Hakkımda

Saturday, September 27, 2014

Tanrının Mimarı A.W.N.Pugin

Biri klasik diğeri gotik ekolden gelen, dönemlerinin meşhur iki İngiliz mimarıydılar. Biri ilişkileriyle Londra Westminster Kraliyet sarayı işini aldı, diğeri projenin iç ve dış tasarımlarını yaptı. Sonunda biri yaşarken Birleşik Krallık tarafından Sir ünvanıyla, diğeri  delirerek hayattan göçüp gittikten sonra halk tarafından Tanrının mimarı olarak ödüllendirildi. Birinin Westminster sarayına heykeli kondu ve oraya gömüldü, diğeri kendi kazancıyla yaptığı kilisenin mezarlığına. Bu 19. yüzyıl İngiltere’sinde, liberal mimar Anglikan Barry ile 15 yaşında Kral IV.George için mobilya tasarımı yapmaya başlayan muhafazakar Katolik yaratıcı sanatçı Pugin’in hikayesidir. Pugin 19. yüzyılın endüstriyel buhar gücü ile, özlemi olan hiristiyan gotik mimarinin basıncı arasına sıkışıp gitmişti.
   

Bu iki mimar, 19. yüzyıl dünyasının lideri, üzerinde güneş batmayan imparatorluğun en önemli ve prestijli projesi için Londra’da bir araya geldiler. Gotikçi Pugin ile klasikçi Barry’nin sentezinden ortaya eşsiz cephe süslemeleri, göğe yükselen kuleleriyle muhteşem bir Parlamento Binası çıktı. Binanın nehirden görünümü masalsıdır. William’dan Victoria’ya kadar bütün hükümdarların heykelleri ön cepheyi süslerken sivri kuleler yıldızları yakalar.

Augustus W.N. Pugin, gotik sanata aşık bir mimardan öte, yaratıcı bir sanatçı, çok önemli bir sanat yazarıydı. Bütün hayatını Katolik dünyaya adayıp, dünyada belki de en çok kilise ve katedral inşa edip, Tanrının mimarı ünvanıyla onurlandırılmasına rağmen, neredeyse tasarlamadığı obje yoktu. Çalıştığı çeşitli konularda yazdıkları ise birer şaheserdi.


GOTİK MİMARİ

Gotik mimarinin gelişmesi

Mimarlık tarihinin 8. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan zaman dilimi, sanat tarihçileri tarafından aralarında geçişler de olan beş döneme ayrılmıştır: Romanesk dönem(790-1140), Gotik dönem(1140-1520), Rönesans dönem(1420-1620), Barok dönem(1550-1790) ve Neoklasik dönem(1640-1850). Gotik mimaride, sivri kulelerle Tanrı ve sonsuzluk kavramı işlenmekteyken, Rönesans döneminde akılcılık başlamakta, Rönesans döneminde yatayda ve düşeyde düz çizgilerin izlendiği klasik mimari esas alınmaktadır. Barok mimarisinde ise Rönesans mimarisine oranla duygusallığa daha çok yer verilmektedir. Gotik mimari, Romanesk mimarinin gelişmesiyle ortaya çıkmış, zamanla yerini Rönesans mimarisine bırakmıştır. 12. yüzyılın ilk yarısında Fransa’da ortaya çıkan ve yüzyıl içinde tüm Avrupa’ya yayılan gotik üslup, ortaçağ sanatsal gelişiminin son büyük evresidir. Kaynağı Kuzey Fransa’da Sens, Reims ve Rouen piskosposluklarıdır. 15. yüzyılda yaygınlığınlığının doruk noktasına ulaşınca gotik adını aldı. Mimarideki gotik deyimi, klasik mimarinin yumuşaklığı ve esnekliğinin tam tersi olarak, İtalyanca'da  barbar, kaba, sert anlamına gelen gotico kelimesinden türemiştir. Gotico, bir Alman kabilesi olan, sertlikleri ve vahşilikleriyle ün salmış, Batı Roma İmparatorluğu’nu tarihten silen Got’larla (Vizigotlar, Ostragotlar) ilgili bir kelimeydi.

1345’de biten en önemli gotik eserlerden Notre Dame Katedrali, Paris

Tüm sanat dallarında görülmekle birlikte gotik daha çok bir mimarlık üslubudur. 13. yüzyılda kilisenin kent ve kent yaşamı üzerinde etkisi büyüktür ve Katedraller de gotik sanatın anıtsal bir ifadesidir. Gotik mimarlık, Romanesk mimarlık öğelerinden çok yararlanmıştır. Gotik’in en belirgin özelliği olan kaburgalı tonoz 11. yüzyıl sonunda Lombardiya’da ve Güney Fransa’da, 12. yüzyıl’da İngiltere’de Durham Katedralinde ortaya çıkar. Gotik mimarlık üslubu, sivri kemer ve kaburgalı tonoz kullanımıyla tanıtıcı niteliğini kazanmıştır.

Lincoln Katedrali(1185–1311) batı cephesi, Canterbury İngiltere

Romanesk yapıtın arkasında yatan temel matematik, toplama idi. Romanesk formlar gruplar halinde toplanmış ve birbirinden belirgin bir biçimde ayrılmıştı. Sivri kemer ya da kaburgalı tonoz (tonoz yüzeyi taş ya da tuğladan örülen kaburgalarla sağlamlaştırılmış) gibi yenilikçi öğeler, masif duvar örgüsünün oluşturduğu kabuk ortadan kayboluncaya kadar taşıdıkları strüktürel potansiyeli kullanamamıştı.12. yüzyılda Öklit geometrisinin yeniden keşfiyle mimarlar yalnızca toplama işlemine dayanmayı bıraktılar. Geometri, çizimde ve bunun sonucu olarak da inşaatta kendini buldu. 

Amiens Katedrali Fransa, 1270

Kaburgalı tonoz sisteminin kullanılması ve çatı yükünün içten yada dıştan uçan payandalarla yapının bir tür askıya alınması gibi teknik çözümler, bu üslubun getirdiği yeniliklerdir. Sonuçta taşıyıcı olmaktan çıkan duvarlarda, vitraylarla güzelleştirilmiş büyük pencere boşluklarının açılmasına olanak sağlanarak, mabedlerin içi aydınlanmıştır. Gotik mimari çatı ve cephe sistemleri açısından üç yenilik getirmişti: Kaburgalı tonoz, Dayanma ayakları (kontrforlar), Dayanma kemerleri (payanda kemerleri). Kaburgalı tonoz, haç tonoza kaburgaların eklenmesi ile elde edilmistir. Tonozun yapımında, kaburgalar inşa edildikten sonra araları doldurulmaktadır. Dayanma ayakları ve dayanma kemerlerinden oluşan sistem, Gotik mimarlığın düşeyde gelişimini sağlamış ve yük aktarma prensibi ile büyük pencereler açmaya olanak tanımıştır. 

Gotik tarzdaki Avrupa’nın dördüncü büyük Kadetrali Duomo di Milano, inşaatına 1386’da başlanmış 500 yıl sürmüştür.

Böylece gotik mimarlar taş yapıyı hafifleterek, taşın doğal nitelikleriyle adeta ters düşen üsluplar yaratmışlardır. Ortaçağ mimarlık üslubu, taşın malzeme olarak getirdiği olanakların biçim yönünden hiç de o kadar sınırlı olmadığını ortaya koymuştur. Gotik yapılar, göğe yükselen hatları ile çok dinamik ve canlı bir yapı sergilemektedir. Göğe yükselme, Ortaçağ insanının her katedrali bir öncekinden daha yüksek ve daha görkemli inşa etmesi çabasıyla artmıştır.

Gotik katedraller, taşıyıcıların dışarıdan algılandığı ve tüm ışığın içeri alındığı narin yapılardır. Bu dönemde vitray tekniği geliştirilerek dini yapıların uhrevi etkisi daha da arttırılmıştır. Denilebilir ki, dönemin en etkileyici yeniliği, kilise duvarlarının neredeyse tamamen kaldırılması, onların yerini kutsal kitaptan öykülerin resmedildiği bu renkli cam zarların almasıdır. Böylece taşları ve renkli camlarıyla tüm yapı, okuma yazma bilmeyenler için bir İncil’e dönüşmüştür. Ya da İncil, mimari cephe sistemi ile okunur kılınmıştır.
Gotik mimaride çapraz tonoz, kaburga tonoz kullanımı, Trinity Kilisesi 1856 New York

Gotik’te kullanılan bütün unsurlar (kaburgalar, dayanma ayakları, dayanma kemerleri, sivri kemerler), insan gözünü yapı yüzeylerinden göğe doğru kaydıran, tırmandıran ve düşey etkiyi kuvvetlendiren yöndedir. Dönemin süslemeleri de bunu destekler niteliktedir. Yapı cephelerinde yoğun bir süs hakimdir. Gotik’in klasik döneminde çok yüksek katedraller inşa edilir, kuleler iyice incelip yükselir, yan yana, dar ve yüksek pencereler yapıya hakim olur, iç ve dış yüzeyler dantelleşir ve yoğun bir süsleme görülür. Özellikle Geç Gotik’te yapıda, başta pencereler ve duvarlar olmak üzere her şey dantel gibi işlenmiştir. Buna Gotik Rokokosu’da denmektedir.

Westminster Abbey, Londra, (1245-1517)

Westminster Abbey’de taç giyme koltuğu, 1308’den beri tüm Kral ve Kraliçeler burada taç giydi.

Özetle, Gotik dönemde dünyevi yaşamın temel ilgisi, göksel yaşamı teminat altına almaktır. İtalyan hümanistlerince barbar olarak değerlendirilen, adını da bu kavramdan alan, gotik üslup, inanç ve bilginin kiliseyle birleştirilip herşeyin dinle açıklandığı (skolastik)  düşünce sistematiğinin egemen olduğu bu ortamda, çağı biçimlendiren bazı adımlardan da büyük ölçüde yararlanarak gelişmiştir. Dolayısıyla, hem kentsel kibirin hem de içten dindarlığın ifadesi olarak ortaya çıkan büyük kent katedralleri, en araştırıcı mimari denemelerin yapıldığı yapılar olmuştur. Bu nedenle belediye sarayları ve özel konutların mimarisi de katedraller için geliştirilen formlardan türetilmiş ve sonuçta ortaya göğe doğru yükselen düşey çizgilere vurgu yapan organik bütünlüğe sahip kentsel bir mimari form çıkmıştır. Bu fomda da en büyük rolü, mevcut koşulların etkisi ile sivrilmis ve süse boğulmuş olan çatı ve cephe elemanları üstlenmiştir.

İstanbul’da gotik mimari

İstanbul’da gotik üslubun uygulandığı tek yapı Galata’daki Arap camii’dir. 717 yılında Konstantinapolis’in fethi için gelen Müslüman Emevi Araplar, 10 yıl kaldıkları Galata’da Arap camii adıyla bilinen bir camii yaptırmıştı. 1204 yılında IV.Haçlı Seferi sırasında Konstantinopolis'i işgal edip 50 yıl sürecek Latin Devleti kuran Katolikler, Arap camiye çan kulesi ekleyip gotik tarzda kiliseye çevirdiler. Yapı, kaburgalı tonozları, eskiden çan kulesi olan kare formundaki minaresi ve minarenin altındaki tonozlu geçidi ve güney duvarındaki sivri kemerli penceresiyle bir gotik yapı olduğunu açıkça belli eder. 1453’de yeniden camiye çevrilmiştir.


Haçlı seferleriyle Yakındoğu’ya giren gotik sanatı, Anadolu Türk sanatı üzerinde herhangi bir etki göstermemiştir. Osmanlı döneminde ise Topkapı Sarayı’nın Mimar Sinan tarafından yapılan mutfaklarına ikinci avludan geçit veren giriş dehlizi tonozunun gotik tarzı kaburgalı olduğu görülür. Aynı teknikteki daha büyük bir kaburgalı tonoz da Sultan III.Osman köşkünün altında yer alan havuzun üstünü örtmektedir.

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Yeni gotik üsluba ait bazı mimari formların uygulandığı görülür. İtalyan mimarı Montani’nin yapısı olan Aksaray’daki Pertevniyal Valide Sultan Camii’nin(1871) ve  Çırağan Sarayı’nın(1863) pencereleri tamamen gotik üsluptadır. Yıldız bahçesinin Çırağan yönündeki girişi yanında bulunan Küçük Mecidiye Camii(1848) ile Sultan Abdülaziz döneminde mimar Balyan tarafından Sadabad’ın yerine yapılan Kağıthane Camii’nde(1862) de minare şerefelerindeki saçakları taşıyan ince sütunların aralıkları gotik kemerlerle doldurulmuştur. 1866’da Sultan Abdülaziz zamanında Yıldız civarında lhlamur’a inen yokuşun kenarında yapılan ve halk tarafından Süslü Karakol adıyla bilinen bina da aynı mimarinin yakın tarihlerdeki örneklerindendir.

Yeni Gotik Üslubu

19. yüzyıl mimarisi, büyük ölçüde erken mimari hareketlerin ve modern çağın başlarındaki yeni teknolojilere uyarlanan yabancı, egzotik tarzların etkisinde kaldı. Yeni Gotik, Yunan ve Rönesans’ın yeniden canlandırılışı ile çağın teknolojileri ve materyalleri birleştirildi. Uzun yıllar devam eden gotik gelenekleri ve Ortaçağ’da hüküm süren güçlü imparatorluklarından dolayı gotik uyanış Fransa ve İngiltere’de kolayca benimsendi. Gotik mimari 19. yüzyılda kiliselere ve katedrallere uygulandı. Pek çok gotik kilise yeniden yapıldı. Varlıklı toprak sahipleri hayalini kurdukları romantik şatoları, malikanelerinde gotik unsurlar kullanarak yeniden yaratmak istediler. Sanat yazarı James Ruskin ve Victor Hugo’nun yazıları da bu devrin popülerliğinin artmasına neden oldu. Fransa’da gotik restorasyon uzmanı Viollet-le-Duc yeni endüstriyel materyallerin gotik strüktürel planlarda birlikte kullanılmasını savunuyordu. 

Horace Walpole evi, Strawberry Hill, Londra

Avrupa ve ABD'de 19. yüzyıl mimarlık etkinliğine büyük ölçüde egemen olan yeni gotik üslubun kökeni 18. yüzyıldaki fantezi gotik mimarlık modasına dayanır. Romantiklerin gotik üslubunun ilginç yönlerine aşırı eğilimi Londra dışında Strawberry Hill'deki Horace Walpole villasında somut bir biçimde ortaya konmuştur.1830 yılarında yapılan Ortaçağ'ın gotik sanat ve mimarlığın yansıttığı Hıristiyanlık erdemlerinin yeniden keşfi amacının en güzel örneklerindendir.

