20. yüzyıl görsel deneyimlerimiz
açısından 15. yüzyıl Rönesans’ındaki gelişmelere benzer değişimlere tanık
olmuştur. Çok daha fazla sayıdaki şeyi çok farklı açılardan gördük: böyle
görmemizin nedeni hem onların farklı olmasıydı hem de olaylar ve sanatçıların
bizi farklı gözlerle bakmaya yöneltmesi. Bu sürecin iyiliğimize mi yoksa
kötülüğümüze mi , yaratıcı mı yoksa yok edici mi, yoksa her ikisinin karışımı
mı olduğunu uzun bir zaman içinde evrilecek olan tarih belirleyecektir. Ama
kesinlikle hem heyecan verici hem de rahatsız ediciydi.
Mickey Mouse’un
kübist portresi – Tim Rogerson, Disney Fine Arts
Görselliğin değişime uğramasının
nedeni teknolojik değişimler, özellikle sinema ve dijital fotoğraf makinelerinin
ortaya çıkışı ve tüm bunların dünyanın her yerinde insanların kolay elde
edebileceği bir hale hızla gelebilmesiydi. Fakat natüralizm geleneğini yok eden
, şimdiye kadar görsel sanatlara egemen olan ve başlıca güzellik kaynağı olarak
doğanın yerine kendi kafalarından geçenleri koyan sanatçılar da bu görsel
devrimlerle uzlaşmayı başardılar. Yeni teknolojiler ile yeni bireysellik
arasındaki etkileşim, üçüncü bir görsel değişim unsuru yarattı. Sonuçta 20. yüzyılın
gözlerimize sunduğu yeni deneyimler, hem durmak bilmez kişilik dışı kuvvetlerin
insanları ileri doğru kurbağa misali sıçratmasının, hemde kendi bakışlarını
hayata geçirebilmek için değişimi zorla kontrol altına almaya çalışan güçlü
yaratıcı şahısların ürünü oldu. Sözü edilen bu son grup arasında hiç kimse
Pablo Picasso (1881-1973) ve Walt Disney (1901-1966) kadar başarılı
olamamıştır.
Picasso, Disney’den yirmi yıl
önce doğmuş ve ondan birkaç yıl sonra ölmüştü ama her ikisi de 20. yüzyıl
insanları ve öncelikle olağanüstü yaratıcı bireyler, aynı zamanda sembol
isimlerdi. Her ikisi de yeniliği müthiş bir coşkuyla kucakladı. Aralarında çok önemli
farklar da vardı. Picasso eski Avrupa kültürünün kıyısında kalan Endülüs
bölgesindendi ve önce İspanya’nın kültür başkenti Barcelona’ya, sonra da 200
yıldır Avrupa’nın sanat başkenti olan Paris’e yerleşti. Paris’te fikirleri
yankı bulunca kazandığı eleştirel ve ticari başarı, resimde gerçekleştirdiği
devrimi sürdürebilmesini sağladı. Paris dışında hiçbir kent merkezi ona bunu
sağlayamazdı. Ayrıca, Picasso’nun temsili resme yaptığı saldırının, Paris’in
önemli bir kültür olayı olarak karşılaştığı son zafer olduğu da buna
eklenmelidir. Picasso insanları hayrete düşüren yenilikler yapabildiyse de bunu
eski dünyanın geleneksel tarzı içinde yapmıştır: bir resim atölyesinde ve
bildiğimiz bir sanat başkentinde.
Öte yandan Disney, Yeni Dünya’nın
insanıydı. 5 Aralık 1901 de doğdu. Babası Elias Disney İrlanda-Kanada, annesi
Flora Call Disney, Alman kökenliydi. Walt’ın dört kardeşi daha vardı. Ailesi
tarımla uğraşan, bir orta batılıydı. Hem Amerika’nın girişimci coşkusunu hem de
popüler zevkin ötesine geçiren yeni teknolojileri çoşkuyla kucaklamıştı. Disney
doğduğunda, Hollywood diye bir yer bile yoktu. Hollywood, kısmen de Disney’in
yaratıcılığı sayesinde, onun yaşadığı yıllarda popüler sanatlarının küresel
başkenti haline geldi. Tıpkı Picasso’nun yeni bir sanat disiplini yaratabilmek
için resim, kurşunkalem, modelleme ve baskı gibi eski sanat disiplinlerini
kullanması gibi, Disney de yaratıcı yaşamı boyunca mevcut teknolojilerden
faydalandı. Paris ve Hollywood: iki yer birbirinden bu kadar farklı olamazdı;
yine de, çoşku ve kuşkuculuk karışımıyla, ulvi yaratacılığı beslemeleri
açısından birbirlerine çok da benziyorlardı. Her iki adamında da fikir
eksenlerinin karşıt uçlarında, 20. yüzyılı nitelendiren son derece büyük ve
korkunç savaşlarda rol oynadıklarını da belirtmek gerekir. 21. yüzyılda her
ikisinin de etkisi güçlü ve ısrarlı bir biçimde hala sürmekte ve şu soruyu
ortaya çıkarmaktadır: Hangisi daha etkili olmuştur ?
PABLO RUIZ PICASSO
Pablo Ruiz Picasso, 25 Ekim 1881’de
Endülüs’ün Akdeniz kıyılarındaki Malaga kentinde doğmuştu. Babası resim
öğretmeni ve ressamdı; kuşlar konusunda uzmanlaşmıştı ama boğa güreşlerine
bayılırdı. Aile önce kuzeydoğudaki La Coruna’ya, 1895 yılında da İspanya’nın
Katalonya bölgesinin ekonomik açıdan en ileri ve kültürel açıdan en girişimci
kenti Barcelona’ya taşındı.
Genç yaşta bir ressam olarak işe başladı. Genel olarak söylemek gerekirse, kendi kendine öğrenen, kendi kendine yön bulan, kentin batakhanelerinde duygusal eğitim alan ve sarsılmaz benmerkezciliğiyle küçük ama sağlam büyüyen bir canavar olarak yetişiyordu. İyi bir akademik eğitimin faydalarından, ama aynı zamanda sınırlamalarından uzak kalmıştı. Bu yüzden çizimi biraz zayıfsa da, resimle ilgili çok sayıdaki ve dahiyane fikirlerini kullanma konusunda küçük yaştan beri olağanüstü becerikliydi. Piyasayı dikkatle takip eder, neyin satacağını çok iyi bilirdi. Dokuz yaşından itibaren çizimlerini elinden çıkarmaya başladı ve uzun süren yaşamı boyunca son derece üretken biri olmasına karşın resimlerini satmakta hiç zorlanmadı. Picasso’nun sanat hayatı sekiz kronolojik dönemde incelenebilir.
Picasso çocukluğuyla ilgili bir
anısında şöyle der: Küçük bir çocukken
annem bana şöyle demişti: Eğer asker olursan general olacaksın, rahip olursan
Papalığa yükseleceksin. Ama ben ressam oldum ve Picasso olarak kaldım. 14
yaşına kadar babası ona ders verdi, sonra Barcelona’nın muhteşem güzel sanatlar
okulu La Lonja’da biraz vakit geçirdi. Picasso 1897’de 16 yaşındayken Madrid’e
gitti ve San Fernando Kraliyet Akademisine katıldı. Ama okulun sanata tek yönlü
bakışı ve klasik tekniğiyle hayal kırıklığı yaşadı. Okuldan vazgeçerek şehri
gezmeye, gözlemlediği herşeyi çizmeye başladı. İki yıl sonra 1899’da Picasso yeniden
Barcelona’ya döndü. Sanatçı ve entellektüellerin toplandığı mekanlara takılmaya
başladı. Pablo bu mekanlarda tanıştığı radikal ve devrimci sanatçılardan
etkilenerek eğitildiği klasik tarzdan uzaklaşmaya başladı.
Pablo'nun 9
yaşındayken yaptığı ilk tablosu: Le picador. Boğa güreşinde ata binmiş adam.
Genç yaşta bir ressam olarak işe başladı. Genel olarak söylemek gerekirse, kendi kendine öğrenen, kendi kendine yön bulan, kentin batakhanelerinde duygusal eğitim alan ve sarsılmaz benmerkezciliğiyle küçük ama sağlam büyüyen bir canavar olarak yetişiyordu. İyi bir akademik eğitimin faydalarından, ama aynı zamanda sınırlamalarından uzak kalmıştı. Bu yüzden çizimi biraz zayıfsa da, resimle ilgili çok sayıdaki ve dahiyane fikirlerini kullanma konusunda küçük yaştan beri olağanüstü becerikliydi. Piyasayı dikkatle takip eder, neyin satacağını çok iyi bilirdi. Dokuz yaşından itibaren çizimlerini elinden çıkarmaya başladı ve uzun süren yaşamı boyunca son derece üretken biri olmasına karşın resimlerini satmakta hiç zorlanmadı. Picasso’nun sanat hayatı sekiz kronolojik dönemde incelenebilir.
Picasso’nun ilk
önemli tablosu henüz öğrenciyken yaptığı First
Communion dır. 15 yaşındaki Picasso bu eserde babası, annesi ve diz çökmüş
küçük kızkardeşini Kilise de Altar’ın önünde çizmiştir.
Picasso’nun birinci dönemi (1890 - 1901)
Bu dönem 1901’e kadar olan ilk
eserlerini kapsar. Picasso henüz başlangıçta, doğaya bakarak geleneksel resim
yapma yoluyla bu alanda yükselemeyeceğini kavramış görünüyordu. Barcelona’da
şidddetli bir rekabet vardı.
Öncelikle, karşısında, belki de
modern İspanyol ressamlarının en büyüğü, kendisinden onbeş yaş büyük ve
geleneksel becerilerde çok daha başarılı bir kişi olan Ramon Casas i Carbo vardı. En önemli resimleri Boyunduruk ve bir
sokak ayaklanmasını gösteren Hücum gibi toplumsal gerçekçiliği yansıtan çarpıcı
tablolardır. Picasso bir ara toplumsal gerçekcilik alanına girmeyi düşünmüştü
ama Casas çoktan buranın hakimiydi. Casas aynı zamanda Fransız ressam Jean-Auguste-Dominique
Ingres düzeyinde çok iyi bir çizim ustası ve sıradışı yetenekleri olan bir
portre ressamıydı. Barcelona, Paris ve Madrid’in entellektüel, ekonomik ve
politik elitlerinin portrelerini çiziyordu.
Picasso’yla dost olmakla
kalmamış, 1901’de onun en güzel ve en kusursuz resmini çizmişti. Casas’ın
Barcelona halkını resmettiği muhteşem tam boy karakalem çizimleri 18 yaşındaki
Picasso’ya ilham vermiş, aynı diziden Picasso’da yapmıştı. Picasso bu
çizimlerle, 1899’da Modernistas diye
anılan ilerici ressamların biraraya geldiği El Quatro Gats’da, ilk bireysel
sergisini açmıştı. Bu aslında Picasso’nun kariyerinde bir iki kez yaptığı hatadan
biriydi, çünkü portrelerinin Casas’ınkilerle karşılaştırılacağı açıktı.
Soldan 1. ve 3. resim
Casas’ın, 2 ve 4. resimler Picasso’nun
Picasso, resimlerinde esneklik ve
gözlemlerindeki keskinlik açılarından Casas’dan daha iyi idi. Casas’ın
figürlerinin gözleri donuk, cansız iken Picasso’nun figürlerin bakışları her
zaman daha canlı ve belirgindi. Ama Casas, ölçülü ışık ve gölge çalışmalarıyla,
ortamın derinlik hissini ve gerçekciliği daha iyi veriyordu. Casas’a meydan okuyan genç Picasso, Casas’dan
iyi değildi.
Karakalem Picasso
resmi - Ramon Casas, 1901
Picasso Paris’e iki kez daha
giderek orada sergi açmakta veya resimlerini satmakta hiç zorlanmayacağını
gördü. 1900’lerin başında kısmen askerlikten kaçmak için ama daha ziyade
Casas’ın gölgesindeki bir yaşamdan uzaklaşmak ve onunla karşılaştırıldığında
sürekli aşağı görülmekten kurtulmak için İspanya’dan ayrıldı. Ayrıca Picasso,
yenilik ve modaya çok düşkün bir kent olan Paris’in, yıldızının parlayıp
zirveye çıkabileceği bir yer olduğunu anlamıştı.
Mavi dönem (1901-1904)
1901’in ortasında Picasso
Avrupa’nın kültür başkenti Paris’e giderek kendi stüdyosunu açtı. Sanat
yazarları Picasso’nun Paris’te geçirdiği 1901-1904 yılları arasını ağırlıklı
olarak kullandığı mavi tonlardaki paletinden dolayı Mavi dönem diye
adlandırırlar. Yalnız ve intihar eden yakın
arkadaşı Carlos Cadagemas’ın ölümünden derinden etkilenmiş olarak ayrılık,
yokluk, üzüntü sahneleri içeren ve
tamamen mavinin tonlarını kullandığı resimler yapmıştır. Temsili (Representational)
resim tarzındaki bu tablolarda sahne karakterlerine, fahişelere, serserilere,
mahkumlara ve dilencilere odaklanmıştır. Bu dönemin ünlü tabloları hepside 1903
yılında yapılan Blue Nude, La Vie ve The Old
Guitarist dir. 1904 sonbaharına kadar süren bu dönemde heykel ve oyma
çalışmaları da yapmıştır.
Blue nude - Picasso,
1902
La Vie – Picasso, 1903
The old guitarist –
Pablo Picasso, 1903
The Actor – Picasso,
1904
Pembe dönem (1905-1906)
Ardından figürlerinde pembe ve
ten rengini bol bol kullandığı Pembe dönem gelir ama bu kez figürlerini,
çevredeki nesnelerden ve mekandan koparmıştır. 1905 yılında Picasso kendisini
oldukça etkileyen ruhsal bunalımı yendi ve sanat hayatında yeni bir dönem
başladı. Güzel model Fernande Olivier’e delicesine aşıktı ve zengin sanat
simsarı Ambroise Vollard’ın patronajına girmişti. Yeni hayatının sanatına
yansıması pembe, kırmızı ve bej gibi sıcak renkler oldu ve 1904-1906 yılları
Pembe dönem diye sınıflandırıldı. Bu yılların en meşhur resimleri Family at Saltimbanques (1905), Gertrude
Stein (1905-06) ve Two Nudes (1906) dir.
