Biri klasik diğeri gotik
ekolden gelen, dönemlerinin meşhur iki İngiliz mimarıydılar. Biri ilişkileriyle Londra Westminster Kraliyet sarayı işini aldı, diğeri projenin iç ve dış
tasarımlarını yaptı. Sonunda biri yaşarken Birleşik Krallık
tarafından Sir ünvanıyla, diğeri delirerek
hayattan göçüp gittikten sonra halk tarafından Tanrının mimarı olarak
ödüllendirildi. Birinin Westminster sarayına heykeli kondu ve oraya gömüldü, diğeri
kendi kazancıyla yaptığı kilisenin mezarlığına. Bu 19. yüzyıl İngiltere’sinde, liberal mimar Anglikan Barry ile 15 yaşında Kral IV.George için mobilya tasarımı yapmaya başlayan muhafazakar Katolik yaratıcı sanatçı Pugin’in hikayesidir. Pugin 19. yüzyılın
endüstriyel buhar gücü ile, özlemi olan hiristiyan gotik mimarinin basıncı
arasına sıkışıp gitmişti.
Bu iki mimar, 19. yüzyıl dünyasının lideri, üzerinde güneş batmayan imparatorluğun en önemli ve prestijli projesi için Londra’da bir araya geldiler. Gotikçi Pugin ile klasikçi Barry’nin sentezinden ortaya eşsiz cephe süslemeleri, göğe yükselen kuleleriyle muhteşem bir Parlamento Binası çıktı. Binanın nehirden görünümü masalsıdır. William’dan Victoria’ya kadar bütün hükümdarların heykelleri ön cepheyi süslerken sivri kuleler yıldızları yakalar.
Augustus W.N. Pugin, gotik sanata aşık
bir mimardan öte, yaratıcı bir sanatçı, çok önemli bir sanat yazarıydı. Bütün
hayatını Katolik dünyaya adayıp, dünyada belki de en çok kilise ve katedral
inşa edip, Tanrının mimarı ünvanıyla onurlandırılmasına rağmen, neredeyse
tasarlamadığı obje yoktu. Çalıştığı çeşitli konularda yazdıkları ise birer
şaheserdi.
GOTİK MİMARİ
Gotik mimarinin gelişmesi
Mimarlık tarihinin 8. yüzyıldan
19. yüzyıla kadar olan zaman dilimi, sanat tarihçileri tarafından aralarında
geçişler de olan beş döneme ayrılmıştır: Romanesk dönem(790-1140), Gotik
dönem(1140-1520), Rönesans dönem(1420-1620), Barok dönem(1550-1790) ve Neoklasik
dönem(1640-1850). Gotik mimaride, sivri kulelerle Tanrı ve sonsuzluk kavramı
işlenmekteyken, Rönesans döneminde akılcılık başlamakta, Rönesans döneminde yatayda
ve düşeyde düz çizgilerin izlendiği klasik mimari esas alınmaktadır. Barok
mimarisinde ise Rönesans mimarisine oranla duygusallığa daha çok yer verilmektedir.
Gotik mimari, Romanesk mimarinin gelişmesiyle ortaya çıkmış, zamanla yerini
Rönesans mimarisine bırakmıştır. 12. yüzyılın ilk yarısında Fransa’da ortaya
çıkan ve yüzyıl içinde tüm Avrupa’ya yayılan gotik üslup, ortaçağ sanatsal
gelişiminin son büyük evresidir. Kaynağı Kuzey Fransa’da Sens, Reims ve Rouen
piskosposluklarıdır. 15. yüzyılda yaygınlığınlığının doruk noktasına ulaşınca
gotik adını aldı. Mimarideki gotik deyimi, klasik mimarinin yumuşaklığı ve
esnekliğinin tam tersi olarak, İtalyanca'da
barbar, kaba, sert anlamına gelen gotico kelimesinden türemiştir. Gotico, bir Alman kabilesi olan, sertlikleri ve vahşilikleriyle ün salmış, Batı Roma
İmparatorluğu’nu tarihten silen Got’larla (Vizigotlar, Ostragotlar) ilgili bir
kelimeydi.
1345’de biten en önemli gotik eserlerden Notre Dame Katedrali, Paris
Tüm sanat dallarında görülmekle birlikte gotik daha çok bir mimarlık üslubudur. 13. yüzyılda kilisenin kent ve kent yaşamı üzerinde etkisi büyüktür ve Katedraller de gotik sanatın anıtsal bir ifadesidir. Gotik mimarlık, Romanesk mimarlık öğelerinden çok yararlanmıştır. Gotik’in en belirgin özelliği olan kaburgalı tonoz 11. yüzyıl sonunda Lombardiya’da ve Güney Fransa’da, 12. yüzyıl’da İngiltere’de Durham Katedralinde ortaya çıkar. Gotik mimarlık üslubu, sivri kemer ve kaburgalı tonoz kullanımıyla tanıtıcı niteliğini kazanmıştır.
Lincoln Katedrali(1185–1311)
batı cephesi, Canterbury İngiltere
Romanesk yapıtın arkasında yatan
temel matematik, toplama idi. Romanesk formlar gruplar halinde toplanmış ve
birbirinden belirgin bir biçimde ayrılmıştı. Sivri kemer ya da kaburgalı tonoz
(tonoz yüzeyi taş ya da tuğladan örülen kaburgalarla sağlamlaştırılmış) gibi
yenilikçi öğeler, masif duvar örgüsünün oluşturduğu kabuk ortadan kayboluncaya
kadar taşıdıkları strüktürel potansiyeli kullanamamıştı.12. yüzyılda Öklit
geometrisinin yeniden keşfiyle mimarlar yalnızca toplama işlemine dayanmayı
bıraktılar. Geometri, çizimde ve bunun sonucu olarak da inşaatta kendini buldu.
Amiens Katedrali
Fransa, 1270
Kaburgalı tonoz sisteminin
kullanılması ve çatı yükünün içten yada dıştan uçan payandalarla yapının bir
tür askıya alınması gibi teknik çözümler, bu üslubun getirdiği yeniliklerdir.
Sonuçta taşıyıcı olmaktan çıkan duvarlarda, vitraylarla güzelleştirilmiş büyük
pencere boşluklarının açılmasına olanak sağlanarak, mabedlerin içi aydınlanmıştır.
Gotik mimari çatı ve cephe sistemleri açısından üç yenilik getirmişti:
Kaburgalı tonoz, Dayanma ayakları (kontrforlar), Dayanma kemerleri (payanda
kemerleri). Kaburgalı tonoz, haç tonoza kaburgaların eklenmesi ile elde
edilmistir. Tonozun yapımında, kaburgalar inşa edildikten sonra araları
doldurulmaktadır. Dayanma ayakları ve dayanma kemerlerinden oluşan sistem,
Gotik mimarlığın düşeyde gelişimini sağlamış ve yük aktarma prensibi ile büyük
pencereler açmaya olanak tanımıştır.
Gotik
tarzdaki Avrupa’nın dördüncü büyük Kadetrali Duomo di Milano, inşaatına 1386’da
başlanmış 500 yıl sürmüştür.
Böylece gotik mimarlar taş yapıyı
hafifleterek, taşın doğal nitelikleriyle adeta ters düşen üsluplar yaratmışlardır.
Ortaçağ mimarlık üslubu, taşın malzeme olarak getirdiği olanakların biçim
yönünden hiç de o kadar sınırlı olmadığını ortaya koymuştur. Gotik yapılar,
göğe yükselen hatları ile çok dinamik ve canlı bir yapı sergilemektedir. Göğe
yükselme, Ortaçağ insanının her katedrali bir öncekinden daha yüksek ve daha
görkemli inşa etmesi çabasıyla artmıştır.
Gotik katedraller, taşıyıcıların
dışarıdan algılandığı ve tüm ışığın içeri alındığı narin yapılardır. Bu dönemde
vitray tekniği geliştirilerek dini yapıların uhrevi etkisi daha da arttırılmıştır.
Denilebilir ki, dönemin en etkileyici yeniliği, kilise duvarlarının neredeyse
tamamen kaldırılması, onların yerini kutsal kitaptan öykülerin resmedildiği bu
renkli cam zarların almasıdır. Böylece taşları ve renkli camlarıyla tüm yapı,
okuma yazma bilmeyenler için bir İncil’e dönüşmüştür. Ya da İncil, mimari cephe
sistemi ile okunur kılınmıştır.
Gotik mimaride çapraz
tonoz, kaburga tonoz kullanımı, Trinity Kilisesi 1856 New York
Gotik’te kullanılan bütün
unsurlar (kaburgalar, dayanma ayakları, dayanma kemerleri, sivri kemerler), insan
gözünü yapı yüzeylerinden göğe doğru kaydıran, tırmandıran ve düşey etkiyi
kuvvetlendiren yöndedir. Dönemin süslemeleri de bunu destekler niteliktedir.
