Dünya üzerindeki en trajik çevre katliamlarından
birisi, Dünyanın neredeyse öbür ucunda, Büyük Okyanus’taki küçücük bir
Polinezya adasında yaşandı. Paskalya Adası sakinleri, MS 900 ile MS 1600 yılları
arasında, kırılgan bir yapıya sahip olan çevrelerini, bilinçsizce tükettiler.
Tüm adayı dini inaçlarının esiri olarak, kabileler arasında bir yarış halinde
devasa sırtı denize dönük taş heykeller(moai) ve platformlar(ahu) ile
donatırken ormanlarını, kuşlarını hatta farelerini bile bitirdiler, ölülerini
yemeye başladılar. Kaçınılmaz son, bir askeri darbe, iç savaş, Avrupalı
kaşifler tarafından bulaştırılan çiçek hastalığı salgını ve köle tacirlerine
esir düşerek bitti.
Toplumun elindeki
kaynaklar ve bu kaynakların tüketimi arasındaki ilişkiyi matematiksel bir
fonksiyonla tanımlayabilirsek, sadece bu fonksiyonun bugünkü değeri olan
zenginliğe değil fonksiyonun birinci ve ikinci türevleri olan zaman içerisindeki
değişimine de bakmamız gerekir. Toplumları diğerlerinden daha kırılgan yapan, çoğunlukla ilk
bakışta görünmeyen çevresel faktörlerdir.
Geçmişte çok sayıda toplum çevre sorunları nedeniyle
çöktüler, bazı şanslı toplumlar ise bin yıllardır gelişmelerini sürdürmekteler.
Neden bazı toplumlar diğerlerinden daha kırılgan? Toplumda karar verici
yöneticilerin kısa vadeli çıkarları ile toplumun uzun vadeli çıkarları arasında
bir çatışma olması durumunda, hararetle savunulan değer yargıları çelişki
yarattığında, doğru kararın verilmesi çok mu zorlaşıyor?
Günümüzde karşılaştığımız büyük sorunlar, bizim
kontrolümüz dışında olaylar değil. En ciddi tehdit, bizi çaresiz bırakacak,
bize çarpmak üzere olan bir asteroid değil. Aksine, karşılaştığımız bütün ciddi
tehditler, kendi yarattığımız sorunlar. Bu sorunları biz yarattığımıza göre,
bunları çözmemiz de mümkün.
PASKALYA ADASI
Paskalya Adası (İspanyolca: Isla de Pascua, Yerel
dilde: Rapa Nui, ingilizce: Eastern Island) Büyük Okyanus'un güney doğusunda
Şili'ye bağlı, dünyanın üzerinde insan yaşıyan en ücra köşesidir. En yakın kara
3.599 kilometre doğudaki Şili kıyısı ile 2.092 kilometre batıdaki Poninezya’ya
ait Pitcairn Adaları. Tahiti’ye uzaklığı ise yaklaşık 4.000 kilometre. Şili’den
beş saatlik uçuş mesafesinde.
Platform(ahu) ve heykelleri(moai) gösteren Paskalya
Adası haritası. Önemli platformlardan Ahu Tongariki, ve Rano Raraku volkanı güney
sahilinde adanın doğusundaki Poike yanardağının batısındadır.
Paskalya Adası
halkı kimlerdi ?
Paskalya Adası sakinlerinin Amerikalılardan değil,
Asyalılardan türeyen tipik Polinezyalılar olduğu, geleneklerinin hatta
heykellerinin bile tamamen Polinezya kültüründen kaynaklandığını gösteren
deliller mevcut. Konuşulan dil bir Polinezya dili. Olta iğneleri, taştan
keserleri, zıpkınları ve diğer aletleri de tipik Polinezya araçları.
Kafatasları da Polinezyalılara has
özellikler taşıyor.
Paskalya taş platformlarında(ahu) bulunan 12 iskeletin
DNA testinde Polinezyalılara özgü dizilimlere rastlanmış. Ayrıca muz, kulkas,
tatlı patates, şeker kamışı ve dut gibi bugün Paskalya’da yetişen tarım
ürünleri tamamen Güneydoğu Asya kökenli Polinezya ürünleri. Tek evcil hayvan
olan tavuk da, ilk yerleşimcilerin sandallarında kaçan yolcu olarak gelen
fareler gibi, yine Asya kökenli ve Polinezya’ya özgü bir hayvan.
Solda Reimiro diye adlandırılan iki ucunda sakallı erkek başı bulunan Paskalya Adası bayrağı. Tahtadan ve istiridye kabuğundan yapılan Reimiro'ların bu formunu üst sınıftan erkekler dini danslar sırasında gögüslerine takarlardı. Sağda görüldüğü gibi daha sade olanlarını ise kadınlar kullanırdı.
Adanın en canlı döneminde nüfusunun 15.000 civarında olduğu sanılıyor. 1600’lerde çevre tahribatı, 1836’da misyonerler tarafından adaya taşınan çiçek hastalığı salgını ve 1859-1863’de Perulu köle gemileri tarafından adadan 1.500 kişinin kaçırılması sonrası nüfus ikibine kadar düşmüş. 1877’de adada sadece 111 kişi kalmış.
Ada’nın keşfi ve
daha sonraki ziyaretçiler
Paskalya’nın birçok gizemi, adayı bir Paskalya günü (5
Nisan 1722) keşfeden dolayısıyla Paskalya adını veren Hollandalı kaşif Jacob Roggeveen’in seyahat notlarıyla
dünyanın dikkatini çekmişti. Roggeveen üç büyük Avrupa gemisinden oluşan
filosuyla, 15-18. yüzyıl haritalarında görülen Antik dönemde latince Terra
Australis diye bilinen ama gerçekte olmayan güney kıtasını bulmak için, Şili’nin Falkland adasından kalkmış, Pasifik
Okyanusu’nda 17 gün yol aldıktan sonra Paskalya Adası’na varmıştı.
Daha sonraki kaşif İspanyol Don Felipe Gonzales, adayı
15 Kasım 1770’de İspanyol Krallığı tabiyetine aldı ancak takip eden yıllarda
İspanya, bu adaya kayıtsız kaldı. İngiliz kaşif James Cook, ikinci güney
seyahati sırasında, 13-17 Mart 1774 tarihleri arasında, adayı ziyaret etmiş ama
adadan fazla etkilenmemişti. 1786 yılında Fransız Kont Jean-François de la
Perouse, yelkenle dünyayı dolaşırken, Fransa Kralı 16.Ludwig'in emriyle adanın
haritasını çıkarmak, güney okyanus halkını araştırmak amacıyla adaya gitti. 1882
yılında bu kez Almanlar adaya etnolojik incelemeler yapmak amacıyla geldiler.
Adada örf, adet, yazı, dil gibi konularda incelemeler yaptılar.
Avrupalı kaşiflerin ve adamlarının adaya seyahatleri, beraberlerinde
adaya hastalık getirmelerine ve ada
nüfusunun gerilemesine sebep olmuştur. Tarihin karanlık sayfalarından biri de,
Perulu köle tacirlerinin, adaya 1859-1863 yılları arasında seferler düzenlemesi
ve yaklaşık 1.500 ada sakinini köle olarak çalıştırmak amacıyla beraberlerinde
götürmeleri olmuştur. Bu köle ticareti ve çiçek hastalığı salgını, 1877 yılında
ada nüfusunun 111 kişiye kadar gerilemesine neden olmuştur.
Polinezya Adaları
nasıl kolonileşti?
Peki acaba Şili’den büyük gemileriyle 17 günde gelen
kaptan Roggeveen’i karşılayan Polinezya halkı buraya nasıl gelmişti? Bugün
biliyoruz ki en yakın Polinezya adasından Paskalya’ya yapılacak yolculuk günler
sürer. Roggeveen ve adamları, ada sakinlerinin tek deniz taşıtının, 4 metreden
daha büyük olmayan, ancak bir iki kişi taşıyabilen, küçük ve su geçiren kanolar
olmasına çok şaşırmışlardı. Bir grup insan, hayvanları ve içme sularıyla
birlikte iki buçuk haftalık bir deniz yolculuğunu böyle bir kano içerisinde
nasıl geçirebilirdi?
Taş heykelleri ilk gören herkes ormanları dolayısıyla sağlam,
kalın keresteleri ve halatları olmayan bu insanların neredeyse dokuz metre
uzunluğundaki bu heykelleri nasıl dikebildiklerini merak etmiştir. Bunları
dikmek için mutlaka sağlam keresteye ve halatlara ihtiyaç vardı, fakat Paskalya
Adası’nda bodur çalılardan başka tek bir ağaç bile yoktu. Peki buralarda olması
gereken onca ağaca ne olmuştu?
Heykellerin yontulması ve dikilmesi zengin bir çevrede
yaşayan kalabalık bir toplumun işiydi. Oysa 18. ve 19. yüzyılda adayı ziyaret
eden Avrupalılar birkaç bin insan görmüşlerdi. Peki öyleyse buranın çok
sayıdaki eski ahalisine ne olmuştu? Heykelleri yapmak için sanatçılar, taşımak
için çok sayıda işçiler gerekliydi. Fakat Kaptan Roggeveen adada böcekten büyük
hayvan bulamazken, tek evcil hayvan tavukken, bu kadar insan nasıl
doyurulmuştu. Taş ocağı adanın doğu ucunda, araç gereç yapmak için en iyi
taşlar güneybatıda, balık avlamak için en uygun kıyı kuzeybatıda ve en iyi
tarım arazileri güneydeyken, tüm bu kaynakların bir araya getirilip, üretilen
ürünün yeniden dağıtılması için adanın karmaşık bir ekonomik sisteme
gereksinimi vardı. Ama bu fakir, çıplak yerde böyle bir sistem nasıl
gelişebildi?
Bir çok Avrupalı, medeniyet görmemiş Polinezyalıların
bu heykelleri yapabileceklerine kuşkuyla baktı. Bazıları Mısır piramitleri,
İnka taş yapılarıyla ilişkiler kurmaya çalıştı. Erich von Daniken ise bu
eserleri uzaylıların yaptığını iddia etti. Günümüzde bu heykellerin, adadaki
Rano Raraku volkanı taşlarına kolaylıkla şekil verebilen taştan kesici
aletlerle, burada yaşayan insanlar tarafından yapıldığına inanılmaktadır.
İnsanlık MÖ 1200 yılına kadar Avustralya, Yeni Gine ve
Solomon adalarına kadar yayılmışlardı.