The Family of
Saltimbanques - Picasso,1905
Gertrude Stein –
Picasso, 1906
Two nude women –
Picasso, 1906
Kübizm (1907-1911)
Picasso 1906’da yine değişmiştir:
artık ilkel figürler ve şekillerle deneysel çalışmalar yapıyor, temsili
resimden giderek daha çok uzaklaşıyordu. 1907 yılında en önemli ve en
etkileyici eseri sayılan Les Demoiselles d’Avignon (Avignonlu
Kızlar) adlı tablosunu bitirdi. Bu tabloda iki kızın taktığı Afrika maskesiyle
Afrika sanatının Picasso üzerindeki etkileri görülür. Demoiselles d’Avignon tablosuyla Picasso, daha önce hiçbir ressamın
yaptıklarına benzemeyen ve 20. yüzyılda sanatın yönünü belirleyecek bir eser
vücuda getirmişti. Bu tabloda doğadan ve
temsili resimden kopmuş, çizgisel analizi benimsemişti. Beş çıplak fahişenin
resmedildiği Les Demoiselles d'Avignon tablosunda kadın figürleri, keskin
geometrik çizgiler, mavi, yeşil, gri tonlarla çarpıtılmıştır. Bugün bu eser
Picasso ve ressam arkadaşı Georges Braque’nın oluşturduğu sanatı akımı Kübizm’in
ilham kaynağı olarak kabul edilmektedir. Bu da onu 1907-1908 yıllarında
doğrudan doğruya dördüncü döneme, kübizme taşımıştır.
Picasso ve Braque, Cezanne’in son
dönem eserlerini kullanarak nesneleri söküp, bloklar ve hatlar halinde yeniden
birleştirdiler. Bu şekilde nesneler daha üç boyutlu bir görünüm kazanarak salt
temsili resimden daha gerçekçi oluyor ya da öyle olduğu söyleniyordu. Bu özgün
ve analitik
diye anılan dönemde kübizm Picasso’nun en çok ses getiren devrimi oldu, çünkü
sanatı doğaya ve insan bedenine bağlayan göbekbağını koparmıştı. Bu durum
Picasso hakkında bir mantık probleminin ortaya çıkmasına da neden oldu. Madem
kübizm onun en büyük icadıydı ve artık temsili resmin ölüm çanlarını çalmıştı,
o halde neden koleksiyoncular, müzeler ve sanat piyasası, başta mavi dönem
olmak üzere, onun hala temsili resim yapan bir ressam olduğu önceki dönemlerden
kalma eserlerine çok daha fazla değer biçmektedir?
Les Demoiselles
d'Avignon – Picasso, 1907
Picasso'nun erken Kübik resimleri Analitik Kübizm olarak
adlandırılıyor. Bunlar Three Women (1907), Bread and Fruit Dish on a Table (1909) ve
Girl with Mandolin (1910).
Three Women –
Picasso, 1908
Bread and Fruit Dish
on a Table – Picasso, 1909
Girl with Mandolin –
Picasso,1910
Sentetik Kübizm (1912-1917)
Picasso 1912 yılında eski yöntemleri
yeniden yaratarak (başta edebi-siyasi yorum katmak için kullandığı gazete
parçaları olmak üzere) tuval üzerine kağıt parçaları yapıştırdı ve gitar
parçaları, teller, metal gibi katı nesneler katarak yapıtını bunun üzerine
kurdu. Sentetik kübizm diye anılan bu çalışmayla dördüncü döneminde ileriye bir
adım daha atmış oldu. I.Dünya Savaşı’na dek süren bu dönem bir mantık problemi
daha ortaya çıkardı. Madem kübizm cisimlerin üç boyutlu görünme derecesini
arttırıp düz bir yüzey üzerindeki nesnelerin ifadesine gerçeklik
kazandırıyordu, o halde sanat eserinin üzerine üç boyutlu nesneler koymakla bu
fikir çürütülmüyor muydu? Bir önceki gibi bu probleme de Picasso yazarları
tarafından tatmin edici bir açıklama getirilememiştir. Bu dönemin önemli eserleri
Still
Life with Chair Caning (1912), Card Player (1913-14) ve Three
Musicians (1921).
Still Life with Chair
Caning – Picasso, 1912
L’Homme aux cartes
(Card Player) – Picasso, 1914
Three Musicians –
Picasso, 1921
I.Dünya savaşı Ağustos 1914’de
patladığında Picasso Avignon’da yaşıyordu. Savaş sırasında Picasso’nun Fransız ressam
arkadaşları cephelerde savaşırken o rahat rahat resim yapmaya devam etti. Dünya
savaşından sonra galeri sahibi ve sanat simsarı, Kübizm’in şiddetli savunucusu Alman
Kahnweiler’ın Fransız düşmanı olarak ülkeden kovulmasından sonra Léonce
Rosenberg ile çalışmaya başladı.
Klasik dönem (1918-1927)
Sentetik kübizmden sonra Picasso
savaş yıllarını ve savaş ertesi yılları tiyatroda kostüm ve sahne tasarımı
yapmakla geçirdi. Savaş yılları onu hayallerden alıp gerçekciliğe döndürmüştü.
Böylece 1920’lerde klasikçiliğe geçip ilkçağ imgelerini kullandığı beşinci
dönemine girdi. Sanat hayatının 1918 ile 1927 yılları arası Klasik dönem olarak
adlandırılır. Bu dönemin önemli yapıtları Three Women at the Spring (1921), Two
Women Running on the Beach/The Race (1922) ve The Pipes of Pan (1923)
dır.
Three Women at the
Spring – Picasso,1921
Two Women Running on
the Beach/The Race – Picasso, 1922
The Pipes of Pan –
Picasso, 1923
Gerçeküstücülük (Sürrealizm)
Sürrealizm; 1924 yılında
Fransa’da ortaya çıkan aklın, geleneklerin ve alışkanlıkların denetiminden
uzak, bilinçaltı gerçeklerini yansıtan sanat akımıdır. Kurucusu, Fransız
şair ve psikiyatrist Andre Broton’dur.
Sürrealizmin amacı bilinçaltının sanata yansıtılmasıdır. Sanatçı bilinç
altındakileri dışa vurarak eserini oluşturur. Sürrealistler, Freud'un
psikanaliz yönteminden yola çıkmışlardır. Onlara göre insanı yönlendiren mantık
değil, iç güdülerdir, bilinç altıdır.
Picasso ise kadınlarının
vücutlarıyla yüzlerini ve modellerini karikatürleştirir, kübist çizgi
karakterler haline getirir, küçümseme, hatta nefretle canlandırırdı. Ama Disney,
faresini kendi geçmişine duyduğu hayranlık, hatta sevgiyle canlandırmıştı. Mickey
Mouse halk tarafından o kadar sevilmişti ki popüler olduğu 1933 yılında
hayranlarından 800,000 mektup almıştı. Gösteri dünyasında, hiçbir dönemde
görülmemiş bir rekordu bu. Bundan sonraki en büyük rakam 730,000 hayran
mektubuyla 1936 yılında sinema sanatçısı Shirley Temple’a aitti.
Solda - Peter Pan
1953, Sağda – 101 Dalmaçyalı (1961)
1 Ekim 1982, 1 milyar dolara mal olan EPCOT Center, Walt Disney World Resort da açıldı.
Woman with a Flower –
Picasso, 1932
Sürrealist bir ressam olmasa da Picasso
1925-1935 arasında altıncı dönemi olan sürrealizme geçmişti. Woman
with a Flower (1932) sevgilisi Marie Therese Walte’ın portresidir.
Sürrealizm bakışıyla deforme edilmiş bir sarışın kadın figürüdür. Önemli
sürrealist ressamlar olarak Salvador Dali (1904-1989) ve Joan Miro (1893-1983) sayılabilir.
İspanya iç savaşı dönemi (1936-1939)
Picasso yedinci dönemi olan
İspanya İç Savaşı sırasında siyasi konuları ele aldı. İç savaş, 17 Temmuz
1936'da General Francisco Franco'nun komutasındaki milliyetçi faşist güçlerin
seçimle iş başına gelen Cumhuriyetçi Halk Cephesi koalisyonuna karşı
ayaklanmasıyla başlamıştır. Üç yıl süren ve İspanya'da büyük yıkıma yol açan iç
savaş, 1 Nisan 1939'da faşistlerin zaferi ile sonlanmıştır. Savaşın sonunda
İspanya'da Franco'nun 1975'deki ölümüne kadar sürecek olan diktatörlük dönemi
başlamıştır.
26 Nisan 1937’de Alman Nazi hava kuvvetleri destekli Franco’nun faşist güçleri Bask şehri Guernica’yı bombalayınca Picasso, Cumhuriyetçi hükümetin isteği üzerine savaşın vahşetini anlatan Guernica isimli siyah beyaz ve gri renkleri kullandığı eserini yaptı. 1937 Paris Dünya fuarı’ndaki İspanya Pavyon’unda sergilenen Guernica tablosu Picasso’nun en bilinen sürrealist eseridir.
Guernica – Picasso,
1937
II.Dünya Savaşı sürecinde Picasso
bariz bir şekilde politikleşti. Kominist partiye katıldı ve 1950 ve 1961
yıllarında iki kez Uluslararası Lenin Barış ödülü sahibi oldu.
Sekizinci ve son dönem
Picasso daha sonraki yıllarında
ise sekizinci dönemi içindeydi. Bu dönemde dünyanın yaşayan en büyük
ressamıydı. Paparazzilerin her hareketini izlediği bu dönemde sanatına daha az
önem verdi. Picasso 1950’lerde Velazquez, Goya, Poussin, Manet, Courbet ve
Delacroix gibi büyük ressamların
eserlerini yeniden yorumlayarak yapmaya başladı. Artık yapıtlarında
belli modeller görülmeye başlanmıştı: minotaurlar gibi yarı insan yarı boğa
yaratıklar; boğa güreşleri ve çarmıha gerilme resimleri. Bu temaların hepsi
içiçeydi ve ayırt edilmeleri güçtü. Ayrıca Picasso bu dönemde heykelle, çanak
çömlekçilikle de içiçeydi. Buna bir de
taşbaskı, oyma ve kabartma, kitap resimleme, kostüm tasarımı ve tiyatroyla
ilgili diğer işler de dahildi. Hayranları arasında bile 1940’lardan sonra
yapıtlarının bozulduğu hissine kapılanlar vardır. Fakat profesyonel yaşamının
tüm diğer yönleri gibi bu konuda da görüş ayrılıkları çok büyüktür.
Picasso’nun Chicago’ya
hediye olarak yaptığı heykel, 1967
Massacre in Korea - Picasso,
1951
Picasso’nun başarısının sırrı, moda
Picasso’nun kariyerinde oldukça
erken gelen ve öldüğü güne dek süren olağandışı başarısının birkaç açıklaması
vardır. Okuryazar olması bile uzun yıllar almış, orta yaşa gelene dek ana diline
çok yakın bir dil olan Fransızcayı doğru konuşamayan biriydi. Yazdığı pek az
mektup günümüze kalmıştır ve bunun basit bir nedeni vardır: Picasso mektup
yazmakta çok zorlanırdı, mektup yazmak için resim yapmaktan daha çok emek ve
zaman harcıyordu. Matisse ona çok sayıda mektup yazdı, bunların çoğu bugüne
ulaşmıştır ama Picasso ona sadece bir kez yazmıştır; onda da ismini yanlış hecelemiştir.
Picasso’nun beyninin korteks bölümü (beynin düşünen, konuşan, yazan bölümü)
zayıf olabilir ama görsel düşünme yeteneği çok güçlüydü. Pablo kostüm, sahne
gerisi panoları, logo, sembol tasarımları ve insanların zihnine kazınan şekil
çarpıtmalarıyla çizdiği çarpıcı kadın imgeleriyle aslında bir moda
tasarımcısıydı (Paris’in İspanya’dan ithal ettiği diğer iki İspanyol Fortuny ve
Balenciaga gibi). 20. yüzyılın ilk on yılında Fransızlar resmi sanattan modaya kaymış ve temsili
resimden bıkılan bir dünyada Picasso’nun günü de nihayet gelip çatmıştı.
Picasso, yüzde 10 yenilik, yüzde 90 beceriden oluşan güzel sanatları, moda
sanatıyla değiştirdi: artık orantıların terse döndüğü imgeler yapıyordu.
Self Portrait Facing
Death – Picasso, 1972.
Ölümünden bir yıl önce yaptığı kara kalem ve pastil
resim
Bu yeni bir sanat oyunudu. Çok
yoğun bir rekabet ortamı vardı ama Picasso bu oyunun şampiyonu olmuştu ve
unvanını ölene dek korudu. Çünkü her seferinde kesinlikle doğru zamanda doğru
beceri ve moda oranları kullanma konusunda olağanüstü temkinliydi. Mükemmel bir
zamanlama yeteneği vardı; yeni bir modayı ne zaman öne sürmesi gerektiğini çok
iyi tahmin ederdi. Kişi olarak yeniliğe doymayan bir yapıya sahipti, bir moda
öncüsünün ne kadar riski göze alabileceğini belirleme konusunda gizemli bir
ustalığa da sahipti. Bu becerisi güçlü kişiliği ve kendine özgü ahlaki
değerlere sahip olmasıyla ilgili bir şeydi.