Yapı cephelerinde yoğun bir süs hakimdir. Gotik’in klasik döneminde çok yüksek
katedraller inşa edilir, kuleler iyice incelip yükselir, yan yana, dar ve
yüksek pencereler yapıya hakim olur, iç ve dış yüzeyler dantelleşir ve yoğun
bir süsleme görülür. Özellikle Geç Gotik’te yapıda, başta pencereler ve
duvarlar olmak üzere her şey dantel gibi işlenmiştir. Buna Gotik Rokokosu’da
denmektedir.
Westminster Abbey,
Londra, (1245-1517)
Westminster Abbey’de
taç giyme koltuğu, 1308’den beri tüm Kral ve Kraliçeler burada taç giydi.
Özetle, Gotik dönemde dünyevi
yaşamın temel ilgisi, göksel yaşamı teminat altına almaktır. İtalyan
hümanistlerince barbar olarak değerlendirilen, adını da bu kavramdan alan, gotik
üslup, inanç ve bilginin kiliseyle birleştirilip herşeyin dinle açıklandığı (skolastik)
düşünce sistematiğinin egemen olduğu bu
ortamda, çağı biçimlendiren bazı adımlardan da büyük ölçüde yararlanarak
gelişmiştir. Dolayısıyla, hem kentsel kibirin hem de içten dindarlığın ifadesi
olarak ortaya çıkan büyük kent katedralleri, en araştırıcı mimari denemelerin
yapıldığı yapılar olmuştur. Bu nedenle belediye sarayları ve özel konutların
mimarisi de katedraller için geliştirilen formlardan türetilmiş ve sonuçta
ortaya göğe doğru yükselen düşey çizgilere vurgu yapan organik bütünlüğe sahip
kentsel bir mimari form çıkmıştır. Bu fomda da en büyük rolü, mevcut koşulların
etkisi ile sivrilmis ve süse boğulmuş olan çatı ve cephe elemanları
üstlenmiştir.
İstanbul’da gotik mimari
İstanbul’da gotik üslubun
uygulandığı tek yapı Galata’daki Arap camii’dir. 717 yılında
Konstantinapolis’in fethi için gelen Müslüman Emevi Araplar, 10 yıl kaldıkları
Galata’da Arap camii adıyla bilinen bir camii yaptırmıştı. 1204 yılında
IV.Haçlı Seferi sırasında Konstantinopolis'i işgal edip 50 yıl sürecek Latin
Devleti kuran Katolikler, Arap camiye çan kulesi ekleyip gotik tarzda kiliseye
çevirdiler. Yapı, kaburgalı tonozları, eskiden çan kulesi olan kare formundaki minaresi
ve minarenin altındaki tonozlu geçidi ve güney duvarındaki sivri kemerli
penceresiyle bir gotik yapı olduğunu açıkça belli eder. 1453’de yeniden camiye
çevrilmiştir.
Haçlı seferleriyle Yakındoğu’ya giren gotik sanatı, Anadolu Türk sanatı üzerinde herhangi bir etki göstermemiştir. Osmanlı döneminde ise Topkapı Sarayı’nın Mimar Sinan tarafından yapılan mutfaklarına ikinci avludan geçit veren giriş dehlizi tonozunun gotik tarzı kaburgalı olduğu görülür. Aynı teknikteki daha büyük bir kaburgalı tonoz da Sultan III.Osman köşkünün altında yer alan havuzun üstünü örtmektedir.
19. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren Yeni gotik üsluba ait bazı mimari formların uygulandığı görülür.
İtalyan mimarı Montani’nin yapısı olan Aksaray’daki Pertevniyal Valide Sultan
Camii’nin(1871) ve Çırağan Sarayı’nın(1863)
pencereleri tamamen gotik üsluptadır. Yıldız bahçesinin Çırağan yönündeki
girişi yanında bulunan Küçük Mecidiye Camii(1848) ile Sultan Abdülaziz
döneminde mimar Balyan tarafından Sadabad’ın yerine yapılan Kağıthane Camii’nde(1862)
de minare şerefelerindeki saçakları taşıyan ince sütunların aralıkları gotik
kemerlerle doldurulmuştur. 1866’da Sultan Abdülaziz zamanında Yıldız civarında
lhlamur’a inen yokuşun kenarında yapılan ve halk tarafından Süslü Karakol
adıyla bilinen bina da aynı mimarinin yakın tarihlerdeki örneklerindendir.
Yeni Gotik Üslubu
19. yüzyıl mimarisi, büyük ölçüde
erken mimari hareketlerin ve modern çağın başlarındaki yeni teknolojilere
uyarlanan yabancı, egzotik tarzların etkisinde kaldı. Yeni Gotik, Yunan ve
Rönesans’ın yeniden canlandırılışı ile çağın teknolojileri ve materyalleri
birleştirildi. Uzun yıllar devam eden gotik gelenekleri ve Ortaçağ’da hüküm
süren güçlü imparatorluklarından dolayı gotik uyanış Fransa ve İngiltere’de
kolayca benimsendi. Gotik mimari 19. yüzyılda kiliselere ve katedrallere
uygulandı. Pek çok gotik kilise yeniden yapıldı. Varlıklı toprak sahipleri
hayalini kurdukları romantik şatoları, malikanelerinde gotik unsurlar
kullanarak yeniden yaratmak istediler. Sanat yazarı James Ruskin ve Victor
Hugo’nun yazıları da bu devrin popülerliğinin artmasına neden oldu. Fransa’da gotik
restorasyon uzmanı Viollet-le-Duc yeni endüstriyel materyallerin gotik
strüktürel planlarda birlikte kullanılmasını savunuyordu.
Parlamento binasının yarattığı
hayranlık yeni gotik üslubunda hızla yaygınlaşmasına neden olmuştur. Yeni gotik
akımın başlıca temsilcisi, en az 39 katedral ve manastır kilisesinin ve bu üslubun
baş yapıtlarından olan Albert Memorial (1864-1872) anıtının tasarımını yapan,
Sir George Gillbertscott'tur.
Horace Walpole evi,
Strawberry Hill, Londra
Avrupa ve ABD'de 19. yüzyıl
mimarlık etkinliğine büyük ölçüde egemen olan yeni gotik üslubun kökeni 18.
yüzyıldaki fantezi gotik mimarlık modasına dayanır. Romantiklerin gotik üslubunun
ilginç yönlerine aşırı eğilimi Londra dışında Strawberry Hill'deki Horace Walpole villasında somut bir
biçimde ortaya konmuştur.1830 yılarında yapılan Ortaçağ'ın gotik sanat ve
mimarlığın yansıttığı Hıristiyanlık erdemlerinin yeniden keşfi amacının en
güzel örneklerindendir.
Yeni gotik üslubunun ideolojik
cephesinin resmi temsilcileri John Ruskin ile akımın bir çeşit manifestosu olan
Contrast(1836) adlı yapıtı yazmış olan Augustus Pugin'dir. Yeni gotik
eğilimlerinin ortaya çıktığı ilk yapısıyla İngiltere'nin ilk ulusal anıtı olan
ve projesini Pugin'in ile Sir Charles Barry'nin çizdiği parlamento binasıdır.
Bu dev projede gotik mimarlık öğelerinin yanı sıra yapıttaki bütün eşya ve iç
süslemelerde de aynı üslup benimsenmiştir.
Albert Memorial, Londra’da Kensington
Gardens’da Royal Albert Hall binasının kuzeyindedir. Kraliçe Victoria
tarafından, 1861 yılında vefat eden eşi Prens Albert anısına yaptırılmıştır.
Anıt, Sir George Gilbert Scott tarafından gotik tarzda tasarlanmış ve 1872’de
Kraliçe Victoria tarafından açılmıştı. Anıta Albert’in oturan heykeli 1875
yılında yerleştirildi.
Köln Katedrali, 1880
Yeni gotik üslubu Kuzey Avrupa'da
ulusal bir kimlik kazanmış, her Kuzey Avrupa Ülkesi kendine özgü gotik
geleneğini yaratmıştır. Yeni gotiğin Almanya'daki başyapıtı Köln katedralidir (1842-1880).
Alman ulusunun birliğinin bir simgesi olarak, hem Katoliklerin, hem de
Protestanların parasal desteğiyle yapılmıştır. Yeni mimarlık akımının coşkuyla
karşılandığı ABD’deyse yeni gotik üslubunun başlıca yapıtları New York'ta
gerçekleştirilmiştir: Richard Upjohn’ın ünlü Trinitiy kilisesi(1843-1846) yine Renwick'in Saint Patrick katedrali(1858-1879).