Yeni gotik üslubunun ideolojik cephesinin resmi temsilcileri John Ruskin ile akımın bir çeşit manifestosu olan Contrast(1836) adlı yapıtı yazmış olan Augustus Pugin'dir. Yeni gotik eğilimlerinin ortaya çıktığı ilk yapısıyla İngiltere'nin ilk ulusal anıtı olan ve projesini Pugin'in ile Sir Charles Barry'nin çizdiği parlamento binasıdır. Bu dev projede gotik mimarlık öğelerinin yanı sıra yapıttaki bütün eşya ve iç süslemelerde de aynı üslup benimsenmiştir.

Parlamento binasının yarattığı hayranlık yeni gotik üslubunda hızla yaygınlaşmasına neden olmuştur. Yeni gotik akımın başlıca temsilcisi, en az 39 katedral ve manastır kilisesinin ve bu üslubun baş yapıtlarından olan Albert Memorial (1864-1872) anıtının tasarımını yapan, Sir George Gillbertscott'tur.

Albert Memorial, Londra’da Kensington Gardens’da Royal Albert Hall binasının kuzeyindedir. Kraliçe Victoria tarafından, 1861 yılında vefat eden eşi Prens Albert anısına yaptırılmıştır. Anıt, Sir George Gilbert Scott tarafından gotik tarzda tasarlanmış ve 1872’de Kraliçe Victoria tarafından açılmıştı. Anıta Albert’in oturan heykeli 1875 yılında yerleştirildi.

Köln Katedrali, 1880

Yeni gotik üslubu Kuzey Avrupa'da ulusal bir kimlik kazanmış, her Kuzey Avrupa Ülkesi kendine özgü gotik geleneğini yaratmıştır. Yeni gotiğin Almanya'daki başyapıtı Köln katedralidir (1842-1880). Alman ulusunun birliğinin bir simgesi olarak, hem Katoliklerin, hem de Protestanların parasal desteğiyle yapılmıştır. Yeni mimarlık akımının coşkuyla karşılandığı ABD’deyse yeni gotik üslubunun başlıca yapıtları New York'ta gerçekleştirilmiştir: Richard Upjohn’ın ünlü Trinitiy kilisesi(1843-1846) yine Renwick'in Saint Patrick katedrali(1858-1879).

Solda St. Patrick's Katedrali (1879 Manhattan NYC), sağda Trinity Kilisesi (1846 Manhattan NYC)

Woolworth Binası, İkiz kuleler yıkılmadan önce aralarından gözükürdü, 1913, NYC

Bu arada 20. yüzyılın ilk gökdelenlerin çoğu da Cass Gilbert'ın gerçekleştirdiği 60 katlı Fransız gotiği üslubundaki New York şehrindeki 1913 de yapılan Woolworth binası gibi yeni gotik üslupta yapılmıştır. Yeni gotik üslubu 19. yüzyıl sonunda gerilmeye başlamış bu üslupta çalışan nitelikli işçilerinin ücretlerini çok yüksek olması yanı sıra yeni mimarlık akımlarının ortaya çıkmasıyla ortadan kalkmıştır.


TANRININ MİMARI AUGUSTUS W. N. PUGIN (1812-1852)

İngilizce konuşan ülkelerden olağanüstü başarılar üreten beş mimar çıkmıştır: Sir Christopher Wren, A.W.N.Pugin, Louis Sullivan, Sir Edwin Lutyens ve Frank Lloyd Wright. Her biri dehşet verici ölçüde yaratıcıydı ve hepsi de arkasında en üst nitelikte devasa eserler bıraktı. Ama aralarındaki en parlak yıldız Augustus Welby Northmore Pugin’di. Pugin, Avrupa’nın en güçlü adamı Bonapart’ın, Rusya’nın karları üstünde hak ettiği cezayı bulduğu ve İngiltere ile Birleşik Devletler’in, dünyanın planlanmış ilk modern şehri olan Washington’un ateş altında yıkımına sebeb olan, tarihin en anlamsız savaşlarından birinin içine yuvarlandıkları yılda, 1812’de Londra’da doğdu. Charles Dickens ve Robert Browning ile beraber dünyaya gelmek için muazzam bir yıldı.

Ne var ki, C.Dickens kederli bir çocuk olarak Thames kenarındaki bir ayakkabı boyası fabrikasında çalışır ve R.Browning hayalperest bir okul çocuğu olarak Yunanca nazım yazmayı öğrenirken, Pugin göz kamaştırıcı yeteneğini doludizgin geliştirmeye başlamıştı bile.  Babası Augustus-Charles Pugin(1762-1832), Fransız Devrimi sırasındaki terör’den kaçarak Londra’ya gelmiş, Kraliyet Akademi Okullarına girmiş ve ardından son derece yetenekli mimar John Nash’ın asistanı Paris’li bir sanatçıydı. Baba profesyonel bir mimar değil ama özellikle mimari konularda üst düzey bir teknik çizimci; bir ressam, bir tasarımcı, hepsinden önemlisi bir sanat öğretmeniydi. Great Russel caddesindeki evi, British Museum’a 45 metre uzaklıktaydı. Baba Pugin bir mimari resim okulunu yönetiyordu ve oğul Pugin de zaman zaman bu derslere katılıyordu. Baba Pugin, kitap yayıncısı Rudolph Ackermann için çalışan, çok başarılı bir yazar ve çizerdi. 1808’de Charles Pugin ve Rowlandson, Microcosm of London adlı yapıtı ürettiler. Büyük başarı kazanan bu yapıtta Pugin topoğrafik yerleşimleri, Rowly de figürleri yapıyordu. Her ikisi de, saf, ışıltılı tonlar üretmekte uzman, olağanüstü suluboyacılardı. Pugin’in yeteneği en parlak haliyle, A.W.N.Pugin’in doğduğu yıl yapılan ve İngiliz Mimarları Kraliyet Enstitüsü’nde bulunan, görkemli Westminster manastırı adlı suluboyasında görülebilir.

Oğul A.W.N.Pugin, sanayi ve ticaretin Avrupa’nın en güzel kırlarını dönüştürüp büyük tarihi kasabalar üzerinde hakimiyet kurduğu, hem ev hem de fabrikalarda milyonlarca bacadan dumanların her şeyi kömür grisine boyadığı bir çağda, sanatın ve özellikle mimari sanatının bayrağını yükseltmeye tutkuyla kararlı sanatçı, yayıncı, gravürcülerin vızır vızır kaynadığı bir evde büyüdü. Ev, kültürel direnişin bir kalesi, güzelliğe adanmış cüretkar bir tapınaktı. Evi yöneten ise Pugin’in annesi, ünlü bir dava vekilinin kızı, büyüleyici görünümüyle ‘Islington Dilberi’ ünvanını kazanmış Catherine Welby’di. Onun, yetenekli oğluna düşkünlüğü, Pugin’in kadınlardan ve özellikle güzel olanlardan neden bu kadar hoşlandığını ve onlarla nasıl bu kadar iyi geçindiğini anlamaya yardımcı olur.

Mimar Augustus Welby Pugin


Pugin’de yetenekli diğer ressamlar gibi üç yaşında resme başladı. Hızla suluboyaya geçti ve hayatının her günü kurşunkalem ve fırça kullanmaya devam etti. Ailesi onu her yaz tatilinde, baba-oğulun kilise ve diğer gotik binaları çizdikleri Avrupa turlarına çıkardı. Topoğrafik resmi ciddiye alan herkes, mimariyi bütünüyle anlamanın yolunun, çok detaylı ve dikkatli bir şekilde bina çizmek olduğunu söyleyecektir. Bir binaya yakından, tekrar tekrar ve uzun süre bakmak zorundasınız. Mimarın belirli bir örnekte ne yapmış olduğunu ancak bu yolla kavrayabilir ve genel olarak duvarcı, marangoz ve diğer zanaatkarların katkılarını tespit edebilirsiniz. Pugin hayatı boyunca, Britanya’da ve yaptığı yıllık kıta turlarında inanılmaz sayıda gotik bina resmi çizmiştir. Gerçek Ortaçağ eserlerine yönelik yoğun çalışmaları ve onları kağıt üzerinde tekrar tekrar üretmesi, kendi tasarımlarına zemin oluşturmuş ve Ortaçağ inşaatçılarıyla süslemecilerinin ruhlarını kavramasına yardımcı olmuştur.

Gardrop – Pugin, 1850

Pugin sadece binaları değil, içlerindeki her türden ve malzemeden nesneyi de çizdi. Ona göre, çok küçük yaşlardan beri, sanat her yerdeydi. Dünya insan eliyle yapılmış güzel eserlerin sürekli bir bütünüydü veya değilse bile öyle olabilirdi. Zanaatkar-sanatçılar ise insan gözüne görünen her şeyi zarif ve yakışır hale getirmek için elleriyle hünerlerini bir araya getiren uzmanların oluşturduğu dayanışmacı bir oluşumdu.  


Solda - Yemek masası sandalyesi, Pugin, 1838, Sağda - Kolluklu sandalye, Pugin, 1823 

Sekiz yaşında ilk eserini tasarladı: bir sandalye. Bundan sonra yeniden yaratmadığı, evde veya herhangi başka bir binada, gündelik kullanımda olabilen pek az şey vardır. 1827’de 15 yaşındayken Windsor şatosunda yaşayan Büyük Britanya Kralı IV.George için gotik mobilya tasarlamak üzere ilk profesyonel işini aldı. Mobilyalardan bazıları hala şatodadır. Aynı zamanda Kraliyet kuyumcusu Rundell ve Bridge krala çeşitli değerli objeler tasarlaması için Pugin’e iş vermeye başladı.

17 yaşındayken, mobilya tasarımı üzerine kendi işini kurdu ve firma 1829’dan Pugin’in 1852’deki ölümüne dek sürekli üretim halinde oldu. İlk gençlik yıllarında tutkulu bir tiyatro izleyicisiydi ve 19’unda, her ikisi geleceğin Kraliyet akademisyeni ve büyük birer manzara ressamı olan Clarkson Stanfield ve David Roberts gibi profesyonel sahne ressamları ve tasarımcılarıyla birlikte Covent Garden tiyatrosu için sahne dekoru yaratıyordu.

Çini - Pugin, 1847

Sahne tasarımının hemen arkasından, Pugin tiyatro kostümleri de tasarlamaya başladı. Gerçekten de tasarlamadığı ne vardı ki? Yaratıcı dikkati her tarafa yöneldi. 19. yüzyıl tasarımcı ve zanaatkarlarının şaşırtıcı yaratıcılıklarından doğan ürünleri barındıracak bir müze ve çalışma merkezi olarak kurulan Victoria ve Albert Müzesi, herkesten çok Pugin’in objelerini muhafaza etmektedir. Victoria ve Albert’taki koleksiyon sayısız duvar çinisi, çeşitli eşyalar, her çeşit yer kaplamaları, tabaklar, tepsiler, çini sobalar, vazolar, masalar, sandalyeler, koltuklar, dolaplar, mumluklar, tuzluklar, kaşıklar, şamdanlar, metal tabaklar, kadehler, kutsal emanet kutuları, haçlar, şömine süsleri, baskılı keten ve pamuklular, perdeler ve diğer tekstil ürünleri içerir ve bunlar Pugin’in ürünlerinin ancak bir kısmıdır. 

Pugin, ilk gençliğinde üretken bir sanat kitabı yazarıydı ve sık sık bu kitaplar için resim yapıyordu. 1820’ler onun için, kürek ve sürekli kullandığı küçük yelkenliyle denize açılmak gibi çoşkulu spor etkinliklerinin damgasını vurduğu, yaşama sevinciyle dolu bir on yıl oldu. Hayatı, tasarım masası, tezgahı veya stüdyosundaki yoğun sanatsal faaliyetle, genellikle fırtınalı havalarda yaptığı çetin idmanlar arasında gidip geldi.


Pugin’in resmine bakan onu yakışıklı biri sanabilir ama günlük hayatında pek öyle gözükmezdi. Sadece 1.60 boylarında olmasına rağmen son derece güçlü ve ürkütücü biriydi. Genellikle bir denizci ceketi, bol süveterler, kısa pilot pantolonlar, postal ve deniz şapkası giyerdi. Boynuna nemli sert esen rüzgardan korunmak için bir mendil bağlardı. Pugin’in geniş göğsü, geniş alnı, gri gözleri, gür bir sesi, uzun sık ve düz saçları, hızlı hareketleri, şaşırtıcı zihinsel ve fiziksel enerjisi, çok gergin sinirleri ve çabucak öfkelenen tutkulu bir yaradılışı vardı. Aşırı derecede düzenli ve tertipliydi. Çok keskin bir görüşü vardı, en küçük detayları hemen görürdü. Aynı zamanda belleği de çok kuvvetliydi.  Çok üretken bir yetenek, açık fikirli, çalışkan her zaman işine enerji ve tutkuyla bağlı biriydi. Denizi çok seviyordu ve teknesiyle sık sık denize açılırdı. Cömert bir kişiydi. Bir zaman Ramsgate’de iki küçük ev satın almış ve hastabakıcılar tutarak hasta denizcilerin tedavilerinin yapılmasını sağlamıştı. Pugin evdeki  çocuklarının kapı açıp kapamaları konsantrasyonunu bozduğu için, sürekli çalıştığı kütüphane odasıyla çizim salonunu arasındaki kapıyı ve bazı diğer iç kapıları kaldırıp, perdeyle bölmüştü.

Ancak 1830’larla birlikte hayatın gerçekleri ortaya çıktıkça, Pugin’e de artan bir ciddiyet geldi. 1831’de 19 yaşındayken, Anne Garnet ile evlenmişti. 1832’de babası öldüğü yıl Pugin’in ilk büyük sanatsal faaliyeti, geniş çaplı çalışması Gotik Mimari Örnekleri’ni bitirmek oldu. Aynı yıl ilk karısı Anne Garnet, dünyaya bir kız çocuğu getirirken hayatını kaybetti. 1833’de ikinci eşi Louisa Burton ile evlenip Londra’dan Salisbury’e taşındı ve orada şehir dışında bir arsa alarak ortaçağ mimarisindeki St. Maries’s Grange(kır evi) evini  yaptı.

Pugin, ilk kez 12 yaşlarındayken yakın ilgi duyduğu İngiliz kilisesinden zamanla uzaklaşarak Roma Katolikliği’ne yakınlaştı ve 1835’te kiliseye kabul edildi. Bu dönüşüm ona bazı iş olanaklarını kapattıysa da bazı yeni kapıları da araladı. Bundan sonra, sanatsal ilkeleriyle dinsel inançları bir oldu. Ortaçağın gotik tarz ve kültürünü, sadece İngiltere’deki Katolikler ve diğer Hiristiyanlar için değil, bütün kuzey Avrupa ve onun denizaşırı sömürgeleri için de doğal ve doğru bir ahlaki estetik olarak gördü. Onun çocukluk ve gençliğinin İngiltere’sinde güçlü, hatta baskın olan klasik dirilme düşüncesini, bir bozukluk; sadece mavi gökyüzü ve sıcak güneş için elverişli, İtalya’dan gelen ve uygun olmayan bir akım olarak görüp terk etti. Ona göre Avrupa’nın orta ve kuzeyi gotik idi ve gotik oralar için vardı. 