Picasso kadınlar, eşcinseller
Kadın olsun erkek olsun, onun, kendilerine ne yaptığının farkında olup
rahatsızlık duyan insanları korkutup sindirme ve sömürme yeteneği Picasso’nun
en dikkat çekici özelliğiydi. Gençken, gerek kadınlar gerekse eşcinseller
üzerinde büyüleyici bir cinsel çekiciliği vardı. Sonraları ilk kez on
yaşındayken bir kadınla yattığını ve şöhret olmadan çok daha önce, kadınları
etkilediğini öne sürmüştü. Eşcinsellere, özellikle edilgen rolde kalmayı
sevenlerine, fevkalade çekici gelen biriydi; küçük, vahşi, saldırgan bir erkek
kaplan gibiydi.
Picasso’nun gerçek eğilimlerine
bakılacak olursa, maço ve heteroseksüelliğin ezici bir üstünlüğü vardı. Fakat
içinden çıktığı kültürde, kendi deyişiyle ihtiyaç halindeki bir kraliçeyi tatmin etmek için aktif rol
üstlenmenin erkekliğine zararı olmazdı. Başta sanat simsarı Pere Manyac ve tanıtımcı
Max Jacob olmak üzere, eşcinseller ona tapardı. Picasso’nun adını ilk duyuran
ve başarısını perçinleyen de o günlerin Andy Wahol’u Jean Cocteau olmuştu. Eşcinseller
her zaman onun en ateşli hayranları oldu; örneğin, Avustralyalı koleksiyoncu ve
tanıtımcı Douglas Cooper ve sonradan Picasso’nun biyoğrafisini yazan Cooper’ın
sevgilisi John Richardson gibi. Tuhaftır, Picasso’nun kişiliğine kapılmayan,
hatta onu ürküten tek eşcinsel Diaghiliev olmuştur. Diaghiliev Picasso’ya aşağılayıcı
ve küçültücü bir takma isim takmıştı Pica.
Ama sanat dünyasındaki eşcinsellerin çoğu Picasso’ya onu eleştirmeyecek kadar
saygı duyardı. Picasso’nun erkeklere karşı muğlak bir tavrı vardı ama
edigenliği saptamakta üstüne yoktu. Birlikte kübizmi yarattığı Braque’a karım der, ondan beni çok seven kadın diye söz ederdi. Picasso estetik açıdan
lezbiyenleri de çekici bulurdu. Erkeksi Gertrude Stein için tek kadın dostum demiş olması da
anlamlıdır.
The Weeping Woman –
Picasso, 1937
Bir bakıma bu sömürme oyununda
Picasso ahlaki açıdan kör olmasının faydalarını görmüştür. Pek çok insanın
sahip olmak için çok şey vereceği yeteneklere sahipti. Fakat insanlarda doğal
olarak bulunan ama onun doğasında olmayan iki şey vardı: hakiki olanla yalancı
olanı, doğru olanla yanlış olanı ayırt etme becerisi. Bu eksiklik onun gücünün
kaynaklarından biriydi. Evrenin merkezinde yalnızca Picasso, onun ihtiyaçları,
çıkarları ve hırsları vardı. Başka hiçbirşeyi düşünmesi gerekmiyordu.
İşe önce yoksul babasını
sömürmekle başladı. Sanra da varlıklı kadınlar üzerinde tahakküm kurmaya
başladı. Şöhreti ele geçirdiği anda, tamamen ticari nedenlerle işe alıp kovduğu
simsarlarından bile daha sıkı bir işadamı olduğunu gösterdi. Ben vermem. Alırım diye övünürdü.
Acımasız görüşlerine göre nezaket, cömertlik ve duygusallık yalnızca kendisi
gibi usta kişiler tarafından avantaja çevrilmesi gereken zayıflıktan ibaretti.
Picasso’ya yardımcı olan Stein, Guillaume Apollinaire gibi sayısız insan ya
onun ihanetine uğradı veya terk edildi ya da zehirli dilinin hedefi oldu.
Özellikle öteki ressamlara karşı nankörlükle kıskançlık arasında karışık
duygular beslerdi. Bir ihtimal bunun nedeni, kendi eserlerinin değerine
güvenmeyişi ve tüm bunların bir aldatmaca olduğunu hissetmesiydi. Sürekli bir
basın takip ajansına abone olması ve onun ara sıra ettiği ben bir soytarıdan başka bir şey değilim itirafına atıfta bulunan
eleştirmenlerle kavga etmeye meraklı olması da şaşırtıcıdır. Picasso zamanla
Braque’tan nefret etmeye başladı, onunla dost olan herkezi kara listesine aldı.
Onu dost olarak gören Matisse için korkunç sözler etti. Matisse dediğin nedir ki? Kocaman kırmızı bir çiçek saksının düştüğü
bir balkon, işte o kadar. Kendi memleketinden İspanyol dostlarına karşı da
özellikle saldırgan bir tavrı vardı. Alçakgönüllü ve sevilen bir kişi olan Juan
Gris’in işverenlerini ikna ederek onu bırakmalarına neden olmuş, komisyonlarını
alabilmesini engellemiş ve Gris 40 yaşında ölünce kedere boğulmuş gibi rol
yapmıştı.
Askerden kaçarak gitmediği, oysa
pek çok çağdaşının öldüğü ya da sakat kaldığı I.Dünya Savaşı’nın sonunda
Picasso, Paris sanat dünyasında önemli bir güç sahibi olmuştu. Zira
tablolarının piyasaya çıkışını ve kendisinden satış teklifi almak için
yaltaklanan komisyoncuları çok dikkatle denetliyordu. Sevmediği herhangi bir
ressamın sergi açmasını tepeden inme bir emirle rahatça engelleyebiliyordu.
Kendisini terk eden sevgilisi Francoise Gilot’un başına gelen de bu olmuştu.
Woman with Book –
Picasso, 1932
Defterini dürmek için bir sürü
avukat tutan Picasso’ya rağmen sevgilisi Gilot, Picasso hala hayattayken ona
doğruları söylemeye cesaret eden birkaç kişiden biriydi. Picasso’nun kadınlara
karşı tavrı son derece kötüydü. İşi ve zevki için onlara ihtiyacı vardı ve
elbette onları da kullandı da. Fakat Picasso’nun kadınları küçümsediğini,
onlardan nefret ettiğini, hatta korktuğunu anlamak için onun muazzam
genişlikteki ikonografisine fazla uzun bakmak gerekmez. 1932 yılında eserlerini
inceleyerek onun şizofren olduğuna inanan Psikiyatrist Carl Gustav Jung doğru
bir tespit yapmış olabilir miydi? Zaman zaman saplantılı davrandığı
söylenebilirdi. İsviçreli sanatçı Alberto Giacometti’ye, kimseden eleştiri kabul etmeyeceğim bir noktaya ulaştım demişti.
Kendi kendine tekrar tekrar, Ben
tanrıyım. Ben Tanrıyım dediği işitilmiştir. Kendisini bir sanat ilahı
olarak gören Picasso, ailesi, arkadaşları, hayranları olsun, çevresindeki herkeze
rahatça haksızlık yapabileceğine inanıyordu. Tıpkı kendi söylediği gibi, Haksızlık yapabilmek tanrılara özgü bir
şeydir.
Marie-Therese Walter
– Picasso, 1937
Kadınları çarpıtarak resimlemesi,
fiziksel ya da başka şekillerde onların canlarını yakmaktan aldığı zevkle
bağlantılı bir şeydir. Yalnızca kızgınlıktan değil, bilerek de onları suistimal
etmiştir. En güzel ve en yetenekli sevgilisi diyebileceğimiz Dora Maar dövülmüş ve yerde baygın yatarken
bulunmuştu. Öteki sevgilisi başına darbe aldığını söylemişti. En çok okuduğu ve
neredeyse tek okuduğu kişi de Fransız aristokrat yazar Marquis de Sade di.
Henüz 17’sindeyken baştan çıkardığı Marie-Therese Walter’a da Sade okutmuş,
daha sonraları onun üzerine Sade uygulamaları yaptırmıştı. Picasso harem
kurmaya bayılan biriydi ama haremde aleyhine yapılabilecek entrika riskinden
kurtulmak için de kadınları birbirine düşürürdü. Kurbanlarının öfkelerini
birbirlerinden çıkardığını görmekten zevk alırdı. Sevgililerinden birinin onun
önünde diğeriyle karşı karşıya gelmesini sağlar, her ikisinin saç saça baş başa
yerde yuvarlanıp kavga etmelerini seyrederdi. Bir keresinde Dora Maar ile Marie
Therese Walter birbirleriyle kavga ederken, bu sahneyi hazırlayan Picasso
soğukkanlılıkla tablosunu boyamaya devam etmişti. O sırada üzerinde çalıştığı
tablo ise Guernica’ydı.
Kadınlarına karşı acımasızdı.
Onları kendine bağımlı kılmayı severdi. Kadınların çoğu başlangıçtaki
durumlarından daha yoksul olarak ayrılmışlardı ondan. Picasso’nun bazen
tablolarından ya da çizimlerinden kadınlarına verdiği doğrudur. Ama bunları
asla imzalamazdı. Eğer bir ayrılığın ardından kadınlardan biri bu hediyesini
satmaya kalkarsa, simsarlar Picasso resmi doğrulamadan bu işe girmezlerdi ve
Picasso bu resimleri asla doğrulamamıştır. Bu da elbette, Picasso’nun resimleri
hakkında bir mantık problemi daha ortaya çıkarır. Hem imzasız hem de
Picasso’nun doğrulaması yoksa bu eserlerin ticari açıdan hiçbir değeri olamaz.
Kısacası, söz konusu resimler esas olarak hiçbir değer taşımıyordu. Picasso,
eserlerinin kopyalanması veye taklit edilmesi en kolay birkaç ressamdan
biridir. Simsarların gözünü korkuttuğu için sahte diye reddedilen eserlerden
bazıları gerçekte Picasso’ya aittir. Doğrulanan eserlerinin pek çoğunun ise
esasında sahte olma ihtimali büyüktür.
Picasso’nun eşleri ve sevgilileri
Picasso hayatı boyunca iki kez
evlenmiş, çok sayıda sevgiliyle hayatını paylaşmıştır. Kadınları tanrıçalar ve
paspaslar olmak üzere iki gruba ayırdığını ve hedefinin tanrıçaları paspasa
çevirmek olduğunu söylerdi. Uzun süren ilişkilerinden birini yaşadığı sevgilisi
onu şöyle anlatırdı. Önce bir kadına tecavüz eder... sonra gidip çalışırdı. Bu
ben olayım, başkası olsun, fark etmezdi. Vahşi bir adamdı ve çok mülkiyetçiydi.
İstediğinde kadınları terk ederdi ama bir kadının onu terk etmesi ihanet
demekti. Sevgililerinden birine, Kimse benim gibi bir erkeği terk edemez demişti. Eşleri ve uzun süreli birliktelik
yaşadığı sevgilileri şunlardı:
Fernande Olivier (1904-1912)
Artist ve model Fernande Olivier,
Picasso'nun ilk uzun dönemli sevgilisiydi. Fernande ile Paris’e yerleştikten
sonra 1904’de tanıştı, birliktelikleri yedi yıl sürdü. Pembe dönem(1905-1907)
eserlerinin çoğunda modellik yapmıştı. 1912’de
Picasso, Eva Gouel’e ilgi duymaya başlayınca Fernande Picasso’dan ayrıldı.
Eva Gouel (1912-1915)
1912 yılında başlayan Picasso-Eva
Gouel ilişkisi, Eva’nın tüberkulozdan erken ölümü nedeniyle 1915’de bitti.
Picasso, bazı resimlerine ‘I Love Eva’
yazarak Eva’ya olan sevgisini açıkca belirtmişti. Ama Picasso buna karşın
Eva’nın hastalığı sırasında, Gaby Lespinasse ile ilişki kurmaktan da geri
durmadı. Gaby ile 1917’de Olga ile tanışıncaya kadar birlikte oldu.
Woman in an Armchair
(Kübik stilde Eva) – Picasso, 1913
Olga Khokhlova (1917-1927)
1917 yılında Picasso, Roma’da
Erik Satie'nin Parade balesinin kostüm tasarımlarını yaparken Rus balerin Olga Khokhlova ile tanıştı. 1918’de Paris
Ortodoks kilisesinde evlendiler ve 1927’de ayrılıncaya kadar dokuz yıl birlikte
oldular. Oğulları Paulo (Paul) 1921 yılında doğdu. Picasso bu dönemde
tablolarında anne ve çocuk temaları işlemiştir.
Marie Therese Walter (1927-1936)
1927 yılında Picasso 45
yaşındayken 17 yaşındaki model Marie Therese Walter ile tanıştı. 1927-1936
yılları arasında birlikte yaşayan çiftin Maya adlı çocukları oldu. Picasso’nun
resimlerinde Marie sarışın, neşeli ve hayat dolu olarak resmedilmiştir. Marie Therese,
Picasso’nun ölümünden dört yıl sonra, 1977 yılında kendisini asarak vefat
etmiştir.
Dora Maar (1936-1944)
1936’da 54 yaşındaki Picasso,
Jean Renoir'un Le Crime de Monsieur Lange film setinde Yugoslav sanatçı Dora
Maar ile tanıştı. Dora Maar Fransız fotoğrafçı, şair ve ressamdı. Fotoğrafçı
olarak 1937 yılında Guernica tablosunun yapımını dökümante etmişti. 1936 da
başlayan birliktelikleri 1944’de sonlandı.
Francoise Gilot (
1943-1953)
Sonrasında, 1943’de Picasso 62
yaşındayken sanat öğrencisi Françoise Gilot ile birlikte olmaya başladı. Gilot
yazar ve ressamdı. Pablo Picasso’nun 1953’e kadar modeli ve sevgilisi oldu.
Gilot, Claude ve Paloma’nın annesidir. Gilot, Picasso’nun diğer kadınlarla olan
ilişkileri nedeniyle Picasso’yu 1953’te terk etti.
Genevieve Laporte (1951-1953)
1944 yılında 17 yaşındaki
Genevieve Laporte, Picasso ile okul gazetesi için röpörtaj yapmıştı. Seneler
sonra Genevieve Laporte, 1951 Mayıs’ında Picasso 70 yaşında ve Francoise Gilot
ile birlikteyken, Picasso’yu stüdyosunda yeniden ziyaret etti ve ilişkileri
başladı. Picasso 1951 yazını Laporte ile St Tropez’deki evinde geçirdi. İki yıl
devam eden birliktelikleri, Gilot’un da Picasso’yu terk ettiği 1953 yılında,
Laporte’nin sanatçıdan ayrılmasıyla bitti.