TANRININ MİMARI AUGUSTUS W. N. PUGIN (1812-1852)
İngilizce konuşan ülkelerden olağanüstü başarılar üreten beş mimar çıkmıştır: Sir Christopher Wren, A.W.N.Pugin, Louis Sullivan, Sir Edwin Lutyens ve Frank Lloyd Wright. Her biri dehşet verici ölçüde yaratıcıydı ve hepsi de arkasında en üst nitelikte devasa eserler bıraktı. Ama aralarındaki en parlak yıldız Augustus Welby Northmore Pugin’di. Pugin, Avrupa’nın en güçlü adamı Bonapart’ın, Rusya’nın karları üstünde hak ettiği cezayı bulduğu ve İngiltere ile Birleşik Devletler’in, dünyanın planlanmış ilk modern şehri olan Washington’un ateş altında yıkımına sebeb olan, tarihin en anlamsız savaşlarından birinin içine yuvarlandıkları yılda, 1812’de Londra’da doğdu. Charles Dickens ve Robert Browning ile beraber dünyaya gelmek için muazzam bir yıldı.
Pugin’de yetenekli diğer ressamlar gibi üç yaşında resme başladı. Hızla suluboyaya geçti ve hayatının her günü kurşunkalem ve fırça kullanmaya devam etti. Ailesi onu her yaz tatilinde, baba-oğulun kilise ve diğer gotik binaları çizdikleri Avrupa turlarına çıkardı. Topoğrafik resmi ciddiye alan herkes, mimariyi bütünüyle anlamanın yolunun, çok detaylı ve dikkatli bir şekilde bina çizmek olduğunu söyleyecektir. Bir binaya yakından, tekrar tekrar ve uzun süre bakmak zorundasınız. Mimarın belirli bir örnekte ne yapmış olduğunu ancak bu yolla kavrayabilir ve genel olarak duvarcı, marangoz ve diğer zanaatkarların katkılarını tespit edebilirsiniz. Pugin hayatı boyunca, Britanya’da ve yaptığı yıllık kıta turlarında inanılmaz sayıda gotik bina resmi çizmiştir. Gerçek Ortaçağ eserlerine yönelik yoğun çalışmaları ve onları kağıt üzerinde tekrar tekrar üretmesi, kendi tasarımlarına zemin oluşturmuş ve Ortaçağ inşaatçılarıyla süslemecilerinin ruhlarını kavramasına yardımcı olmuştur.
Solda St. Patrick's Katedrali (1879
Manhattan NYC), sağda Trinity Kilisesi (1846 Manhattan NYC)
Woolworth Binası, İkiz
kuleler yıkılmadan önce aralarından gözükürdü, 1913, NYC
Bu arada 20. yüzyılın ilk
gökdelenlerin çoğu da Cass Gilbert'ın gerçekleştirdiği 60 katlı Fransız gotiği
üslubundaki New York şehrindeki 1913 de yapılan Woolworth binası gibi yeni gotik üslupta yapılmıştır. Yeni gotik
üslubu 19. yüzyıl sonunda gerilmeye başlamış bu üslupta çalışan nitelikli
işçilerinin ücretlerini çok yüksek olması yanı sıra yeni mimarlık akımlarının
ortaya çıkmasıyla ortadan kalkmıştır.
TANRININ MİMARI AUGUSTUS W. N. PUGIN (1812-1852)
İngilizce konuşan ülkelerden olağanüstü başarılar üreten beş mimar çıkmıştır: Sir Christopher Wren, A.W.N.Pugin, Louis Sullivan, Sir Edwin Lutyens ve Frank Lloyd Wright. Her biri dehşet verici ölçüde yaratıcıydı ve hepsi de arkasında en üst nitelikte devasa eserler bıraktı. Ama aralarındaki en parlak yıldız Augustus Welby Northmore Pugin’di. Pugin, Avrupa’nın en güçlü adamı Bonapart’ın, Rusya’nın karları üstünde hak ettiği cezayı bulduğu ve İngiltere ile Birleşik Devletler’in, dünyanın planlanmış ilk modern şehri olan Washington’un ateş altında yıkımına sebeb olan, tarihin en anlamsız savaşlarından birinin içine yuvarlandıkları yılda, 1812’de Londra’da doğdu. Charles Dickens ve Robert Browning ile beraber dünyaya gelmek için muazzam bir yıldı.
Ne var ki, C.Dickens kederli bir
çocuk olarak Thames kenarındaki bir ayakkabı boyası fabrikasında çalışır ve R.Browning
hayalperest bir okul çocuğu olarak Yunanca nazım yazmayı öğrenirken, Pugin göz
kamaştırıcı yeteneğini doludizgin geliştirmeye başlamıştı bile. Babası Augustus-Charles
Pugin(1762-1832), Fransız Devrimi sırasındaki terör’den kaçarak Londra’ya
gelmiş, Kraliyet Akademi Okullarına girmiş ve ardından son derece yetenekli mimar
John Nash’ın asistanı Paris’li bir sanatçıydı. Baba profesyonel bir mimar değil
ama özellikle mimari konularda üst düzey bir teknik çizimci; bir ressam, bir tasarımcı,
hepsinden önemlisi bir sanat öğretmeniydi. Great Russel caddesindeki evi,
British Museum’a 45 metre uzaklıktaydı. Baba Pugin bir mimari resim okulunu
yönetiyordu ve oğul Pugin de zaman zaman bu derslere katılıyordu. Baba Pugin, kitap
yayıncısı Rudolph Ackermann için çalışan, çok başarılı bir yazar ve çizerdi.
1808’de Charles Pugin ve Rowlandson, Microcosm
of London adlı yapıtı ürettiler. Büyük başarı kazanan bu yapıtta Pugin topoğrafik
yerleşimleri, Rowly de figürleri yapıyordu. Her ikisi de, saf, ışıltılı tonlar
üretmekte uzman, olağanüstü suluboyacılardı. Pugin’in yeteneği en parlak
haliyle, A.W.N.Pugin’in doğduğu yıl yapılan ve İngiliz Mimarları Kraliyet
Enstitüsü’nde bulunan, görkemli Westminster manastırı adlı suluboyasında
görülebilir.
Oğul A.W.N.Pugin, sanayi ve ticaretin Avrupa’nın en güzel kırlarını
dönüştürüp büyük tarihi kasabalar üzerinde hakimiyet kurduğu, hem ev hem de
fabrikalarda milyonlarca bacadan dumanların her şeyi kömür grisine boyadığı bir
çağda, sanatın ve özellikle mimari sanatının bayrağını yükseltmeye tutkuyla
kararlı sanatçı, yayıncı, gravürcülerin vızır vızır kaynadığı bir evde büyüdü.
Ev, kültürel direnişin bir kalesi, güzelliğe adanmış cüretkar bir tapınaktı.
Evi yöneten ise Pugin’in annesi, ünlü bir dava vekilinin kızı, büyüleyici
görünümüyle ‘Islington Dilberi’
ünvanını kazanmış Catherine Welby’di. Onun, yetenekli oğluna düşkünlüğü,
Pugin’in kadınlardan ve özellikle güzel olanlardan neden bu kadar hoşlandığını
ve onlarla nasıl bu kadar iyi geçindiğini anlamaya yardımcı olur.
Mimar Augustus Welby Pugin
Pugin’de yetenekli diğer ressamlar gibi üç yaşında resme başladı. Hızla suluboyaya geçti ve hayatının her günü kurşunkalem ve fırça kullanmaya devam etti. Ailesi onu her yaz tatilinde, baba-oğulun kilise ve diğer gotik binaları çizdikleri Avrupa turlarına çıkardı. Topoğrafik resmi ciddiye alan herkes, mimariyi bütünüyle anlamanın yolunun, çok detaylı ve dikkatli bir şekilde bina çizmek olduğunu söyleyecektir. Bir binaya yakından, tekrar tekrar ve uzun süre bakmak zorundasınız. Mimarın belirli bir örnekte ne yapmış olduğunu ancak bu yolla kavrayabilir ve genel olarak duvarcı, marangoz ve diğer zanaatkarların katkılarını tespit edebilirsiniz. Pugin hayatı boyunca, Britanya’da ve yaptığı yıllık kıta turlarında inanılmaz sayıda gotik bina resmi çizmiştir. Gerçek Ortaçağ eserlerine yönelik yoğun çalışmaları ve onları kağıt üzerinde tekrar tekrar üretmesi, kendi tasarımlarına zemin oluşturmuş ve Ortaçağ inşaatçılarıyla süslemecilerinin ruhlarını kavramasına yardımcı olmuştur.