Yeni Gine’nin Bismarck Takımadaları’ndan çıkan ve çiftcilikle uğraşıp
seramikler yapan insanlar Büyük Okyanus’da 1.600 kilometre katederek Fiji,
Samoa ve Tonga’ya ulaşmış ve Polinezyalılar’ın ataları olmuşlardı.
Polinezyalılar, pusulaları, yazı yazmak için aletleri ya da metal aksamları yok
olmasına karşın seyrüsefer sanatında ustaydılar. Avustralya’ya geldikten 2.400
yıl sonra MS 1200’de Polinezyalılar Büyük Okyanus içerisinde ulaşılabilecek her
kara parçasına ulaşmışlardı.
1990’larda yapılan Polinezya
tipi kano Hokulea
Büyük ihtimalle Marquesas adaları ile Mangareva,
Pitcairn ve Henderson adaları, en doğudaki Polinezya adası olan Paskalya’nın
kolonileşmesi için sıçrama tahtası görevi görmüştü. 1999 yılında yeniden inşa
edilmiş Polinezya tipi kano Hokulea ile, bir grup araştırmacı Mangareva’dan
açıldıktan 17 gün sonra Paskalya’ya varmayı başardı. Hokulea’nin böyle uzun bir
yolculuktan sonra küçücük bir adaya ulaşabilmesi akıl almaz bir şeydi. Fakat
Polinezyalılar daha kara gözükmeden, yakınlarda kara olduğunu tahmin etmeyi
öğrenmişlerdi. Adalarda yuva yapan su kuşları 160 kilometre çapında bir daire
içinde avlanırlardı. Dolayısıyla bu kuşları görmek karaya yaklaşıldığına
işaretti.
Anlatılanlara göre, Paskalya Adası’na yapılan ilk
keşfin lideri olan baş rahip Hotu Matu(Büyük
Baba) buraya iki büyük kano içinde karısı ve altı oğlu ile gelmişti. Muhtemelen
Hotu Matu’dan daha sonra buraya onu takiben başka kanolar geldi. Arkeologların adada
buldukları aletlerin Mangareva’dakilere benziyor olması bu olasılığı
kuvvetlendiyor. Doğu Polinezya’nın büyük adalarına MS 600-800 yılları arasında
yerleşildiği düşünülürse, Paskalya’ya ilk defa ne zaman gelinmişti? Paskalya’ya
ilk yerleşim ile ilgili en güvenilir tarihler paleontolojist ve arkeologların
odun kömürleri üzerinde yaptıkları radyokarbon testlerine göre MS 900’ü
göstermektedir.
Paskalya
Adası’nın üç önemli bölgesi
1.Terevaka volkanı bölgesi
1.Terevaka volkanı bölgesi
Rano Raraku krater gölü
Rano Raraku’nun dış etekleri
bazısı yarı gömük bazıları yarım kalmış birçok heykel (moai) ile dolu.
Kraterin dışındaki taşocağı
ve Rano Raraku bayırı. Dağ yamacında taşlara oyulmuş heykeller. Sağdaki
patikanın üzerinde oyulmuş en büyük heykel olan El Gigante görülmekte.
Büyüklüğünden dolayı yerinden çıkarılamamış.
Rano Raraku’da yarım kalmış
heykeller
Kraterin dar geçidinden geçen ve heykel taşımak amacıyla
yapılan yedi metre genişliğindeki yolun izleri hala mevcut. Bu yol 14 kilometre
boyunca kuzey, güney ve batıya doğru uzanıyor. Yol boyunca değişik yerlere 97
heykel daha serpiştirilmiş. Heykellerin bir bölümü, etrafa öylesine atılmış,
birçoğu ise kasıtlı olarak boyunlarından devrilmek suretiyle kırılmış. Kıyı
boyunca ve nadir olarak iç taraflarda, heykellerin üzerine yerleştirildiği
yaklaşık 300 taş platform bulunuyor.
Taş ocağındaki heykellerin hepsi tamamlanma
aşamasındaydı. Bir bölümü tam olarak bitirilmiş, yerinden sökülmüş ve kraterin
yamaçlarında uygun yerlere yerleştirilmişti. Bazıları da kraterin içine
yerleştirilmişti. Taş ocağı, tüm işçilerin gizemli bir nedenden dolayı aniden
işi bırakıp gitmiş olduğu bir bir atölye izlenimi veriyor. Yerlerde hala
taşların oyulduğu aletler ve çekiçler duruyor. Bu heykelleri kim oymuştu, neden
böyle bir şeye gerek duymuşlardı, bunları nasıl taşıyıp dikmişlerdi ve tüm
bunları yaptıktan sonra neden devirmişlerdi ?
Ahu Tongariki
Rano Raraku kraterinin eteklerindeki Ahu Tongariki, Hotu Iti kabilesinin ana merkeziydi. Burada Tongariki adıyla bilinen adanın en büyük platformu var. Buradaki 15 yıkık heykel 1994 yılında vinç yardımıyla yeniden dikilmiş. En büyük heykel 88 ton ağırlığında. Sağdan ikinci moai’nin kafasında pukao denilen taş taç var.
Rano Raraku kraterinin eteklerindeki Ahu Tongariki, Hotu Iti kabilesinin ana merkeziydi. Burada Tongariki adıyla bilinen adanın en büyük platformu var. Buradaki 15 yıkık heykel 1994 yılında vinç yardımıyla yeniden dikilmiş. En büyük heykel 88 ton ağırlığında. Sağdan ikinci moai’nin kafasında pukao denilen taş taç var.
15 adet moai yanyana
dizilmiş vaziyette
Ahu Tongariki üstünde
Moailer
En uzun heykel
Paro
Paro olarak bilinen ve Rano Raraku volkanik taş
ocağından taşınan ve kuzey doğu sahiline dikilen ama şimdi yerde yatan en uzun
heykel 9.7 metre uzunluğunda. Dul eşi tarafından, Kabile şefinin anısına
dikilmiş heykel, kalın olmadığı için sadece 75 ton ağırlığında. Sadece
kafasındaki taş bile 12 ton ağırlığında.
Devrilmiş moai Paro.
Tukuturi Moai
Yalnızca Tukuturi adı verilen sakallı ve dizleri üzerine
oturmuş bir moai’nin bacakları var. Tukuturi heykeli, Puna Pau’da kırmızı
cüruf(scoria) taşından yapılmış olmasına karşın Rano Raraku’ya taşınıp yerleştirilmiş.
Sakallı ve bacaklı Ahu Tukuturi,
geri planda Poike dağı, deniz ve Ahu Tongariki
Tukuturi heykeli kuş-adam (Tangata Manu) kültüyle
ilişkilendirilmekte ve bir ada şarkıcısını temsil ettiğine ve klasik heykeller
dönemi sona erdikten sonra yapılan son heykellerden biri olduğuna
inanılmaktadır.
Ahu Akiki
Ahu Akivi, Rapaini’de, Terevaka dağının güney
yamaçlarında doğu batı yönünde uzananır. Etrafı oldukça düz bir tarımsal alan
ile çevrilidir. Sahiden 2.3 kilometre
içeride ve 140 metre yüksekliktedir.
Ahu Akivi’de taçları(Pukao)
olmayan Moai’ler
Ahu nau nau
Paskalya Adası’nın kuzeyinde yer alan Ahu nau nau’daki
heykellerin göze çarpan özelliği moai’lerin kafalarındaki Pukao denilen kırmızı
cüruftan silindirik başlıklardır.
Ahu Nau Nau
Adadaki moai’lerin çoğunda zamanında pukao denilen
başlıklar vardı, şimdi çoğu yerde yıkılmış moai’lerin yanında parçalanmış
olarak görülebilir. Pukao’ların moai’lerin kafalarına yerleştirilebilmesi için,
geçici olarak bir rampa kuruluyor, pukao rampada çekilerek heykelin kafasına
yerleştiriliyor ardından iş bitince de rampa sökülüyordu.
Gizemli Mana
taşı
Bir efsaneye göre adadaki heykeller platformlarına
mana taşından alınan mental güç ile taşınıyor ve dikiliyordu. Tanrı Makemake, rahiplerin ya da kabile
şeflerinin heykelleri hareketlendirerek yürümelerini, havada süzülmelerini
sağladığına inanılıyordu. Bu mental güç ise Pito Kura denilen 75 cm çapında
düzgün yontulmuş bir mana taşı küreden sağlanıyordu. Efsane Kral Hotu Matua'nun
gizemli mana taşının kuvvetli bir manyetik gücü vardı. Üzerine bir pusula
koyduğunuzda pusulanın ibresi fırıldak gibi dönüyor. Anlatılanlara göre Kral Hotu
Matua taşın yanına oturur vücuduna kutsal enerji doldururdu.
Pito Kura
Mana taşları etraftaki sihir ve büyüleri emip yok etme
özelliği olduğuna inanılan taşlardı. Büyük
taşa Dünyanın mitolojik merkezi
deniyordu. Kuzey doğudaki La Perouse körfezinin
yanındaydı.
2.Rano Kau volkanı bölgesi
Adanın güneybatı ucundaki Rano Kau volkanik dağı,
adayı oluşturan ikinci volkan. Kuzeydeki Rono Raraku’dan daha derin bir krateri
var.
Rano Kau Volkanı
Bölgedeki Orongo yerleşim alanı muhtemelen
heykeller(moai) dönemi sonunda oluşmuş kuş-adam kültünün yaşadığı yer. Bölgenin
etkin tarikatı Orongo kasabasında mevzilenmişti. Burası deniz kuşlarının yuva
yaptığı adacıklara yukarıdan bakan bir yerdi.
Yeni din kendine has yeni sanat
geliştirmişti. Moai’ler ve pukao’lar üzerine kazınmış kuş ve kuş-adam resimleri
yapmaktaydılar. Her sene Orongo tarikatı, köpek balıklarıyla dolu olan 1.6
kilometre genişliğindeki boğazda erkekler arasında bir yüzme yarışı
düzenliyordu. Yarışmacılar, yüzerek yakın adacıktaki Sooy Terns deniz kuşunun
yumurtalarından birini kırmadan Paskalya’ya getirmek zorundaydı. Yarışmayı
kazanana yılın kuş-adamı (Tangata-Manu) ünvanı veriliyor, kutsallaştrılıyor ve
ertesi yılı inzivada geçiriyordu. Son Orongo töreni Katolik misyonerlerin de
katılımıyla 1867 yılında düzenlendi.
Yarı insan yarı kuş Birdman motifi
Moto Nui ve Moto Itu
adacıkları. Daha büyükçe olan Moto Nui, Sooty Terrn deniz kuşlarının yuva
yaptığı ve kuş-adam yarışmacılarının yumurtasını adaya getirmek için yüzdükleri
adacıktı.