Jacqueline Roque (1953-1973)
Mutsuz ve yalnız Picasso 1953
yılında Vallauris’da Modoura seramik atölyelerinde seramik çalışmaları yaparken
Jacqueline Roque ile karşılaştı. Ve birlikte yaşamaya başladılar. 1961 de
Picasso 79 yaşındayken evlendiler. Picasso Jacqueline’nin 400’ün üzerinde
tablosunu yapmıştı. Picasso 8 Nisan 1973’de öldüğünde Picasso ile 20 yıldır
birlikteydiler. Jacqueline 1986 da kendini vurarak intihar etmiştir.
Picasso’nun iç dünyası
Picasso, belki de gelmiş geçmiş
en huzursuz, en deneysel ve en üretken sanatçıdır. 78 yıllık kariyeri boyunca 13,500
tablo, 100,000 baskı ve gravür, 300 heykel ve seramik obje, 34,000 adette
kitaplar için çizim yapmıştır. Ayrıca 350’nin üzerininde eserinin de çalındığı
bilinmektedir. Üstelik her şeyi en yüksek hızda yapardı. Bir sanat eserine özen
gösterip zaman verecek ve çok çaba sarf edecek biri değildi. 1900 yılına
gelindiğinde her sabah bir resim bitirir, öğleden sonra da başka şeyler
yapardı.
Çeşitli ifade biçimlerinin
yanısıra, heykel, yüz maskeleri ve sembolizm çalıştı ve kağıt üzerinde olsun
veya tuval, taş, seramik ya da metal olsun, birlikte kullanabileceği her araçla
çalışıp 92 yaşındaki ölümüne kadar harikulade ürünler çıkaran bir üstat olarak kaldı.
Ayrıca posterler, reklamlar, tiyatro sahneleri ve kostümleri, elbiseler,
logolar ve kül tablasından saç modellerine kadar her türlü nesneyle ilgili
tasarımlar üretti. Picasso üzerine yazılmış çok sayıda yazı mevcuttur ve bu
sayı hala artmaktadır. 20. yüzyılda, birbirleriyle çelişkili de olsa Picasso
dışında hiçbir ressam için bu kadar çok yazı yazılmamıştır.
Picasso, 1914 yılına geldiğinde
milyoner, I.Dünya savaşının sonunda da mültimilyoner olmuştu ve parası sürekli
artmıştı. Yaşamının sonuna geldiğinde ise şimdiye kadar yaşamış en zengin ressam
olarak öldü. 8 Nisan 1973’de, 91 yaşında Fransa’da Mougins’de vefat etti.
Picasso, bir ressamdan fazlasıdır. Hayatı boyunca çok kez radikal stil
değişikleri gerçekleştirerek beş ya da altı ressamın bir ömür boyunca
gerçekleştirebileceklerinden daha fazlasını üretmiştir. Fransız hükümetiyle
veraset vergisine dair yaptığı anlaşma sonucu 1985’te Paris’te Picasso Müzesi
açıldı. Bu müzede ressamın bütün dönemlerinde yaptığı çalışmalar incelenebilir.
Buna ek olarak Barcelona’da da öncelikl eski portrelerinin ve çizimlerinin yer
aldığı bir Picasso Müzesi bulunmaktadır.
Portrait of a Young
Girl – Picasso, 1938
Çoğu insan, büyük bir yazarın,
ressamın ya da müzisyenin kötü biri olabileceğini kabul etmekte zorlanır. Fakat
tarih tekrar tekrar göstermiştir ki, kötülük ve deha aynı kişide birarada var
olabilir. Fakat yaratıcı bir kişinin bu kötü tarafının, bunları dengeleyici
hiçbir niteliğe sahip olmadığı görülen Picasso’da olduğu gibi, bu kadar egemen
olması ender görülen bir şeydir. Picasso’nun devasa bencilliği ve kötücülüğü
kazandığı başarıyla ilintilidir. Yaratıcılığının içinde geçmişine karşı duyduğu
bir aşağılama da var, bu geçmişten kurtulmak için acımasız olması gerekiyordu.
Kendisini bu kadar büyük bir ihtirasla yaptığı işe adaması ve tüm diğer
duyguları bir kenara atması sayesinde yaratıcılık ve sanatsal girişimcilikte
muazzam bir başarı kazandı. Kendisinden başka kimseye sorumluluk duymuyordu ve
bu da ona olağanüstü bir ilerleme enerjisi veriyordu. Aynı şekilde, bencilliği
sayesinde doğaya sırtını çevirip huşu uyandıran bir konsantrasyonla kendi içine
dönmüştü. Aşağı yukarı 1910 yılından itibaren, doğa ile ilgisini tamamen
kesmesi dikkate değerdi. Bir iki Akdeniz tatil yöresi dışında, hiçbir yere
seyahat etmezdi. Afrika, Asya veya Latin Amerika ile hiç ilgilenmedi.
Picasso 1959
sonbaharında Picasso Aix-en-Provence’daki çok sevdiği evi Chateau de
Vauvenargues’ın bahçesinde. Picasso Sainte-Victoire yamaçlarını görüp, bu
manzaraların, hayattaki tek ustam dediği Paul Cezanne tarafından 30 dan fazla
eserde tablolaştırıldığını öğrenince hemen satın aldı. Picasso öldüğünde de bu
evin bahçesine gömülecekti.
Kadın modellerini bir yana bırakırsak, kafasının içindeki dünya dışında ne bir şey çizdi, ne de boyadı. Doğadan kopması kendine odaklı gücünü artırmıştı ama bu onun akıl huzuruna ve belki de bilemediğimiz daha pek çok şeye mal olmuştu. Picasso endüstrisinin o son derece güçlü makineleri, kadınlar ordusu, şatosu, altın külçeler, sınırsız şöhreti, muazzam serveti ve onu kuşatan şakşakçılar, yaşlı günlerinde ona huzur vermeye yetmedi. Zalim kişiliği ve çoğu eserinde görülen vahşilik, giderek kötüleşen ve ümitsizlikle sonlanan derin bir ruh huzursuzluğundan kaynaklanıyordu. Son yılları, parası yüzünden yapılan aile kavgalarıyla geçti. Ölümün ardından açılan hukuk davaları kıran kırana yıllarca sürdü. Marie Therese kendini astı. Dul eşi kendini vurdu. En büyük çocuğu alkolizmden öldü. Metreslerinden bir kısmı yoksulluk içinde öldü. En ilkel batıl inançlara körü körüne inanan bir ataeist olan Picasso, birileri saçından bir tutam bulup da onu ele geçirecek büyü yapmasın diye kendisine özel berber bile tutan birisiydi. Hep böyle ahlaki bir kargaşa içinde yaşadı, öldüğünde ardında daha da fazla kargaşa bıraktı. Onunkisi, bir bakıma eğitici yanları da olan hayret verici bir öyküdür. Son derece büyük ve yaratıcı başarıların ve dünya çapında benzersiz bir şöhretin mutluluk getirmeye yetmeyeceğini acı bir şekilde göstermektedir.
21 yaşındaki Fransız
film sanatçısı Brigitte Bardot, Cannes Film Festivali sırasında, stüdyosu
Cannes’e yakın olan Picasso’yu ziyareti sırasında (1956).
Ancak ahlak ve mutluluğu bir
kenara bırakıp Picasso’nun yaratıcı etkisine odaklandığımızda şunu söylemek
gerekir ki, Picasso’yu 20. yüzyıl sanat tarihinden çıkarırsak, yerinde muazzam
bir boşluk kalır. Picasso olmasaydı, bugün sanatın ne yöne gideceğini kestirmek
imkansızdır. Onsuz güzel sanatlar bu kadar derine dalar ve bu kadar sürer
miydi? Moda sanatı bu kadar büyük bir üstünlüğe sahip olur muydu? Bu varsayımsal
soruları cevaplayamayız. Dünyaya bakışımız farklı mı olurdu? Belki de olmazdı.
Peki Walt Disney yaşamasaydı ve çalışmasaydı fark eder miydi? Bunu cevaplamak
daha da zor.
WALT DISNEY
Picasso gibi Walt Disney de
çalışma yaşamına erken yaşlarda başladı ama geçinmek veya şöhret olmak için çok
daha fazla mücadele verdi. Çocukluğunun büyük bir kısmı ABD’de kırsal
Missouri’de bir çiftlikte geçti. Yaşamı boyunca en çok zevk aldığı şey hayvanları
izlemek ve hayvan resimleri çizmekti. Hayvanların hareketleri ve kendine
özgülükleri Alman ressam Albrecht Dürer gibi ona da büyük bir keyif veriyordu.
Her türlü insan duygusunu hayvanlara da yapıştırmaya bayılıyordu. Picasso çizip
boyadığı kadınları insan şeklinden çıkarırken Disney hayvanları
insanlaştırıyordu. Gücü ve mizahın en önemli kaynağı da buydu. Ailesi fakirdi,
huysuz babası hep bir şeyler isterdi ama buna rağmen, belki de bu sayede,
Disney aileyi toplumun ayrılmaz bir parçası ve sonsuz mutluluğun tek kaynağı
görürdü.
Çiftlik işi yürümeyince
Disney’ler Kansas City’e taşındı. Babası gazete dağıtım işine girince Disney’i
de uzun saatler boyunca durmaksızın çalıştırmaya başladı. Disney, biraz resim
eğitimi almayı başarmış olsa da Picasso gibi resim derslerini asıp
batakhanelere gitmek gibi bir lüksü hiç olmadı.
1918 yılında Walt Disney I.Dünya
Savaşı sırasında daha 16 yaşındayken okulunu bırakarak orduya katılmaya çalıştı.
Yaşı küçük olduğu için kabul edilmedi ama Walt bir yolunu bularak Kızıl Haç
örgütünde ambulans şöförü olarak Fransa’ya gitti. Savaştan sonra Walt, Kansas
City’ye döndü ve kariyerine reklam grafikeri olarak başladı. Amerikan girişimci
ruhuna fazlasıyla sahipti. 20 yaşına geldiğinde neredeyse kendi şirketini
işletmeye başlamıştı ki iflas etti ama yılmadı bir süre sonra yeniden kurdu. Hedefi
animasyon (canlandırma) sanatı içine girmekti.
Çizgi film ve animasyon
Disney bir sanatçı olarak farklı
bir 19. yüzyıl geleneğinden doğmuştu. Edward Lear gibi, ya da Alice Harikalar
Diyarı’nda kitabını resimleyen ve Çılgın Şapkacı, Mart Tavşanı birer simge
olarak yaratıp karşımıza getiren büyük karikatür ustası Tenniel gibi isimleri
barındıran bir gelenekti bu. Disney ayrıca İngiltere’de Comics, Amerika’da
Funnies adıyla bilinen mizah dergilerinden ve gazetelerdeki çizgilerden
faydalanıyordu. Sinema filmi endüstrisi için ilk gerçek hareketli çizgi filmi
1906 yılında Amerikalı J.S.Blackburn çizmişti ve adına Humorous Phases of Funny Faces
koymuştu. Bu Leonardo da Vinci,
hatta daha eskilere giden grotesk (varlıkların sıra dışı özelliklerle yeniden
tasviri ile dünyaya ait olmayan bir olgu haline getirilme sanatı) fizyonomi
geleneğinin güncellenmiş bir örneğiydi. Film, Vitagraph Şirketi tarafından
yapılıp, içinde oyuncular olan uzun filmlerle birlikte piyasaya sunulmuştu.
Disney sessiz animasyonu ölü
sayar ve sesin doğası ve niteliğinin başarının anahtarı olduğuna inanırdı. Ama
başlangıçta ses boyutu onun kafasını çok karıştırmıştı. Sermayesinin olmayışı
da öyle. Disney kazandığı parayla karnını ancak doyurabiliyordu. Beş dolar onun
için büyük paraydı ve arkadaşlarından borç almak zorunda kalırdı. Ama hem animasyonda
hem de hareketli fotoğraflarda bu hızla büyüyen teknolojiye ayak uydurmayı başardı.
Buf Fischer Film Corporation ve International Features Syndicate gibi
şirketler, 1917-1918 yıllarında Mutt, Jeff ve The Katzenjammer Kids gibi çizgi
dergi karakterleri, sinemada canlandırdılar. 1917’de Kedi Felix karakteriyle ün
yapan Max Fleischer’de canlandırılmış çizgi karakterler ile canlı oyuncuların
sahnelerinin birleştirildiği ilk filmi üretti.
Alice in Wonderland
Disney’de aynı bileşimi 1923’te
kullanarak, sekiz yaşındaki Margie Gay adlı kızı oynatarak Alice in Wonderland çizgi
filmini yaptı.
Disney’in yedi kişiden oluşan
yapım ekibinin ortasında duran Margie’yi gösteren fotoğrafta Disney’in yanısıra, mali işlere
bakan ağabeyi Roy Disney, yaratıcı sanatçı ve animatör Ubbe Iwerks’de yer alır.
Erkeklerin hepsi golf pantolonu giymiş, kravatlı ve süveterlidir. ABD Başkanı Harding’in
çağında, 1920’lerin başlarında genç girişimcilerin üniformasıdır bu.
Disney’in ilk şirketi
Laugh-O-Gram Corporation kısa animasyon filmleri yaptı ama borç alınarak, kredi
çekilerek oluşturulan şirket iflas etti. Walt’ın elinde bir tek kamerası ve
örnek olarak kullanabileceği bir Alice baskısı kalmıştı. Ekibini dağıtıp kamerasını
alarak serbest çalışmaya başlamış, haber fotoğrafları çekmiş, çektiği pozları
ise tamamı Hollywood’da bulunan Pathe, Selznick News ve Universal News gibi ajanslara
satmıştı. Düğünler ve cenazeler için film çekmiş, her birini 10-15 dolardan
satarak özel işler de yapmıştı. Aç kalmamıştı ama karnını uzun süre konserve
fasulye ile doyurmak zorunda kalmıştı. Yeni açılan stüdyolarla girdiği temaslar
sonucu Hollywood’a yerleşip yeni bir yapım şirketi kurmaya karar verdi.