Gardrop – Pugin, 1850
Pugin sadece binaları değil,
içlerindeki her türden ve malzemeden nesneyi de çizdi. Ona göre, çok küçük
yaşlardan beri, sanat her yerdeydi. Dünya insan eliyle yapılmış güzel eserlerin
sürekli bir bütünüydü veya değilse bile öyle olabilirdi. Zanaatkar-sanatçılar
ise insan gözüne görünen her şeyi zarif ve yakışır hale getirmek için elleriyle
hünerlerini bir araya getiren uzmanların oluşturduğu dayanışmacı bir oluşumdu.
Solda - Yemek masası sandalyesi, Pugin, 1838, Sağda - Kolluklu sandalye, Pugin, 1823
Sekiz yaşında ilk eserini tasarladı: bir sandalye. Bundan sonra yeniden yaratmadığı, evde veya herhangi başka bir binada, gündelik kullanımda olabilen pek az şey vardır. 1827’de 15 yaşındayken Windsor şatosunda yaşayan Büyük Britanya Kralı IV.George için gotik mobilya tasarlamak üzere ilk profesyonel işini aldı. Mobilyalardan bazıları hala şatodadır. Aynı zamanda Kraliyet kuyumcusu Rundell ve Bridge krala çeşitli değerli objeler tasarlaması için Pugin’e iş vermeye başladı.
17 yaşındayken, mobilya tasarımı üzerine kendi işini kurdu ve firma 1829’dan Pugin’in 1852’deki ölümüne dek sürekli üretim halinde oldu. İlk gençlik yıllarında tutkulu bir tiyatro izleyicisiydi ve 19’unda, her ikisi geleceğin Kraliyet akademisyeni ve büyük birer manzara ressamı olan Clarkson Stanfield ve David Roberts gibi profesyonel sahne ressamları ve tasarımcılarıyla birlikte Covent Garden tiyatrosu için sahne dekoru yaratıyordu.
Çini - Pugin, 1847
Sahne tasarımının hemen arkasından, Pugin tiyatro kostümleri de tasarlamaya başladı. Gerçekten de tasarlamadığı ne vardı ki? Yaratıcı dikkati her tarafa yöneldi. 19. yüzyıl tasarımcı ve zanaatkarlarının şaşırtıcı yaratıcılıklarından doğan ürünleri barındıracak bir müze ve çalışma merkezi olarak kurulan Victoria ve Albert Müzesi, herkesten çok Pugin’in objelerini muhafaza etmektedir. Victoria ve Albert’taki koleksiyon sayısız duvar çinisi, çeşitli eşyalar, her çeşit yer kaplamaları, tabaklar, tepsiler, çini sobalar, vazolar, masalar, sandalyeler, koltuklar, dolaplar, mumluklar, tuzluklar, kaşıklar, şamdanlar, metal tabaklar, kadehler, kutsal emanet kutuları, haçlar, şömine süsleri, baskılı keten ve pamuklular, perdeler ve diğer tekstil ürünleri içerir ve bunlar Pugin’in ürünlerinin ancak bir kısmıdır.
Pugin, ilk gençliğinde üretken bir sanat kitabı yazarıydı ve sık sık bu kitaplar için resim yapıyordu. 1820’ler onun için, kürek ve sürekli kullandığı küçük yelkenliyle denize açılmak gibi çoşkulu spor etkinliklerinin damgasını vurduğu, yaşama sevinciyle dolu bir on yıl oldu. Hayatı, tasarım masası, tezgahı veya stüdyosundaki yoğun sanatsal faaliyetle, genellikle fırtınalı havalarda yaptığı çetin idmanlar arasında gidip geldi.
Ancak 1830’larla birlikte hayatın
gerçekleri ortaya çıktıkça, Pugin’e de artan bir ciddiyet geldi. 1831’de 19
yaşındayken, Anne Garnet ile evlenmişti. 1832’de babası öldüğü yıl Pugin’in ilk
büyük sanatsal faaliyeti, geniş çaplı çalışması Gotik Mimari Örnekleri’ni bitirmek oldu. Aynı yıl ilk karısı Anne
Garnet, dünyaya bir kız çocuğu getirirken hayatını kaybetti. 1833’de ikinci eşi
Louisa Burton ile evlenip Londra’dan Salisbury’e taşındı ve orada şehir dışında
bir arsa alarak ortaçağ mimarisindeki St. Maries’s Grange(kır evi) evini yaptı.
Pugin, ilk kez 12 yaşlarındayken
yakın ilgi duyduğu İngiliz kilisesinden zamanla uzaklaşarak Roma Katolikliği’ne
yakınlaştı ve 1835’te kiliseye kabul edildi. Bu dönüşüm ona bazı iş
olanaklarını kapattıysa da bazı yeni kapıları da araladı. Bundan sonra,
sanatsal ilkeleriyle dinsel inançları bir oldu. Ortaçağın gotik tarz ve
kültürünü, sadece İngiltere’deki Katolikler ve diğer Hiristiyanlar için değil,
bütün kuzey Avrupa ve onun denizaşırı sömürgeleri için de doğal ve doğru bir
ahlaki estetik olarak gördü. Onun çocukluk ve gençliğinin İngiltere’sinde
güçlü, hatta baskın olan klasik dirilme düşüncesini, bir bozukluk; sadece mavi
gökyüzü ve sıcak güneş için elverişli, İtalya’dan gelen ve uygun olmayan bir akım
olarak görüp terk etti. Ona göre Avrupa’nın orta ve kuzeyi gotik idi ve gotik oralar
için vardı.
Pugin tarafından tasarlanmış mobilyalarla dekore edilmiş çizim odası, 1850, Eastnor Şatosu, Herefordshire
1834’de Westminster sarayı yanınca, yeni sarayın mimari proje yarışmasına hazırlanan Mimar Charles Barry’nin teklifi üzerine gotik stildeki projede iç ve dış tasarımları yapmak üzere Barry için çalışmaya başladı. Bütün yaratıcı fikirler ve tasarımlar Pugin’den gelmesine karşın değerli sanatçı her zaman Barry’nin gölgesinde kaldı. Egemen Anglikan aristokrat sınıf belki de Katolikliği seçtiği için onu kabullenmek istemedi. Hep görmezden geldi.
Klasik tarzın savunucularını
bozguna uğratma ve özellikle bütün dini binalarda ve kamu binalarında gotik’i
egemen kılma kaygısı içindeki Pugin, babasından miras almış olduğu ve sürekli
gözlem ve südyo çalışmalarıyla geliştirdiği edebiyat ve çizim yeteneğini Anglo
Sakson dünyanın sanat tarihinde eşsiz olan bir propaganda eserleri serisi
başlatmak amacıyla kullandı. Bu eserler onun davasını ateşli bir şekilde
anlattı fakat aynı zamanda takipçilerle taraftarlar için pratik de birer el
kitabı oldular; aynı zamanda, başlı başına harika birer sanat eserleriydiler. Gothic Furniture in the Style of the
Fifteenth Century, Designed and Etched by A.W.N.Pugin adlı eseri 1835’de
yayınlandı.
1936’da Pugin başyapıtı olan Contrasts:A Parallel between the Noble
Edifieces of the Fourteenth and Fifteenth Centuries, and Similar Buildings of
the Present Day, Showing the Present Decay of Taste adlı kitabı Ortaçağın
gotik stil ile birlikte yeniden canlanması için bir özlem kitabıydı. Kitabında
kırsal alanda yapılmış 1830 yılı binalarını, 15. Yüzyıldaki durumlarıyla
karşılaştırıp, gotik mimarinin üstünlüğünü öne çıkarıyordu. Pugin’in biyografisini
yazan Rosemary Hill, kitapta güncel binaların doğru açılardan resmedilmediğini
dolayısıyla karşılaştırmaların adil olmadığını belirtmişti. 1836’da, biri
kuyumcular ve gümüşçüler için, diğeri demir ve pirinç işçiliği için olmak üzere
iki tasarım kitabı daha yazdı. 1837’de Details
of Ancient Timber Houses of the Fifteenth and Sixteenth Centuries... Drawn on
the Spot and Etched by A.Welby Pugin basıldı. Bunlar düzenli Avrupa
turlarının meyveleriydi.
Pugin, 1837’den 1852’de ölümüne kadar Alton Kulesi, Staffordshire projesiyle ilgilendi. İşi veren zengin Katolik Shrewsbury Kontu John Talbot’idi. Kont 1836 yılında, Pugin’in yazdığı Contrasts kitabını gördükten sonra projeyi ona vermeye karar verdi. Pugin 1847’de bu kez Alton Kalesi projesiyle ilgilendiğini görüyoruz. Öldüğünde proje henüz bitmemişti, tamamlamak oğlu Edward’a düştü.