Pugin tarafından tasarlanmış mobilyalarla dekore edilmiş çizim odası, 1850, Eastnor Şatosu, Herefordshire

1834’de Westminster sarayı yanınca, yeni sarayın mimari proje yarışmasına hazırlanan Mimar Charles Barry’nin teklifi üzerine gotik stildeki projede iç ve dış tasarımları yapmak üzere Barry için çalışmaya başladı. Bütün yaratıcı fikirler ve tasarımlar Pugin’den gelmesine karşın değerli sanatçı her zaman Barry’nin gölgesinde kaldı. Egemen Anglikan aristokrat sınıf belki de Katolikliği seçtiği için onu kabullenmek istemedi. Hep görmezden geldi.

Klasik tarzın savunucularını bozguna uğratma ve özellikle bütün dini binalarda ve kamu binalarında gotik’i egemen kılma kaygısı içindeki Pugin, babasından miras almış olduğu ve sürekli gözlem ve südyo çalışmalarıyla geliştirdiği edebiyat ve çizim yeteneğini Anglo Sakson dünyanın sanat tarihinde eşsiz olan bir propaganda eserleri serisi başlatmak amacıyla kullandı. Bu eserler onun davasını ateşli bir şekilde anlattı fakat aynı zamanda takipçilerle taraftarlar için pratik de birer el kitabı oldular; aynı zamanda, başlı başına harika birer sanat eserleriydiler. Gothic Furniture in the Style of the Fifteenth Century, Designed and Etched by A.W.N.Pugin adlı eseri 1835’de yayınlandı.

1936’da Pugin başyapıtı olan Contrasts:A Parallel between the Noble Edifieces of the Fourteenth and Fifteenth Centuries, and Similar Buildings of the Present Day, Showing the Present Decay of Taste adlı kitabı Ortaçağın gotik stil ile birlikte yeniden canlanması için bir özlem kitabıydı. Kitabında kırsal alanda yapılmış 1830 yılı binalarını, 15. Yüzyıldaki durumlarıyla karşılaştırıp, gotik mimarinin üstünlüğünü öne çıkarıyordu. Pugin’in biyografisini yazan Rosemary Hill, kitapta güncel binaların doğru açılardan resmedilmediğini dolayısıyla karşılaştırmaların adil olmadığını belirtmişti. 1836’da, biri kuyumcular ve gümüşçüler için, diğeri demir ve pirinç işçiliği için olmak üzere iki tasarım kitabı daha yazdı. 1837’de Details of Ancient Timber Houses of the Fifteenth and Sixteenth Centuries... Drawn on the Spot and Etched by A.Welby Pugin basıldı. Bunlar düzenli Avrupa turlarının meyveleriydi. 


Pugin, 1837’den 1852’de ölümüne kadar Alton Kulesi, Staffordshire projesiyle ilgilendi. İşi veren zengin Katolik Shrewsbury Kontu John Talbot’idi. Kont 1836 yılında, Pugin’in yazdığı Contrasts kitabını gördükten sonra projeyi ona vermeye karar verdi. Pugin 1847’de bu kez Alton Kalesi projesiyle ilgilendiğini görüyoruz. Öldüğünde proje henüz bitmemişti, tamamlamak oğlu Edward’a düştü.
St. Mary's Kilisesi, Uttoxeter, Pugin, 1839

Kraliçe Victoria’nın tahta çıktığı yıl olan 1837’de Pugin, Scarisbrick Hall için çalışmaya başladı.  Oscott College’e mimar ve Ecclesiastical Antiquities profesörü olarak atandı. 1839’da ise Uttuxeter’deki ilk kilisesi olan St. Mary's bitirdi. Shrewsbury’nin 16. Kontu tarafından yaptırılan kilisenin dışı sade bir tasarıma sahipti. Pugin 1840 yılında St. Giles Cheadle ve Alton’daki The Hospital of St. John The Baptist projeleri üzerinde çalışmaya başladı. Mimari iş olanakları ve projeler için uygun bir yer olmayan Salisburry’den 1841’de ayrılıp yeniden Londra’ya döndü, Chelsea’ye yerleşti. 

Solda Grange evi, sağda St Augustine Kilisesi - Pugin, 1850, Ramsgate

Aynı yıl Kent şehrinde Ramsgate’de kendisi için daha büyük ve güzel Grange (kır evi) ve para buldukça yavaş yavaş inşa edeceği bir kilise inşaatına başladı. Evin denize tepeden bakan çok güzel bir manzarası vardı. Açık renk tuğla ile örülmüş belirli yerlerde süsleme amaçlı taş kullanılmıştı. Evin bir de denizi seyredebildiği kulesi vardı. Pugin bu kuleden denizde zor durumda olanlar var mı diye bakar, bazen de teknesiyle gidip denizcileri kurtarırdı. Grange evini ancak ölümünden iki yıl önce 1850 yılında bitirebilecekti. Kilisesi ise öldükten sonra oğlu tarafından bitirildi. İkinci eşi 1844’de ölünce bu kilisenin mezarlığına gömüldü.

St Chad’s Katedrali - Pugin, 1841, Birmingham

İlk katedrali, Kara Ülke’nin dumanına ve asit aşındırmasına dayanabilmesi için tuğladan yapılan, Birmingham’daki St.Chad’s (1839-1841) idi. Ortaçağ boyunca gotik mimarinin ana malzemesinin tuğla olduğu Baltık coğrafyasından motifler kullandı. St.Chad’s, büyük bir sanayi merkezindeki ana kilisenin ibadet ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde büyük bir hızla ve en düşük maliyetle inşa edilmiş, çok başarılı bir tasarımdı. Pugin, gerçekten de Esas İlkeler adlı eserinde ortaya koyduğu iki temel kuralı takip eden bir işlevselciydi: Birincisi, ‘rahatlık, inşaat veya uygunluk açısından gerekli olmayan hiçbir özellik olmamalıdır’; ikinci olarak da, ‘tüm süsleme, binanın esas yapısının zenginleştirilmesinden oluşmalıdır’.

St.Chad’s katedralini, güneydoğu Londra’daki Southwark, Nottingham ve Tyne nehri üzerindeki Newcastle gibi büyük katedraller ve Birleşik Krallık’ta, İrlanda’da ve imparatorluğun diğer yerlerinde(Avustralya, Yeni Zelanda) onun doğrudan gözetimi altında veya onun fikirlerine dayanılarak yapılan birçok küçük katedral takip etti. Aslında, tarihte bu kadar katedralden sorumlu hiç kimse yoktur. Ayrıca düzinelerce kilisesi de vardır. Sadece İngiliz mimar Sir Christopher Michael Wren toplamda yetmişle, Pugin’den dah fazla kilise inşa etmiştir. Pugin’in, maddi gücü yeterli olmayan cemaatler için yaptığı bazı kiliseleri görece sadedir. Bu anlamda, William Butterfield ve George Gilbert Scott gibi, sık sık parlementonun sağladığı fonlarla desteklenen Anglikan Kilisesi’nin neredeyse sınırsız kaynaklarını kullanan Anglikan mimarlar ile karşılaştırıldığında, ciddi bir dezavantaja sahipti.
St Oswald’s Kilisesi – Pugin, 1842, Liverpool

Pugin 1840-1842 yılları arasında Liverpool’da Old Swan bölgesinde St Oswald's Katolik Kilisesini yaptı. Batı tarafındaki kule, dört bölümden oluşmaktaydı. Kırmızı kefeki taşıyla yapılmıştı. 1841 ve 1843’te iki yetkin ciltle estetik ideolojisini beyan etti: The True Principles of Pointed or Christian Architecture ve An Apology for the Revival of Christian Architecture in England. Bu ana eserlerini, dirilişe en karmaşık ve özenli katkısı olan ve daha sonra Floriated Ornament ve Chancel Screens and Rodd Lofts ile tamamladığı Glossary of Ecclesiastical Ornament and Costume izledi.

Mahallinde yapılan çalışmalara, çok miktarda okuma ve araştırmaya, esrarengiz şekilde yaptığı eksiksiz gözleme ve on binlerce çizime dayanan bu devasa estetik kuram ve pratik rehberlik ürününün İngiltere’de bir örneği daha yoktu. İtalya’da bile, bununla uzaktan da olsa karşılaştırılabilecek bir örnek bulmak için Leon Battista Alberti’ye dek uzanmak gerekir. Fakat Alberti’nin aksine Pugin, sadece kendi detaylı planlarını çizen değil, planlarının tam onun istediği gibi gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğini de yerinde izlemeye çok önem veren, kalite düşkünü bir uygulama mimarıydı. Çalışmalarına hayali binalar ve iç mekanlar tasarlayarak başladı; iki önemli iş aldı, biri Lancashire’deki Scarisbrick Hall’da çok büyük bir gotik evin yeniden inşaası, diğeri de Warwickshire’deki St.Mary’s Oscott’a gotik tarzda bir Katolik okulu ve papaz okulu binası yerleştirmekti. Bunun yanısıra işleri üzerine halka açık çarpıcı konferanslar verdi. Bu çalışmalar ona, 1829 tarihli Katolik Özgürleştirme yasası’nı takip eden cezai yılların karanlığından başlarını kaldırmaya başlayan İngiliz Katolik topluluğunun, özellikle de onun yaşlı, resmi kiliseye karşı gelen üst sınıf ve aristokrasisinin çoşkulu onayını kazandırdı. Artık Katolikler, kiliselere ve katedrallere bağışta bulunmak için kendi servetlerini harcamak veya para toplamakta özgürdüler ve Pugin onların usta inşaatçısı oldu.


St Giles Kilisesi – Pugin, 1846, Cheadle

Staffordshire Cheadle’daki St Giles katolik Kilisesi’ne 1840 yılında başlamıştı. Yedinci yüzyıl Fransız keşişi St Giles adına yapılan ve 16. Shrewsbury Kontu John Talbot (1791-1852) tarafından finanse edilen bu muhteşem kilise ancak 1846 yılında bitirebildi ama Pugin’in de sağlığını bozmuş ve tükenmesine neden olmuştur. Binanın duvarlarında değişik tonlarda kefeki taşları kullanılmış, pencere vitray ve süslemelerine en doğru çözümü bulabilmek için Paris ve Antwerp’i giderek oralardaki kiliselerde incelemelerde bulunmuştu.

1847’de Nisan ile Haziran aylarında İtalya’yı ziyaret etti. Rönesans ve Barok mimarisinden hoşlanmıyordu ama kuzey İtalya’nın Ortaçağ mimarisine bayılmıştı. Onu en çok mutlu eden olay Papa tarafından kabulüydü.

Pugin önemli İngiliz mimarlar arasında sağlam bir ideolojik duruşu olan tek kişiydi. Önceki kuşağın neoklasik mimarlarını küçük görmekle kalmayıp, onlardan açıkça tiksindi; özellikle de Decimus Burton’dan. En büyük hamisi Katolik Shrewsbury Kont’una Burton’un tasarlamış olduğu Fleetwood’daki North Euston Hotel’den mektup yazarken öfke ve tiksinti boşaltmaktan geri kalmıyordu: Modern bir Yunan kasabası örneğinde olduğu gibi, harap olmuşluğun getirdiği iğrençlik gerçekten de katlanılmaz bir iğrençlikmiş. Şu anda Grek usulü bir otelde, Grek usulü bir kahve salonunda, Grek usulü bir boy aynasıyla çevrelenmiş, Grek üslubu mermer bir şöminenin yanındaki Grek üslubu maun bir masada oturuyorum ve duyduğum dehşet iyice artsın diye kahvaltıda garson Grek üslubu bir tepside, şeytani Grek üslubu parşömen tomarıyla damgalanmış bir parça tereyağı getiriyor! Kilometrelerce alanda tek bir sivri kemer yok!

Parlamento binası için tasarladığı duvar kağıdı – Pugin, 1851

Fakat arada sırada, parasını Lord Shrewsbery’nin ödediği ve başından sonuna tam da Pugin’in isteklerine uygun olarak inşa edilen, dekore edilen ve donatılan, Staffordshire, Cheadle’daki St.Giles Kilisesi’nde olduğu gibi yeteneğini konuşturuyordu. Bu, bütün 19. yüzyıl boyunca İngiltere’de yapılmış en güzel kilise ve gotik dirilişin en parlak mücevheri addedilmelidir.

Pugin hayatının son on yılında, Ramsgate’teki kendi evi ve yanındaki kilisenin tasarlanması, inşaatı ve dekore edilmesi işine de çok büyük para ve emek harcadı. Bu bağımsız faaliyetlerle eş zamanlı olarak, Sir Charles Barry ile birlikte 1834 yangınını takiben inşa edilen yeni parlamento binası üzerinde çalışmaktaydı. Söz konusu devasa girişimde Pugin’in oynadığı rol, militan düzeyindeki Katolikliği nedeniyle uzun zaman küçümsendi ve hatta saklanmak istendi. Fakat, Barry’nin gotik tarzın önemli özelliklerine duyarsız olması dolayısıyla binanın çizimlerinin birçoğunun Pugin’in yaptığı ve bütün dekorasyondan, özellikle yapının tamamının baş tacı olan ve muhteşem düzenlenmiş Lordlar Kamarası dahil, iç mekanların bütün en iyi ve yaratıcı özelliklerinden onun sorumlu olduğu bugün nihayet kabul edilmiştir. Bu büyük bina ancak bugün, tüm kir ve pasından arındırıldıktan sonra yurtiçinde ve yurtdışında Avrupa sanatının bir başyapıtı olarak kabul edilir olmuştur.

Taç giyme kadehleri, Pugin

Bir yaratıcı olarak Pugin hakkında akla iki soru gelmektedir. Birincisi, kısacık hayatında bu derece büyük hacimli işlerin altından nasıl kalkabildi? Buna pek çok yanıt verilebilinir? Öncelikle, Pugin normal gelişim sürecinden çok hızlı ilerlemesi sayesinde henüz ergenliğinin ortalarındayken meslek hayatına girmiş ve bir gotik meraklısı olarak öğrenmeye daha da erken başlamıştı. Oxbridge’de, sanat okullarında veya kendisinden daha az bilenlerden bir şeyler öğrenmeye çalışarak zamanını boşa harcamamıştır. İkinci olarak, hayatının hiçbir devresinde boşa zaman geçirmekten hazzetmezdi. Daima ne yapacağını bilen birisi olmuş, asla kararsızlık göstermemiştir. Kararlarını çabucak verir, onlara bağlı kalırdı. Masraflar konusunda gözü açık, israfın ve yetersiz işçinin kokusunu hemen alan olağanüstü sistemli biriydi. Herşeyin nasıl yapıldığını tam olarak bilirdi.