Kamerasını satıp eline geçen parayla kendine bir bilet aldı ve 40 dolarlık
sermayesiyle 1 Temmuz 1923’te California treni’ne atladı.
Ümit ve cesaretle dolu 1920’lerin
başı, Amerikan serbest girişim ve oyunculuk, yazarlık, filmcilik, tasarım, kostüm,
sahne, müzik gibi sanatın herhangi bir dalıyla ilgilenen herkes için klasik bir
dönemdi. Hollywood ise hızla büyümekte olan bir yenilik merkeziydi. Ama Disney
sinema endüstrisinde iş kurmakta çok zorlanıyor, bir stüdyodan diğerine
dolaşarak ancak karnını doyurabilecek kadar para kazanıyordu. Tekrar animasyon
filmlerine dönerek baş, ağız ve gözleri çizip sonra tek tek çizgilerden oluşan
bedenler ekledi; resimler siyah bir fona çizilen beyaz kibrit çöplerini
andırıyorlardı. Elindeki Alice numunesini kullanıp bir de dizi hazırladı. Canlı
kısımları beyaz perdenin önünde çekip, Alice’in etrafına çizgi resimleri
ekledi. Çevrede oturan çocukları toplayıp her birine 50 cent vererek Alice’in
etrafında skeç yapmalarını sağladı. Büyük amcası Robert’in Alsas çoban köpeğini
eğiterek eğlenceye onu da soktu. Her makarada 270 metre uzunluğunda gerçek
çocukların ve köpeğin yer aldığı film, 90 metre de canlandırılmış çizgi vardı.
Disney senaryoyu yazdı, açık havada sahne kurdu, gereken sahne eşyalarını
kendisi yaptı, yapımcısı, yönetmeni ve filmi çeken de kendisi oldu. Bu ilk
sineması ona toplam 750 dolara mal olmuştu. Filmi 1,500 dolara bir New York
acentesine satarak ilk gerçek karını elde etti.
Bir düzine film için anlaşma
yaptı ve ilk altısını tamamen kendisi üretti. Bunları Kansas City’deki Ub
Iwerks’e gönderiyordu. Sonra animasyon konusunda kendisine yardımcı olması için
Ub Iwerks’e daha aktif görevler verdi. Disney’in Iwerks’le yaptığı çalışma ile
Picasso’nun Georges Braque ile 20 yıl önce kübizmi ortaya çıkarmak için girdiği
işbirliği arasında ilginç bir benzerlik vardır. Picasso ve Braque fikirlerini
ve tekniklerini öylesine paylaşmışlardı ki, birkaç yıl geçtikten sonra bir
tuvali hangisinin yaptığını, hatta birlikte mi ortaya çıkardıklarını anlamak
neredeyse imkansız hale gelmişti. Bunu ressamların kendisi bile söyleyemezdi.
Bazı tuvallerde bu durum günümüzde bile gizemini korumaktadır. Aynı şekilde,
ilk animasyonlarda Walt ve Ub’un rollerini de kesin olarak ayırt etmek çok
zordur. Temel fikirlerin Disney’den geldiği açıktır. Ama animasyon işlemleri
sırasında başarılı efektler eklenmiştir ve bu konuda Iwerks’in önemi ön plana
çıkar. Disney, bir ressamı daha işe aldı. Ana hatları Disney kendisi çizip
hazırlar, iki yardımcısı da bunların içini doldururdu. Sonraları yavaş yavaş
sahneleri tamamen yardımcılarına bıraktı ama onun markası haline gelen ve bugün
de bu özelliğini sürdüren Disney tarzı çizimin korunmasını denetledi. Çizimde çokca
çember kullandı, çünkü en hızlı çizilen şekil oydu. Ama ne kadar hızlı çizilirse
çizilsin her kısa filmin yapımı bir ay sürüyordu. 13 Temmuz 1925’de Walt,
çalışanlarından Lillian Bounds ile evlendi. Diana ve Sharon adlı iki kızı oldu.
Sevimli tavşan Oswald
Disney gibi bir sanatçı ve yapımcının
toplumun hızla değişen zevkine uygun, yenilik ihtiyacına cevap verme kabiliyeti
ne kadar abartılsa azdır. Sanat dünyasındaki fikirlerin, sonu gelmez iştahını
koruyabilmek için, Picasso’nun Paris’teyken bir safhadan diğerine geçmesi gibi,
Disney’de çizgi film dünyasındaki değişikliklere ayak uydurmak ve hep değiştirip,
yaratmak zorundaydı.
New York’taki film dağıtım
şirketlerinin verdiği bilgilere bakılırsa insanlar Alice’den, daha doğrusu
fotoğraflı animasyondan bıkmaya başlamıştı. Yeni bir karakter gerekiyordu ve
Disney, Oswald adlı tavşanı yarattı.
Oswald uzun kulaklı, uzun bacaklı ve minicik ponpon kuyruklu tamamen çizgi bir
karakterdi. Filmde canlı hareket ve gerçek insanlar kullanılmıyordu. Disney’in
ürünü uzun bir süre hep aynı kaldı. Oswald başarı kazanmıştı ama Disney, kısa filmleri
duyulur duyulmaz daha büyük ve daha çok sermayesi olan stüdyoların onun ekibini
ve animatörlerini, daha çok para vererek çalmaya çalıştıklarını anladı. Bu
süreci felce uğratmak için yeni bir karakter yaratacaktı; tıpkı yüzyıl kadar
önce, Charles Dickens’in telif çağından önceki korsanları atlatmak için yeni
bir öykü uydurup çabucak yazıvermesi gibi.
Mickey Mouse doğuyor
Sonuçta ortaya bir fare çıkmıştı.
Disney, Kansas City’de yaşarken bir farenin masasının üzerinde ve içinde
yaşadığından, bu fareyi sevdiğinden ve sevimli bir şekilde canlandırabileceğini
düşündüğünden söz etmişti. Fare, çöpe atılan şeker kağıtlarından beslenebilmek
için Disney’in çöp sepetine girermiş. Disney’de onu yakalayıp bir kafese koymuş
ve farenin hareketlerini incelemişti. O zamanlar fareye Mortimer adını
vermişti. Fareyi konu alan bir dizi hazırlamaya karar verdiğinde adını Mortimer
Mouse koydu. Ama karısı Lilly buna itiraz etti: ‘fazla pısırık bir isim’. İşte ondan sonra Disney, Mickey ismini seçti.
Mickey Mouse’un en önemli özelliği sempati
uyandırmasıydı. Tıpkı Disney’in dediği gibi: o fare benim taş kalbimi yumuşatırdı.
Picasso’nun, doğayı reddedişinin
yarattığı korku ile karışık saygı duygusuyla insanları fethetmesi gibi fare de insanların kalbini kazanmıştı. İşte Disney’in dehası da burada ortaya
çıkıyordu. Yarattığı şeyleri, herkese, özellikle çoçuklara sevdirmesini çok iyi
biliyordu. Bu süreç çok da basit değildi, hatta son derece karmaşıktı. Yaratılan
ilk Mickey görsel olarak güzel değildi. Siyah nokta gözleri, kalem bacakları,
her elde üç parmağı, çalı fasulyesi gibi bir bedeni ve sarsak bir yürüyüşü
vardı. Ancak Mickey bir bakıma Disney’in kendi portresidir. Ortaya çıktığında görülen
o anlamlı gözler, sivri yüz ve pandomim yeteneği, hepsi de yaratıcısına ait
özelliklerdi. Bir yüzyıl sonra baktığımızda ilk Mickey’in gözleri bizlere sevgi
dolu gibi gelmez. Sarsaklığı ise teknik olanaksızlıklar yüzündendir. O dönemde
animasyon teknolojisi her sene daha da karmaşık hale geliyordu ve Disney
rakiplerini geride bırakmak için hızı artırıyordu. Mickey’nin bir hareketi için
altı çizim yapmak zorundaydı. Animasyon ekibinde herkesin bir derecesi vardı.
Deneyimli üyeler Disney’in çizimlerini esas alarak kilit hareketleri çizer,
daha düşük olanlar içlerini doldururlardı. On dakikalık bir çizgi film için
14,400 çizim yapılırdı.
Walt Disney ailesi
ile birlikte
Mickey, sinemaların her zaman
yaptığı gibi arkadan verilen müzikle, o hantal bebekliğini yaşarken, Warner
Brothers(1927) müziğin de içinde olduğu, Al Jolson’un başrolü oynadığı The Jazz Singer’ı vizyona soktu. Disney
üç kısa Mickey filmi yapmıştı ama sesli sinema fikri onu çok heyecanlandırdı.
Zaten öteden beri çizgi filmlerin asıl üçüncü boyutunun ses olması gerektiğine
inanıyordu. Disney’in ses teçhizatı yoktu ama hemen kendi işini kendin yap
yöntemine girişti. Girişimci doğaçlama yöntemi de denilen de buydu. Armonika
çalma işini Jackson’a verdi. Gece kulüplerinde kullanılan gürültülü aletlerden,
inek çıngıraklarından, teneke kutulardan satın aldı ve sürtünme sesi için de oluklu
tahta buldu.
Disney’e göre her işin püf
noktası tempo ve matematikti. Sesli film, projektörden saniyede 24 kare
oranında geçiyordu. Bir fare filmindeki ses temposu saniyede iki vuruş olduğuna
göre, her 12 karede bir vuruş yapması gerekiyordu. Bir metronom aldı, bir ses
partisyonu oluşturmak için boş müzik portrelerine sesleri çizdi. Böylece çizgi
canlandırma ve ses efektleri eş zamanlı olarak hazırlanabilecekti. Fakat ses
partisyonu hazırlamak başka şey, partisyonu kayda almak başka bir şeydi. Bu
gürültülerin orkestra eşliğinde gelen seslerle karıştırılması gerekiyordu, yani
animasyon filmlerine bu sesi girmek de ayrı bir işti. O sıralar, kayıt ve müzik
endüstrisinin merkezi Hollywood değil New York’tu. 1927’de tüm film
yapımcılarının sesli filmlere koşması yüzünden ortaya çıkan teçhizat
yetersizliği, tek sorun değildi. Aynı zamanda RCA gibi büyük kayıt
şirketlerinin koyduğu telif sınırlamaları yüzünden bütün işletmelerin başı dertteydi.
Üstelik RCA, Mickey’i seslendirmek için Disney’den 3,500 dolar istemiş ve
seslendirmeyi Disney’in değil kendi istediği tarzda yapacağını söylemişti.
Disney teklifi reddetti ve kendi yöntemlerini kendisi bularak, dahice
kurnazlıklarla telif engelini de aşti. Bir orkestra şefi ve 16 oyuncu kiraladı.
Hepsini minik bir stüdyoya soktu.
Disney’in kayıt yönetimi
şöyleydi: ses için dakikada 270 metre film gerekiyordu. Her resim saniyede 24
oranında olmak üzere bir perdeye yansıtılıyordu. Müziğin temposu saniyede iki
vuruş olduğu için, her 12 karede bir vuruş giriyordu. Çıngıraklar, çanlar vs
gibi bütün ses efektleri de dahil olmak üzere, bunların tamamı partisyonda
belirtilmek zorundaydı. Filmin her 12. karesi çini mürekkeple işaretlenirdi. Bu
işaret, kayıt stüdyosunda perdeye yansıtıldığı zaman beyaz bir parıltı olarak
görünürdü. Bu işaret metronomun tiktaklarının yerine geçer, müzik yönetmeninin
vuruşları izlemesini sağlardı. Bu sistemin hatasız işlemesi için son derece
büyük bir çaba, zaman harcamak ve üst üste kayıt yapmak gerekirdi. Zamanla
eşzamanlı seslerin de dahil edildiği birleşik baskılar ortaya çıktı. Disney
kardeşlerin paraları tükenmişti; babalarının arabasını bile satmak zorunda
kaldılar.
Farenin yer aldığı ilk sesli
sinema Steamboat Willie 1928’de gösterime girdi. Film büyük bir başarı
kazandı ve bunun nedeni yalnızca Disney’in senkronize animasyon konusunda elde
ettiği zafer değil, ses kullanarak fareye yaptırabildiği davranışlarla
sergilediği dehaydı. İşte onun olağanüstü yeteneği burada yatıyordu. Yarı fare
yarı insan bir yaratığın kafasının içerisine giren ve bir ırmakta vapur
kullanan bir fareye, tuhaf ve komik şeyler yaptıran geniş bir hayalgücü. Bu
küçük filmle çizgi film rüştünü ispat etmişti. Resimli kitap sanatını yaratarak
büyük bir başarı yaratan Dürer gibi Disney’de yaratıcı çizim, senaryo ve
mühendislik bilimini birleştirerek sesli çizgi filmi yaratmıştı. Yeni bir sanat
doğmuştu ve bu yaratıcılığın en muhteşem örneği olmuştu. Disney artık
bankalardan borç alabiliyordu. Hemen bir dizi yaptı: Sersem Senfoniler. Filmin
isminden anlaşılabileceği gibi ses kaydına daha çok önem vermeye başlamıştı.
Seyirci de bundan hoşlanmıştı. Artık herkes daha çok fare istiyordu. On yıl
içerisinde Mickey Mouse sinemaların en iyi bilinen kahramanı olmuştu. 1928’den
1947’ye kadar Mickey Mouse’ın seslendirmesini Disney kendisi yaptı. Sonrasında İngiliz aksanlı aktör Jimmy MacDonald bu
görevi üstlendi. Çok geçmeden Disney’in yeni karakterleri de ortaya çıkmaya
başladı. Minnie Mouse, Yavru Kedi, Figaro, Sincap Chip, Köpek Pluto, Köpek Gufi ve Vakvak Amca.