St. Mary's Kilisesi,
Uttoxeter, Pugin, 1839
Kraliçe Victoria’nın tahta
çıktığı yıl olan 1837’de Pugin, Scarisbrick
Hall için çalışmaya başladı. Oscott
College’e mimar ve Ecclesiastical Antiquities profesörü olarak atandı. 1839’da ise
Uttuxeter’deki ilk kilisesi olan St.
Mary's bitirdi. Shrewsbury’nin 16. Kontu tarafından yaptırılan kilisenin
dışı sade bir tasarıma sahipti. Pugin 1840 yılında St. Giles Cheadle ve Alton’daki The Hospital of St. John The Baptist projeleri üzerinde çalışmaya
başladı. Mimari iş olanakları ve projeler için uygun bir yer olmayan
Salisburry’den 1841’de ayrılıp yeniden Londra’ya döndü, Chelsea’ye yerleşti.
Solda Grange evi,
sağda St Augustine Kilisesi - Pugin, 1850, Ramsgate
Aynı yıl Kent şehrinde Ramsgate’de kendisi için daha büyük ve
güzel Grange (kır evi) ve para buldukça yavaş yavaş inşa edeceği bir kilise inşaatına
başladı. Evin denize tepeden bakan çok güzel bir manzarası vardı. Açık renk
tuğla ile örülmüş belirli yerlerde süsleme amaçlı taş kullanılmıştı. Evin bir
de denizi seyredebildiği kulesi vardı. Pugin bu kuleden denizde zor durumda
olanlar var mı diye bakar, bazen de teknesiyle gidip denizcileri kurtarırdı. Grange
evini ancak ölümünden iki yıl önce 1850 yılında bitirebilecekti. Kilisesi ise
öldükten sonra oğlu tarafından bitirildi. İkinci eşi 1844’de ölünce bu kilisenin
mezarlığına gömüldü.
St Chad’s Katedrali -
Pugin, 1841, Birmingham
İlk katedrali, Kara Ülke’nin
dumanına ve asit aşındırmasına dayanabilmesi için tuğladan yapılan,
Birmingham’daki St.Chad’s
(1839-1841) idi. Ortaçağ boyunca gotik mimarinin ana malzemesinin tuğla olduğu
Baltık coğrafyasından motifler kullandı. St.Chad’s, büyük bir sanayi
merkezindeki ana kilisenin ibadet ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde büyük bir
hızla ve en düşük maliyetle inşa edilmiş, çok başarılı bir tasarımdı. Pugin,
gerçekten de Esas İlkeler adlı
eserinde ortaya koyduğu iki temel kuralı takip eden bir işlevselciydi:
Birincisi, ‘rahatlık, inşaat veya
uygunluk açısından gerekli olmayan hiçbir özellik olmamalıdır’; ikinci
olarak da, ‘tüm süsleme, binanın esas yapısının
zenginleştirilmesinden oluşmalıdır’.
St.Chad’s katedralini, güneydoğu Londra’daki Southwark, Nottingham ve Tyne nehri üzerindeki Newcastle gibi büyük katedraller ve Birleşik Krallık’ta, İrlanda’da ve imparatorluğun diğer yerlerinde(Avustralya, Yeni Zelanda) onun doğrudan gözetimi altında veya onun fikirlerine dayanılarak yapılan birçok küçük katedral takip etti. Aslında, tarihte bu kadar katedralden sorumlu hiç kimse yoktur. Ayrıca düzinelerce kilisesi de vardır. Sadece İngiliz mimar Sir Christopher Michael Wren toplamda yetmişle, Pugin’den dah fazla kilise inşa etmiştir. Pugin’in, maddi gücü yeterli olmayan cemaatler için yaptığı bazı kiliseleri görece sadedir. Bu anlamda, William Butterfield ve George Gilbert Scott gibi, sık sık parlementonun sağladığı fonlarla desteklenen Anglikan Kilisesi’nin neredeyse sınırsız kaynaklarını kullanan Anglikan mimarlar ile karşılaştırıldığında, ciddi bir dezavantaja sahipti.
St.Chad’s katedralini, güneydoğu Londra’daki Southwark, Nottingham ve Tyne nehri üzerindeki Newcastle gibi büyük katedraller ve Birleşik Krallık’ta, İrlanda’da ve imparatorluğun diğer yerlerinde(Avustralya, Yeni Zelanda) onun doğrudan gözetimi altında veya onun fikirlerine dayanılarak yapılan birçok küçük katedral takip etti. Aslında, tarihte bu kadar katedralden sorumlu hiç kimse yoktur. Ayrıca düzinelerce kilisesi de vardır. Sadece İngiliz mimar Sir Christopher Michael Wren toplamda yetmişle, Pugin’den dah fazla kilise inşa etmiştir. Pugin’in, maddi gücü yeterli olmayan cemaatler için yaptığı bazı kiliseleri görece sadedir. Bu anlamda, William Butterfield ve George Gilbert Scott gibi, sık sık parlementonun sağladığı fonlarla desteklenen Anglikan Kilisesi’nin neredeyse sınırsız kaynaklarını kullanan Anglikan mimarlar ile karşılaştırıldığında, ciddi bir dezavantaja sahipti.
St Oswald’s Kilisesi
– Pugin, 1842, Liverpool
Pugin 1840-1842 yılları arasında Liverpool’da
Old Swan bölgesinde St Oswald's Katolik
Kilisesini yaptı. Batı tarafındaki kule, dört bölümden oluşmaktaydı. Kırmızı
kefeki taşıyla yapılmıştı. 1841 ve 1843’te iki yetkin ciltle estetik
ideolojisini beyan etti: The True
Principles of Pointed or Christian Architecture ve An Apology for the Revival
of Christian Architecture in England. Bu ana eserlerini, dirilişe en
karmaşık ve özenli katkısı olan ve daha sonra Floriated Ornament ve Chancel
Screens and Rodd Lofts ile tamamladığı Glossary
of Ecclesiastical Ornament and Costume izledi.
Mahallinde yapılan çalışmalara,
çok miktarda okuma ve araştırmaya, esrarengiz şekilde yaptığı eksiksiz gözleme
ve on binlerce çizime dayanan bu devasa estetik kuram ve pratik rehberlik
ürününün İngiltere’de bir örneği daha yoktu. İtalya’da bile, bununla uzaktan da
olsa karşılaştırılabilecek bir örnek bulmak için Leon Battista Alberti’ye dek
uzanmak gerekir. Fakat Alberti’nin aksine Pugin, sadece kendi detaylı
planlarını çizen değil, planlarının tam onun istediği gibi gerçekleştirilip
gerçekleştirilmediğini de yerinde izlemeye çok önem veren, kalite düşkünü bir uygulama
mimarıydı. Çalışmalarına hayali binalar ve iç mekanlar tasarlayarak başladı;
iki önemli iş aldı, biri Lancashire’deki Scarisbrick Hall’da çok büyük bir gotik
evin yeniden inşaası, diğeri de Warwickshire’deki St.Mary’s Oscott’a gotik
tarzda bir Katolik okulu ve papaz okulu binası yerleştirmekti. Bunun yanısıra
işleri üzerine halka açık çarpıcı konferanslar verdi. Bu çalışmalar ona, 1829
tarihli Katolik Özgürleştirme yasası’nı takip eden cezai yılların karanlığından
başlarını kaldırmaya başlayan İngiliz Katolik topluluğunun, özellikle de onun
yaşlı, resmi kiliseye karşı gelen üst sınıf ve aristokrasisinin çoşkulu onayını
kazandırdı. Artık Katolikler, kiliselere ve katedrallere bağışta bulunmak için
kendi servetlerini harcamak veya para toplamakta özgürdüler ve Pugin onların
usta inşaatçısı oldu.
St Giles Kilisesi –
Pugin, 1846, Cheadle
Staffordshire Cheadle’daki St
Giles katolik Kilisesi’ne 1840 yılında başlamıştı. Yedinci yüzyıl Fransız
keşişi St Giles adına yapılan ve 16. Shrewsbury Kontu John Talbot (1791-1852)
tarafından finanse edilen bu muhteşem kilise ancak 1846 yılında bitirebildi ama
Pugin’in de sağlığını bozmuş ve tükenmesine neden olmuştur. Binanın
duvarlarında değişik tonlarda kefeki taşları kullanılmış, pencere vitray ve
süslemelerine en doğru çözümü bulabilmek için Paris ve Antwerp’i giderek
oralardaki kiliselerde incelemelerde bulunmuştu.