Solda üç küçük tepe ve sağ
üstte Poike volkan kraterinde yetişmiş uçları gözüken ağaçlar.
Moai adı
verilen Heykeller
Paskalya Adası’nda ileri gelen ataları temsil eden 887
adet moai var. Tüm moai’ler benzer gözükse de aslında her birisi birbirinden farklı.
Heykellerin fiziksel özellikleri tam olarak Polinezya halkına benzemez. Adadaki
çoğu heykelde insan vücudunun belden üstü yorumlanmış. Bir tanesi hariç heykellerin
bacakları yok, kalça hizasından platformların üzerine yerleştirilmiş durumdalar.
Zayıf kolları vücuda yapışık ve ince uzun parmaklı elleri ise çıkık
karınlarının üzerine kavuşmuş vaziyette. Heykeller uzun dikdörtgen başları,
belirgin kaşları, çıkık burunları, ince somurtan dudaklı küçük ağızları, çıkık
çeneleri, uzamış kulak memeleriyle gerçeküstü dönemin heykellerini andırıyor.
Karın üzerinde kavuşmuş eller figürü, Marquesas ve Polinazya’nın diğer
adalarında ve Güney Amerika’da görülen bir form. Bu kültürlerde dini ritüellerin ve sözel
geleneklerin beyin yerine karında saklandığına inanıldığı için heykellerin
elleri karın bölgesini korumakta.
Rapa Nui Milli Parkı içerisinde, 6 metre yüksekliğindeki Ko Te Riku
Heykellerin önemli kişiler daha yaşarken yaptırıldığı
ve gözleri kişi öldükten sonra heykelin
dikildiği yerde oyulduğu sanılıyor. Sadece platform heykellerinin beyaz mercan
(coral) ve cürufdan yapılmış renkli gözleri var. Gözküresi için beyaz taş, gözbebeği için siyah obsidian taş kullanılmış.
Göz olarak kullanılan beyaz mercanla heykel ürpertici dik bakışlara sahip
oluyor. Bu gözlerin heykellerde sürekli takılı olmadığı rahipler tarafından
muhafaza edilerek dini törenlerde göz çukurlarına yerleştirildiğine inanılıyor.
Moai’lerin 834 adedi sıkışmış volkanik kül olan tüf
taşından, 13 adedi bazalt taşından, 22 adedi volkanik trakit (trachyte)
taşından ve 17 adedi nispeten yumuşak olan kırmızı cürufdan(scoria) yapılmış. Moai’lerin
neredeyse yarısı, 397 adeti Rano Raraku taş ocağında. Diğerleri kıyılara
yerleştirilmiş. Moai’lerin çoğu bir ahu’ya 1 ile 15 adet gelecek şekilde üzerlerine
yerleştirilmiş. Moai’lerin 25 tanesi özellikle oldukça büyük ve gösterişli. Ortalama
bir moai 4 metre boyunda ve 110 ton ağırlığında. Moai’ler sırtlarını denize
vermiş vaziyette, içe karaya doğru bakmakta ve köyleri gözlediğine inanılmakta.
Neden bazı moai’lerin platformlar üzerinde yanyana konumlarda
yerleştirilmişken, bazılarının Rano Raraku bölgesinde ve kıyılar boyunca
dağılmış olduğu ise belli değil.
Toplamda 288 moai, ahu platformlarına taşınmış. Ada
halkı bu amaçla özel yollar inşa etmiş. 92 moai bitmiş vaziyette, taşınma
aşamasında olduğu halde bir nedenle dolayı yontulduğu yerde kalmış. Belki de
adada artık taşıma için gerekli ağaç kalmadığı için heykeller taşınamadılar. Malesef
kabileler arası iç savaş sırasında çoğu moai yıkılmış, tahrip edilmiş.
Avupa’lılar adaya ilk geldikleri zaman moai’ler sağlam ve dikiliymiş. Sonraki
ziyaretçilerin notlarından, tahrip oldukları ve yıkıldıkları anlaşılıyor.
Platformlardaki Moai’lerin kafalarına yerleştirilmiş
kırmızı taça (başlık) benzeyen taşlara Pukao
deniyor. Heykellerin tacı ya da saçı olarak hayal edilen Pukao’lar kırmızı
cüruf(scoria) volkanik taştan yapılıyordu. Volkanik taşlar diğer taşlara
nazaran genellikle daha kırılgan olduğu için kargaşa döneminde heykeller
yıkıldığında çoğu Pukao parçalanmış. Moai’lerin yapıldığı taş daha sert ve
dayanıklı olduğu için Moai’ler günümüze daha iyi bir durumda gelebildiler.
Heykellerin yapıldığı tarihlerin MS 1000-1600 yılları arası
olduğu zannediliyor. Bu tarihler heykellerin gözlerine yeleştirilen mercanlara
radyokarbonlama tekniği uygulamasıyla teyid edilmiştir. Zaman içerisinde heykel
ebatlarında görülen artış, kabile reislerinin birbirleriyle girdikleri
rekabetin bir ürünü. Hem heykeller büyümüş hemde heykellerin kafasına 12 ton
ağırlığında Pukao denilen kırmızı cüruftan bir silindir yerleştirilmiştir.
Vinçleri olmayan ada halkı 12 tonluk bir bloğu, 10 metre yüksekliğindeki
heykelin başına dengeli bir şekilde nasıl yerleştirebildi? Eric von Daniken,
bunun ancak uzaylılar eliyle olabileceğini iddia eder. Son deneyler heykel ve
başlığının birlikte dikilebileceğini ya da geçici rampa inşa ederek yerleştirilebilineceğini
göstermiştir. Pukao denilen başlığın neyi tasvir ettiği henüz bilinmiyor.
Kırmızı bir kuşun tüylerinden yapılmış ve kabile reislerinin kullandığı bir
başlık olduğu tahmin ediliyor.
British Museum’da sergilenen
bazalt taşından yapılma 4 ton ağırlığında 2,5 metre yüksekliğinde moai.
Bazı heykellerin arkasında yer alan bir çember, üç yay
ve onların altındaki M şeklinin sırasıyla güneş, gökkuşağı ve yağmuru temsil
ettiğine inanılıyor. Bazıları ise bunların hayatın öğeleri olan güneş, ay ve
gök gürlemesini temsil ettiğini iddia ediyor. Bu sembollerin güneş ışığı, su/deniz
ve dağ/dünya olarak sembolize edenlerde var. Bazı yazarlar da bu semboller ile
Mısırlıların ankh sembolü ve anlamları arasında ilişki kurmaya çalışıyorlar.
Bir heykel kazısı. Rano
Raraku’nun sarı kahve rengi tüfü aslında volkanik kül.
Moai yontma,
taşıma ve dikme
Taş ocağında yüzleri henüz yontulmamış çok sayıda
heykelin bulunması heykellerin iki aşamada yapıldığını düşündürüyor. Birinci
aşamada, heykel yapılacak taş sürekli sulanarak yumuşatılıyor ve toki adı
verilen bazalt türü sert taştan yapılma yontucular ile taşa moai formu
veriliyordu. Muhtemelen birinci safhası tamamlanan moai yerine taşınıyor ve
ince işleri(yüz hatları) yerinde
tamamlanıyordu. Arkeologlar, orta boy bir moai’yi altı yontucunun 12 ile 15
ayda bitirebileceğini hesaplamışlardı.
Rano Raraku’nun tepesinde
yontuldukları yerde hala yatan bitmemiş heykeller
Paskalya’daki insanlar, heykelleri taşımak için kano
kızakları denilen yapılar üzerinde değişikler yaparak kullanmışlar. Bu
kızaklarda bir çift paralel ahşap ray, tahtadan sabit çapraz parçalarla
birbirine tutturulmuş. Heykeller de bu kızakların üzerinde kaydırılarak
ilerletilmiş. Yapılan bir denemede böyle bir kızak yardımıyla 12 tonluk benzer
bir ağırlık 50-70 kişilik insan gücüyle her çekişte 4.5 metre ilerletebiliniyordu.
Grup bir haftada 14 kilometre çekebildi. Paro gibi büyük heykellerin nakli 500
kişilik bir ekiple başarılabilirdi. O zamanki nüfus da buna uygundu. Adada heykel
yapma süreci 300 yıl sürmüştü. İlginçtir bu dönem Paskalya’nın iç arazilerinde
tarım faaliyetlerinin en üst seviyeye çıktığı, nispeten refahın arttığı yıllar
olmuştur.
Ahu adı
verilen Platformlar
Paskalya Adası’nda Moai adı verilen dev taştan
heykeller ve Ahu adı verilen taş platformların üzerlerine yerleştirilmişti. Toplamdaki
313 ahu’nun çoğunda tek moai olmak üzere 125 adedinde birden fazla moai heykeli
mevcuttu. Genellikle ahu’lar önemli kişilerin mezarların da bulunduğu yerlerdi.
Adanın 12 bölgesinin her birinde 1-5 arasından ahu bulunuyordu. Birkaç tanesi
iç bölgelerde olmasına karşın ahu’lar genellikle kıyıya yakın inşa edilmişti.
Heykellerin neden kıyıya yakın, Okyanusun kenarına dizildiği bilinmiyor.
Tipik bir Ahu ve üzerinde moai’ler.
Heykellerin bulunduğu ahu platformu 45-80 metre uzunluğunda 4.5 metre
yüksekliğindeydi. Önündeki karaya doğru eğimli taş kaplı yada denizi çakılları
döşemeli alanın boyutlarıda 45-80 metreye 45 metreydi.
Ahu dikdörtgen bir platform olup çevresi volkanik
taşlar ile örülmüş ve içi molozla doldurulmuştu. Ahu’lar 4-4.5 metre
yüksekliğinde olup bir çoğunun uzunluğu 80 metreye kadar uzatılmıştı. Ahu’nun denize bakan tarafındaki duvarı
diktir. Karaya bakan eğimli ön duvarın genişliği 46 metredir. Polinezya
adalarında cesetler gömülürken sadece Paskalya’da cesetler yakılıyordu ve
önemli kişilerin yakılmış cesetlerinin külleri ahu’nun önündeki eğimli alana
gömülüyordu. Polinezya adalarında Marae adı verilen taş platformların tapınak
olarak kullanılması oldukça yaygındı. Pitcairn Adası’nda bunlardan üç adet
vardı ve muhtemelen Paskalya’ya koloni kurmaya gelenler de bu adadandı.