Disney’in kızgın Donald’ı huysuz vaklama sesiyle senkronize etmesi ise
hayalgücünün bir başka zaferiydi.
Sanat tarihinde ilk kez çizgiler
yalnızca canlandırılmakla kalmıyor, aynı zamanda seslendiriliyordu. Disney
çizgi filmlerde sesin ve şarkının önemini vurgulamakta ne kadar haklı olduğunu
nihayet 1932’de yaptığı Üç Küçük Domuz’da göstermişti.
Dağıtımcılar önce filmi biraz soğuk karşıladılar, çünkü sadece üç karakteri
vardı: üç domuzcuk ve düşmanları kurt. Walt Disney tasarruf etmek için
karakterleri azaltıyor diye eleştiriliyordu. Disney filme bir tema şarkısı eklenmesine
karar verince film kurtarıldı. Animasyon senaristi Ted Wears ‘Kim
korkar hain kurttan’ korosuna beyitler yazmış, daha önce hiç beste
yapmamış genç stüdyo müzisyeni Frank Churchill ise muhteşem bir melodi
hazırlamıştı. Sonuçta 20. yüzyılın en başarılı şarkılarından biri ve bütün
dünyada herkesin dilinde olan bir şarkı sözü ortaya çıkmıştı. Film yalnızca
domuzcukların beyazperdedeki hayatlarını başlatmakla kalmamış, çizgi filmler
önem kaybettiğinde bile Disney’in animasyon imgesi onlara küresel bir yaşam
armağan etmişti.
Büyük Bunalım’ın belki de en kötü
yılı olan 1932’de, Disney ilk renkli çizgi film olan Çiçekler ve Ağaçlar’ı
gösterime sokuyordu. Bu filmle, çizgi filmlerdeki hareketleri çizerken ilhamını
doğadan aldığına vurgu yapıyordu. Bu film ile ilk Oscar’ını da kazandı. Disney
ve animatörleri, Mickey Mouse ve Vakvak Amca’da olduğu gibi, güçlü bireysel
özellikler ve tipik hareketlerle karakterlerine bir tarz verirken,
stüdyodakiler doğayı, Disney sanatının tek ve en gerçek kaynağı olarak
görüyorlardı. Disney’in önderliğindeki animatörler durmaksızın hayvanlarla
ilgili filmler izliyor, canlı hayvanları stüdyoya getirerek hareketlerini
inceliyorlardı. Disney’e göre doğa, insanın hayal gücünden daha da zengin bir
mizah kaynağıydı. O ve ekibinin yaptığı şey, insanbiçimcilikti.
Silkinip duran köpek Pluto
1934’te Disney ekibinden Webb
Smith yavru köpek Pluto’nun, üzerine
yapışan bir sinek kağıdından kurtulmak için silkinip durduğu bir seri yarattı,
Norm Ferguson da bunu canlandırdı. Bu muhteşem mini sinema, çizgi film
ticaretinde büyük bir olay yarattı. Seyirci filme bayılmıştı çünkü hem köpek,
köpek olarak kalıyordu, hem de insana özgü inatçı bir kararlılık ve öfke gibi
özellikler sergiliyordu. Disney hayvan hareketlerini bu denli gerçekçi yapmasa
ve onları makul bir fona yerleştirmese, hayvanları insana dönüştürmekte bu
kadar başarılı olamazdı. Renkli sinema onun gökte ararken yerde bulduğu bir
şeydi, ses kadar önemliydi, çünkü gerçekciliği artırıyordu. Walt, renkli film
için Technicolor’u seçmeden önce renk sistemleri üzerinde epeyce deney yaptı.
Tam renk serisi için gereken üç bantlı sistemi kullanmak amacıyla Technicolor
ile özel bir sözleşme imzaladı. Çiçekler ve Ağaçlar yalnızca herkesi
şaşırtmakla kalmadı, doğanın resimlenmesinde renklerle neler yapılabiliceğini
göstererek yeni bir çığır açtı. Ayrıca canlandırma karakterler için kullanılan
gerçekçi fonların geleceği açısından yepyeni standartlar getirdi. Disney,
insansı ağaçlar, çiçekler ve insan yapımı nesnelerin yanısıra, artık yangınları,
dalgaları, rüzgarları ve fırtınaları bile çizgilerle canlandırabiliyordu.
Disney, parayı gelir gelmez
harcayıp bitiriyordu. Genç İngiliz ressam J. M. W. Turner gibi o da boyanın,
filmlerin ve malzemeninlerin en iyisini satın alıyordu. Ne kadar oyalayıcı ve
pahalı olsa da yeniden canlandırma yaparak en iyi sonucu elde etme konusunda
ısrarlıydı. 1930’ların başında, rakip stüdyoların en fazla 2,500 dolar
harcamasına karşılık, Disney’in sekiz dakikalık bir film için harcadığı yapım
maliyeti 13,000 doların üzerindeydi. Dürer ve Rubens gibi Disney’de
mükemmeliyete öncelik veriyordu. Gelen para yeni teknoloji ve daha iyi
ressamlar için harcanıyor, bu yüzden yüksek gişe hasılatına rağmen Disney Stüdyo
pek kar edemiyordu.
Donald Duck, Uncle
Scrooge(Vakvak amca) ve Goofy. Goofy
1932 yılında, Donald Duck 1934 yılında, Uncle Scrooge ise 1947 yılında
yaratıldı
Aslında Disney’in 1930’larda
işlettiği Disney stüdyo, 17. yüzyıl Avrupası’ndaki büyük atölyelerden çok da
farklı değildi. Disney bulabildiği en iyi ressamları işe alıyor, ne kadar iyi olduklarına
bakıp, kapasitelerine göre görevler veriyor, çeşitli karakterlerde onların
yaratıcılıklarını cesaretlendiriyordu. Her bir deneyimli sanatçı bir
karakterden sorumluydu. Stüdyo son derece yaratıcı faaliyetler gösterilen,
etkileşimin yüksek olduğu, işlek bir yerdi; yeni fikirlerin ortaya atılıp
konuşulduğu, övüldüğü ya da reddedildiği anlarda bazen de oldukça curcunalı bir
yer oluyordu. 1930’lardan itibaren Disney’in stüdyosu giderek büyüdü ve
animatörler, ressamlar ve diğer teknik ekiple birlikte 1,000 kişiyi aştı. Tıpkı
bir çok Siennalı ve Floransalı ressamın insanları freskler halinde duvara, alçı
taşlara veya panolara resmetmeyi öğrendikleri gibi, 1930 ile 1937 arasındaki
dönemde Disney ve ekibi de, deneme yanılma yöntemiyle, teknoloji ve beceriler
sayesinde ortaya çıkan mucizelerle animasyon sanatını ortaya çıkarıp, bu
çizimleri sahnedeki insan komedyenler kadar gerçek göstermeyi başardılar. Erken
Rönesans sanatçılarının iki yüzyılda yaptıkları şeyi, Disney stüdyosu on yıla
sığdırmıştı; ama Disney’in animatörlerinin bu kadar kısa sürede bunu
başarmalarının altında koskoca bir Batı sanat geleneği vardı. Günümüz
animatörlerinin Disney’in eserlerinden aldığı ilham da böyle bir şeydir.
Snow White and the Seven Dwarfs
Doyurucu nitelikteki renklerin
elde edilmesi, arka plan tekniklerinin geliştirilmesi, ses kaydı alanında
erişilen kalite, orkestra müziğini ve şarkı öylemeyi olanaklı kılan mükemmellik
ve mali unsurlar Disney’i, komik çizgi filmlerin sınırlarını aşıp konulu ve
uzun masallar yapmaya sevketti.
Sonuç olarak 1934’de ortaya çıkan
Pamuk
Prenses ve Yedi Cüceler (Snow White and the Seven Dwarfs), 1938’de
dünyanın her tarafında gösterime girecekti. Elbete fikir Walt Disney’e aitti.
Bir süredir insan figürlü animasyon yapmak için hazırlıklar içine girmiş,
Stüdyo’da Don Graham’a canlı insan figürleri üzerine ders verdiriyordu. Pamuk
Prenses’in kendisini yaratmak için, insan anatomisini en iyi çizen Jim
Natwick’i görevlendirdi, yanına asistan olarak da karakter geliştirmede usta
Ham Luske’yi verdi. Cadıya dönüşen Kraliçe’de Disney’in en iyi iki animatörünün
ortak ürünüydü. Art Babbitt kraliçeyi, Norm Ferguson’da cadıyı yapmıştı.
Cüceler ise dört tecrübeli animatörün eseriydi. Kendine özgü keskin özelliklere
sahip yedi cücenin kişilikleri üzerinde çalışan 29 kişilik bir ekibi de bu dört
kişi yönetiyordu.
Siyaseten doğruculuk kavramının
öne çıktığı bugünün ikliminde bu film asla yapılamazdı. Pamuk Prenses ırkçı
diye protesto edilir; cüceler dikey özürlülere dönüştürülürdü. Seyircinin en
sevdiği karakter Tembel, zihinsel bir özürle dalga geçtiği; Uykucu ve Hapşırık
tıbbi suistimal ettikleri için eleştirilirdi; Öfkeli ve Utangaç bile sakıncalı
kategorisine sokulurdu. Bugünün ölçütlerine göre siyaseten doğru olan yalnızca
Neşeli ve Bilgin’di.
Oysa 1930’ların özgür ikliminde
bu film, çizgi sinema sanatında çığır açan sayısız sanatsal ve teknik yeniliğe
imza atmıştı. İçerdiği iki milyon çizimle, 40,000 yıl önce Fransa ve
İspanya’daki mağara duvarlarında başlayan çizim tarihinin en büyük yekpare
projesi olmuştu. Film muazzam bir ticari başarı ve beğeni kazanmıştı, animasyon
işinin olgunlaşıp bir sanat biçimi haline geldiğini gösteren bir damga olmuştu.
Bu film ticari sanatlara, modaya, hatta güzel sanatlara sayısız etkide
bulunmuştu. Pamuk prenses görüntüsü çocuk yaştaki kızlardan profesyonel arktis
ve modellere kadar bütün kadınların bakış, gülümseyiş ve davranış tarzını
değiştirmişti. Çocuklar için bu film şimdiye kadar gençlerin eğlencesine
yönelik olarak yapılanların içinde en büyük başarıyı yakalamıştı. Öğleden sonra
seanslarını yakalamak için okulu kıran çocukların olağanüstü rakamlara ulaşması,
bunu gösteriyordu. Okullardaki resim derslerinde öğrencilerin çizim tarzları da
bu etkiyi doğruluyordu. Fırtına sahnesi ve ormandaki kaçış sahnelerinin görsel
bilinç üzerinde uyandırdığı dramatik unsurlardan etkilenenler de yalnızca
gençler değildi.
Büyük ve gösterişli sinema salonları açılıyor
Disney’in sanatı sinemanın, insanların bakış tarzı üzerine yaptığı etkiyi artırmış, derinleştirmişti. Dev sinema salonları da bunun bir parçası oldu. Büyük Bunalım öncesinde, aşırı büyümenin doruklarında, 1927-1929 yılları arasında sinemanın bu zaferinin, mimari yansımaları da görüldü. New York’ta tasarımcı Walter W. Aschlager tarafından yapılan ve finansmanı Samuel L. ‘Roxy’ Rothapfel tarafından karşılanan Roxy (1927), 5,800 koltuk kapasitesiyle pırıl pırıl parlayan bir ışık abidesiydi
Solda - Roxy salonu
New York, Sağda - The Fox salonu San Francisco
San Francisco’da Thomas W.Laint
tarafından tasarlanıp Fox stüdyolarının sahibi William Fox tarafından
yaptırılan 5,000 koltuk kapasiteli The Fox(1929) görsel olarak daha da lükstü.
Berlin’de ise Universum Luxor Palast (1926-1929), Yeni Krallık dönemi eski
Mısır mimarisinin tüm gurur ve heybetini yansıtıyor, yüz binlerce ampulle
aydınlatılıyordu. Odeon sinemaları sayesinde gece mimarisi denilen yeni bir
görsel deneyim ortaya çıkmıştı. Bu prototipler on yıl içinde Londra’da Islington’daki
Carlton ve Finsbury’deki Astoria’da görülecekti. Bu sinemaların tarzları daha
çok Mısır, İran, Kuzey Afrika, İspanyol ve İtalyan tarzıydı. Londra Granada
Tooting sineması ise gotik bir tarz taşıyordu.
Uzun metraj filmlere devam
Büyük Buhran yıllarında 1930’ların
ortalarında sinemanın egemenliğinin fiziksel göstergeleri olan bu dev salonların
çoğu ya yıkıldı ya da küçüldü. Oysa zamanında, hem içleri hem de dışlarıyla
abidevi ve egzotik görünür, lüks lobileri ve salonlarında Pamuk Prenses’e
benzemeye çalışan kadın yer göstericilerle göz doldururlardı.
Pinokyo, Bambi ve
Uçan Fil Dumbo
Ne var ki Disney, Hollywood
sinema sarayı endüstrisinin bu yapay tarafından hiç hazzetmedi. O, ilk çizim
girişimlerine sanatsal bir fon oluşturan Art Nouveau’nun bir ürünüydü. Bir art
deco olan Hollywood’un görsel etkisi bundan oldukça farklıydı. Disney, hep
doğadan kaçmaya çalışan Picasso’nun tam tersi,
içgüdüsel olarak hep doğaya dönmek istiyordu. Pamuk Prenses’in başarısı,
hepsi de 1938 ile 1944 yılları arasında yapılan dört büyük uzun metraj filmin
daha finansmanını sağladı: Pinokyo, Fantasia, Uçan Fil Dumbo ve Bambi. Bu başarılı filmlerde yaşam, bitkiler, iklim gibi doğa
olayları inceleniyordu. Disney, Pinokyo’nun mutlaka kuklalıktan çıkıp küçük bir
çocuk olmasını istiyordu. Fantasia’da yalnızca hayvanlar değil, klasik müzik
besteleri eşliğinde görünen deniz, bataklık, dağ ve orman fonları da şaşırtıcı
bir güzellikte kullanılmıştı. Stravinsky’nin Bahar Töreni eşliğindeki tarih
öncesi bataklıktaki dinozor sürüsü, çocuklar adına sürüngenler devrini
canlandıran ilk sahne olmuştu. Filmde kullanılan Pastoral Senfoni sahnelerinin
bir kısmı gerçekten muhteşem olmuştu. Filmdeki danslar ise insanbiçimsel animasyonun olağanüstü
uygulamalarıydı ama hayvanlar hareketlerini yine doğadan alıyordu. Çıplak
Dağda Geceleyin’in son bölümündeki atmosfer hareketleri de doğadan
kopyalanmıştı. Sirk filmi olan Uçan Fil Dumbo ve temelde doğayı konu alan Bambi
Disney’in fare filminden bu yana animasyona sanatında ne kadar olağanüstü bir yol
aldığını ettiğini gösteren örnekler olmuştur.