Br sahne dekoratörü olarak marangozluk öğrendi ve marangozluktan hiç uzak kalmadı. Oyma yapabilir, boya karıştırabilir, tuğla duvar örebilir, çatıya kiremit döşeyebilir ve bir metal işleri ocağını veya demirhaneyi çalıştırabilirdi. Kariyerinin başlarında, kalitelerine ve zevklerine güvenebildiği ve kendide iş yeri sahibi olan uzman zanaatkarlar ile yakın ilişkiler kurdu. Aslen pirinç düğme ve madalyonlarda uzman bir metal işçisi olan ama Pugin’in cesaretlendirmesiyle her türlü demir işine, kilise kuyumculuğu ve aksesuarları ve hatta vitray işine bile giren John Hardman buna örnektir. Ancak sözü edilen son alanda, özellikle de Cheadle’da, usta zanaatkar William Wailes’i de çalıştırıyordu. Binaların iskeletinde girişimci, güvenilir, hızlı çalışan bir inşaatçı ve yetenekli bir taş ve ağaç oymacısı olan George Myers’a iş verdi. Her türlü seramik işi, özellikle de iç mekanlarda öne çıkan  enkaustik(boyanın ısıtılıp kuru zemin üzerine uygulanması tekniği) karolar içinse Herbert Minton’u kullandı. Son olarak, halılardan sandalye minderlerine ve Parlemonta binasının en önemli özelliklerinden biri olan enfes duvar kağıtlarına kadar tekstil ile alakalı her konuda bir diğer olağanüstü zanaatkar-sanatçı olan Gregory Crece’in yardımını aldı.

Tekstil tasarımları, Pugin

Bütün bu şahsiyetler sağlam işyerleri işleten ve işi hem zamanında hem de en yüksek standartlarda teslim edeceklerine kesinlikle güvenilen kişilerdi. Üstelik Pugin, onların işlerini neredeyse en az onlar kadar iyi bildiğinden işbirlikleri eşitlerin birleşmesi gibiydi. Bir takım olarak çalıştılar. Yirmi yaşındayken iflas edip batırdığı, gençliğinin ilk ticari deneyiminden çok şey öğrendi Pugin. Sonrasında en çok maliyetlere dikkat etti, kusursuz hesaplar tuttu ve pahalı yönetim giderlerini neredeyse tamamen ortadan kaldırdı. Mükemmelliyetçiliği en üst noktada olan Pugin, haliyle masraflıydı ve Cheadle’daki çalışmaları da hamisi Kont Shrewsbury’nin danışmanlarını inim inim inletiyordu ama aslında paraya çok büyük değer verirdi. Proje maliyetini düşük tutmak için çok hızlı çalışır ve taşeronlarının da bu hıza ayak uydurmasını sağlardı. Kararlılığı, işlerin asla tekrar tekrar yapılmamasını sağlardı. Çoğu mimarın aksine, hiçbir zaman müşterileriyle ağız dalaşına girip yaratıcı enerjisini veya zamanını israf etmezdi. Hayatı boyunca güvenilir, usta zanaatkarlarla çalışmış olması, onlarla da asla bir münakaşaya girmediğini gösterir. Pugin hiçbir zaman pahalı teknik resssamlar ve asistanlarla dolu bir ofis edinmedi. Onun ofisi, kafasının içi ve çalışma odasıydı. Zaten hiçbir asistan onun temposuna yetişemezdi. Bütün muhasebesini, tıpkı günlük tutar gibi küçük bir cep defteriyle yanında taşırdı. Hayatı boyunca sıkı bir denizci olmuş, çıplak, koskoca elleriyle, giysilerini dikmek dahil olağanüstü şeyler yapabilen son derece pratik bir adamdı.

Barok tarzdaki St Paul katedrali, Sir Christopher Wren (1675-1710) , Londra

Pugin gibi kendisini bütünüyle gotik üslubu diriltmeye adamış biri olduğuna göre, gerçekten de özgün bir yaratıcı sanatçı olarak adlandırılabilirmiydi? O sadece bir diriliş yandaşı değilmiydi? Cevap vurgulu bir hayırdır. Unutulmamalıdır ki mimaride, bina tasarlamanın sadece üç ya da dört farklı yolu vardır. Bunların hepsi binlerce yıl önce bulunmuştur. Sonradan ortaya çıkan bütün bina üslupları ise bilinçli ya da bilinçsiz, birer diriliş olmuşlardır. Orta Krallığın ve Yeni Krallığın mimarları dirilişçiydiler. Yunanlılar ve Romalılar da öyle. Romanesk mimari bir dirilişti, tıpkı İtalyan Rönesansı’nın klasikçiliği gibi. 12. yüzyıl sonlarında ortaya çıkan sivri-kemer gotik yeni bir süsleme tarzı olarak tanımlanabilir ama üzerine uygulandığı binaların zemin planları dirilişçidir. Pugin, gotiğin uygar İngiliz toplumuyla yanyana geliştiğine ve İngiltere’nin doğasında olduğuna inanıyordu. Ya da, daha doğru olarak, gotiğin İngiltere’de bir kere tam olarak yerleştikten sonra asla ölmeyeceğine inanıyordu. Gerçekten de 17. yüzyılın her on yılında gotik formların kullanımını görmek mümkündür. Londra’daki 1605’de yanan St.Paul’s Katedrali geç gotik dönemi eseriydi, aynı gotik temeller üzerine 1675-1710 yılları arasında yapılan bugünkü katedral barok kabul ediliyor. Eğer gotik dirilişin kaynaklarını arıyorsak, 18. yüzyıla dek geri gitmek zorundayız. İngiltere’de bir tarz olarak gotik, daha çok bir ruh hali ve kültürü yansıtan bir gelenektir.

Yeni Gotik stilde Scarisbrick Hall karyola, Pugin

Pugin, gotiği kendi varlığının bir parçası olana dek bünyesinde eritti. Kendisini onunla o kadar yoğun ve eksiksiz bir biçimde özdeşleştirdi ki, hayal gücü sadece panoramayı değil insanları da gotikleştirdi.
Pugin’in ikinci eşi Louisa Burton 1844’de öldü. O ise, epeyce bir araştırma ve vicdan muhasebesinden sonra 1848’de Jane Knill adlı hoş bir kadınla evlenirken şöyle haykırıyordu: Nihayet birinci sınıf bir gotik kadın buldum. Adları gotik dönemlere atıfta bulunan ve hepsi de sanatsal faaliyetlerle ilgilenen sekiz çocuğu oldu.

Ramsgate’deki hayatı gotikti. Benedict’in keşişi gibi sabah saat altı da duaya kalkar, ardından çalışırdı. Saat sekiz de aile duaları vardı. Kahvaltıya sadece yedi, öğle yemeğine ise onbeş dakika harcardı. Kilisedeki yatsı duası şaşmaz bir şekilde akşam sekiz de olur, bunu dokuzdaki akşam yemeği izler ve saat on da yatardı. Sigara ve içki kullanmaz, Ortaçağ’ın basit yemeklerini yerdi. Gene de mükemmel bir eşlikçiydi. Olağanüstü bir muhabbetçiydi ve kadınlara özellikle çekici gelirdi.


Vitray – Pugin, Bolton

Kendini gotiğe o kadar kaptırmıştı ki karanlıktan korkar, tekinsiz yerlerde dehşete düşerdi. William Shakespeare’in The Tragedy of Macbeth’i gibi hayaletlere inanırdı. Ve yine kendini gotiğe o kadar kaptırmıştı ki, sanatsal içgüdülerini gotiğin çeşitlemeleri ve daha önemlisi, olasılıkları içinde dolanması için serbest bırakabiliyordu. Bu, yaratıcılığı üzerinde etkili oldu. Kendisinden yeni katedral yapması veya eskisine bir ilave yapması istenmiş bir 14. veya 15. yüzyıl duvarcı ustası kadar yaratıcı ve serbestti. İşte bu sebeble, Pugin’in bina, mobilya veya herhangi bir obje için yaptığı tasarımların çoğu bütünüyle orijinaldi. Sadece arada sırada bilinçli taklitler yapardı ve bunun mutlaka belli bir nedeni vardı. Çalışmalarında dikkat çekici olan şey, Ortaçağ’da kesin bir öncülü olmadığı halde, o ruh halinde tasarladığı şeylerin gerçek gotik oluşudur. Hakikaten de, yağmurda taslak çizerken kullandığı gotik şemsiye dahil, Ortaçağ insanlarının aklına bile gelmemiş birçok gotik obje tasarladı. Başından sonuna kadar sıradışı bir duyarlılığa sahip, çok büyük bir sanatçıydı Pugin. Kısacası, Charters, Notre Dame, Canterbury, Wells ve Ely’yi tasarlayıp inşa edenlerle aynı şekilde çalıştı. Tek fark Pugin’i denetleyenlerin piskoposlar ve kilise kanunları değil kendi sanatsal vicdanı oluşuydu.


1851 Londra Dünya Fuar'ın da sergilenen Ortaçağ Avlusu çok dikkat çekmişti.

Pugin bir Victoria dönemi figürü değil estetik bilince neredeyse çocuk yaşta ulaşmış ve Tennyson, Carlyle veya Ruskin’den ziyade Keats, Shelley, Byron ve Wordsworth’e yakın duran bir romantikti. Buna rağmen, ne gariptirki, bir tasarımcı olarak ilahlaştığı noktaya, her şeyiyle Victoria dönemine özgü bir olay olan 1851 tarihli Great Exhibition ile ulaştı. Genel olarak sergilenen binlerce objenin tasarım kalitesi düşük ve tutarsızdı. Göze çarpan istisna ‘Ortaçağ Avlusu’ydu. Ortaçağ Avlusu, Pugin’in yararlandığı ve teşvik ettiği tüm ustaların, özellikle de Crace, Hardman, Minton ve Myers’ın bir araya gelerek, her biri gotik tarzda olan çini ve duvar kağıtları, konuşmacı kürsüleri, seyyar Yahudi tapınakları, sandalyeler, çiçek sehpaları, pirinç işleri ve kıymetli objeler, masalar, dolaplar, tekstil ürünleri ve halılardan oluşan ürünlerin sergilendiği bir alandı. Burası, tüm serginin gözbebeği sayıldı ve dünyanın dört bir yanından tasarımcılar, estetler, entellektüeller ve kanaat önderleri sergi boyunca burayı kült bir buluşma mekanı haline getirdiler. Daha sonra, burada sergilenen birçok obje müzelere ve koleksiyonlara gitti. Gotik dirilişin sadece İngiltere’de değil imparatorluğun her yerinde, hatta Avrupa ve Amerika’nın pek çok yerinde kilise, devlet ve kamu binalarında kullanılan standart üslup haline gelmesine yol açan olay bu oldu. Yüzlerce katedral ve binlerce kilise Pugin’in arzu edeceği şekilde inşa edildi. Ne var ki, Hindistan Mumbai(Bombay) Victoria tren istasyonu ve Londra Mahkemesi Binası gibi olağanüstü heybetli bina örneklerinde görüldüğü gibi, tarz genellikle o kadar da doğru bir şekilde kullanılmıyordu. Bu Pugin’in zafer anıydı ve daha uzun yaşasaydı kesinlikle Victoria döneminde yaşamış en büyük şahsiyetlerden biri, hatta en büyüğü olurdu. 

Victoria tren istasyonu, Mumbai, Claude Batley,1930

Pugin, Şubat 1852’de oğlu Edward ile tren ile seyahat ederken sinir krizleri geçirmeye başladı. Londra’ya vardıklarında kimseyi tanımıyor ve düzgün konuşamıyordu. Dört ay özel bir akıl hastahanesinde kaldı. Haziran ayında Kraliyet Bethlem Hastanesine transfer edildi. Hastane, Pugin’in yaptığı önemli binalardan ve aynı zamanda 1848 yılında üçüncü eşi Jane ile evlendiği  St George's Cathedral’in hemen karşısındaydı. Bundan etkilenebileceğini düşünerek eşi Jane ve doktoru, Pugin’i hastahaneden özel bir eve taşıyarak, terapiye başladılar. Biraz iyileşti ve eşi Jane’i tanıdı. Bir süre sonra durumu kötüleşince Eylül ayında Jane eşini Ramsgate’de yaptığı kendi evine götürdü, ve orada 14 Eylül 1852’de öldü. Kendi yaptığı St. Augustine's Kilisesinin aile mezarlığına gömüldü.

Biyografi yazarı Rosemary Hill’e göre Pugin çok genç yaşlarda tutulduğu frengi hastalığının neden olduğu rahatsızlılar nedeniyle 40 yaşında hayatını kaybetti. O dönemlerde frengi tedavisinde kullanılan cıvanın aşırı kullanımı Pugin’in delirerek genç yaşta ölümüne neden olduğu sanılıyor.

Son günlerinde aklı pek başında olmasa da, yaratıcı ruhunu korudu. Son sözleri: ‘Hiristiyan mimarisi ve bir tekneden başka hayatta uğruna yaşamaya değer hiçbirşey yok’ . 1852 Eylül’ünde hayata gözlerini yummadan hemen önce, St.Mary’s Beverley için çiçeklerle süslü bir haç tasarladı. Çizim hala mevcuttur ve haç yapılmış, çok da güzel olmuştur. Gelmiş geçmiş en süreğen, en inatçı ve en yoğun yaratıcı sanatçılardan biri böylece göçtü gitti.


WESTMINSTER SARAYI (PARLAMENTO BİNASI)

Yaygın adıyla Parlamento Binası olarak bilinen ve ünlü Big Ben ile bütün oluşturan bu gotik nehir kıyısı yapısı,  Londra’daki en eski sarayın temelleri üstüne inşa edilmiş en yeni saraydır. Westminster sarayının bulunduğu yer Ortaçağ’da bir ada idi ve Thorney adı ile anılıyordu. Bu bölge ilk kez Danimarka, Norveç ve İngiltere Kralı Büyük Canute tarafından 1016-1035 yılları arasında krallık sarayı olarak kullanıldı. Ardından   St Edward the Confessor (Günah çıkartan aziz Edward) buraya Westminster Abbey (1045–50) ile birlikte bir saray yaptırdı. Ortaçağın sonlarında Westminster sarayı kralın ana konutuydu. Meclisin öncülü kabul edilen Curia Regis (Krallık konsülü 1066-1215) Westminster Hall’de toplanırdı. İngiltere’nin ilk resmi parlemontosu olan I.Edward döneminde ilk parlamento, Model Parliament adıyla bu sarayda 1295’de toplanmıştı. 