Zamanımızda ahu’lar ve moai’ler koyu gri renktedir. Ancak orijinal
renkleri beyaz, sarı ve kırmızıydı. Yüz tarafının bulunduğu yerler beyaz mercan
ile kaplıydı, yeni kesilen bir moai taşının rengi sarıydı ve moai’nin tacı ve
bazı ahu’ların ön duvarında bulunan yatay taş kemeri kırmızıydı. Platformlar
kıyılara özellikle de kuzey ve doğu bölgelerinde neredeyse eşit miktarlara
yapılmış olmasına karşın batı bölgesinde sadece birkaç adet var. 1880 yılında
Rano Kau’nun sarp kayalıklarında birçok moai olduğu rapor edilmesine
karşın 1914 Routledge gezi notlarında
bunların sahile yuvarlandığı tesbit edilmiş. Adada bir çok heykelsiz ahu
paltformu da mevcut. Bazı uzmanlar bu platformlar üzerinde tahtadan yapılmış
moai’lerin olduğunu ve bunların zaman içerisinde hava şartları nedeniyle ya da
iç savaş sırasında yok olduğunu söylüyor. Diğer bir olasılıkta adadaki ağaçlar
yok olduğunda adalıların heykelleri ısınma ve farklı amaçlar için kullandığı
yönünde. Bazı platformlar kabile savaşları sırasında tahrip edilmiş. Ahu
Tongiriki de gerçekleşen bir trunami dalgası nedeniyle iç taraflara
sürüklenmiş.
Kabileler, Kabile
reisleri ve vatandaşlar
Paskalya Adası toplumu da kabile reisleri ve halk
olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Kabile reisleri ve elit kesime mensup kişiler, sahilde,
ters çevrilmiş bir kano görünümündeki hare paenga adı verilen evlerde
yaşıyorlardı. Bunlar genelde 12 metre uzunluğunda ve 3 metre genişliğindeydi.
Solda gerçek bir hare paenga temeli. Sağda günümüzde
yapılmış bir hare paenga
Halk tipi evler ise daha içlere doğru itilmiş, daha
küçük ve tavuk kümesleriyle bağlantıları olan evlerdi. Hepsinin fırını, taştan
bir bahçe duvarı ve çöp çukuru bulunuyordu. Halk tipi yapıları kıyılarda yapmak
dinen yasaklanmıştı.
Paskalya Adası, adada yaşan 12 kabile için 12 dilime bölünmüş bir pasta görünümündeydi. Paskalya Adası kabileleri, diğer Polenezya adalarının tersine en büyük kabile liderinin altında dinsel anlamda ve bir dereceye kadar ekonomik ve siyasi olarak bütünleşmişlerdi. Kabileler arası etkileşimi gösteren en net arkeolojik kanıt taş heykeller ve bunların kafasının üzerine yerleştirilen kırmızı taştan silindirlerdir. Bunlar Tongariki ve Hanga Poukura kabilelerinin bölgelerinden çıkarılmasına rağmen adanın her yerinde dağılmıştı. Kabileler bunların çıkarılmasına ve kendi topraklarından geçirilerek taşınmasına izin vermişti.
Orongo’da taştan halk tipi evler.
Tarım ve çiftcilik
Adanın iklimi ılıman, yarı tropiktir. Yıllık ısı
ortlaması 21 °C olup en soğuk ve yağışlı aylar güney kürede yer aldığı için Temmuz
ve Ağustos'dur. Volkanik yapısı bölgeye verimli topraklar kazandırmış. Ada,
Polinezya adaları içerisinde ekvotara en uzak olan olduğu için nispeten daha
serin bir havaya sahip. Ayrıca Paskalya Adası görece olarak az yağış alan bir
yer. Yılda ortalama 127 cm olan yağış miktarı Akdeniz havzasından ya da Kaliforniya’dan
çok olmasına rağmen diğer Polinezya adalarının altında. Yağan yağmurlarda su
geçirgen volkanik topraklardan hızla yer altına süzülür. Bundan dolayı içme
suyu kaynakları da çok sınırlı. Paskalya bölgesel bir rüzgar sistemi olan
Passat rüzgarlarının hüküm sürdüğü, çok rüzgar alan bir yer, bu da çiftciler
için büyük sorun.
Avrupalılar geldiğinde ada halkı çiftcilik yapıyor,
tatlı patates, taro, muz ve şeker kamışı yetiştiriyorlardı. Besledikleri tek hayvan
tavuktu. Adada balık ve kabuklu deniz ürünleri azdı. Deniz kuşları ve kara
kuşları ve yunuslar ilk yerleşimcilerin ana gıdalarıydı ancak bunların da daha
sonra azaldığını ve tamamen yok olduğunu biliyoruz. Bunun sonucunda ada halkı
çok yüksek karbonhidrat içeren yiyecekler yemeye ve adanın kısıtlı içme suyunu
fazla tüketmemek için şekerkamışı suyu içmeye özen gösteriyordu. Böyle bir
beslenme tarzı sonucunda halkın çoğunda diş çürükleri meydana geldi. Burası diş
sağlığı en bozuk olan tarih öncesi topluluktu.
Tarımın yoğun olarak yapıldığına dair kanıtlar mevcut.
Taşlarla çevrilmiş 1.5 metreye 2.4 metre çapında ve 1.2 metre derinliğindeki
çukurlar büyük ihtimalle gübre imalatı için fermantasyon çukurları olarak
kullanılmıştı. Terevaka dağının bayırlarına iki taştan baraj yapılmıştı. Adada 6
metre uzunluğunda, 3 metre genişliğinde ve 1.8 metre yüksekliğinde inşa edilmiş
hare moa adı verilen tavuk kümesleri de enteresandır.
Paskalya’da sık sık görülen güçlü fırtınalardan
ürünleri korumak için büyük kayalar üst üste konarak rüzgar çiti haline
getirilmişti. Daha küçük boyuttaki kaya parçaları ise istif edilerek çukur
yerlerdeki bahçeleri korumak için kullanılıyordu. Buralarda muz ya da sebze
fideleri yetiştiriliyordu. Geniş alanlar yüzeye yerleştirilmiş kayalarla
kaplıydı. Bir şekilde bitkiler kayaların arasından çıkabiliyordu. Taro
yetiştiriciliği için ise çukurluk bölgeler kazılarak ortaya doğal tarlalar
çıkarılmıştı. Çifticilik yapmak gerçekten büyük efor gerektiriyordu. Peki tarlalarda
toprağın üstü neden kayalarla kaplanıyordu?
Kayalı bahçe veya taşla örtme tarımı, İsrail’in Necef
çölü, güneybatı ABD çölleri ve Peru, Çin gibi ülkelerde keşfedilmiş ve
uygulanmıştır. Kayalar toprağı örterek nemin içeride kalmasını sağlıyor, güneş
ve rüzgarla suyun buharlaşmasını, gün boyunca güneş ısısını emerek akşamları da
geri vererek toprak ısınmasındaki dalgalanmaları azaltıyordu. Ayrıca yağmur
nedeniyle toprağın erozyona uğramasını engelliyor ve du. Açık renkli topraktaki
koyu renkli kayalar daha fazla güneş ısısı toplayarak toprağı ısıtır. Kayalar
ayrıca içlerinde barındırdıkları mineralleri yavaş yavaş toprağa verdikleri
için uzun vadede gübre verici tablet görevi yapıyordu.
Adayı çevreleyen Büyük Okyanus, balık ve kabukluların
yüzeye çıkması için çok soğuk. Bu da balık avcılığını zorlaştırıyor. Ada
genelde her çeşit balıktan yoksun bir ada. Örneğin Fiji Adası’nda 1.000 çeşit
balık varken, Paskalya’da bu sayı sadece 127. Adada tek evcil hayvan tavuk.
Zamanında bol miktarda fare de mevcutmuş.
Bitki örtüsü
Adanın günümüzdeki bitki örtüsü, geçmişindekinden çok
farklı. Bu eko sisteme insani müdahalelerin sonucudur. Botanikçi arkeologlar,
adanın zamanında 25 metre yüksekliğe erişen Jubaea cinsi palmiye ormanları ile
kaplı olduğu sonucuna varmışlardır. 9. ila 17. yüzyıllar arası bu ağaçlar yok
edilmişler. Bu zaman diliminde yok edilen ağaç sayısının 10 milyondan fazla
olduğu tahmin edilmektedir. Palmiye ormanları, sürekli esen rüzgara ve dolayısıyla
kurumaya karşı, adadaki nemi dolayısıyla tarımı koruyordu. Bu kayıp, ayrıca
erozyonlara bunun sonucu da ada nüfusunda gerilemeye yol açtı.
Paskalya Adası bir zamanlar Jubaea
cinsi palmiye ormanlarıyla kaplıydı.
Bugün, eski bitki örtüsünden kalan Peru sahillerinde
de görülen, Rano Kao krater gölündeki, Totora (Scirpus californicus) adı
verilen bir bitkidir. Artık Paskalya adasına otluk alanlar ve çalılar egemendir.
Heykel operasyonları sırasında çok miktarda gıdanın
yanında lifli ağaç kabuklarından yapılan uzun ve kalın halatlar da gerekiyordu.
Ancak adayı keşfeden kaptan Roggeveen’in gördüğü ağaçların hepsinin boyları
kısaydı. Burası Polinezya’nın en çıplak adasıydı. Heykel operasyonunda gereken
halat ve kerestelerin çıkarıldığı ağaçlar neredeydi?
Ortadan yok
olan ormanlar
20. yüzyılda Paskalya’nın bitkilerini inceleyen
Botanikçiler adada 48 çeşit bitki tesbit etmişler. En uzun olan ağaç 2 metre
boyunda. Polen analizi tekniğiyle, bataklık ve gölcüklerden alınan ağaç kütüklerine
yapışmış tohumların laboratuar incelemeleri sonucunda, bugün adada olmayan çok
sayıda çam ağacı türü belirlenmiştir. Fosil çam kozalakları üzerine yapılan
incelemelerde kozalakların 19 metre boyunda, 1 metre çapında çam ağaçlarına ait
olduğu anlaşıldı. Bunlar meşhur Şili çam ağacına benziyor. Bu ağacın
gövdesinden çıkan tatlımsı bir özsu içkilerin fermente edilmesinde kullanılır,
kaynatılarak bal veya şeker haline getirilenebilir. Yaprakları evlerin dam
örtülerinde, sepet yapımında, örtü ve tekne yelkeni yapımında kullanmak için
idealdir. Ve şüphesiz sağlam gövdeleri moai’lerin nakli ve dikilmesinde ve
belki de sal yapımında kullanılıyordu.
Analizlerde soyu tükenen 21 çeşit bitki daha
belirlendi. Bunlardan iki tanesi en uzun ağaçlardandı. Biri 30 metre diğeri 15
metre uzunlukta. Bunlar kano yapımı için çam ağacından çok daha elverişli
ağaçlar. Sekiz adeti de inşaat ve oymacılık için elverişli sert kabuklu
ağaçlardı.