1847’de Nisan ile Haziran
aylarında İtalya’yı ziyaret etti. Rönesans ve Barok mimarisinden hoşlanmıyordu
ama kuzey İtalya’nın Ortaçağ mimarisine bayılmıştı. Onu en çok mutlu eden olay
Papa tarafından kabulüydü.
Pugin önemli İngiliz mimarlar
arasında sağlam bir ideolojik duruşu olan tek kişiydi. Önceki kuşağın neoklasik
mimarlarını küçük görmekle kalmayıp, onlardan açıkça tiksindi; özellikle de
Decimus Burton’dan. En büyük hamisi Katolik Shrewsbury Kont’una Burton’un
tasarlamış olduğu Fleetwood’daki North Euston Hotel’den mektup yazarken öfke ve
tiksinti boşaltmaktan geri kalmıyordu: Modern
bir Yunan kasabası örneğinde olduğu gibi, harap olmuşluğun getirdiği iğrençlik
gerçekten de katlanılmaz bir iğrençlikmiş. Şu anda Grek usulü bir otelde, Grek
usulü bir kahve salonunda, Grek usulü bir boy aynasıyla çevrelenmiş, Grek
üslubu mermer bir şöminenin yanındaki Grek üslubu maun bir masada oturuyorum ve
duyduğum dehşet iyice artsın diye kahvaltıda garson Grek üslubu bir tepside,
şeytani Grek üslubu parşömen tomarıyla damgalanmış bir parça tereyağı
getiriyor! Kilometrelerce alanda tek bir sivri kemer yok!
Parlamento binası
için tasarladığı duvar kağıdı – Pugin, 1851
Fakat arada sırada, parasını Lord
Shrewsbery’nin ödediği ve başından sonuna tam da Pugin’in isteklerine uygun
olarak inşa edilen, dekore edilen ve donatılan, Staffordshire, Cheadle’daki
St.Giles Kilisesi’nde olduğu gibi yeteneğini konuşturuyordu. Bu, bütün 19. yüzyıl
boyunca İngiltere’de yapılmış en güzel kilise ve gotik dirilişin en parlak
mücevheri addedilmelidir.
Pugin hayatının son on yılında, Ramsgate’teki
kendi evi ve yanındaki kilisenin tasarlanması, inşaatı ve dekore edilmesi işine
de çok büyük para ve emek harcadı. Bu bağımsız faaliyetlerle eş zamanlı olarak,
Sir Charles Barry ile birlikte 1834 yangınını takiben inşa edilen yeni
parlamento binası üzerinde çalışmaktaydı. Söz konusu devasa girişimde Pugin’in
oynadığı rol, militan düzeyindeki Katolikliği nedeniyle uzun zaman küçümsendi
ve hatta saklanmak istendi. Fakat, Barry’nin gotik tarzın önemli özelliklerine
duyarsız olması dolayısıyla binanın çizimlerinin birçoğunun Pugin’in yaptığı ve
bütün dekorasyondan, özellikle yapının tamamının baş tacı olan ve muhteşem
düzenlenmiş Lordlar Kamarası dahil, iç mekanların bütün en iyi ve yaratıcı
özelliklerinden onun sorumlu olduğu bugün nihayet kabul edilmiştir. Bu büyük
bina ancak bugün, tüm kir ve pasından arındırıldıktan sonra yurtiçinde ve
yurtdışında Avrupa sanatının bir başyapıtı olarak kabul edilir olmuştur.
Taç giyme kadehleri, Pugin
Bir yaratıcı olarak Pugin hakkında akla iki soru gelmektedir. Birincisi, kısacık hayatında bu derece büyük hacimli işlerin altından nasıl kalkabildi? Buna pek çok yanıt verilebilinir? Öncelikle, Pugin normal gelişim sürecinden çok hızlı ilerlemesi sayesinde henüz ergenliğinin ortalarındayken meslek hayatına girmiş ve bir gotik meraklısı olarak öğrenmeye daha da erken başlamıştı. Oxbridge’de, sanat okullarında veya kendisinden daha az bilenlerden bir şeyler öğrenmeye çalışarak zamanını boşa harcamamıştır. İkinci olarak, hayatının hiçbir devresinde boşa zaman geçirmekten hazzetmezdi. Daima ne yapacağını bilen birisi olmuş, asla kararsızlık göstermemiştir. Kararlarını çabucak verir, onlara bağlı kalırdı. Masraflar konusunda gözü açık, israfın ve yetersiz işçinin kokusunu hemen alan olağanüstü sistemli biriydi. Herşeyin nasıl yapıldığını tam olarak bilirdi.
Br sahne dekoratörü olarak
marangozluk öğrendi ve marangozluktan hiç uzak kalmadı. Oyma yapabilir, boya
karıştırabilir, tuğla duvar örebilir, çatıya kiremit döşeyebilir ve bir metal
işleri ocağını veya demirhaneyi çalıştırabilirdi. Kariyerinin başlarında,
kalitelerine ve zevklerine güvenebildiği ve kendide iş yeri sahibi olan uzman
zanaatkarlar ile yakın ilişkiler kurdu. Aslen pirinç düğme ve madalyonlarda
uzman bir metal işçisi olan ama Pugin’in cesaretlendirmesiyle her türlü demir
işine, kilise kuyumculuğu ve aksesuarları ve hatta vitray işine bile giren John
Hardman buna örnektir. Ancak sözü edilen son alanda, özellikle de Cheadle’da,
usta zanaatkar William Wailes’i de çalıştırıyordu. Binaların iskeletinde
girişimci, güvenilir, hızlı çalışan bir inşaatçı ve yetenekli bir taş ve ağaç
oymacısı olan George Myers’a iş verdi. Her türlü seramik işi, özellikle de iç
mekanlarda öne çıkan enkaustik(boyanın
ısıtılıp kuru zemin üzerine uygulanması tekniği) karolar içinse Herbert
Minton’u kullandı. Son olarak, halılardan sandalye minderlerine ve Parlemonta
binasının en önemli özelliklerinden biri olan enfes duvar kağıtlarına kadar
tekstil ile alakalı her konuda bir diğer olağanüstü zanaatkar-sanatçı olan
Gregory Crece’in yardımını aldı.
Tekstil tasarımları,
Pugin
Bütün bu şahsiyetler sağlam
işyerleri işleten ve işi hem zamanında hem de en yüksek standartlarda teslim edeceklerine
kesinlikle güvenilen kişilerdi. Üstelik Pugin, onların işlerini neredeyse en az
onlar kadar iyi bildiğinden işbirlikleri eşitlerin birleşmesi gibiydi. Bir
takım olarak çalıştılar. Yirmi yaşındayken iflas edip batırdığı, gençliğinin
ilk ticari deneyiminden çok şey öğrendi Pugin. Sonrasında en çok maliyetlere
dikkat etti, kusursuz hesaplar tuttu ve pahalı yönetim giderlerini neredeyse
tamamen ortadan kaldırdı. Mükemmelliyetçiliği en üst noktada olan Pugin,
haliyle masraflıydı ve Cheadle’daki çalışmaları da hamisi Kont Shrewsbury’nin danışmanlarını
inim inim inletiyordu ama aslında paraya çok büyük değer verirdi. Proje
maliyetini düşük tutmak için çok hızlı çalışır ve taşeronlarının da bu hıza
ayak uydurmasını sağlardı. Kararlılığı, işlerin asla tekrar tekrar
yapılmamasını sağlardı. Çoğu mimarın aksine, hiçbir zaman müşterileriyle ağız
dalaşına girip yaratıcı enerjisini veya zamanını israf etmezdi. Hayatı boyunca
güvenilir, usta zanaatkarlarla çalışmış olması, onlarla da asla bir münakaşaya
girmediğini gösterir. Pugin hiçbir zaman pahalı teknik resssamlar ve
asistanlarla dolu bir ofis edinmedi. Onun ofisi, kafasının içi ve çalışma
odasıydı. Zaten hiçbir asistan onun temposuna yetişemezdi. Bütün muhasebesini,
tıpkı günlük tutar gibi küçük bir cep defteriyle yanında taşırdı. Hayatı
boyunca sıkı bir denizci olmuş, çıplak, koskoca elleriyle, giysilerini dikmek
dahil olağanüstü şeyler yapabilen son derece pratik bir adamdı.