İngiltere Kralı VIII.Henry (1491-1547)

1534’de Kral VIII.Henry, kilisenin yetkilerini kendinde toplayıp Kardinal Thomas Wolsey’i görevden alınca, Kardinalin oturduğu York sarayının adını binada kullanılan taşların renklerinden dolayı Whitehall Sarayı olarak değiştirdi ve maiyetiyle birlikte buraya yerleşti. Bunun üzerine Lordlar Kamarası’da Westminster sarayına taşındı. 1547 yılında Avam Kamarası’nında buraya taşınmasıyla Westminster Sarayı o günden sonra iki meclise de ev sahipliği yapmaya başladı.

Eski saray nehrin kenarında birbirinden bahçeler ile ayrılmış binalar topluluğuydu. En büyük ve kuzeydeki bina Westminster Hall nehre paralel konumlanmıştı. Hall’a dik olarak ortaçağdan kalma Avam Kamarası(House of Commons), Güneyde nehire paralel Court of Requests ve güney ucunda Lordlar kamarası (House of Lords) vardı. 

Westminster Abbey Kilisesi ve Eski Westminster Sarayı, 1523

Yangın ve Westminster sarayının yeniden inşaası

William’dan VIII.Henry’ye kadar kralların resmi ikematgahı olan ve gelişigüzel bir şekilde çevreye yayılan eski saray 16 Ekim 1834’de çıkan bir yangın sonucu kül oldu. Yangın sarayın bodrum katında büyük sobalarda, eski muhasebe kayıtları yakılarak imha edilirken çıkmış ve iki parlamento binası da dahil olmak üzere sarayın büyük bir kısmı yanmıştı. Sadece II.William’ın yaptırdığı Westminster Hall, St.Stephen Şapeli’nin bir bölümü ile 14. yüzyılda III.Edward’ın içinde mücevherlerini, kürklerini ve altınlarını sakladığı dev bir kasa olarak inşa edilen Jewel Tower(Mücevher kulesi), halkın yardımı ve rüzgarın yön değiştirmesiyle yangından kurtarılabilmişti.
  
Westminster Sarayı 

Yangından hemen sonra sarayın yeniden yapılması çalışmaları başladı. 1835’de gözde mimari stil, ABD Beyaz Saray’ın da olduğu gibi neo-klasik tarz idi. Ama gelenekçi İngilizler sarayın mimari stilinin gotik ya da Elizabethan olmasına karar verdiler. 1836 yılında açılan yarışmayı, 15. yüzyılın popüler gotik mimari tarzdaki projesiyle Charles Barry kazandı. Yeni sarayın inşaatı 1840’da başladı. Proje süresi altı yıl olarak hesaplanmıştı ama 30 yıla yakın sürdü. 11 Kasım 1852’de Kraliçe Victoria tarafından resmi olarak açıldı. Bu dev projede 1,200 oda, 11 büyük kabul salonu vardı. Binanın nehir tarafındaki cephesi 293 metre uzunluğundaydı. Yangında ayakta duran St. Stephen Kilisesi ve Westminster Salonu gibi bölümler yeni inşaat edilen bölümlerle birleştirildi. Bina Britanya İmparatorluğu’nun en zirvede olduğu bir dönemde Parlamentoların simgesi haline gelmişti. İkinci Dünya Savaşı'nda hasar gören yapı 1950 yılında tekrar restore edildi.


Saraya nehirden baktığınızda sol tarafta, parlamento oturum halindeyken bayrak çekilen Victoria kulesi  vardır. Lordlara ait Peers Looby’den (asilzade kulisi) Central lobiye(merkezi kulis) geçilir. Sağ taraftaki lobi milletvekillerine ayrılan Member’s Lobby’dir(üyeler kulisi). Vatandaş buraya gelip vekillleriyle görüşebilir ve meclis toplantılarını Strangers Gallery’den (misafirler locası) izleyebilir.

 Avam Kamarası

Avam Kamarası sağ tarafta St.Stephen’s Hall’dedir. Parlamentodaki partilerin seçimle gelmiş üyelerinden oluşur. Öneriler her iki kamarada da tartışıldıktan sonra gündeme alınanlar, Avam Kamarasında kanunlaştırılır.  Bu bina parlamentonun 300 yıl boyunca toplandığı şapelin bulunduğu alana inşa edildi.19. yüzyılda yapılan binada şapelin çizgilerine sadık kalındı ve II.Dünya Savaşı yıkımının ardından yeniden inşa edildi. Avam Kamarası’nda Meclis Başkanı’nın koltuğu tam ortada, eskiden şapelin altarının olduğu yerdedir. İktidar partisi başkanın sağında, muhalefet solda oturur. Yüzyıllar içerisinde idare gücü Lordlar Kamarası’ndan Avam Kamarası’na geçse de Westminster Sarayı’nda hep birlikte kaldılar. Lordlar odasına göre daha az süslüdür. Oturma yerleri ve diğer mobilyalarında: 300 yıl geriye giden bir gelenek gereği yeşil ton hakimdir. 

Lordlar Kamarası

Lordlar Kamarası (House of Lords) Birleşik Krallık parlamentosunun üst kamarasıdır. Üyeleri Lord ünvanını taşır. Daha önce üyeliği babadan oğula geçen asilzadelerden oluşan bu kurumda, günümüzde üyelik çeşitli yollarla Kraliçe veya partiler tarafından atanma yoluyla gerçekleşmektedir. Lordlar Kamarası’na ayrılan bölümlerde kırmızı renk hakimdir. Westminster Sarayı’nda en güzel dekore edilen odalardan birisidir. Salonun tavanı II.Richard dönemine ait antik amblemleri de gösteren 18 panelli bölmelere ayrılmıştır. Pencerelerin arasında 16 baronun heykeliyle birlikte, 1215 yılında Magna Carta imzalanması sırasında bulunan iki piskopos görülmektedir.

Salonun birçok parçası, eşyaları ve mobilyaları Pugin tarafından tasarlanmıştır. Kapı bölümündeki pirinç kapılar bir ton ağırlığındadır. Odanın sonunda ise, kraliyet tahtı bulunur. Bu süslü ve yaldızlı taht Westminster Abbey döneminde, 14.yüzyılda Coronation Chair’e dayanmaktadır.

Kraliyet Galerisi

Kraliyet galerisi genellikle devlet resepsiyonları, akşam yemekleri ve parlamento törenleri gibi önemli günler için kullanılır. Galeri duvarlarında Krallar ve Kraliçelerin portreleri bulunur. Kapı yanında, I.Richard ve II.Edward gibi hükümdarların yaldızlı taş heykelleri görülür. Vitray bölüm ise II.Dünya savaşındaki bombalamada hasar görmüştür. Vitray, İngiltere ve İskoçya krallıklarının silahlarını göstermektedir. Galerinin duvarları, Napolyon savaşlarının önemli anlarını gösteren, Daniel Maclise’nin iki büyük resmi ile dekore edilmiştir. 

St Stephen's Hall

1834 yılında yangın tarafından tahrip edilinceye kadar, Avam Kamarası, St Stephen’s Hall’de toplanıyordu. Günümüzdeki salon eski şapel boyutlarında, 29 metre uzunluğunda ve 9 metre genişliğindedir. Konuşmacı kürsüsünün yerini belirlemek için iki pirinç tablet bulunmaktadır. II.Dünya savaşı sırasında iki kez bombalandı. 1960 yılında restore edildi. Salonun dekorasyonunda ünlü milletvekilleri heykelleri dikkati çekmektedir. Kapının iki tarafında ise erken Krallık ve İngiltere kraliçelerinin heykelleri görülür.

Robing Odası

Robing Odası, Parlamento açılışında, Kral yada Kraliçenin meclise girerken giyeceği cübbeyi giydiği ve dinlendiği odadır.  Sadece Kral ya da Kraliçe tarafından kullanılır. Odanın kapısı gül ve aslan ve firiz kalkanlar bulunan hanedan simgeleriyle süslüdür. Odanın tavanının zengin paneli, İngiltere hükümdarlarının rozetleriyle süslüdür. Duvarlarında ise Dyce tarafından yapılan resimler bulunur ki, bunlar: misafirperverlik, cömertlik, merhamet, din ve nezaket betimlemektedir. 

Merkez Lobi, Westminster sarayı

Merkez lobi sarayın merkezidir ve üyeler için bir buluşma yeri olarak yapılmıştır. Milletvekilleri ve ziyaretçileri burada buluşurlar. Burada zemin, sekizgen taş ve zengin bir mozaik ile kaplıdır. Sarayın merkez kulesi bu Merkez Lobi üzerine inşa edilmiştir. Koridorlarda Lordlar, Avam kamarası üyeleri ve Westminster Hall üyeleri buluşurlar. Halk ve milletvekilleri, bu lobide randevuya gerek kalmadan karşılaşabilirler. Loby’nin dört çıkışında ise koruyucu aziz, I. Edward ve ardından gelen krallar, İngiltere ve İskoçya Kraliçeleri heykelleri görülür.

Prens odasında Kraliçe Victoria ve St Stephen Hall

Kraliçe Victoria ve Norman fethinde bulunan aziz ve hükümdarları temsil eden heykeller, binanın ana cephesinin süslenmesi için kullanılmıştır. Ancak, saray daha sonraki yıllarda da birçok heykelle süslenmiştir. Prensin odasında Kraliçe Victoria’nın elinde asa ve defne taçı bulunan beyaz mermer büyük heykeli görülür. Ana merdivenlerin dibinde Sir Charles Barry’nin büyük beyaz mermer heykeli bulunur. St Stephen Hall’un her iki yanında büyük parlamenterlerin resimleri ve heykelleri bulunur. Sonraki dönemde eklenen heykeller ise şunlardır: Winston Churchill, David Lloyd George, Clement Attlee, Margaret Thatcher.

Saray kuleleri (Saat Kulesi, Victoria Kulesi, Merkez Kule) 

Solda Saat kulesi, sağda Victoria Kulesi

Westminster sarayına bir kuzeyde Saat kulesi, biri güneyde Victoria kulesi ve biride ortada Merkez kule olmak üzere üç kule yapılmıştır.
  • Saat Kulesi: tasarımı Mimar Pugin tarafından yapılmış, Westminster Sarayı’nın saat kulesidir. Resmi adı Saint Stephen’s Tower olsa da Big Ben adıyla bilinir. 96 metre yüksekliğindeki saat kulesi 1843-1858 yılları arasında inşa edilmiştir. Big Ben adını 16 ton ağırlığında olan ana çandan alır. Saatin kadran çapı 14 metredir. Mekanizması Edmund Beckett Denison tarafından tasarlanan Big Ben saati doğru göstermesi ile tanınır. Resmi adlarından biri de Elizabeth Tower olan Big Ben’e bu ismin verilmesinin nedeni Kraliçe II.Elizabeth’in pırlanta jübilesini kutlamaktır. Big Ben’in tepesinde eğer Parlamento gece oturumundaysa ışık yanar. Saatin tik-tak larının Handel’in aryasındaki ‘I know that my redeemer liveth’(kurtarıcımız İsa yaşıyor;biliyorum) dizesi üstüne kurulu olduğu söylenir.
  • Victoria Kulesi: Sarayın güney batı ucunda kare formunda Victoria kulesi yer alır. Kule 98.5 metre yükseklik ile Big Ben’den (saat kulesi 96.3m) biraz daha uzundur. 14 katın 12 si Parlamento arşivlerini saklamak amacıyla yapılmıştır. Kulenin altındaki şimdiki ana giriş döneminde Hükümdarın giriş kapısıydı. Monark buradan geçerek Parleamento salonuna gelir ve parlamentoyu açardı. Kulenin tepesinde bayrak direğinde normalde Birleşik krallık bayrağı asılı olur. Eğer Monark sarayda ise kraliyet bayrağı asılı olur. 1834 yangınında Avam kamarasının (House of Commons) bütün arşivi yanıp yok olunca, saray yeniden yapılırken proje şartnamesinde kitaplar ve dökümanların güvenli bir şekilde saklanabileceği bir kule tasarlanması istenmişti. Lordlar kamarasının(House of Lords) arşivleri o zaman ana binadan bir sokak ile ayrılmış Jewel kulesinde saklandığı için yangından kurtulmuştu. 12 katlı kulenin iç ve dış mimari tasarımı Augustus Pugin tarafından hazırlanmıştı. Kulenin ilk taşı 1843’de yerleştirildi, inşaatı ise 1860’da tamamlandı. Victoria kulesinin taşıyıcı sistemi olan dökme demir iskelet, taş işçiliği ile gizlenmiştir.   Orijinal olarak Kule Krallık girişi ve Parlemento kayıtları saklamak için yapılmıştı şimdi de parlemonto arşivi görevi görmektedir.
  • Merkez (Central) Kule: sarayın tam ortasında Merkez loby’nin üzerinde yer alan sekizgen formda bir kuledir. 91.4 metre yükseklikte ve kendi içinde taşıyıcı kolon barındırmayan bu kule sarayın içerisindeki kirli havayı ve şöminelerden gelen dumanı dışarıya atmak ve temiz hava dolaşımını sağlamak için inşa edilmişti.

Aslan yürekli Kral I.Richard, Westminster sarayı bahçesi (Baron Carlo Marochetti 1856)

Westminster iç bahçesindeki Kral I.Richard heykeli 1851 yılında Hyde Park’ta düzenlenen büyük fuar için bronz döküm olarak hazırlandı. Aslan Yürekli Richard heykelinin kılıcı II.Dünya savaşı sırasında, 1940 yılında bir bomba ile eğildi ve ortak düşmana karşı bir meydan okuma amblemi olarak öylece bırakıldı.

Westminster sarayının cepheleri kum rengi Anston kireç taşı ile yapılmıştı. Kalitesiz katı yakıt kullanmaktan ötürü bir dönem hava kirliliğinden toplu ölümlerin görüldüğü, havası en kirli şehir olan Londra’da, bu olumsuzluktan sarayın duvarları da nasibini aldı. Yumuşak kireçtaşları hızla bozulmaya başladı. 1920’lerde artık eriyen taşlardan parçalar düşüyordu. 1930’dan başlayarak bozulan taşlar bal rengi Clipsham taşı ile değiştirilmeye başlandı, restorasyon projesi araya Dünya savaşının da girmesiyle ancak 1960’da bitirilebilindi. 1970’ler de kirlilik yeniden görülmeye başlanınca bu kez 1981-1994 yılları arasında taşlar farklı bir sistemle temizlenerek bugünkü haline getirildi.