Fosil katmanlarında bulunan kuş kemiklerinin
incelemesinden bugün tek bir kara kuşu dahi olmayan Paskalya Adası’nın geçmişte
en azından altı tür kara kuşuna ev sahipliği yaptığı ortaya çıktı. Daha
etkileyici olanı Paskalya Adası’nda geçmişte en az 25 farklı tür deniz kuşu yaşıyordu.
Çöp kalıntıları içinde belirlenen kemiklerin üçte biri
Paskalya Adası’nda bulunan en büyük hayvana, yani 75 kilogram ağırlığındaki yunusa ait. Bu şaşırtıcı bir
durum çünkü hiçbir diğer Polinezya adasında yunus kemikleri toplam kemiklerin
%1’ini geçmez. Yunus genellikle açık denizde yaşar ve bu nedenle kıyıdan olta
veya zıpkınla avlanamaz. Denize iyice açılmak ve büyük ağaçlardan yapılmış,
açık denize dayanıklı kanolarla, zıpkınla avlamak gerekir.
Çöp kalıntıları içerisinde balık kemikleri tüm
kemikler içinde %23’lük bir paya sahip. Bu oran diğer adalarda %90 civarında.
Bu da Paskalya’nın aksine diğer adaların ana besin kaynağının balık olduğunu
gösteriyor. Paskalya adasında ise belki de deniz kıyılarındaki dik uçurumlar
nedeniyle olta ile ya da ağ ile balık avlayacak çok az yer vardı. Yeteri kadar
balık avlayamayınca Paskalya halkı kuşlara yöneldi. Sofralarında bol miktarda
deniz ve kara kuşu vardı. Kuş yahnileri bazen kanolarla Paskalya Adası’na kaçak
olarak gelen büyük farelerle de çeşnilendiriliyordu. Polinezya adaları
içerisinde çöplerinde fare kemiği, balık kemiklerinden fazla olan tek ada
Paskalya Adası’ydı.
Kara kuşları, fazla avlanma, ormanların yok olması ve
fare saldırılarından dolayı tamamen yok oldular. Deniz kuşlarına gelince,
önceleri 25’den daha fazla tür adalarda yavrularken artık aşırı avlanma ve fare
saldırıları nedeniyle sadece bir tür adada soyunu devam ettiriyor. 15 tür artık
adalarda görülmüyor, dokuz tür ise çok az sayıda da olsa nesillerini devam
ettirme mücadelesi veriyorlar. Kabuklu deniz ürünleri ise çok fazla toplandığı
için sadece küçük boyutlardaki salyongozlar kalmış.
Dev palmiyeler ve soyu tükenen ağaçların ortadan yok
olmalarının beş nedeni var:
- Ağaçlar yakacak odun olarak kullanılmış. Odun kömürü analizlerinden ortaya çıkmış durumda.
- Ağaçlar ayrıca ölüleri yakmak için de kullanılmış.
- Ağaçlar tarıma uygun bahçe/tarla açmak için kesilmiş. Çok yüksek yerler dışındaki tüm araziler tarıma ayrılmıştı.
- Açık deniz yunusları ve ton balığı kemiklerinin adada fazlaca bulunmasından dolayı büyük ağaçların açık denize dayanıklı kano yapmak için kesildiğini sonucunu çıkıyor.
- Ağaçlar moai’lerin taşınması ve dikilmesi için halat ve kereste yapımında kullanılmış. Bu arada deniz araçlarıyla kaçak yolcu olarak adaya gelmiş fareler de ağaçları kendi amaçları için kullanmışlar. Her palmiye kozalağında farelerin diş izlerine rastlamak mümkün. Belli ki ağaçlar bu nedenle filiz verememiş.
Ormanların yok olması insanların adaya geldiği MS 900
yılından bir süre sonra başlamış ve 1722 yılında adanın keşfedilmesinden önce
tamamlanmış olmalı. Çünkü Kaptan Roggeveen adayı keşfettiğinde üç metreden daha
uzun ağaç görememiş. Palmiye kozalakları üzerindeki radyokarbon tarihlemeleri
1500’den önceki tarihleri veriyor. Demek ki palmiyeler bu tarihten sonra
azalmış ya da tamamen ortadan kalkmış. Ormanlardaki palmiye odun kömürü 1440
senesi civarında yok olmuş. Fırın ve çöp çukurlarından alınan radyokarbon
tarihlemeleri bize zenginlerin evlerinde bile 1640’lardan sonra yakacak olarak
saman kullanılmaya başlandığını gösteriyor. 1400 ile 1600’ler arası, heykeller
için en fazla miktarda kereste kullanılan yıllar olduğunu gösteriyor.
Dolayısıyla ormanların tahribatının insanların 900’de gelmesiyle başladığını 1400’lerin başında en
üst noktaya çıktığını ve 1600’lerde artık ormanlardan arta kalan bir şey
olmadığını gösteriyor.
Paskalya
Adası yazısı Rongorongo
Paskalya Adası’nda yaşayanlar tarafından geliştirilen
ilkel Rongorongo yazısını Dünya 19. yüzyılda keşfetti. Adaya 1864 yılında
yerleşen Roma Katolik Kilisesi misyonerlerinden Eugène Eyraud’un 1866 tarihli
raporunda yeni bir yazı sisteminden bahsediliyor. Yazının nasıl okunduğunu ise
bilen hiç kimse yok. Yazıyı çözebilmek için çeşitli çalışmalar yapılmasına
karşın başarılı olunamamış. Adada taşlar üzerine kazınmış birkaç yazıt ve 26
adet tahta üzerine yazılmış yazıt mevcut. Genellikle yazılarını tahta, muz
yaprakları ve taş üzerine yazmışlar. Tahta yazıtlar 19. yüzyılda gelen
Avrupalılar tarafından toplanmış, şimdi Batı müzelerinde veya şahsi
koleksiyonlarda sergileniyor.
Rongorongo dilinin kimin tarafından ve ne zaman icat
edildiği bilinmiyor. Yazılı ahşap tabletlerden bazılarının karbontesti ile
tarihlemesi yapılmış. En eski tablet 17. yüzyıl başını gösteriyor. Rongorongo
dilinin yazılış tarzına Boustrophedon
deniyor. Bir satır soldan sağa, takip eden satır sağdan sola yazılıyor ve bu
tüm yazı boyunca bu devam ediyor. İkinci satırda harflerinde aynadaki
yansımaları yani tersleri kullanılıyor. Antik toplumların (örneğin Yunan yazısı
MÖ 650) yazıları da böyleydi. Köylünün öküz ve saban ile tarla sürmesi gibi bir
hatta gidiyor sonra ikinci hatta geri geliyordu. Bu yazı yönteminin noktalama
işaretlerinin olmadığı dönemde uzun cümlelerden oluşan metinlerde okuyanlara
rahatlık sağladığı uzmanlar tarafından da kabul edilmiş durumda. Rongorongo
dili 1860’lara kadar kullanılmış, sonrasında dile ilişkin bilgiler yok olmuş.
Günümüzde çoğu Paskalya Adası sakini İspanyolca konuşuyor.
Rongorongo alfabesi 120 sembolden oluşuyordu. Bu
semboller arasında kuşlar, balık, tanrılar, bitkiler ve çeşitli geometrik
şekiller vardı. Birde bu temel sembollerden türetilmiş 480 başka grafik form
daha vardı. Bazı sembollerin yılları, ayları ve günleri temsil ettiğine
inanılıyor. Ailelerin soy bilgilerine
ait sembollerinde bulunduğu anlaşılmış durumda.
Ada toplumu
için sonuçlar
Paskalya Adası’ndaki orman tahribatı Pasifik’deki en
uç örnek. Dünya çapındaki eşi benzeri görülmemiş tahribatlardan birisi. Tüm
orman yok olmuş ve tüm ağaç türlerinin soyu tükenmiş. Bunun ada halkı için ilk
etaptaki sonucu ham maddelerin, yabani ortamdan elde edilen besinlerin yok
olması ve tarım ürünlerinin azalması olmuştur.
Büyük kereste ve halatların artık olmaması heykel
nakliyatının ve bu heykellerin dikilmesinin ve kano yapımının da sonu olmuş.
Yakacak olarak kullanılacak odun olmayışından dolayı halk 1650’lerden sonra
yakacak olarak şekerkamışı, saman ve diğer tarım ürünü atıklarını kullanıyordu.
Kalan az sayıdaki kısa boylu ağaçları ev yapımı gibi temel ihtiyaçlarda
kullanmak için insanlar birbiriyle yarışıyorlardı. Hatta yeterli odun
olmayışından dolayı cenazelerin yakımından bile vazgeçildi. Cesetler
mumyalanıyor yada gömülüyordu.
Doğal ortamdan elde edilen yiyeceklerin çoğu
kaybedilmişti. Açık denizlere çıkabilen kanolar olmayınca ilk yüzyıllardaki ana
yiyecek olan yunus ve ton balıkları 1500’lerde çöp yığınlarından kayboldu. Bu
doğrultuda olta yapımında kullanılan kamışlar da genel olarak azaldı. Bu
dönemden sonra balıklar sadece sığ kıyılarda ve kumsallarda yakalanmak zorunda
kalındı. Kara kuşları tamamen yok oldu, deniz kuşları üçte birine düştü.
Palmiyelerden elde edilen kabuklu yemişler, malaya elması ve tüm diğer yaban
meyveleri tükendi. Kabuklu deniz ürünleri gittikçe azaldı ve sonunda tamamen
ortadan kalktı. Doğal ortamdan elde edilen tek gıda kaynağı yine farelerdi.
Bu yiyecek kaynaklarındaki kesin düşüşe ek olarak
tarım ürünlerinde de azalma gözüktü. Ormanların yok olması yağmur ve rüzgarla
toprak erozyonuna sebep oldu. Palmiyelerin kesilmesiyle meydana gelen büyük
erozyanda ahu’lar ve bayırlardaki evler toprağa gömüldüler. Bunun sonucunda
Poike dağı eteğindeki tarlalar 1400’de terkedildi. 100 yıl sonra Poike’de doğal
bitki örtüsü yeniden oluşmaya başlayınca 1500’li yıllarda burada tekrar tarıma
başlandı. Ancak bir yüzyıl sonra yeniden meydana gelen erozyonla burası gene
boşaltıldı. Tarım ürünlerinin azalmasının bir nedeni de gübre miktarındaki
azalmadır. Çifcilerin gübre olarak kullandığı pek çok yabani bitki yaprağı,
meyve ve sürgün de tamamen yok olmuştu.