Fantasia 1940 yılında yapılmış
bir animasyon/müzikal filmdir. 8 kısa filmden oluşan Fantasia, Beethoven’ın
Beşinci Senfonisi üzerine uyarlanan aydınlık-karanlık savaşı ile başlıyordu.
Her bölümün başında ünlü oyuncuların sunuculuk yaptığı film, umut, yeni
başlangıçlar ve iyilik duygusu aşılıyordu. Film bir çok kez vizyona sokulmasına
rağmen beklenen başarıyı gösterememiştir. Sadece 1969 yılındaLSD ve haşhaş gibi
uyuşturucular kullanan gençler arasında film çok popüler olmuş hatta bu nedenle
Disney bu filmi yaratırken LSD mi alıyordu acaba diyenler çıkmıştır.
Disney’in vizyonu onu yaşayan
doğanın filmini çekmeye götürüyordu. Bunun sonucunda Alaska’da filme çekilen Fok
Adası, Ortabatı’da çekilen Yok Olan Çayır ve Yaşayan
Çöl ortaya çıkmıştı. Bunlar elbette ilk doğa belgeselleri olmasa da yüksek
kalitesi ve Disney’in ismiyle belgeselleri milyonlara sevdirmişti. Disney’in
doğa sevgisi ve hayalleri birbiriyle iç
içe geçiyordu. Bu bileşim daha sonraki uzun metraj filmlerine de yansıdı.
Örneğin, Alice harikalar Diyarında(1957); Peter Pan (1953); yeni
sinemaskopla yapılan Hanımefendi ve Serseri (1955) ve Uyuyan
Güzel (1959). Disney hep özgün fikirleri ve yeni teknolojiyi kullanmaya
çalışırdı, belki de sadece bu konuda Picasso ile benzerlikleri vardı; Yüzbir
Dalmaçyalı’da(1961) kullandığı yeni Xerox kamera hem fonu hem de
animasyon tekniğini etkilemişti.
1967’de aşırı sigara tüketiminden
dolayı akçiğer kanserinden ölümünden bir yıl sonra gösterime giren Disney’in
son animasyon filmi Ormanın Kitabı’nda, hayvan seslerinin tanınmış oyuncular
tarafından seslendirilmesi için yeni bir ses kayıt tekniği kullanıldı.
Mary Poppins’te(1964)
Disney, Alice filmi zamanındaki gibi animasyonda gerçek oyuncuları kullandığı
eski tekniğini de yeniden ortaya çıkarmıştı. Mary Poppins’te artık kullanımda
olan yeni teknoloji de kullanılmış (örneğin Dick Van Dyke canlandırılmış
penguenlerle dans etmiş) ve Disney Stüdyo, Disney’in o zamanda kadar kazandığı
paradan daha büyük bir kazanç elde etmişti.
Mary Poppins, 1964
Stüdyo gerek Disney’in son
yıllarında gerekse ölümünden sonraki yıllarda da onun kalite konusundaki
talimatlarına uyarak ama doğayı asla unutmadan tamamen animasyon olan çok büyük
filmlere imza atmaya devam etti.
15 Haziran 1994 The Lion
King gösterime girer.
1990’larda stüdyo Aslan Kral’ı gösterime soktu. Aslan
Kral özgün bir öyküydü ama daha da önemlisi Bambi’nin çizgisinden giderek
hayvanları capcanlı, gerçekci bir ortamdayken anlatıyordu. Film, usta
sanatçılar tarafından gerçek konunun sayısız incelemesinden sonra çizilmiş ama
sıralı hareketler bilgisayar yardımıyla düzenlenmişti. Diğer muhteşem sıralı
hareketlerin yanısıra, hain sırtlanın hareketleri ve hayvanların toplu halde
dehşet veren koşturmaları da müzikal bir dönüm noktası yaratmıştı.
İlk tema park: Disneyland
21. yüzyıla girilmeden çok daha
önce Disney’in işletmesi çizgi film alanından bambaşka bir alana, yeni bir
eğlence biçimine doğru ilerledi. Disney doğayı olduğu gibi tutmak ve bir yandan
da gerçeküstüleştirmek istiyordu.
Bu bir bakıma, 18. yüzyılın
başında Fransız ressam Antoine Watteau’nun piknik ve sade kır yaşamını konu
alan tablolarında yaptığıyla tıpatıp aynı şeydi. Fantasia’da bu birlikteliğin
uygulaması yapılmıştı. Ama II.Dünya Savaşı sırasında Disney artık, bu dünyaları
yalnızca stüdyoda değil gerçek yaşamda da nasıl bir araya getireceğine kafa
yoruyordu. Böylece belli bir tema
etrafında toplanan Disney Park fikrini ortaya çıkardı. Sahnelerinin üç
boyutlu olarak açık mekanda yeniden yarattı; içini hayvan kılığında rol yapan
insanlarla doldurdu ve halkı buraya davet etti. İlk Disneyland’ını 1955 yılında
Anaheim California’da açtı. Kendi versiyonu olan II.Ludwig zamanından Bavyera
Sarayları’na veya Amerikalı Medya patronu William Randolph Hearts’ın muazzam
köşkü San Simeon’unu yeniden yaratarak, popüler sanatın eğlenceli olmasını
isteyen insanların talebini doyurma konusundaki yaratıcı dehasını bir kez daha
gözler önüne serdi.
Walt Disney torunu
Chris ile Disneyland’de Uyuyan Güzel Köşkünün önünde
1 Ekim 1971 Walt
Disney World Resort, Magic Kingdom ve iki otel açılıyor. Orlando, Florida.
Walt, 1960’ların başında
California Sequoia Doğal Park’ının yakınlarında Mineral King vadisinde kayak
merkezi açmak istedi. Projede İsveç stili dağ evleri ve bir günde 20,000
kayakçıya hizmet verecek altı kayak bölgesi olacaktı. Proje planı hazırlanmış
ve ABD Orman teşkilatından gerekli izinler alınmıştı. 1966 yılında Disney’in
vefatıyla proje gerçekleşemedi. Şirket Disney World’i tamamlama işine
odaklandı.
EPCOT projesi
Tüm dünyaya yayılan eğlence parkı fikriyle de doymayan Disney, Disneyland’ı tanıtmak için çıktığı bir televizyon programında yeni bir projesi olduğunun ipuçlarını verdi. Projenin adı EPCOT, yani Yarının Deneysel Prototip Toplumları (Experimental Prototype Communuties of Tomorrow) idi. Böylece I.Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda Disney’in çocukluğundaki deneysel mimarların en son teknolojiyi kullandığı alanlar hayata geçirildi. Disney World projesi Disney’in ölümünden sonra 1971’de Florida’daki 27,000 hektarlık arazinin alınmasıyla gerçekleşti. Orijinal fikirde arazinin büyük bir kısmı doğal olarak olduğu gibi kalacaktı. Zaten bu koşuldan dolayı devletten çok ucuza satın alınmıştı ama Disney’in ölümünden sonra saha turistik alanlar, oteller ve restaurantlarla doldu.
1 Ekim 1982, 1 milyar dolara mal olan EPCOT Center, Walt Disney World Resort da açıldı.
Burası hem tatillerde daha önce eşi benzeri görülmemiş bir yoğunlukta gidilen bir eğlence diyarı, eğitim alanı hem de içinde tek raylı bir tren sistemin ve havayı kirletmeyen araçların çalıştığı, ilk yaya alışveriş merkezlerinin, yeni prefabrikasyon uygulamalarının ve uçak gürültüsünden kurtulmak için dikey iniş ve kalkış uygulamalarının yer aldığı bir kent tasarım uygulamasaydı. Florida Orlando’da 1992’de tamamlanan üç alan vardı: New Orleans’tan tipik bir quartier(Fransız semti) simulasyonu olan Port Orleans; güneyin derinliklerindeki bir plantasyonun yeniden canlandırıldığı Manolya Dönemeci; ve bir tehlike ya da rahatsızlık hissi yaratmadan turistlere Louisiana bataklıklarında gezindikleri izlenimini veren Timsah Bayou. Bu tema merkezlerinin etrafında yüksek bahçeler ve golften yüzme havuzuna kadar çeşitli faaliyet alanları da yer aldı. Böylece Disney’in çalışmaları ölümünden sonra da devam etti. Proje Disney Grup için iyi bir iş kararıydı, şirkete çok fazla para kazandırdı ama bu Walt’ın orijinal fikri değildi.
Solda - 15 Nisan 1983, ABD
dışındaki ilk tema parkı Tokyo Disneyland açıldı. Sağda - 28 Mart 1987, ilk
Disney mağazası Glendale, California’da açıldı.
Solda - 12 Nisan 1992 Avrupa’daki
ilk tema park Disneyland Paris açıldı. Sağda - 18 Nisan 1994, ilk Broadway şov Beauty and the Beast, New
York’ta sahnelerini açar
Disney anti-Semitik ya da ırkçı mıydı?
7 Ocak 2014’de Hollywood yıldızı
Meryl Streep, Walt Disney’in hayatından bir dönemin anlatıldığı başrolünü Tom
Hanks’in oynadığı Saving Mr.Banks filmiyle ilgili olarak National Board of
Review ödülleri seromonisinde yaptığı konuşmada efsane Walt Disney’in bir
Anti-Semitik (Yahudi karşıtı) olduğunu iddia etti. Benzer iddialar geçmişte de
yapılmıştı.
9 Kasım 1938 gecesi Alman Naziler, Paris’teki
bir suikastı bahane ederek, Yahudilere ait ev, iş yeri ve sinagoglara kanlı ve
ölümcül saldırılar yapmıştı. Kristal Gece
(Kristallnacht) adıyla anılan bu olayın ardından bir ay sonra Disney,
Hitler’in kişisel film yapımcısı, Nazi propagandacısı ve oyuncu bayan Leni
Riefenstahl’i Hollywood’daki stüdyolarında ağırladı. Riefenstahl, Disney’e 1936
Berlin Olimpiyatları için hazırladığı filmleri gösterdi. Birlikte çalışma
düşüncesi, sonradan Walt’ın bilinmeyen bir nedenden dolayı vazgeçmesiyle
gerçekleşmedi. Walt Disney’in ayrıca Anti-Semitic
Motion Picture Alliance ile de ilişkisi olduğu söylenmektedir. Buna karşın
Disney’in Yahudi Noel baba karakterini ilk kez bir filmde oynattığı ve bazı
diğer filmlerinde Yahudi oyunculara yer verdiği de bilinmektedir. Anlaşılan bu
konu biraz muğlak sanki anti-semitizim düşüncesini gizlemek için yapılmış bazı
bazı göstermelik uygulamalar gibi.
Walt Disney hakkında ırkçıydı
iddiaları da vardır. Çoğu yayında bu iddia yalanlanmasına rağmen Walt Disney'in
1930-1940 yılları arasındaki filmleri özellikle Song of the South ırkçı işaretler içerir. Filmlerin birinde beyaz
bir karakter olan Mickey Mouse siyah bir maske takarak ırkçılığa vurgu
yapmıştır. Fantasia filminin ilk versiyonlarında yarı insan yarı eşek Sunflower karakteri de ırkçı davranışlar
sergilediği ilk kopyalarından sonraki versiyonlarda filmden çıkarılmıştır.
Disney cinsiyet ayırımcılığı yapıyormuydu?
Disney’in birlikte çalıştığı ve
dokuz yaratıcı adamından biri olan animatör Ward Kimball, Walt’ın kadınları
sevmediğini ve kadınlarla, kedileri güvenmez bulduğunu söylüyor. 1938’de bir
kadının Disney sanat departmanı için yaptığı iş başvurusuna, ‘Kadınlar yaratıcı iş yapamaz’ diye
Disney şirketinin verdiği cevap mektubu incelenebilinir.
1938’de ABD’de kadınların
yapabileceği işler sınırlıydı ve çoğu işlere alınmıyorlardı. Üniversitelerin
önemli bölümleri de yalnızca erkekler içindi. Örneğin I.Dünya savaşından önce
İngiltere’de çalışan kadın oranı nüfusun %15’i kadardı. Kadınlar çoğunlukla ev
hizmetlerinde ve tekstil ve konfeksiyon sanayisinde çalışıyordu. II.Dünya
savaşıyla birlikte erkeklerin cephelere gitmesiyle fabrikalarda ve
üniversitelerde oluşan boşluklar
kadınlar tarafından dolduruldu. Dünya genelinde kadınların iş hayatının her
alanına girmesi II.Dünya savaşı sırasında zorunluluktan olmuştur.
Disney hikaye ve karakterlerine eleştiriler
Kendiside bir muhafazakar olan Walt
Disney’in çeşitli filmleri için özellikle ABD muhafakar çevrelerinden çok
sayıda eleştiri üretilmiştir. Seçilen hikayelerin bazılarının pagan dünyadan
alındığı, bazı sahnelerde gizli seks imgeleri olduğu hatta bazı karakter
isimlerinin argoda uygunsuz anlamlara geldiği iddia edilmiştir. Bu nedenle
çeşitli toplum kuruluşları bazı filmlerini boykot etmişlerdir.