Mimar Sir Charles Barry

1795 Westminster Londra doğumlu Charles Barry’nin babası tüccardı. Özel okullarda okudu, 15 yaşında Krallık Akademisine girdi. 22 yaşında babası vefat edince, babasıdnan kalan parayla 1817-1820 yılları arasında Avrupa’nın önemli şehirlerini, bu arada izmir, İstanbul ve Mısır’ı da ziyaret etti. İtalyan mimarisini inceledi. Roma’da tanıştığı Hollanda baronu için Londra’da Holland House’u yaptı. Sonrasında yeni gotik tarzda çeşitli şehirlerde birçok kilise inşa etti. İlk önemli sivil yapısı 1835’de bitirdiği yeni grek tarzda Manchester Kraliyet Güzel Sanatlar Ensititüsü idi. Mimar Sir Charles Barry oldukça ünlü bir mimar ve yarışmalar kazanmış biriydi, ama kendi mimari stili Gotik’ten çok klasikti. Hayatı boyunca Liberal partiyi destekledi. Barry 1852 yılında Westminster sarayı büyük ölçüde bittiğinde Kraliçe Victoria tarafından sir ünvanıyla onurlandırıldı. 1860 yılında öldü.
Solda yağlıboya resmi, sağda Avam Kamarasının alt kattaki bekleme odasında heykeli - Mimar Sir Charles Barry

1834 yılında en önemli eseri olan Westminster sarayı proje yarışmasını kazandığında 40 yaşındaydı. Barry tasarladığı diğer önemli yapılar Manchester Güzel Sanatlar Kraliyet Enstitüsü (Athenaeum) (1824), Kutsal Trinity Kilisesi (1829), Royal College of Surgeons (Cerrahlar Kraliyet Koleji 1836), özellikle İtalyan Rönesans etkilerinin gözüktüğü Reform Kulübü (1841), Highclere Şatosu(1850) ve Whitehall Hazine Bölümü (1847) dir. 

Manchester Güzel Sanatlar, Trinity Kilisesi, Highclere Şatosu

Barry, Westminster sarayı yarışması için proje çizimlerini hazırlarken, kendini tamamen Gotik mimariye adamış, 23 yaşındaki yetenekli Katolik mimar ve teknik ressam Augustus Welby Pugin’in yardımını istedi. Pugin proje çizimlerinde Barry’ye yardımcı oldu. Sarayın yapımı sırasında özellikle uygulama projelerinde, sonlandırmada ve iç dekorasyonda Barry tamamen Pugin’in görüş ve düşüncelerine yer verdi. Gerçekte  sarayın kulelerini, şatafatlı Gotik iç mekanlarını o tasarlamıştı. Mimarı resmi evraklarda Barry olmasına karşın gerçekte Westminster Sarayının mimari ruhunun Pugin’e mi yoksa Barry’e mi ait olduğu tartışmalı bir konudur. Pugin’in çıkan sonuçtan çok da memnun olmadığı 'All Grecian, sir; Tudor details on a classic body' ifadesiyle bilinmektedir.

Her iki mimar da sarayın bittiğini göremedi. Saray, Barry’in ölümünden 10 yıl sonra 1860’da oğlu mimar Edward Middleton Barry tarafından bitirildi. Pugin çok daha önce 1852’de ölmüştü. Barry, Pugin’i hayatının son aylarında 1852’nin şubat ayında Ramsgate’deki evinde ziyaret etmişti. Ziyaret amacı, Pugin’in yaptığı saat kulesi ile ilgili son tasarımları almaktı. Bu çalışma Pugin’in delirmeden önceki son çalışmaları oldu.  

Biyografi yazarı Hill’in anlatımına göre, Pugin’in son tasarımlarından olan Westminster saat kulesi için hayatının son senesinde  ‘Hayatımında hiçbir zaman çalışmadığım kadar fazla çalışarak, saat kulesinin tüm detay tasarımlarını bitirdim ve yarın sabah Barry’e sunacağım. Çok güzel oldu ve aslında saatin tüm mekanizması benim.’ diyerek Westminster’ın gerçek mimarının kendisi olduğunu ima ediyordu.  Hill’e göre, Pugin sarayın her türlü tasarımı için gösterdiği olağanüstü katkıya rağmen Mimar Barry’den hiçbir zaman gereken ilgi ve değeri alamadı.  Pugin'in gene bir mimar olan oğlu Edward  1867 yılında ‘Who Was the Art Architect of the Houses of Parliament, a statement of facts’ isimli bir kitap bastırarak Westminster sarayının gerçek mimarının Barry değil babasının olduğunu yazdı.

Binanın tasarımı ve yerleşimi Parlemento’nun çalışma tarzına ve gereksinimlerine göre dikkatlice tasarlanmıştı. Mimar Barry, Sarayın üç ana parçası olan Kralın çalışma mekanlarını, Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası'nı düz bir hat üzerinde süreklilik sağlıyacak şekilde birbirine bağlayarak inşa etmişti. Westminster binasının kuleli ve bitişik sıralı tarzı özellikle Londra’da Şehir Meclisi binası, Adliye Sarayı ve bazı okullar gibi önemli binaların tasarımlarını etkilemiştir.  


ARTS AND CRAFTS HAREKETİ VE PUGIN’İN ÇAĞDAŞLARI

Arts and Crafts

Arts and Crafts, 19. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere'de endüstrileşmenin getirdiği makineleşmeye ve seri üretime tepki olarak gelişmiş bir harekettir. İngiltere, dünyada endüstrileşmenin en erken başladığı ülke, Londra 2 milyonu aşan nüfusu ile dünyanın en büyük şehri olmakla birlikte, 1851'de Londra Crystal Palace'da düzenlenen I.Dünya Sergisi'nde yer alan endüstri ürünleri, izleyenleri özellikle de aydınları düş kırıklığına uğratmıştı.

Serginin gerçekleştirildiği Crystal Palace, lokomotiflerden ahşap sandalyelere kadar, endüstriyel olarak üretilmiş her türden ürünü barındıran, prefabrike mimarinin şaşırtıcı derecede ilerlemiş bir örneğiydi. Sanayi devrimi ülkeyi dönüştürmüş olsa da, muhalif sesler geleneksel el becerilerinin yok oluşunu ve sanayileşmenin toplumsal sonuçlarını sorgulamaktaydılar. Büyük Sergi’nin öncü dâhisi Henry Cole, Britanya’nın fabrikalarından çığ gibi gelmekte olan yeni ürünlere uygun bir tasarım dilinin bulunması gerektiğinin son derece bilincindeydi. Büyük Sergi’den sonra yeni bir endüstri çağı tasarımcıları kuşağının eğitilmesi için Victoria & Albert Müzesi’ni ve Royal College of Art’ı kurdu. 

I.Dünya Sergisi, 1851, Crystal Palaca, Londra

1851 yılında Sultan Abdülmecit saltanatında Londra I. Dünya Fuarına Osmanlı Devleti de el işleri ve tarımsal ürünlerle katılmıştı. Bunlar arasında öne çıkanlar deri eşya, yapağı, keten, incir, kuru üzüm ipek ve pamuklu dokumalar, kilim ve halı, kılıç ve bıçak gibi kesici aletler, cam eşya, altın ve gümüşten yapılmış takılar, kurutulmuş meyveler bulunuyordu. Vapur zamanında Londra’ya ulaşamadığı için, Osmanlı ürünleri fuarın açılışından sonra sergilenebildi. Ancak Osmanlı pavyonu, başta Kraliçe Victoria olmak üzere pek çok ziyaretçi tarafından gezildi ve özellikle tarım ürünleri ve el işleri takdir topladı. Özellikle Mısır ve Tunus‟tan gönderilenler, beğenilerek teşvik amacıyla madalyayla ödüllendirildi.  

Makinenin insanın emeğinden ekonomi sağlamadığını, tersine işi çoğalttığını ve insanın yaratıcı emeğine aracılık etmediğini öne süren Arts and Crafts’ın kurucularından William Morris, seri üretim karşısında kaybolmakta olan el işçiliğini ve zanaatçılığı yeniden canlandırmaya çalışmış ve bunun ancak ortaçağ geleneklerine dönülerek sağlanabileceğini savunmuştu.

Endüstri Devrimi makineleşmeyi ve dolayısıyla da seri üretimi egemen kılarak el sanatları geleneklerini yıkmaya başlamıştı. Bu değişikliğin en doğrudan sonuçlarıysa mimarlıkta görülmekteydi. 19. yüzyılda inşa edilen yapıların sayısı, tüm geçmiş dönemlerdeki yapı sayısından daha fazlaydı. Endüstrileşmeyle birlikte Avrupa ve Amerika'da kentsel yayılma yaşanmakta, fabrikalar, tren istasyonları, köprüler ve resmi binalar gibi yeni yapı türleri inşa edilmekteydi. Hızla yayılmakta olan kentlerdeki kamu binaları, büyük konut toplulukları ve endüstri yapıları çeşitli üsluplarda uygulanmaktaydı. Mimarlar sanat adına, tarihsel üsluplardan alınmış süsleme motiflerinden esinlenerek seri olarak üretilmiş yapı elemanlarını, bina cephelerinde kullanıyorlardı.

Bütün bu üslup karmaşasının yarattığı çözümsüzlük duygusu içinde İngiltere'de İskoçyalı filozof Thomas Carlyle ve İngiliz mimar A.W. N. Pugin ayrı ayrı, dönemin endüstrileşmeye karşı tepkilerinin ortaya konmasına öncülük ettiler. Bir ateist olan Carlyle bir tür paternalizmin (kararların rehber ve ideal kabul edilen kişilerce alınmasını öngören yönetim sistemi) savunucusuydu. Carlyle’ye göre, dış dünyada mükemmel ve hazır görünen her şey maddi bir varlık gibi görünse de, kaynağını büyük adamların beyninden almıştır. İnsanlık tarihinin büyük adamların tarihi olduğunu ve toplumların da bu büyük adamlara tapmak üzere kurulu olduğunu söylemektedir. Muhafazakar Pugin ise ortaçağın mimarlık biçimlerine ve manevi değerlerine doğrudan dönüşü Hıristiyanlık bağlamında savunmuştu.

Pugin'in öne sürdüğü ilkeler, Modernizm'in de temel taşı olacak ilkelerdi: Sağlamlık, kullanışlılık ve rahatlık. 1838'de Mimar Barry adına çizdiği Yeni gotik üsluptaki Parlamento Binası projesinin yarışmayı kazanması sonucunda, Pugin 19. yüzyılda İngiltere'de yaygın olan bu üslubun egemenliğini kesinleştirmiş ve binayı eski ustalara Gotik yapı tekniklerini ve el işçiliğini kullanarak yaptırmıştır.

Düşünür ve sanat eleştirmeni John Ruskin

Bir sanat tarihçisi mutlaka, Pugin’in, 19. yüzyılın üç büyük sanat adamı olan John Ruskin(1819-1900), William Morris(1834-1896) ve Fransız gotik dirilişçisi Eugene Viollet-le-Duc ile etkilişiminin izini sürmelidir. 

Ruskin, bir 19. yüzyıl filozofu ve sanat eleştirmenidir. 1836’da, Oxford’da açılan bir şiir yarışmasında birinci gelerek adını duyurmuş, asıl ününü mimarlık alanında kaleme aldığı yazılarla kazanmıştı. Fransa, İsviçre ve İtalya’yı gezdi. Ressamları, ortaçağ heykelciliğini ve mimarlığı inceledi. Bir sanatçı ya da mimar olmaktan çok bir teorisyen ve eleştirmendi. Ama aynı zamanda büyük bir yazardı ve yazdıkları hem kendi dönemini hem de sonrasındaki mimarları derinden etkilemişti. Ruskin ‘Tarihi yapılara dokunmaya hakkımız yok. Bizim değiller. Onların üzerinde hala geçmiş yaşayanların hakkı var. Üzerinde emek verdikleri şeyi aşındırmaya hakkımız yok’ diyordu. 

Ruskin resimlerinde gölge oyunlarını seviyordu - Suluboya

Ruskin, Pugin’den yedi yaş gençti. Aynı zamanda Oxford Üniversitesi İlahiyat bölümü olan Christ Kilisesine gittiğinde Pugin’in yazılı eserlerini heyecanla inceledi. Gerçekten de, 1837-1838 yıllarında Architectural Magazine’de basılan ‘Mimarlığın Şiiri’ adlı ilk önemli yazısı, doğrudan Pugin’in öğretilerinin sonucuydu. Ruskin bunun ardından Pugin’in temel mesajı olan ‘insanların yapı yapma şekli, kültürlerinin ruhsal olduğu kadar maddesel değerini de yansıtır’ şiarını daha da ileri taşımak üzere üzere kitaplar yazdı.

1849'de yayımlanan ‘The Seven Lamps of Architecture(Mimarlığın Yedi Lambası)’ adlı kitabındaysa binanın konstrüksiyon ve kullanışlılıktan başka bir şey göstermesi gerekmediğini ve yapılarda doğal malzeme kullanılmasının önemini vurgularken, süslemeyi de yapının varlığının ayrılmaz bir parçası olarak görür. Mimarlığın yedi lambasında mimariye yedi değişik açıdan ışık tutuyordu. Bunlar:
  • Bir ekole bağlılık - Bir ulusun mimarisi diğer uluslar tarafından da kabul edilmiş ve uygulanmışsa ve kendini ifade edebiliyorsa, büyüktür.  İngiltere’nin tek bir mimari ekolü olmalı o da İngiliz gotiğidir.
  • Fedakarlık - Tasarımınız ve zanaatinizle işin sahibini değil Tanrıyı memnun etmeye çalışmalısınız.
  • Gerçekcilik - Binalarınız açık yürekli ve doğru sözlü olmalı. Kötü tasarımlar hoş önyüzler ile gizlenmemeli.
  • Heybetli görünüm - Bina bir şekil ve kütle bütünüdür. Mimarın görevi bu şekli en etkili biçimde göstermektir. Yerleşim ve görünüm önemlidir. Tepeye yapılmış bir bina kütlesini çok iyi gösterebilir. Aynı bina eğer geride masif dağlar varsa aynı etkiyi vermez. Eğer etrafı diğer binalar ile çevriliyse binanın hiçbir zaman bütününü göremezsin. Ruskin eserlerde gözün  takip edebileceği bir çizgi halindeki ufkun görülebilmesini tercih ederdi. Yunan tapınaklarında bu bina saçaklarının çizgisiydi.
  • Güzellik – Güzeliğin okulu doğadır. Binalarımızdaki sanat doğada gördüğümüz form, şekil ve çizgilerin benzeri olmalıdır.
  • Hayat – Binalar yetenekli insanların, duvarcıların, maragozların, demircilerin  elleriyle yapılıyor. Binayı yapanın hayatı binanın içine geçmelidir. Ruskin binaların seri imalatına ve ustaların yeteneklerini sınırlayan her türlü yeniliğe karşıydı.
  • Anılar – Binalar kültürü ve daha önce orada neyin yaşandığını yansıtmalı.

Ruskin için tamamlanmamışlık, ölümlü gövdenin yaşam işaretidir.Yaşayan şeylerde düzensizlikler ve eksiklikler olur; bu yalnızca yaşamın işareti değil, aynı zamanda güzelliğin kaynağıdır. Doğada hiçbir şeyin saf bir kesiti yoktur. Tamamlanmışlığı aradığı için Rönesans Avrupa sanatında çöküşe işaret eder. İnsan ancak bir şey yaparsa ve başka şey yapmasına izin yoksa bu aynılığı elde edebilir. Bütün bu nedenlerle de Gotik mimarlığın anonimliğini, organik biçimlerini ve ortaçağın uzmanlaşmamış, zanaatçılığa dayalı iş bölümünün insanın çalışma zevkini ve yeteneklerini yok etmediğini savunur.