Açlık, nüfus çökmesi ve yamyamlığın başlaması daha
ileri zamanlarda görülen sonuçlar oldu. 1774’de adaya uğrayan Kaptan Cook ada
halkını küçük, sıska, mahçup ve sefil olarak tanımlamıştır. İnsanların çoğunun
yaşadığı kıyı şeridinde 1700’lerde nüfus %70 oranında azaldı. Eskiden beri kullandıkları
et kaynakları tamamen ortadan kalkınca ada halkı o zamana kadar hiç akla
gelmedik bir kaynağa, insana yöneldiler. İnsan kemiklerine artık sadece
mezarlıkta değil adanın çöplüklerinde de rastlanır oldu.
Paskalya’nın kabile reisleri toplumda kendilerine üst
bir konum edinmişledi. Adaya refah ve bol hasat getirmeyi vaad ediyorlardı.
Söylevlerini perçinlemek, kitleleri etkilemek için anıtsal mimariye ve
törenlere başvuruyorlardı. Kabile reislerinin vaadleri boşa çıkınca bu
reislerin iktidarı 1680 civarında matatoa denen askeri liderlerce devrilmiş ve Paskalya’nın
eskilere dayanan bütünleşmiş siyasi yapısı yaygın bir iç savaşla yıkılmıştır.
Paskalya Adası toplumunun yok olmasına neden olan esas
sorun kabile reislerinin imtiyazında olan eski inanışlarıydı. En son dikilen
ahu ve moai 1620 tarihliydi. Toplumun önde gelenlerinin sahibi olduğu heykel
çalışmalarını gerçekleştiren ekipleri besleyen yaylalardaki tarım alanları
1600-1680 yılları arasında terk edildi. Heykellerin uzunluğunun gittikçe
artması sadece kabile reislerinin birbirlerini geçme isteğinden
kaynaklanmamaktadır. Bu davranış biçimi yaşanan çevre krizi nedeniyle yaşanan
sıkıntıların ortadan kalkması için halkın atalarından yardım isteme şeklidir.
Askeri darbenin yapıldığı 1680 yılında düşman kabileler gittikçe daha uzun
heykeller dikmektense birbirlerinin heykellerini devirme işine giriştiler.
Paskalya toplumunun çöküşü, toplumun nüfus, anıt dikme ve çevresel etkilerinin
en fazla olduğu bir dönemin ardından gerçekleşmiştir. 1868 yılında adayı ziyaret
edenler hiçbir dikili heykelin kalmadığını belirtiyorlar. Anlatılanlara göre
1840 yılında en son devrilen heykel (Paro) kocasının adına bir kadın tarafından
dikilen heykeldi.
Paskalya halkının atalarından kalma moai’leri
devirmeleri, Rusya ve Romanya’daki komunist hükümetler devrildiğinde halkın
Stalin ve Çavuşesku heykellerini devirmelerini hatırlatıyor.1650 yılından sonra
yamyamlıkta büyük bir patlama yaşandı. Bu dönem eski çöp yığınlarından
çıkartılan tavuk kemikleri toplam hayvan kemiklerinin %0.1’inden azını teşkil
ediyor. Matatoa yaptıkları darbeyi dini bir tarikata bağlayarak meşrulaştırma
yoluna gitmişti.
Avrupalıların
ziyaretleri
Kaptan Cook’un 1774 yılındaki kısa ziyaretinin
ardından Paskalya’ya düzenli bir ziyaret akışı başladı. Bu ziyaretçiler
Avrupa’da yaygın olan pek çok hastalığı , bu hastalıktan haberi bile olmayan,
bağışıklığı hiç olmayan adalılara bulaştırdılar. Paskalya’da bilinen ilk yaygın
hastalık 1836’da baş gösteren çiçek hastalığıdır. Yine diğer Pasifik adalarında
olduğu gibi Paskalya ada halkının köle olarak çalıştırılmak üzere kaçırılmaya
başlanması da 1805 yılında başladı. 1862-1863 yıllarında doruk noktasına
ulaştı. Paskalya tarihinde en korkutucu yıl, 20 Peru gemisinin 1.500 kadar
(hayatta kalan ada halkının yarısı) ada insanının kaçırarak Peru’nun Guano
madenlerine işçi olarak sattıkları yıldı. Bu kaçırılanların büyük bir bölümü
esaret altında öldüler. Uluslararası baskı altında kalan Peru Hükümeti hayatta
kalan 10 esiri Paskalya’ya iade etti. Ancak bu iade edilenler adaya ikinci
çiçek salgını dalgasını getirdiler. 1872 yılına gelindiğinde adada sadece 111
kişi kalmıştı.
Avrupalı tacirler 1870’de adaya ilk kez koyun
getirdiler ve adada mülkiyet hakkı iddia ettiler. 1888 yılında Şili Hükümeti
Paskalya’yı kendi topraklarına kattı ve Paskalya bu tarihten sonra merkezi Şili’de
bulunan bir İskoç şirketi tarafından yönetilen bir koyun çiftliği haline geldi.
Tüm ada halkı tek bir kasabada oturmaya zorlanarak şirket için çalıştırıldı.
Ödemeler para yerine şirketin elindeki mallar ile yapılıyordu. 1914 yılında ada
halkının ayaklanması Şili’den gönderilen bir gemi dolusu asker ile bastırıldı.
Şirkete ait, koyun, keçi ve atların otlatılması sonucunda meydana gelen toprak
erozyonunda adada kalan son yerel bitki türleri olan hauhau ve toromiro da 1934
yılında yok oldu. 1966 yılına kadar ada halkı Şili vatandaşlığına geçemedi.
Pasifik
Adalarındaki Ormanların tahrip oluşunu etkileyen faktörler nelerdi?
Barry Rolett ve Jared Diamond, Pasifik’i keşfeden
Avrupalı kaşiflerin seyir defterlerini inceleyip 81 adanın geçmişi ile bugünü arasındaki farkları belirleyerek bunlardan
bir sonuç çıkarmaya çalıştılar. Bu çalışmanın sonucuna göre aşağıdaki
özelliklerin olduğu yerlerde orman tahribatı daha fazla olmuştur.
- Nemli adalardan çok kuru adalarda
- Sıcak Ekvator adalarından çok soğuk yüksek paralellerde bulunan adalarda
- Genç volkanik adalardan çok yaşlı volkanik adalarda
- Havadan volkanik kül yağan adalardan çok kül yağmayan adalarda
- Orta Asya’nın toz yağışı olan yerlerine yakın olan adalardan çok uzak olan adalarda
- Çevresinde mercan kayalıkları(Makatea) olan adalardan çok olmayan adalarda
- Rakımı yüksek adalardan çok alçak adalarda
- Yakın komşuları olan adalardan çok uzak adalarda
- Büyük adalardan çok küçük adalarda
Görülüyor ki bu dokuz fiziksel değişkenden her biri
sonuca katkıda bulunmuş. En önemlisi de yağış ve enlemlerdeki farklılıklar;
kuru adalar ve ekvatordan uzak olan daha serin adalar, daha nemli ekvator
adalarından daha çok orman tahribatına maruz kalmış. Yani bitki büyüme ve fide
oluşma hızı yağış ve sıcaklıkla artıyor. Yeni Gine yaylaları gibi nemli ve
sıcak bir yerde ağaç kesildiğinde bir yıl içerisinde 6 metre boyunda yeni
ağaçlar oluşmaktadır. Ancak soğuk, kuru bir çölde ağaç büyüme hızı çok daha
yavaştır.
Bu çalışmada ada yaşı, kül yağışı ve toz yağışının
beklenenden daha fazla etkisi olduğu ortaya çıktı. Yaklaşık 1 milyon yıldır
volkanik aktivite görülmeyen eski adalarda genç ve volkanik adalardan daha çok
orman tahribatı meydana gelmişti. Bunun nedeni taze lav ve külden oluşan
toprakta bitki gelişimi için gerekli besinlerin bulunmasıdır. Bu besinlerin
Pasifik adalarında yenilenmesinin iki yolundan biri volkanik patlamalarla
oluşan ve hava ile taşınan kül yağışıdır.
Yükseklik, mesafe ve alan da ormanları etkileyen
faktörlerden. Yüksek adalar alçak adalara göre orman tahribatına daha az maruz
kalmaktadır. Dağlar bulut ve yağış getirir ki bunlar da alçak yerlere buhar
olarak oturur ve bitki gelişimine kaykıda bulunur. Eğer dağlar çok yüksek ya da
tarım yapılamayacak kadar dikse, her durumda ormanları korunur. Uzaktaki adalar
komşularına yakın olanlardan daha çabuk ormanlarını kaybetmektedir; büyük
ihtimalle uzaktaki ada halkı komşu adaları istila etmek, ticaret yapmak ya da komşu
adaların kaynaklarını sömürmek olanağı az olduğu ve kendi adalarında daha fazla
bulundukları için kendi çevrelerini de daha fazla tahrip etmektedirler. Büyük
adalar, küçük adalara oranla ormanlarını daha iyi koruyabilmektedirler; nüfus
yoğunluğu düşük olan büyük adalarda ormanların yok olması için yüzyıllar
gerekmektedir. Ayrıca küçük adalarda tarım için az alan kaldığı için insanlar
tarım alanı açmak için ormanları yok etmektedir.
Paskalya Adası’na bu dokuz değişken açısından
baktığımızda adanın; en yüksek üçüncü enlemde, en düşük yağışa sahip, en düşük
yanardağ kül yağışına sahip, en düşük Asya toz yağışına sahip, Mercan
kayalıkları (makatea) yok ve komşu adalardan en uzak ikinci ada olduğunu
görürüz. Paskalya çalışma yapılan 81 adanın en alçağı ve en küçüğü. Bu
değişkenlerin sekizi de Paskalya’yı orman kaybına aday bir ada haline
getirmektedir. Paskalya’nın yanardağları orta yaştadır ve muhtemelen 200 bin
ile 600 bin arasında bir yaştadır. Paskalya’nın en eski yanardağı olan Poike
yarımadası aynı zamanda ormanların ilk kaybolduğu yer. Bugün en etkili toprak
kayması bu alanda yaşanıyor.
Tüm bu değişkenlerin etkileri bir araya getirildiğinde
Pasifik’te en fazla orman tahribatına maruz kalacak adaların Paskalya, Nihoa ve
Necker olması gerektiği ortaya çıkıyor. Bu sonuçta malesef gerçeklerle
örtüşmektedir. Nihoa ve Necker’de bugün insan yaşamamaktadır. Nihoa’da tek bir
palmiye türünden başka bitki örtüsü kalmamıştır. Paskalya’da ise hiç ağaç kalmamış,
nüfusun %90’ı da gitmiştir.