Barok tarzdaki St
Paul katedrali, Sir Christopher Wren (1675-1710) , Londra
Pugin gibi kendisini bütünüyle gotik üslubu diriltmeye adamış biri olduğuna göre, gerçekten de özgün bir yaratıcı sanatçı olarak adlandırılabilirmiydi? O sadece bir diriliş yandaşı değilmiydi? Cevap vurgulu bir hayırdır. Unutulmamalıdır ki mimaride, bina tasarlamanın sadece üç ya da dört farklı yolu vardır. Bunların hepsi binlerce yıl önce bulunmuştur. Sonradan ortaya çıkan bütün bina üslupları ise bilinçli ya da bilinçsiz, birer diriliş olmuşlardır. Orta Krallığın ve Yeni Krallığın mimarları dirilişçiydiler. Yunanlılar ve Romalılar da öyle. Romanesk mimari bir dirilişti, tıpkı İtalyan Rönesansı’nın klasikçiliği gibi. 12. yüzyıl sonlarında ortaya çıkan sivri-kemer gotik yeni bir süsleme tarzı olarak tanımlanabilir ama üzerine uygulandığı binaların zemin planları dirilişçidir. Pugin, gotiğin uygar İngiliz toplumuyla yanyana geliştiğine ve İngiltere’nin doğasında olduğuna inanıyordu. Ya da, daha doğru olarak, gotiğin İngiltere’de bir kere tam olarak yerleştikten sonra asla ölmeyeceğine inanıyordu. Gerçekten de 17. yüzyılın her on yılında gotik formların kullanımını görmek mümkündür. Londra’daki 1605’de yanan St.Paul’s Katedrali geç gotik dönemi eseriydi, aynı gotik temeller üzerine 1675-1710 yılları arasında yapılan bugünkü katedral barok kabul ediliyor. Eğer gotik dirilişin kaynaklarını arıyorsak, 18. yüzyıla dek geri gitmek zorundayız. İngiltere’de bir tarz olarak gotik, daha çok bir ruh hali ve kültürü yansıtan bir gelenektir.
Yeni Gotik stilde Scarisbrick
Hall karyola, Pugin
Pugin, gotiği kendi varlığının
bir parçası olana dek bünyesinde eritti. Kendisini onunla o kadar yoğun ve
eksiksiz bir biçimde özdeşleştirdi ki, hayal gücü sadece panoramayı değil
insanları da gotikleştirdi.
Pugin’in ikinci eşi Louisa Burton
1844’de öldü. O ise, epeyce bir araştırma ve vicdan muhasebesinden sonra 1848’de
Jane Knill adlı hoş bir kadınla evlenirken şöyle haykırıyordu: Nihayet birinci sınıf bir gotik kadın
buldum. Adları gotik dönemlere atıfta bulunan ve hepsi de sanatsal
faaliyetlerle ilgilenen sekiz çocuğu oldu.
Ramsgate’deki hayatı gotikti.
Benedict’in keşişi gibi sabah saat altı da duaya kalkar, ardından çalışırdı.
Saat sekiz de aile duaları vardı. Kahvaltıya sadece yedi, öğle yemeğine ise
onbeş dakika harcardı. Kilisedeki yatsı duası şaşmaz bir şekilde akşam sekiz de
olur, bunu dokuzdaki akşam yemeği izler ve saat on da yatardı. Sigara ve içki
kullanmaz, Ortaçağ’ın basit yemeklerini yerdi. Gene de mükemmel bir eşlikçiydi.
Olağanüstü bir muhabbetçiydi ve kadınlara özellikle çekici gelirdi.
Kendini
gotiğe o kadar kaptırmıştı ki karanlıktan korkar, tekinsiz yerlerde dehşete
düşerdi. William Shakespeare’in The
Tragedy of Macbeth’i gibi hayaletlere inanırdı. Ve yine kendini gotiğe o
kadar kaptırmıştı ki, sanatsal içgüdülerini gotiğin çeşitlemeleri ve daha
önemlisi, olasılıkları içinde dolanması için serbest bırakabiliyordu. Bu,
yaratıcılığı üzerinde etkili oldu. Kendisinden yeni katedral yapması veya
eskisine bir ilave yapması istenmiş bir 14. veya 15. yüzyıl duvarcı ustası
kadar yaratıcı ve serbestti. İşte bu sebeble, Pugin’in bina, mobilya veya
herhangi bir obje için yaptığı tasarımların çoğu bütünüyle orijinaldi. Sadece
arada sırada bilinçli taklitler yapardı ve bunun mutlaka belli bir nedeni
vardı. Çalışmalarında dikkat çekici olan şey, Ortaçağ’da kesin bir öncülü
olmadığı halde, o ruh halinde tasarladığı şeylerin gerçek gotik oluşudur.
Hakikaten de, yağmurda taslak çizerken kullandığı gotik şemsiye dahil, Ortaçağ
insanlarının aklına bile gelmemiş birçok gotik obje tasarladı. Başından sonuna
kadar sıradışı bir duyarlılığa sahip, çok büyük bir sanatçıydı Pugin. Kısacası,
Charters, Notre Dame, Canterbury, Wells ve Ely’yi tasarlayıp inşa edenlerle
aynı şekilde çalıştı. Tek fark Pugin’i denetleyenlerin piskoposlar ve kilise
kanunları değil kendi sanatsal vicdanı oluşuydu.
Vitray – Pugin, Bolton
1851 Londra Dünya Fuar'ın da sergilenen Ortaçağ Avlusu çok dikkat çekmişti.
Pugin bir Victoria dönemi figürü
değil estetik bilince neredeyse çocuk yaşta ulaşmış ve Tennyson, Carlyle veya
Ruskin’den ziyade Keats, Shelley, Byron ve Wordsworth’e yakın duran bir
romantikti. Buna rağmen, ne gariptirki, bir tasarımcı olarak ilahlaştığı
noktaya, her şeyiyle Victoria dönemine özgü bir olay olan 1851 tarihli Great
Exhibition ile ulaştı. Genel olarak sergilenen binlerce objenin tasarım
kalitesi düşük ve tutarsızdı. Göze çarpan istisna ‘Ortaçağ Avlusu’ydu. Ortaçağ Avlusu, Pugin’in yararlandığı ve teşvik
ettiği tüm ustaların, özellikle de Crace, Hardman, Minton ve Myers’ın bir araya
gelerek, her biri gotik tarzda olan çini ve duvar kağıtları, konuşmacı
kürsüleri, seyyar Yahudi tapınakları, sandalyeler, çiçek sehpaları, pirinç
işleri ve kıymetli objeler, masalar, dolaplar, tekstil ürünleri ve halılardan
oluşan ürünlerin sergilendiği bir alandı. Burası, tüm serginin gözbebeği
sayıldı ve dünyanın dört bir yanından tasarımcılar, estetler, entellektüeller
ve kanaat önderleri sergi boyunca burayı kült bir buluşma mekanı haline
getirdiler. Daha sonra, burada sergilenen birçok obje müzelere ve koleksiyonlara
gitti. Gotik dirilişin sadece İngiltere’de değil imparatorluğun her yerinde,
hatta Avrupa ve Amerika’nın pek çok yerinde kilise, devlet ve kamu binalarında
kullanılan standart üslup haline gelmesine yol açan olay bu oldu. Yüzlerce
katedral ve binlerce kilise Pugin’in arzu edeceği şekilde inşa edildi. Ne var
ki, Hindistan Mumbai(Bombay) Victoria tren istasyonu ve Londra Mahkemesi Binası
gibi olağanüstü heybetli bina örneklerinde görüldüğü gibi, tarz genellikle o
kadar da doğru bir şekilde kullanılmıyordu. Bu Pugin’in zafer anıydı ve daha
uzun yaşasaydı kesinlikle Victoria döneminde yaşamış en büyük şahsiyetlerden
biri, hatta en büyüğü olurdu.
Victoria tren
istasyonu, Mumbai, Claude Batley,1930
Pugin, Şubat 1852’de oğlu Edward
ile tren ile seyahat ederken sinir krizleri geçirmeye başladı. Londra’ya
vardıklarında kimseyi tanımıyor ve düzgün konuşamıyordu. Dört ay özel bir akıl
hastahanesinde kaldı. Haziran ayında Kraliyet Bethlem Hastanesine transfer edildi.
Hastane, Pugin’in yaptığı önemli binalardan ve aynı zamanda 1848 yılında üçüncü
eşi Jane ile evlendiği St George's
Cathedral’in hemen karşısındaydı. Bundan etkilenebileceğini düşünerek eşi Jane
ve doktoru, Pugin’i hastahaneden özel bir eve taşıyarak, terapiye başladılar. Biraz
iyileşti ve eşi Jane’i tanıdı. Bir süre sonra durumu kötüleşince Eylül ayında
Jane eşini Ramsgate’de yaptığı kendi evine götürdü, ve orada 14 Eylül 1852’de
öldü. Kendi yaptığı St. Augustine's Kilisesinin aile mezarlığına gömüldü.