Carlyle ve Pugin'in ortak yanları endüstrileşmeye ve endüstrileşmenin getirdiği maddi dünyaya karşı aldıkları tavırdı ve bu tavır Ruskin'i etkilemişti. John Ruskin, 1853'te yayımlanan  Venedik mimarisini incelediği ‘The Stones of Venice (1851: Venedik'ln Taşları)’ adlı kitabında zanaatçının sanat yapıtıyla ilişkisini ele alarak endüstrileşmeyle birlikte ortaya çıkan işin bölünmesine ve işi yapanın bir makineye indirgenmesine karşı çıkmış, üretimin ve makineleşmenin geleneksel zanaatçılığı ve el işçiliğini yok ettiğini savunarak her türlü eşyaya kişiliğini kaybettirdiğini ileri sürmüştür. Bu da Ruskin'e göre en çok süslemenin makinelerle üretildiği zaman ortaya çıkar. 

Fribourg İsviçre – John Ruskin

Ruskin bütün bu düşünceleriyle Arts and Crafts'ın temel görüşlerini oluştururken, ortaçağ ustasının ya da sanatçısının başarısının, onların dini inançlarının dışavurumunda yattığını gözardı etmiştir. Gerçekte Ruskin’in mimaride ahlaki ilkeler yönündeki temel talebi, esasında Pugin’in öğretilerinin bir tekrarıydı. Tıpkı Pugin’in zanaatkarlar üzerindeki etkisi gibi, Ruskin de özellikle Oxford’daki zeki gençler arasında olağanüstü bir etkiye sahipti. İngiltere’nin Victorian döneminin önde gelen sanat eleştirmeniydi. Aynı zamanda sanat hamisi, teknik ressam, suluboya ressamı, sosyolog, hayırseverdi. Jeolojiden mimarlığa, mitolojiden kuş bilimine, edebiyattan eğitime, botanikten ekonomi politiğe kadar çok çeşitli konular üzerinde yazdı.

Rose La Touche portresi – John Ruskin, 1861, Lancaster, karakalem ve suluboya

Rönesanstan başlayarak mimarlığın, genel olarak da sanatın ve toplumsal ahlak yapısının bozulmaya başladığını savunmuş, çağında gotik mimarlık üslubunun canlanmasına öncülük etmiştir. Rönesans ile başlayan kültürel bozulmanın Sanayi Devrimi ile doruğuna ulaştığını düşünmüştür. Sanayileşmenin sanattaki olumsuz etkilerine karşı çıkarak W.Morris ile birlikte sanayileşme öncesi el sanatlarını canlandırmayı amaçlayan ve Arts and Crafts (sanatlar ve el sanatları) adıyla anılan sanat hareketinin öncülerinden olmuştur.

Arts and Crafts kurucusu William Morris

Ruskin’in takipçilerinden biri olan Morris, Pugin’den 22 yaş küçüktü ve gerçek bir Victoria dönemi insanıydı. Morris 1851’de Dünya Fuarı'nda Ortaçağ Avlusu’nu görüp Oxford’da Pugin ve Ruskin’i inceledikten sonra mimar olmaya karar verdi. Aynı zamanda tekstil tasarımcısı, şair, yazar ve sosyal aktivistti. 


Chartres, Amiens ve Rounen katedrallerini ziyaret ettikten sonra Ruskin’in izinden gitmeye karar verdi.  Ortaçağ zanaatkarlarının çalışırken ve sanat üretirken, sanayi sistemi tarafından köleleştirilmiş modern dönem zanaatkarlarından çok daha fazla özgürlüğe sahip olduklarına inandı. Ona göre dönemin zanaatkarları, sermayenin taleplerini karşılayabilmek için tek tipte seri üretim yapmakta ve büyük oranda kar için ucuz malzeme veya uyduruk yöntemler kullanmaktaydılar.   

İnşaatın yanında duvar halısı örmeyi, marangozluğu, dikişi, resmi ve heykeli öğrenmekte olan genç bir sanatkar olarak Morris, gotiğin en üstün tarz olduğu konusunda Pugin ve Ruskin’le hemfikirdi. Kelmscott Basımevini kurduktan sonra masraftan kaçınmayarak tekrar bastığı, Ruskin’in Gotik Doğası Üzerine adlı eseri için yüzyılın övgüye değer eserlerinden biri diyordu. Morris’in Ortaçağ dünyasından en çok öğrendiği şey, gotiğin kaçınılmazlığı değil, onun tüm sanatlara kaynaklık eden doğadan geliyor olması ve bireysel zanaatkarlığın önemiydi. Sanat bütün yaratıcı faaliyetlerin temeli olan zanaatın en üst formuydu. 


Ruskin'in düşünceleri, endüstrileşmeye karşı olan bir aydın çevreyi bir araya getirmişti. Gerek yazılarıyla, gerek uygulamalarıyla Arts and Crafts hareketinin kurucularından olan William Morris, 1853'te Oxford'da bu aydın çevreyle tanışmıştır. Ruskin'in zanaatçılık ilkelerinden etkilenen Morris, Burne-Jones ile birlikte 1857'de Oxford Birliği binasının fresklerini yapmayı üstlenmiş, aynı zamanda mobilya tasarımına başlamıştır.

Mimar Philip Webb tarafından yapılan Arts and Crafts hareketinin doğup geliştiği William Morris’in evi Red House

1859'da arkadaşı Webb'e yaptırdığı Red House, bu düşüncelerin uygulamaya dönüştüğü ilk üründür, ancak asıl etkisi mimarlıkta değil, el işçiliğine dayanan mobilya üretiminde olmuştur. Kırsal bölgede, yerel malzeme olan tuğlayla ve Morris'e göre 13. yüzyıl anlayışıyla inşa edilen evin döşenmesi birkaç yıl almış; istenen vitray ve el işlemeleri bulunamamış; dönemin mobilyaları, seramikleri ve kumaşları da eve uygun düşmediğinden hepsi tek tek tasarlanarak el işçiliğiyle yaptırılmıştır.

Bu süreç Morris ve arkadaşlarına sanatçının kendi tasarısını üretebileceği ve satabileceği bir firma kurma fikrini vermiş ve ailesinden kalan bir sermayesi ve kurnaz bir ticaret mantığı olan Morris 1861'de sanatçılardan ve zanaatçılardan oluşan "Morris, Marshall, Faulkner Şirketi" kurulmuştur. Firma, vitray, seramik, duvar resmi, metal işleri, mücevher, heykel, el işlemesi, halı ve her türlü mobilyayı elle ve olabildiğince düşük bir maliyetle üretecek, kendi bünyesinde sergileyerek satacaktı. Altı önemli sanatçının içinde bulunduğu bu ortaklık, uzun ömürlü olmadı. Ama Morris firmasını değişik biçimlerde de olsa hayatı boyunca devam ettirdi ve onu karlı ve üretken bir işletmeye dönüştürdü.

Ancak ürünler düşünüldüğü gibi ucuza mal olmamış ve şirket asıl kazancını, üretimini başka ticari firmalara yaptırdığı duvar kağıdından, makineyle dokuttuğu halı ve kumaşlardan elde etmiştir. Kendi tasarladığını elle değil de makineyle ve seri bir biçimde üreterek satmak, Morris'in çelişkisiydi. Baskı tekniklerinin çok geliştiği ve makineleştiği bir dönemde, 1890'da, Morris, Kelmscott Basımevi'ni kurmuş ve eski tekniklerle, en ince ayrıntısına kadar tasarlayarak kitap basmanın bir sanat olabileceğini göstermeyi amaçlamıştır.. Ancak, maliyeti çok pahalıya çıktığı için kitaplar geniş kitlelere değil, çok küçük bir kesime ulaşabildi. Morris'in bu konudaki çabasının en önemli etkisi iyi kitap basımıyla ilgili standartların ortaya konmasında olmuştur.


William Morris, çalışan sınıfın estetik zevkinin gelişmesinin, onların yaratıcı gücünü arttıracağını ve sosyalist bir düzeni olanaklı kılacağını düşünüyor, insanların iyi ve güzel iş üretebilmesi için doğal ve iyi koşullarda yaşaması gerektiğini savunuyordu. N. Pevsner'e göre Morris, bireysel dehanın küçük bir grup için yarattığı sanat yapıtını küçük görerek, herkesi, sanatın yalnızca herkes tarafından paylaşılıyorsa önemli ve gerekli olduğu ilkesine inandırmaya zorlamıştır. Ayrıca Morris'in bir başka çelişkisi de bir yandan işçi sınıfının savunuculuğunu yaparken, öte yandan iş adamlığına devam etmesi ve şirketinde çalışanlarla kar paylaşımına gitmemesiydi.

Oysa aynı yıllarda ütopyacı sosyalistlerden Jean Baptist André Godin (1817-88), endüstri devrimini kabul ederek, kent dışında inşa edilen saray biçimindeki yapılarda hem çalışmayı hem de ikameti içeren ve çalışanların kar ortaklığıyla sürdürülen yeni bir komün yaşamını başarıyla gerçekleştirmişti.
Morris tarafında yapılan solda duvar kağıdı, sağda duvar halısı

Morris ressamlıkta ve mimarlıkta başarı gösteremedi. Çalışanların karı paylaştığı, sözde kooperatif olan kendi şirketini, paranın mantıklıbir şekilde harcanması konusunda sıradan işçilere güvenecebileceğine inanmadığı için standart bir ticari girişim, hem de acımasız bir girişim olarak yönetmiş olması açısından sosyal anlayışı da sağlıklı değildi. Bir mobilya yapımcısı olarak sık sık rahatsız sandalyeler ve genel olarak kullanışsız eşyalar yapmakla suçlandı. 


Morris tarafından yapılan solda Meleklerin yaratılışı çini tablo, sağda İsa ve çocuk vitrayı

Ne var ki, vitrayları muhteşemdi. Dahası bir tasarımcı olarak, özellikle desenli tekstil ürünleri ve duvar kağıtları tasarımında hiçbir zaman geçilemedi. Tasarımlarının çoğu - kronolojik sırayla en bilinenleri, Sarmaşık Kafesi, Nar, Kasımpatı, Yasemin, Lale ve Söğüt, Hezaran, Ayı Pençesi, Hanımeli, Kadife Çiçeği ve Sögüt Dalları - 150 yıl boyunca kullanılmıştır. Morris’in çalışmaları ve teşkil ettiği örnek, sessiz sedasız, amacı güzel, iyi yapılmış şeyler tasarlamak; onları her eve sokmak ve böylece toplumun zevkini ve ahlakını yükseltmek olan Sanat ve Zanaat hareketine dönüştü.

Bu hareket Britanya İmparatorluğu, Amerika ve Avrupa’nın dört bir yanına yayılmış, sanatın her bir dalında sadece muazzam miktarlarda yüksek kaliteli eşyalar üretmekle kalmayıp, bir çok alanda 21. yüzyıla dek varlığını koruyan ve gündelik nesneleri görme biçimimizi kalıcı olarak değiştiren binlerce zanaat firmasının kurulmasına yol açmıştır. 


Böylece, Pugin ve Morris aynı önermeden yola çıkıp, farklı usuller ve yollarla çalışmak suretiyle sanayi çağının estetik zayıflıklarına karşı dünya çapında bir direnç yarattılar. Dünyayı daha güzel bir yer haline getirme konusunda hangisinin daha büyük ve kalıcı katkı ürettiğini söylemek güçtür. Morris’in eşsiz bir sadeliğe sahip bir tasarım beğenisi vardı. Öte yandan Pugin’deki yaratıcı ruh daha yoğun, cevher gibi bir alevle ışık saçtı. Ayrıca o dahi bir mimar olduğu kadar bir sanatçı, bir üretici ve girişimci olarak da sanatta ahlaki ilkelerin Morris’ten çok daha iyi bir örneğiydi. Birlikte dünyanın her yerinde beğenileri değiştirdiler ve bunun kalıcı sonuçları oldu.

Sanat, mimarlık ve tasarım üzerine yaptığı konuşmalarla Morris, Arts and Crafts hareketinin kamuoyunda da lideri haline gelmiş ve 1877'de kurduğu Eski Eserleri Koruma Cemiyeti’nde (Society for Protecting Ancient Buildings / SPAB ) toplanan bir grup genç mimarı etkilemiştir.

İçlerinde Lethaby ve Sydney Cockerell'in de olduğu bu grup Arts and Crafts akımını yeniden kurarak Morris'in zanaatçılık ve kırsal sanatla ilgili görüşlerini 20.yüzyıla taşımıştır. Voysey'in de aralarında bulunduğu bu mimarlar en çok taşra ve kent evlerinin planlamalarında kendini gösteren yorumlamalar yapmışlardır. Kendi döneminde özellikle mimarlıkta önemli bir etkinlik göstermeyen Arts and Crafts hareketi, William Morris'in mimarlıkta süslemeden arınmışlığı, kullanışlılığı, yalınlığı ve doğal malzeme seçimini savunan düşünceleriyle daha sonra Modern Mimarlık'ı etkilemiştir.

Gotik dirilişçisi Viollet-le Duc

Onlardan farklı olarak Viollet-le Duc eğitimli, yetenekli, çok çalışkan ve çok hassas olmasına rağmen gerçekte yaratıcı değildi. Her ne kadar, sık sık Fransız Pugin diye adlandırıldıysa ve Fransa’da gotiği saygın ve popüler kılmak adına Pugin’in eserlerinden çok etkilenmiş biri olsa da, başka türlü bir sanatçıydı. Viollet-le Duc, de Pugin’den iki yaş gençti. 1814’de doğdu ve Fransa’nın bereketli sanat dünyasında kendine uygun bir yer bulması yıllarını aldı. Babası, Fransa Kralı Louis-Philippe’in taşra malikanelerinin yöneticisiydi. Viollet-le Duc, Pugin gibi babasını takip ederek çok iyi bir mimari teknik ressam ve suluboya ile çalışan bir topoğrafya sanatçısı oldu. 


Yıllarca yayın sektörünün önde gelen girişimcilerinden biri olan Baron Taylor’a, 1820 ve takip eden yıllarda Voyages Pittoresques et Romantique dans l’Ancienne France adlı bir serinin resimlendirilmesinde yardımcı oldu. Sonunda, çalışmaları 740 cilt ve her biri dört tam sayfa kitap resmi bulunduran 2,950 resim içerecek boyuta ulaştı. Amacı, Fransa’daki bütün eski binaları çalışmalarına dahil etmekti. Entourage denen ve metni çevreleyen çok güzel litografik çizimler yapan en önemli çizer Viollet-le Duc’un kendisiydi ama Eugene Isabey, Horace Vernet ve R.P.Bonington gibi sanatçıları da yanında çalıştırıyordu. 1838 Yıllık Sergisi’nde Rafael’in Vatikan’daki locası çizimiyle altın madalya kazandı ve bir sonraki yıl Fransa’nın Şehir Binaları Ulusal Konseyi’nde müfettiş oldu.