Kısacası Paskalya ormanlarının olağandışı bir şekilde
ortadan kalkması, halkının çok kötü ya da aşırı derecede ihtiyatsız olmasından
kaynaklanmıyordu. Tüm Pasifik adaları içerisinde ormanları en fazla risk
altında olan ve çok kırılgan bir çevrede yaşadıkları için bu sonla
karşılaşmışlardı.
Bir benzetme
olarak Paskalya
Paskalya halkı bir toplumun kendi kaynaklarını adeta
sömürürcesine kullanarak kendi kendine nasıl zarar verdiğini gösteren en iyi
örneklerdendir. Çevresel çöküşlerle ilgili geliştirilmiş beş noktalı kontrol
listesinin usurlarını gözden geçirecek olursak bu unsurlardan ikisi (düşman
komşuların saldırısı ve dost komşuların desteğini kaybetme) Paskalya’nın
çöküşünde herhangi bir etkiye sahip olmamıştır, çünkü Paskalya’nın kuruluşundan
itibaren dost yada düşman bir toplumla ilişkisi olduğuna dair bir delil
bulunmamaktadır. İklim değişikliğinin de Paskalya üzerinde etkili olduğuna dair
herhangi bir delil yoktur. Bu durumda Paskalya’nın çöküşünde geçerli olabilecek
iki tip usurla karşı karşıya kalmış bulunuyoruz: İnsanın çevre üzerinde
etkileri, özellikle ormanın ve kuşların yok edilmesi; siyasi, sosyal ve dini
unsurlar. Bu unsurlar arasında Paskalya’nın diğer adalardan izole olması
nedeniyle diğer adalara göç edememe durumu, heykel yapımı üzerinde
yoğunlaşılması, kabileler ve şefler arasında daha büyük heykel dikme
konusundaki rekabet ve bu rekabet nedeniyle daha fazla ahşap , halat ve gıda
gereksinimi.
Paskalya Adası
ile Dünyamız arasındaki benzerlik
Paskalya adası ile modern dünya arasındaki benzerlik
insanın tüylerini ürpertecek kadar açık. Küreselleşme, uluslararası ticaret,
jet uçakları ve internet sayesinde bugün dünyadaki tüm ülkeler, aynı
Paskalya’daki kabileler gibi, kaynakları paylaşmakta ve birbirlerini
etkilemektedir. Paskalya Adası Pasifik Okyanusunda nasıl herkesden uzak ve
yalnızsa, bugün dünyamız da uzayda aynı şekilde yalnız. Paskalya halkının
sıkıntıya düştüklerinde kaçabilecekleri bir yer ya da yardım isteyebilecekleri
komşuları yoktu. Aynı şekilde biz dünya halkının da başımız sıkıştığında yardım
isteyebileceğimiz kimsemiz yok. Bu nedenle insanlar Paskalya toplumunu
metaforik olarak dünyanın gelecekte içine düşebileceği en kötü durum olarak
görüyor.
Tabii bugün içinde bulunduğumuz durum 17. yüzyıldaki Paskalya
halkından bazı önemli açılardan çok farklı. Bu farklılıklardan bir kısmı bizim
için tehlikenin boyutunu da artırmaktadır: Örneğin, eğer az sayıdaki Paskalya
halkı sadece ellerindeki gelişmemiş aletlerle ve kendi kas kuvvetleriyle çevrelerine
bu kadar tahribat vermişlerse, milyarlarca insanın günümüz imkanları ve makine
gücü ile neler yapabileceğini düşünebiliyormusunuz?
TOPLUMLARIN
ÇÖKÜŞÜ
Bu bölüm Amerikalı çevre bilimci Jared Diamond’un konuşmasından derlenmiştir.
Bu bölüm Amerikalı çevre bilimci Jared Diamond’un konuşmasından derlenmiştir.
Jared Diamond (1937- )
Hepimiz tarihe
gömülen toplumların romantik esrarıyla zaman zaman ilgilenmişizdir. Klasik Maya
ve Yucatan kültürleri, Büyük Okyanus’daki Paskalya Adası'nın yerlileri, Büyük
Kanyon’un Anasazi halkı, Bereketli Hilal (Mezopotamya) toplumları,
Kamboçya’daki Angkor Wat, Büyük Zimbabwe ve benzerleri. Son yıllarda
arkeologlar, bu yıkılışların birçoğunun arkasında, çevresel sorunların olduğunu
ortaya çıkardılar. Öte yandan, Japonya, Java, Tonga ve Tikopea gibi dünyanın
bir çok yerinde de şanslı toplumlar bin
yıllardır yok oluş belirtisi göstermeden gelişmelerini sürdürmektedirler. Öyle
görünüyor ki, bazı bölgelerdeki toplumlar diğerlerinden daha kırılgan. Bazı
toplumların neden diğerlerinden daha kırılgan olduklarını nasıl anlarız? Bu soru,
açık bir şekilde günümüzü de ilgilendirir, çünkü bugün, Somali, ve Ruanda gibi henüz
yeni çöküşe uğramış toplumlar görüyoruz. Ayrıca Nepal, Endonezya ve Kolombiya
gibi çöküşün eşiğinde olabilecek toplumlar da var.
Peki
sıraladığımız yok olmuş toplumların çöküşlerinin nedeni neydi? Bu oldukça
karmaşık bir konu. Toplumsal çöküşlerin nedenlerini, İskandinav Grönland
toplumunun yok oluşunu, beş madde de inceleyerek anlamaya çalışalım. MS 984'te Norveçli
İskandinavlar Grönland'a gidip yerleştiler ve 1450'de yok oldular. Toplumları
çöktü ve toplumlarının içindeki her bir birey de öldü. Niye ?
- İnsanlar dikkatsizce bağımlı oldukları kaynakları tüketerek, çevrelerine olumsuz etki edebilirler. İskandinavya Vikingleri 500 yıl içerisinde dikkatsizce humuslu toprağın erozyonuna ve ormansızlaşmasına yol açtılar. Avrupa ülkelerine öykünüp demir üretmek istediler. Ama ülkede taşkömürü olmadığı için ormandaki ağaçları kesip odun kömürü yapıyor, odun kömürünü fırınlarda yakarak da demir elde ediyorlardı. Demir çağı toplumuna dönüştüler ama ormansız kaldılar.
- İklimler zaman içerisinde ılıyabilir, soğuyabilir, kuruyabilir veya nemlenebilir. Grönland'daki Vikingler'e bakarsak, 1300'lü yıllarda ve özellikle 1400'lerde iklimlerinin soğuduğunu görürüz. Soğuk bir iklim illa ölümcül olmak zorunda değil, çünkü bu soğuyan iklim, Inuitler'e(yani Grönland Eskimoları'na) köstek olmaktansa destek oldu. Peki neden Grönland İskandinavları'nın işine yaramadı?
- Komşu dost toplumların desteği zaman içerisinde azalır ya da ortadan kalkarsa, bu toplumu çöküşe yaklaştırabilir. Grönland İskandinavları anavatanları Norveç ile ticaret yapıyorlardı. Ancak bu ticaret hem Norveç'in ülke olarak zayıflamasıyla, hem de Grönland ve Norveç arasındaki denizin iklim soğuması nedeniyle buzlanmasıyla giderek azaldı.
- Düşman toplumlarla ilişkiler. Grönland İskandinavları'nın hasımları İnuitler'di, yani Grönland'ı İskandinavlar'la paylaşan Eskimolar. İlişkileri genelde kötüydü. İnuitler'in, İskandinavyalıları fok balığı avlamak için dış fiyortlara ulaşımlarını engellemiş olduklarını, hatta İskandinavlar'ı öldürdüklerini biliyoruz.
- Toplumun politik, ekonomik, sosyal ve kültürel faktörlere göre çevresel sorunlarını fark edip bu sorunları çözebilme ihtimalinin artması veya azalması. Grönland İskandinavları'nın Hıristiyan olup da katedral inşaasına büyük yatırım yapmaları, şeflerin birbirleriyle rekabet etmeleri ve binlerce yıldır bu zor ortamda canlı kalmayı başarabilmiş İnuitler'i aşağılık bulup onlardan ders almayı reddetmeleri, çevresel sorunlarını çözmelerini zorlaştıran kültürel faktörlerdi. İşte, beş maddelik çerçeve, Grönland İskandinavları'nın çöküşü ve nihai yok oluşlarını böyle açıklıyor.
Toplumların çöküşleri neden çok hızlı gerçekleşiyor?
Tolstoy'un,
her mutsuz evliliğin farklı olduğunu söylediği gibi, her çökmüş veya
tehlikedeki toplum farklı ayrıntılara sahip. Ama yine de, geçmiş ve bugünkü
toplumların çöküşe uğrayanlarını ve hayatta kalanlarını karşılaştırınca,
belirli ortak ipuçlarına ulaşılıyor. İlginç bir ortak ipucu, toplum bir kere
zirvesine çıktıktan sonra çöküşün ne kadar hızlı geldiğiyle ilgili. Birçok
toplum yavaş yavaş ortadan kalkmadı. Daha çok, toplumlarını inşaa ettiler,
zenginleştiler ve güçlendiler, sonra kısa bir zaman içinde, zirveye
erişmelerinden yirmi otuz yıl içinde çöktüler.
- Örnek olarak, Yucatan yarımadasındaki klasik ova Maya kültürü, erken 800'lerde çökmeye başladı. Bu Mayalar'ın en büyük eserlerini yaratmalarından ve nüfuslarının zirve yapmasından sonraki 30-40 yıl içinde gerçekleşti.
- Bir örnek daha vermek gerekirse, Sovyetler Birliği'nin çöküşü, gücünün zirvesine ulaşmasından sonraki 20-30, hatta belki de 10 yıl içinde gerçekleşti.
Birinci genel
kurala göre, eldeki kaynaklar ve bu kaynakların tüketimi veya ekonomik gelir
gider arasında bir dengesizlik olduğunda bu ani çöküşlerin gerçekleşme ihtimali
artıyor. Bunu deney kabındaki bakterilere benzetebiliriz. Deney kabında
bakteriler çoğalır. Her kuşakta sayılarının ikiye katlandığını farzedelim:
Sonlarının gelmesinden beş kuşak önce deney kabının 16'da 15'i boştur, sonraki
kuşakta 4'te 3'ü boştur, sonraki koşakta da yarısı boştur. Yarısı boş olduktan
bir kuşak sonra kap doludur. Artık yiyecek kalmamıştır ve bakteriler çöküş
yaşar. Dolayısıyla, toplumların güçlerinin zirvelerine ulaştıktan çok kısa süre
sonra çöküş yaşamaları, tekrarlanan bir durumdur. Bunu matematiksel olarak
açıklamak istersek, toplumun matematiksel fonksiyonun bugünkü değerine, yani
zenginliğe değil, fonksiyonun birinci ve ikinci türevlerine bakmanız gerekir.