Disney Cruise Hatları
Disney Grup, 1990’ların
ortasından itibaren turistik gemi seyahati işine de girdi. Disney Cruise Line 1996’dan
itibaren dört büyük cruise gemisiyle turistik bölgelere gezi turları
düzenlemektedir. Bu yolculuklar gemi içi eğlence ağırlıklı olarak sevilen
Disney temalarına ve karakterlerine dayalıdır.
SONUÇ
Elbette Disney, görsel
imgelerinin sunumu konusunda 20. yüzyıl ve ötesine muazzam ölçüde etki
etmiştir. Çizgi filmleri 200 ayrı dalda incelenerek çeşitli üniversitelerde kaynak
belge (case study) olarak kullanılmıştır. Disney tek başına, tarihteki en
başarılı resim okulu olan Paris Academie Julian’in yetiştirdiği öğrenci
sayısına yakın, binden fazla sanatçı yetiştirmiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısı
boyunca çizgi karakterler moda sanatının pek çok alanına temel oluşturmuş,
giysiler, saç stilleri, dekorasyon, mobilya ve mimariyi doğrudan etkilemiştir.
Postmodernizm çizgi dünyasının bir parçasıdır. Çizgilerin bu gücü Disney’in parkları,
eğlence diyarları ve çevre ve şehir planlarıyla daha da pekişmiştir. Walt
Disney tarihte şirketiyle birlikte en çok Oscar Akademi ödülü alan kişi oldu. 1932
ile 1969 yılları arasında Disney şirketi 22 Oscar kazandı, 59 kez de Oscar’a
aday oldu. Walt Disney’e, Mickey Mouse için, Animasyonda müzik kullanımına
katkıları için ve Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler için olmak üzere üç Oscar ödülü
şahsına verildi. Walt 1954’den itibaren oldukça popüler TV programları
yaptı. Bu şovlar aynı zamanda ilk renkli
programlardı. Walt öldükten sonra
şirketi Walt Disney medya grubu, Disney, ABC, ESPN, Pixar, Marvel ve Lucasfilm
medya şirketlerinin sahibi dünya çapında bir medya karteli haline geldi. Ama Walt bunları hayal
etmemişti.
Temsili sanatın bütün parametrelerini
yıkan ve onun yerine moda sanatı koyan Picasso’nun etkisi de muazzamdır. Modern
bilim de Einstein ne ise, modern sanatta da Picasso odur. Warhol’un ‘Sanat yanınıza kar kalan şeydir’ gibi
çarpıcı bir ifade yaratmasını mümkün kılmıştır. Gerçekten de 21. yüzyılın
başlarında sanatçıların yaptıkları ettikleri her şey yanlarına kar kalmıştır.
Disney ve Picasso’nun her ikisi de bu denli muazzam bir etkide bulunduğuna göre, hangisinin daha
kalıcı ve daha büyük olduğunu belirlemenin bir anlamı var mıdır? Evet. Hem de
iki nedenle.
Birinci neden; Picasso’nun
sanatının temeli, doğadan uzaklaşıp zihninin derinliklerine gitmesiydi. Disney’in
sanatı ise doğayı pekiştirmek, dönüştürmek ve yeniden canlandırmayı,
gerçeküstüleştirmeyi temel almıştı. Bu nedenle, hangisinin daha kapsamlı ve
kalıcı olduğunu belirlerken, doğanın gücü veya zayıflığına dair bir hükmü
bildirmiş olacağız.
İkincil olarak, her iki sanatçı da, hep kendi seçimleriyle olmasa da, 20. yüzyıl siyasetine dahil olmuşlardır. Disney bir girişimciydi; hem de kendi zamanında binlerce işçiyi çalıştıran ve 21. yüzyılda hala işleyip gelişen ve milyar dolarlar değer biçilen bir işletmeye sahip olan çok başarılı bir girişimci. Disney, en yaratıcı dönemi olan 1930’ların oldukça yüklü siyasi atmosferinde, bizim şimdilerde aile değerleri ve gelenekçilik dediğimiz değerleri şiddetle destekleyen, şirketinde çalışanların sosyalist değerleri benimsemesini kuralcı bir tavırla ve inatla reddeden biriydi. Walt, o sıralarda pek çoğu sola eğilimli yüzlerce aydın, sanatçı ve yazarı yanında çalıştırdığı için 1940’larda bir gerilim yaşanmış ve bu çalışanlar, Disney’in çizgi filmlerde komünistler lehine porpoganda yapmaması halinde stüdyoyu kapatacaklarını söyleyerek greve gitmişlerdi. Disney bu grevi yakın arkadaşı FBI kurucusu J.Edgar Hoover’in yardımıyla atlatmış, ölene kadar kendi çizgisinde çalışmaya devam etmişti. Disney sadece savaşta değil barışta da Amerika hükümetine yardımda bulundu. Ordu için eğitim, Maliye için vergi tanıtım filmleri üretti. II.Dünya savaşı sonrası Amerika’da başlayan komünizm korkusundan Walt Disney’de nasibini aldı. ABD’nin ileri gelen iş adamlarıyla birlikte anti-komünist Motion Picture Alliance for the Preservation of American Ideals (MPA) adlı organizasyonu kurdu ve aktif görev aldı. McCarthyism dönemi denilen yıllarda (1948-1956) sol görüşlülerin suçlandığı, dışlandığı hareketlerin önde gelenlerindendi.
Amerika’da sol gruplar Disney
için olumsuz propoganda yaparken, Fransa’da 1930’lardan itibaren sol kanat,
Picasso’nun çıkarlarıyla komünizmkileri özdeşleştirerek onu ilahlaştırdı.
Picasso daha önceleri de, anavgard sanatçıların çoğu gibi ilerici hareketleri
belli belirsiz desteklemişti. Ama İspanya’daki Cumhuriyetçi Hükümetin 1937
Paris fuarındaki pavyonunun baş köşesinde duran Guernica tablosu, ona daha önce
sahip olmadığı dünya çapında bir ün getirmiş ve solun sanat tanrısı haline
gelmesinde önemli bir adım olmuştu. Guernica tablosunu saymazsak, Picasso
ümitsiz durumdaki hükümet için parmağını bile kıpırtdatmamıştı. Nazilerin
vahşetini fırçasıyla protesto etmekten mutlu olsa da, son günlerine kadar
Stalin’cilerin ve İspanyol Komünist Partisi’nin aralarında kendi tanıdığı
kişilerin de olduğu yüzlerle Katalonya’lıya işkence edip öldürdüğünü asla kabul
etmemişti. Ortak protesto bildirilerine imza atmaya bayılırdı; ne de olsa
bedavaydı ama aralarından eski arkadaşların da bulunduğu İspanyol mültecilerin
yardım ricalarına hep kulağını tıkamıştı. Picasso, ilk başarılarının ardında
çok önemli bir yeri olan eski hamisi Max Jacob’ın ızdırap içindeki ricasına da
aynı şeyi yaptı. Max Jacob, Naziler tarafından tutuklandığında Picasso’dan
yardım istemiş ve Picasso onunla dalga geçmişti. ‘Bir şey yapmaya değmez. Max küçük bir şeytandır. Hapishaneden kaçmak
için bizim yardımıza ihtiyaç duymaz’ ve Jacob hücresinde soğuktan öldü.
II.Dünya Savaşı ve sonrasındaki yıllar, pek çok ihanete tanık oldu. Picasso’nunki bunların içinde en kötülerden biriydi. Naziler 1940’ta Paris’i işgal ettiklerinde, resimleri Nazilerin beğenileriyle uyuşmadığı için Dejenere Resim sergisinde gösterilen, önde gelen solcu isimlerden biri olan ve savaştan etkilenmemek için Bordeaux’da kalan Picasso, sonradan bir şekilde Paris’e dönüp, kalmayı becermiştir. İşgal süresince Paris’te yaşamış, hiç rahatsız edilmeden resim yapıp, satmayı sürdürmüştür. Aslına bakılırsa II.Dünya Savaşı’ndan savaşa girdiği dönemden daha zengin çıkan tek ressam belki de o olmuştur. Nazi ileri gelenleri tarafından korunduğuna şüphe yoktu. Paris’te bir ev araması sırasında evinde Guernica tablosunun fotoğrafını gören Alman askerin ‘Bunu sen mi yaptın?’ sorusuna ‘Hayır siz yaptınız’ diyebilecek kadar rahattı.
Onu kollayan bir grup da işgal
sırasında Paris’e kümelenen Nazi eşcinsellerdi. Picasso, Nazi dostlarını kendi
tabloları, çizimleri, çanak çömlekleri ve koleksiyonundaki diğer parçalarla
ödüllendirirdi. Direnişle hiçbir alakası olmadığını söylemeye gerek yok, zira Picasso
şiddetten ölesiye korkardı; fakat 1944 yılında Direniş’i büyük ölçüde
denetleyen kişiler arasında da pek çok dostu vardı. Naziler gider gitmez
Fransız Komünist Partisi kahraman Picasso’yu göklere çıkardı. Kendisi de
işbirliği yaptığı belirlenenlere hiçbir şekilde merhamet ve taviz
gösterilmemesi gerektiğini yüksek sesle haykırıyordu. Hatta stüdyosunda
düzenlediği bir toplantıda bu tür kişilerin tutuklanmalarını talep etmişti ve
bu kişilerin bir kısmı şahsi düşmanı olarak gördüğü kişilerdi.
The Dove (güvercin) Picasso,
1949
1944’de komünistlerin yönetiminde
olan Paris’in en önemli sergi salonu Salon d’Automne’de yalnızca Picasso’nun
resimlerine yer verilmişti. Açılışından bir gün önce, 5 Ekim’de Paris basını
Picaso’nun önceki gün Komünist Partiye üye olduğunu yazıyordu. O günlerdeki pek
çok kişi gibi Picasso’da komünistlerin Fransa yönetimini ele geçireceğine
inanıyordu. Fransız Komünist Partisi örgütlü ve güçlüydü; sanat dergileri de
dahil olmak üzere 4,000’den fazla gazete ve dergi onların denetimindeydi.
Böylece Parti, Picasso’nun eserlerinin büyük bir kampanya ile reklamının
yapılmasını sağlayarak, kendi himayelerinde Avrupa turneleri yapmasına yardımcı
oldu. Uluslararası komünist konferanslarda, özellikle Stalin tarafından batıyı
tek taraflı olarak silah bırakmaya ikna etme amacıyla düzenlenenlerde, Picasso
öne çıkarılıyordu. Komünist propoganda çabalarının logosu olan barış
güvercinini de Picasso tasarlamıştı. İlki 1953’te Berlin’de, sonra 1956’da
Budapeste’deki işçi ayaklanmalarının Sovyet tanklarıyla bastırılmasını, 1968’de
Prag Baharı’nın sertçe bastırılmasını kınamayı kesinlikle reddederdi. Zaten
komünist politikaları ve Sovyetler Birliği’nin politikalarına en küçük bir
eleştiri daha getirmemiş, partinin bir üyesi olarak ölmüştü. Ayrıca, olur da
yine kanunun pençesine düşer diye, çeşitli yörelerdeki kır evi ve şatolarının, partinin yerel
yönetimleri elinde bulundurduğu bölgelerde olmasına özen göstermişti. Böylece,
daha yaşarken bile 20. yüzyılın en büyük ressamı olarak tanınmasında solun
desteğinin inanılmaz bir yardımı olmuştu.
Oysa uzun vadede siyasi
unsurların önemi azalabiliyor. Yaratıcı sanatların sevilmesi ve yaydıkları
etki, mutlak surette kalitesi ve çekiciliğine, verdiği keyfe ve heyecana ve
insanların tercihlerine bağlıdır. Picasso doğaya sadakatsizliği seçti. Disney
doğayla birlikte çalışarak onu stilize etti, onu insan biçimine dönüştürüp
gerçeküstüleştirdi ama sonuç olarak ona güç kattı. İşte bu nedenle Disney’in
fikirleri 21. yüzyılda görsel konulu sözcüklerin yeniden ve yeniden yazılmasını
sağlamaktadır ve bu pırıltı hiç eksilmeyecektir. Oysa 20. yüzyılın büyük bir
bölümünde gücünü gösteren Picasso’nun fikirlerinin önemi zamanla azalacaktır;
temsili sanatın yine tercih edilmesi de Picasso’nun fikirlerinin modasının geçtiğine
işaret etmektedir. En büyük ve devamlı güç, doğanın gücüdür.
Yaratıcılık bir bilgi
bütünlüğüyle diğer olaylar arasında benzeşim kurma sürecidir. Picasso kişisel
aşkı olan Afrika sanatını kübizm’e taşıdı. Van Gogh Japon çiçek dallarını resimlerine
dahil etti. Uzay bilimci Johannes Kepler manyetizma ile ilgili çıkarımlarını,
gezegenlerin hareketlerini anlamak için kullandı. Hollywood yıldızı Heyd Lamarr
senkronize piyano eserleriyle sayısal şifreleme (encryption) arasında ilişki
kurdu.
Büyük yaratıcıları diğer
insanlardan ayıran en önemli özelliklerden birisi çok geniş bir spektrumdaki
konular hakkında detaylı bilgiye sahip olmalarıdır. Geniş bilgi hazineleri
yaratıcılıklarını destekler. Yaratıcıların olmazsa olmaz iki kişisel özelliği:
Denemeye açık olma ve herşeyi anlama ihtiyacı duymalarıdır. Walt Disney
yaratıcılığını hayal gücü(imagination) ve mühendislik(engineering)
kelimelerinin ingilizce karşılıklarından türettiği imagineering kelimesi ile
tanımlardı. Hayalleri ve fantazileri sinema
teknolojileri (mühendislik) sayesinde gerçeğe dönüşmüştü.
Kaynakça
Metropolitan Museum, New York City
MaMa The Museum of Modern Art, New York City
Time.com
https://d23.com/walt-disney-archives/about-walt-disney/
Johnson, Paul – Creators
No comments:
Post a Comment