En önemli gotik restorasyonlarından birisi Notre Dame Kilisesi Paris

Çalışmalarında büyük ölçüde restorasyon üzerine yoğunlaşıyordu. Victor Hugo gençliğinde, Fransa’nın Ortaçağ’a ait mimari mirasının, ki bu açık farkla tüm dünyada en büyüktü, bozulmaya terk edildiğini (aslında bilinçli olarak yıkılmaktaydı) güçlü sesiyle haykırmıştı. Hugo ve diğerlerinin protestoları etkili oldu. Viollet-le Duc ise ulusal tepkiyi belirleyecek en önemli kişiydi. Özellikle üç projeyle özdeşleştirildi: Paris’teki Notre Dame’ın restorasyonu, başka örneği bulunmayan devasa bir yapı olan Carcassone Ortaçağ kasaba-katedral-saray-kale kurtarılması ve muhteşem Pierrfonds şatosunun yeniden inşası. 

Pierrfonds Şatosu restorasyonu Viollet-le Duc (1857-1885)

Ayrıca ülkenin her tarafındaki yüzlerce diğer önemli kilise, katedral, manastır ve kamu binası restorasyon projelerinin başarısında da payı oldu. 20. yüzyılda Britanya’da Gilbert Scott’u hedef alanlara benzer keskin eleştirilere rağmen, Viollet-le Duc’ün çalışması genel olarak yüksek kalitedeydi ve derin bir bilgiye dayanıyordu. Neyin yeniden yapılmak zorunda olduğu, neyin sadece restore edilebileceği ve restorasyonun nasıl yapılması gerektiğine karar verirken son derece hassastı.

Pierrfonds Şatosu suluboya Viollet-le Duc

Yapılmış en iyi topoğrafik çizimler olan, muhteşem öncesi ve sonrası suluboyalarıyla çalışmalarının benzersiz bir kaydını da gerçekleştirdi. Pugin gibi o da, derin araştırmalar içeren, mimari ve tarihsel felsefe çalışmaları olan bir dizi muazzam kitabın sorumluluğunu aldı. Bunlara, Fransa ve bütün Avrupa’daki, Ortaçağ da sanat ve mimarlık incelemelerinde devrim yaratan Dictionnaire Raisonne de l’Architecture Francaise du Xleme au XVIeme siecles (9 cilt, Paris 1854-1868) ve Dictionnaire Raisonne du Mobilier Francais de l’Epoque Caroligienne a la Renaissance (6 cilt,1854-1874) adlı eserleri  dahildir. Viollet-le Duc, sadece Ortaçağ sanatçı ve esnaflarının nasıl çalıştıkları konusunda değil, kilitler, anahtarlar, mobilya tekerlekleri, menteşeler, giysiler, zırh, silahlar ve kuşatma makineleri hakkında da uzmanlaşmıştı. Bütün bu konuları hayret verici suluboyalar ve oyma baskılarla resimledi. Ortaçağ zanaatkarlığının ruhunun derinlerine o da Pugin kadar daldı. Fakat 19. yüzyıl inşaatçılarına büyük yarar sağlayan Ortaçağ gotik tasarımlarını kopya edebilmesine rağmen, Pugin’in sanatta yeni ifadeler üretmekte sergilediği sıradışı yetenek onda yoktu. Habitations Modernes (2 cilt,Paris,1877) adlı eseri orijinallikten, hayal kırıklığı yaratacak ölçüde yoksundu. Lausanne yakınlarındaki kendi kır evi La Vedette ise Pugin’in Ramsgate’te çıkardığı iş karşısında sönük kalır.

Carcassone kasabası restorasyonu, Viollet-le Duc, 1853

Hem Pugin hem de Viollet-le Duc, Ortaçağ sanatına ilişkin o zamandan beri benzeri görülmemiş bir bilgi dağarcığı ve sezgi geliştirdiler. Yine de eserlerini karşılaştırdığımızda, bu sanatı kelime ve çizgilerle kopyalama konusundaki bilgi ve becerinin yetmediğini görürüz. Ancak yaratıcı güç de orada yerini almalıdır; Pugin’de olağanüstü bollukta olup, Viollet-le Duc’te noksanlığı bariz olan yaratıcı güç. Muazzam bir enerjiye sahip bir restoratör tarafından suni bir yaşama geri döndürülen Carcassone ve Pierrefonds, Ortaçağ varlıkları olarak hayranlık uyandırabilir, haz da verebilir. Fakat Pugin’in Cheadle’daki kilisesi, sanat ve mimarisi başka hiçbir çağda ve hiçbir kimse tarafından yaratılamayacak olan hakiki bir 19. yüzyıl şaheseridir.   

Osmanlı İmparatorluğu’na hiç gelmemiş olan Eugène Emmanuel Viollet-le-Duc'ün Osmanlı mimarlığını da, onun düşüncelerini benimseyen ve uygulayan mimarlar yoluyla etkilediği tespit edilmiştir. Osmanlı mimarlığı 18. yüzyıldan sonra modernleşme amacıyla Avrupa’nın benimsediği üslupları takip etmiş, neo-Klasik, neo-Rönesans, neo-Gotik, neo-Barok ve Oryantalist üslupların mimari elemanlarından seçmeci bir tutumla biçimlenmiştir. 1873 Dünya Fuarında Osmanlı mimarlığının tanıtılması amacıyla hazırlanan, Usul-i Mimari-i Osmani kitabı, Osmanlı mimarlığının kendi kimliğine dönüşünün başlangıcıdır. Viollet-le-Duc’ün öğretilerini uygulayan öğrencisi Leon Parvillée Osmanlı mimarlığının kurallarını, Celal Esat Arseven’de Osmanlı mimarlığının diğer İslam ülkelerinin mimarlığından ayrılan özelliklerini belirlemişlerdir. Mimari eğitim ve uygulama alanında Osmanlı kimliğinin ulusal bir mimarlık olarak benimsenmesinde Viollet-le-Duc’ün düşüncelerini benimsemiş olan Alexandre Vallaury ve Kemalettin Bey etkin olmuşlardır.


İNGİLİZ MİMARİSİNİN EVRİMİ: ARİSTOKRASİDEN BURJUVAZİYE

İngiltere'nin geçmişinde iktidar ve mimarlık arasındaki ilişkinin ne derece kuvvetli olduğunu görmek mümkün. İngiliz Mimarisi'nin odağının, ilahi yapılardan sivil yapılara doğru kaydığı 18. yüzyılda, güç de el değiştirerek, kraliyet ailesi ve kilisenin tekelinden çıkıp toprak sahibi seçkinlerin (Feodaliter Prenslerin)  kontrolüne geçiyordu. Bu değişimin ilk sonucu konutların şehir dışına kırlara yayılması oldu.

Konut alanlarına tek bir mimari formun hakim olması fikri 18. yüzyılda oldukça popüler hale gelmişti ve konutlaşma da bu eğilime paralel olarak gerçekleşti. Bu dönemde mimari uslüp, Barok ve ünlü mimar Andrea Palladio'nun çizimlerine de hakim olan erken dönem Rönesans mimarisinden daha sadeydi.

Orta sınıfın refah seviyesinin Endüstri Devrimi ile birlikte yükselişe geçmesini takiben konutlaşmada da büyük bir artış gerçekleşti. Endüstri Devrimi yeni bir kent tarzını da beraberinde getirdi. Bu yeni kent, Antik Roma'dan beri karşılaşılan en büyük ve en kalabalık kent formuydu. 19. yüzyıl'ın başından sonuna gelindiğinde Londra, dönem başındaki büyüklüğünün altı misli bir büyüklüğe erişmişti ve Manchester ise bugünkü Çin şehirlerinde olduğu gibi kontrolsüz bir büyüme sergilemeye başlamıştı.

Aydınlanma Çağı'nın başlaması ile birlikte otoritenin ve düzenin köhne fikirleri de yıkılmaya başladı. 18. yüzyılın başında, diğer birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi İngiliz mimarlar da kendilerini tekrar klasik dönem mimarisi içinde konumlandırmaya çalışmıştı. 19. yüzyılda Parlamento Binası'nın mimarlarından Augustus Pugin'in iddiasına göre ise gotik uslup, ahlaken en üstün mimari usluptu. Yine bu dönemde John Ruskin hangi mimari tarzın daha gerçekçi olduğu üzerine çalışıyordu. Ancak hiçbir çaba, gelişigüzel bir şekilde artan Mağribili, Hintli, İtalyan, Fransız ve Yunan detayların uygulandığı binaların yayılmasını engelleyemedi.

Victoria Dönemi mimarisi üzerine yürütülen ve 20. yüzyıla kadar süren merkezi tartışmalara ve çelişkilere getirilen tanımlar büyük ölçüde Pugin, Ruskin ve William Morris'e aitti. Endüstri Devrimi'ne duydukları tüm olumsuz tepkilere rağmen, içinde bulundukları bu dönemin ne sunduklarından ne de mahrum bıraktıklarından kaçabilecekleri herhangi bir yol yoktu. Pugin'in, gotik kiliselerin yeniden canlanacağı kente erişimi sağlayabilmesi için demiryoluna ve bu tasarımın maliyetini karşılamak için endüstrinin sağladığı zenginliğe ihtiyacı vardı. Ruskin'in Avrupa mimarisini araştırabilmesi yine demiryolları ile olanaklı hale gelebilmişti. Morris'in ise pahalı el yapımı mobilyalarını satabilmesi için Endüstri Devrimi'nin zenginleştirdiği burjuvaziye ihtiyacı vardı.

Victoria Dönemi'nin sonuna doğru tarihle donatılmış yapıların kontrolsüz çoğalması ile gelen bezginlik ve Ruskin ile Morris'in daha doğal ve daha güvenilir bir mimarlık arayışı Arts and Crafts akımının doğuşunu da beraberinde getirdi. Avrupa kıtasında ise Art Nouveau akımına paralel ancak daha farklı formlarda bir mimari yaklaşımı benimsemiş olan Philip Webb, Norman Shaw ve Charles Voysey’de doğadan esinlenen ve materyallere doğal güzellik kazandırmayı hedefleyen, daha serbest tasarımlar gerçekleştirdiler.

Bahçe şehir konsepti - Ebenezer Howard, 1902.

Bu sırada Ebenezer Howard insanların 19. yüzyılın binalarla dolup taşan kalabalık caddeleri yerine yeşil ile iç içe yaşayabilecekleri bir kent modeli olan Bahçe Kent’i tasarladı. 20. yüzyılın başlarında Howard'ın modelinden esinlenen ilk bahçe kent örneği Letchworth'u sırasıyla Welwyn Garden City, Hampstead Garden Suburb takip etti ve bu model savaş sonrası dönemin kentleşme akımı haline geldi. Voysey'in iki savaş arasında banliyölerdeki konutlaşmayı etkisi altına alan tarzı, aynı yola cepheli bitişik nizamlı evlerden oluşuyordu. Birçokları için bu uygulama dehşet verici sonuçlar doğurmuş olsa da bir konut buluşu olarak döneme damgasını vurmuştu.

Arts and Crafts akımı oldukça radikal ve İngiltere dışında oldukça etkili olmasına rağmen, 20. yüzyılın başlarında çağdaş mimariye öncülük eden ülkeler Almanya, Fransa, Rusya ve Hollanda'ydı. İngiltere diğer birçok konuda olduğu gibi mimari açıdan da yeniliğe direnç gösteriyordu. Endüstri Devrimi'nin icatlarına ve getirilerine rağmen bu çağı ilahlaştırmamak adına büyük bir çaba sarf eden İngiltere'de Avrupa modernizminin etkileri hem oldukça geç hem de oldukça zayıf hissedildi.

Denys Lasdun tarafından mimari tepeler ve vadiler olarak tasarlanan East Anglia üniversitesi binaları

Alison & Peter Smithson - Robin Hood Gardens

II.Dünya Savaşı sonrasında ise genç mimarların daha akılcı, daha aydınlık ve daha net çizgilere sahip bir mimariye ihtiyaç olduğunu fark etmeleri, modern mimariyi İngiltere'de öncü akım haline getirdi. Bunu takiben İngiltere'de modern mimarlık farklılaşarak kendi çizgisini yarattı. Denys Lasdun ve Alison & Peter Smithson gibi mimarlar daha somut, daha sağlam ve arazi ile daha bütünleşik binalar ortaya çıkarmaya başladı. Erken dönem modern mimarinin soyut tasarımlarına bir tepki olarak geleneksel mahalle biriminin sosyal niteliklerini yeniden keşfetmeye çalıştılar. 1960'lı yıllarda Archigram akımı sökülüp takılabilen ve hareket edebilen binalar ve serbest formlu kentler gibi oldukça etkileyici fikirler yarattı. 1970'lerin sonuna gelindiğinde, bir nevi sosyal politika olarak kentlerin modernist bir şekilde yeniden inşası, kentlerin hem fiziki hem de sosyal yapısında tüm zamanların en büyük çöküşüne sebep oldu. Bu nedenle mimarlar, ruhsuz boş araziler, suçun ve sefaletin baş gösterdiği, tarihin sökülüp atıldığı kentler yaratmakla suçlandılar. çağdaşlığın simgesi devasa cam binalar ise 1970’lerde petrol krizi sonrasında oldukça gözden düşmesine rağmen 20. yüzyılın sonlarından itibaren yeniden popülerleştiler. Seri üretim, toplu konut uygulamaları arkasındaki sosyalist politikalar ise tamamen reddedilmeye başlandı.

Gherkin binası – Norman Foster, 2003

Lloyd's Binası, Londra - Richard Rogers,1986

Margaret Thatcher dönemine gelindiğinde ise alışveriş merkezleri, tematik parklar gibi özel sektöre ait mimari yatırımlar oldukça büyük bir artış kaydetti. Norman Foster, Richard Rogers, Zaha Hadid ve David Chipperfield gibi İngiliz mimarlar büyük bir üne sahip oldular ve hem küresel hem de fiziki ölçek bakımından önceki nesillere kıyasla oldukça şaşırtıcı uygulamalara imza attılar.



Kaynakça
                     
http://www.pugin.com/ http://www.puginfoundation.org/reading/

http://www.parliament.uk/about/living-heritage/building/palace/architecture/palacestructure/the-architects/

Reformation to Millennium: Pugin's Contrasts in the History of English Thought: Rosemary Hill

Johnson, Paul – Creators

Formative Histories of Architecture

Mimarlık – NTV Yayınları







No comments:

Post a Comment