gazali, sağda
İbn-i Rüşd
Gazali içtihat(yorum, yeni kural koyma) kapısını
kapatarak, dinin akla ve bilime göre yorumlanmasının ve çağa uydurulmasının
önünü keser. Ümmeti, soru soran, eleştiren, yeni yorum getiren, akla uymayan
şeylere itiraz eden ve değiştirmeye kalkışan ve yoruma tabi tutmaya çalışan bir
kitle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlar. İslam
dünyasının yolu İmam Gazali ile bu şekilde tıkanmış olur.
İmam Gazali’ye en büyük itiraz yine İslam dünyasından
Hanefi-Sünni öğretisinin içinden gelmiştir. Evrimci bir yanı da olan, Antik Çağ
Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo'dan Platon'a(Eflatun) kadar çok
sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler
düşen Endülüslü İbn-i Rüşd(1126-1198)
bu akımın saçmalığını ve tehlikelerini bir bir saysa da, bilimin ve felsefenin
kafirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini
kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru
olacağı görüşünü savunsa da kimseyi inandıramaz. İspanya Kordoba’da Gazali'yi
eleştiren ünlü reddiyesini, ‘Tutarsızlığın Tutarsızlığı’ını yazar. Kordoba
Kadısı olan ve Endülüs Sultanı Yusuf’a danışmanlık yapan İbn-i Rüşd, bilimin ve
felsefenin kafirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini,
dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının
doğru olacağı görüşünü savunur. Çünkü diyor İbni Rüşd; ‘İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir’ ve bu nedenle akla uygun olan nakle (kutsal
söz, vahiy) aykırı olamaz. İbn-i Rüşd’ün bütün eserleri Müslüman topraklarda
hiçbir değer görmezken, doğduğu Endülüs’te sahiplenilmiş, burada yaşayan gerek Hıristiyan,
gerekse Yahudilerce kitaplaştırılarak akılcı dünya görüşünün ilk tohumları
atılmıştır. Avrupa’nın aydınlanma çağının bu bilim adamının eserlerinin
Arapçadan Latinceye çevrilip, Avrupa’ya yayılması ile başladığı, çoğu bilim
çevrelerince kabul edilir. Gelişen bu tarihsel süreç Avrupa’da 16. yüzyılda
Rönesans’ın 18.yüzyılda Fransız Devriminin oluşmasına neden olmuştur. İbni
Rüşd’ü izleyen Avrupalılar aydınlanma çağını yakalamış, İmam Gazali'nin yolunu
tutanlar da gericiliğin ve bağnazlığın çukuruna düşmüştür.
İbn-i Rüşd Gazali
çatışmasının Osmanlı’ya etkisi
Osmanlı Devleti yükseliş döneminin başında Bizans
İmparatorluğunun düşünürlerini, devlet adamlarını, sanatkarlarını kendi bünyesine
aldığı için büyük bir atılım yapmış ve imparatorluğa dönüşmüştü. Ta ki Yavuz
Sultan Selim, 4 Şubat 1517’de Mısır’a gidip
oradan Sünniliğin önemli ölçüde esinlendiği, dünyanın en gerici ve
bağnaz mezhebi olan, Eş'ariyye’lerin 1.000 kadar ulemasını İstanbul’a getirip
onlardan icazet almaya başlayıncaya kadar. Ebu Hasan Eş'ari'nin (ölüm: MS 935)
kurduğu mezheb, aklın hiçbir zaman gerçeğe ulaşamayacağını, kulların ancak
kayıtsız şartsız inanmakla mutlu olabileceklerini ileri sürer. Dinde değişim,
dönüşüm, yeniliklere ayak uydurma bu mezhebin görüşüne göre yasaklanmıştı.
İnsanların yönlendirilmesinde dini kurallar adı altında, kimsenin itiraz
edemediği, ettiğinde kellesinin gittiği yeni bir anlayış getirilmiştir.
Osmanlının gelişmeye ve aydınlığa yürüyeceği yol bu gelenlerle birlikte
tıkanmıştı.
Osmanlı padişahları solda
Fatih Sultan Mehmed, sağda Kanuni Sultan Süleyman
Aslında daha Fatih Sultan Mehmed döneminde ulema
arasında Gazali-İbn-i Rüşd tartışmaları yaşanmış, Fatih, dönemin büyük ilim adamları Semerkant’lı Alaeddin
et-Tusi ve Hocazade Muslihuddin Efendi’den bu konuda birer eser hazırlamalarını
istemiştir. İslam dünyasındaki ulemanın genel görüşü doğrultusunda her iki bilim adamı da bu
konuda İmam-ı Gazali’yi haklı bulmuşlar ancak Fatih Sultan Mehmed medrese
eğitim programında, Gazali’nin görüşü doğrultusunda herhangi bir değişikliğe
gitmemiştir. Ancak Fatih’in torununun oğlu Kanuni Sultan Süleyman, akıl hocası Şeyhülislam
Ebu Suud’un, Gazali düşünceleri doğrultusunda, medreselerden felsefe ve
matematik derslerini kaldırma talebini, basiretsizce onaylayarak Osmanlı’nın
çöküşünü başlatmıştır.
Avrupa’da batılı düşüncenin gelişmeye başladığı
dönemlerde, Osmanlı doğulu-islamcı anlayışta ısrar etmiş, Padişah kendini
Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak görmüş, Allah’ın emri gereği fetih, cihad
ve gazalarını sürdürmüş ve saltanatta kalabilmek için aile içi katliamlara
bütün hızıyla devam etmiştir.
Kaynakça:
Diamond,
Jared - Guns Germs, & Steel
Fawcett,
Bill – Tarihi Değiştiren 100 Hata
Semenderoğlu,
Adnan – Tarih Boyunca Çevre ve İnsan
http://www.brsmncr.com/islam-dunyasinda-bilimsel-calismalarin-duraklamasinin-nedenleri
Meydan
Larousse
No comments:
Post a Comment