Bu genel kurallardan biridir.
İkinci bir
genel kural da, toplumları diğerlerinden daha kırılgan yapan, çoğunlukla ilk
bakışta görünmeyen çevresel faktörler olduğu ve bu faktörlerin çoğunun henüz
iyi anlaşılmadığıdır. Örnek olarak, neden Pasifik'teki yüzlerce Pasifik
adasının arasında Paskalya Adası en tahrip edici, ormansızlaşmayı yaşadı? Öyle
anlaşılıyor ki, Paskalya Adası yerlilerinin aleyhinde çalışan yanardağ
püskürtüsü, enlem ve yağışla ilgili dokuz değişik çevresel faktör bulunuyordu;
bunların bazıları da kolay fark edilemeyecek türdendi. En zor görünenlerinden
biri de, Orta Asya'dan gelen kıta tozunun, adanın humuslu toprağının verimine
katkıda bulunup, Pasifik adalarındaki doğal hayatı koruyor olmasıydı. Bütün
Pasifik Adaları arasında, Asya'dan gelen bereketli tozun en azı Paskalya
Adası'na ulaşır. Bu durumun farkına ancak 1999'da varılabilindi.
Bazı toplumların yaşadığı yerler diğerlerinden daha
kırılgan mı?
Dolayısıyla,
bazı toplumlar, ilk bakışta gözlemlenemeyen çevresel sebeplerden dolayı,
diğerlerinden daha kırılgan oluyor. Nasıl oldu da Paskalya Adalılar yaşadıkları
ortamı ormansızlaştırabildi? En son palmiye ağacını keserken ne düşündüler?
Yaptıklarını fark etmediler mi? Bu toplumlar nasıl olup da çevrelerine
verdikleri etkileri görüp vaktinde durmadılar? Eğer insan medeniyeti varlığını
sürdürürse, gelecek yüzyılda insanların şu soruyu soracaklar: ‘2014 senesinde
yaşayan insanlar nasıl olup da yaptıkları bariz yanlışları görüp de önlem
almadılar?’ Geçmiştekilerin yaptıkları inanılmaz görünüyor. Gelecektekilere de
bizim bugün yaptıklarımız inanılmaz görünecek. Neden sorunlarını fark edemiyorlar,
veya eğer fark ederlerse, neden üzerinde duramıyorlar? Veya, üzerinde
durdularsa, neden çözmekte başarılı olamıyorlar? Bu konuda sadece iki tane
genel kuraldan bahsedebiliriz.
- Felakate davetiye çıkarıp çöküşü yaklaştıran bir reçete, karar verici yöneticilerin kısa vadeli çıkarları ile toplumun uzun vadeli çıkarları arasında bir çatışma olması. Özellikle, söz konusu yöneticiler kendilerini hareketlerinin sonuçlarından soyutlayabildikleri zaman bu sorun vahimleşiyor. Kısa vadede yöneticilerin çıkarına olan şeyler uzun vadede topluma zarar verdiğinde, yöneticilerin toplumun uzun vadede düşüşüne yol açacak işler yapmaları çok muhtemel. Örnek olarak, Grönland İskandinavları'nın rekabetçi şefleri, daha fazla kul, daha fazla koyun ve daha fazla kaynak edinip, rekabette komşu şeflerin önüne geçmek istiyorlardı. Bu istekleri yüzünden, topraklarını aşırı zorlayıp harcadılar: toprağı aşırı kullanarak yerel çiftçileri bağımlı kıldılar. Bu, şeflerin kısa vadede güçlenmelerine yol açtı, ancak uzun vadede toplumun çöküşünü getirdi. Benzer bir çevre sorunu Aral gölünde yaşanmıştı. Sovyetler Birliği yöneticileri 1960'lı yılların başında, Özbekistan ve Kazakistan'daki pamuk ekiminin yoğunlaştırılması kararını aldılar ve arazileri sulamak için, Aral Gölü'nü besleyen Ceyhun ve Seyhun nehir sularını yönlendirdiler. Kendi eko sistemi bozulan Aral gölü dünyanın dördüncü büyük gölüyken bugün eski büyüklüğünün %10’una düşmüştür. Bir dönem oldukça fazla pamuk üretilen tarlalar ise bugün aşırı sulama nedeniyle tuzlanmış ve tarım yapılamaz hale gelmiştir. Kısa vadede pamuktan elde edilen kazanç uzun vadede önemi bir alanda tarım yapılamamasına ve çevresel değişikliklere neden olmuştur. Bunun gibi çıkar çatışmaları, günümüzde Birleşik Devletler'de de ciddi bir sorundur. Özellikle de Birleşik Devletler'in karar vericileri, yüksek duvarlı yapılarda yaşayıp, şişelenmiş su içerek verdiklerin kararların sonuçlarından kendilerini soyutlamaktadır. Son birkaç sene içinde de iş hayatındaki yüksek kademedeki yöneticiler, toplum için uzun vadede zararlı olup da kısa vadede kendileri için faydalı olan bir takım hareketleri yaparak, kendi çıkarlarına hizmet edebileceklerini keşfettiler: Enron ve benzeri şirketlerden bir kaç milyar doların hortumlanması gibi. Bu keşifleri doğruydu: gerçekten de bu hareket kısa vadede kendileri için faydalı, ama toplum için uzun vadede zararlı. Bu da, toplumların nasıl yanlış kararlar verdikleriyle ilgili bir genel kural: çıkar çatışmaları.
- Hararetle savunulan, çoğu koşulda faydalı ama bazı koşullarda zararlı olan değer yargıları çelişki yarattığında, doğru kararın verilmesi çok zorlaşıyor. Örnek olarak, Grönland İskandinavları bu zorlu çevre şartlarında, dört buçuk yüzyıl boyunca dine ortak bir bağlılık ve güçlü bir toplumsal dayanışma ile beraberce ayakta kalabildiler. Ancak dine bağlılık ve toplumsal dayanışma, sona yaklaştıklarında değişim geçirerek, İnuit yerlilerinden ders alıp öğrenmeyi onlar için zorlaştırdı. Bugünün Avusturalya'sı da bir örnek. Avusturalya'nın, Avrupa medeniyetinin bu uzak karakolunda 250 sene boyunca varolabilmesini sağlayan şey, Britanyalı kimliğiydi. Ama bugün, Britanyalı kimliğine olan bu bağlılık, Asya'daki konumlarına adapte olmaları gerektiğinde Avusturalyalıların işine yaramıyor. Dolayısıyla, başımıza gelen dertlerin sebepleri, aynı zamanda gücümüzün de kaynağı olduğunda, rota değiştirmek zor oluyor.
Günümüzdeki sorunların sonuçları ne olacak?
Günümüzde,
geri sayıma devam eden bir düzine saatli bomba olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu
bombaların bazılarının fitilleri 20 - 30 yıllık fitiller, hiçbirininki de 50
yıldan fazla değil. Bu bombaların herhangi biri sonumuz olabilir. Bunlar, su,
humuslu toprak, iklim değişikliği, mütecavüz türler, fotosentetik tavan, nüfus
problemleri, zehirli atıklar, vs. toplamda yaklaşık bir düzine. Bugünkü hızla,
Filipinler'deki ulaşılabilir odunluk ağaçları beş yıl içinde kaybedeceğiz.
Solomon Adaları'ndaysa odun ağaçlarının bitmesine sadece bir yıl kaldı, üstelik
bu Solomonlar'ın en büyük ihraç ürünü. Bu durum Solomon Adaları'nın ekonomisi
için felaket olacak. Dünyanın çevresel sorunlarını çözmek için yapmamız gereken
en önemli şey nedir? sorusunun yanıtı, tek bir sorun olduğunu unutup, bir
düzine sorun olduğunu hatırlayıp onların tümünü çözmemiz gerektiğidir. Çünkü on
birini çözüp de on ikincisinde tıkanırsak, başımız yine dertte demektir. Örneği
su, humuslu toprak ve nüfus sorunlarımızı çözüp de zehirli atık problemlerimizi
çözmezsek, çöküşümüz kaçınılmaz olur.
İşin aslı şu
ki, bugünkü gidişatımız, sürdürülebilir bir gidişat değil, yani bu şekilde
devam etmemiz imkansız. Bu sorunlar, yirmi otuz sene içinde çözülecek. Bu şu
anlama geliyor: Bu odada 50 - 60 yaşından genç olanlar, bu paradoksların nasıl
çözüldüğünü görecekler, 60 yaşından büyükler ise görmeyebilirler, ama çocukları
ve torunları kesinlikle görecek. Bu çözümler, iki şekilde olabilir: ya biz bu
sürdürülemeyen fitillere acilen müdahale ederek kendimize uygun, bizim
seçtiğimiz, hoş çözümler buluruz, veya bu problemler, bizim seçimimiz dışında, savaş,
salgın hastalık ve kıtlıkla tatsız şekillerde çözüme ulaşır. Ancak kesin olan,
bu sürdürülemez gidişatın şu ya da bu şekilde yirmi otuz sene içinde çözülecek
olması.
Günümüzde karşılaştığımız büyük sorunlar, bizim kontrolümüz dışında olaylar değil. En ciddi tehdit, bizi çaresiz bırakacak, bize çarpmak üzere olan bir asteroid değil. Aksine, karşılaştığımız bütün ciddi tehditler, kendi yarattığımız sorunlar. Bu sorunları biz yarattığımıza göre, bunları çözmemiz de mümkün. Demek ki, bu sorunları ortadan kaldırmaya kudretimiz yetiyor. Özellikle, her birimiz ne yapabiliriz? Bu seçimlerle ilgilenenlerimiz için yapılabilecek birçok şey var. Anlamadığımız ve anlamamız gereken çok şey var. Öte yandan, anladığımız ancak yapmadığımız, ama yapmaya başlamamız gereken birçok şey de var.
Kaynakça
Jared
Diamond - Çöküş Uluslar nasıl ayakta kalır ya da yıkılır
http://www.bradshawfoundation.com/easter/easter_island.php
http://www.ted.com/talks/jared_diamond_on_why_societies_collapse?language=en
http://www.ted.com/talks/jared_diamond_on_why_societies_collapse?language=en
No comments:
Post a Comment