Biyografi yazarı Rosemary Hill’e
göre Pugin çok genç yaşlarda tutulduğu frengi hastalığının neden olduğu
rahatsızlılar nedeniyle 40 yaşında hayatını kaybetti. O dönemlerde frengi
tedavisinde kullanılan cıvanın aşırı kullanımı Pugin’in delirerek genç yaşta
ölümüne neden olduğu sanılıyor.
Son günlerinde aklı pek başında
olmasa da, yaratıcı ruhunu korudu. Son sözleri: ‘Hiristiyan mimarisi ve bir tekneden başka hayatta uğruna yaşamaya değer
hiçbirşey yok’ . 1852 Eylül’ünde hayata gözlerini yummadan hemen önce,
St.Mary’s Beverley için çiçeklerle süslü bir haç tasarladı. Çizim hala
mevcuttur ve haç yapılmış, çok da güzel olmuştur. Gelmiş geçmiş en süreğen, en
inatçı ve en yoğun yaratıcı sanatçılardan biri böylece göçtü gitti.
WESTMINSTER SARAYI (PARLAMENTO BİNASI)
Yaygın adıyla Parlamento Binası
olarak bilinen ve ünlü Big Ben ile bütün oluşturan bu gotik nehir kıyısı
yapısı, Londra’daki en eski sarayın
temelleri üstüne inşa edilmiş en yeni saraydır. Westminster sarayının bulunduğu
yer Ortaçağ’da bir ada idi ve Thorney adı ile anılıyordu. Bu bölge ilk kez Danimarka,
Norveç ve İngiltere Kralı Büyük Canute tarafından 1016-1035 yılları arasında
krallık sarayı olarak kullanıldı. Ardından
St Edward the Confessor (Günah çıkartan aziz Edward) buraya Westminster
Abbey (1045–50) ile birlikte bir saray yaptırdı. Ortaçağın sonlarında
Westminster sarayı kralın ana konutuydu. Meclisin öncülü kabul edilen Curia
Regis (Krallık konsülü 1066-1215) Westminster Hall’de toplanırdı. İngiltere’nin
ilk resmi parlemontosu olan I.Edward döneminde ilk parlamento, Model Parliament
adıyla bu sarayda 1295’de toplanmıştı.
İngiltere Kralı VIII.Henry (1491-1547)
Eski saray nehrin kenarında
birbirinden bahçeler ile ayrılmış binalar topluluğuydu. En büyük ve kuzeydeki
bina Westminster Hall nehre paralel konumlanmıştı. Hall’a dik olarak ortaçağdan
kalma Avam Kamarası(House of Commons), Güneyde nehire paralel Court of Requests
ve güney ucunda Lordlar kamarası (House of Lords) vardı.
Westminster Abbey
Kilisesi ve Eski Westminster Sarayı, 1523
Yangın ve Westminster sarayının yeniden inşaası
William’dan VIII.Henry’ye kadar
kralların resmi ikematgahı olan ve gelişigüzel bir şekilde çevreye yayılan eski
saray 16 Ekim 1834’de çıkan bir yangın sonucu kül oldu. Yangın sarayın bodrum
katında büyük sobalarda, eski muhasebe kayıtları yakılarak imha edilirken
çıkmış ve iki parlamento binası da dahil olmak üzere sarayın büyük bir kısmı
yanmıştı. Sadece II.William’ın yaptırdığı Westminster Hall, St.Stephen
Şapeli’nin bir bölümü ile 14. yüzyılda III.Edward’ın içinde mücevherlerini,
kürklerini ve altınlarını sakladığı dev bir kasa olarak inşa edilen Jewel
Tower(Mücevher kulesi), halkın yardımı ve rüzgarın yön değiştirmesiyle yangından
kurtarılabilmişti.
Westminster Sarayı
Yangından hemen sonra sarayın yeniden yapılması çalışmaları başladı. 1835’de gözde mimari stil, ABD Beyaz Saray’ın da olduğu gibi neo-klasik tarz idi. Ama gelenekçi İngilizler sarayın mimari stilinin gotik ya da Elizabethan olmasına karar verdiler. 1836 yılında açılan yarışmayı, 15. yüzyılın popüler gotik mimari tarzdaki projesiyle Charles Barry kazandı. Yeni sarayın inşaatı 1840’da başladı. Proje süresi altı yıl olarak hesaplanmıştı ama 30 yıla yakın sürdü. 11 Kasım 1852’de Kraliçe Victoria tarafından resmi olarak açıldı. Bu dev projede 1,200 oda, 11 büyük kabul salonu vardı. Binanın nehir tarafındaki cephesi 293 metre uzunluğundaydı. Yangında ayakta duran St. Stephen Kilisesi ve Westminster Salonu gibi bölümler yeni inşaat edilen bölümlerle birleştirildi. Bina Britanya İmparatorluğu’nun en zirvede olduğu bir dönemde Parlamentoların simgesi haline gelmişti. İkinci Dünya Savaşı'nda hasar gören yapı 1950 yılında tekrar restore edildi.
Saraya nehirden baktığınızda sol tarafta, parlamento oturum halindeyken bayrak çekilen Victoria kulesi vardır. Lordlara ait Peers Looby’den (asilzade kulisi) Central lobiye(merkezi kulis) geçilir. Sağ taraftaki lobi milletvekillerine ayrılan Member’s Lobby’dir(üyeler kulisi). Vatandaş buraya gelip vekillleriyle görüşebilir ve meclis toplantılarını Strangers Gallery’den (misafirler locası) izleyebilir.
Avam Kamarası sağ tarafta St.Stephen’s Hall’dedir. Parlamentodaki
partilerin seçimle gelmiş üyelerinden oluşur. Öneriler her iki kamarada da
tartışıldıktan sonra gündeme alınanlar, Avam Kamarasında kanunlaştırılır. Bu bina parlamentonun 300 yıl boyunca
toplandığı şapelin bulunduğu alana inşa edildi.19. yüzyılda yapılan binada
şapelin çizgilerine sadık kalındı ve II.Dünya Savaşı yıkımının ardından yeniden
inşa edildi. Avam Kamarası’nda Meclis Başkanı’nın koltuğu tam ortada, eskiden
şapelin altarının olduğu yerdedir. İktidar partisi başkanın sağında, muhalefet
solda oturur. Yüzyıllar içerisinde idare gücü Lordlar Kamarası’ndan Avam
Kamarası’na geçse de Westminster Sarayı’nda hep birlikte kaldılar. Lordlar
odasına göre daha az süslüdür. Oturma yerleri ve diğer mobilyalarında: 300 yıl
geriye giden bir gelenek gereği yeşil ton hakimdir.
Lordlar Kamarası
Lordlar Kamarası (House of Lords) Birleşik Krallık parlamentosunun
üst kamarasıdır. Üyeleri Lord ünvanını taşır. Daha önce üyeliği babadan oğula
geçen asilzadelerden oluşan bu kurumda, günümüzde üyelik çeşitli yollarla
Kraliçe veya partiler tarafından atanma yoluyla gerçekleşmektedir. Lordlar
Kamarası’na ayrılan bölümlerde kırmızı renk hakimdir. Westminster Sarayı’nda en
güzel dekore edilen odalardan birisidir. Salonun tavanı II.Richard dönemine ait
antik amblemleri de gösteren 18 panelli bölmelere ayrılmıştır. Pencerelerin
arasında 16 baronun heykeliyle birlikte, 1215 yılında Magna Carta imzalanması
sırasında bulunan iki piskopos görülmektedir.
Salonun birçok parçası, eşyaları
ve mobilyaları Pugin tarafından tasarlanmıştır. Kapı bölümündeki pirinç kapılar
bir ton ağırlığındadır. Odanın sonunda ise, kraliyet tahtı bulunur. Bu süslü ve
yaldızlı taht Westminster Abbey döneminde, 14.yüzyılda Coronation Chair’e
dayanmaktadır.
Kraliyet Galerisi
Kraliyet galerisi genellikle devlet resepsiyonları, akşam yemekleri
ve parlamento törenleri gibi önemli günler için kullanılır. Galeri duvarlarında
Krallar ve Kraliçelerin portreleri bulunur. Kapı yanında, I.Richard ve II.Edward
gibi hükümdarların yaldızlı taş heykelleri görülür. Vitray bölüm ise II.Dünya
savaşındaki bombalamada hasar görmüştür. Vitray, İngiltere ve İskoçya
krallıklarının silahlarını göstermektedir. Galerinin duvarları, Napolyon
savaşlarının önemli anlarını gösteren, Daniel Maclise’nin iki büyük resmi ile
dekore edilmiştir.
St Stephen's Hall
1834 yılında yangın tarafından
tahrip edilinceye kadar, Avam Kamarası, St
Stephen’s Hall’de toplanıyordu. Günümüzdeki salon eski şapel boyutlarında,
29 metre uzunluğunda ve 9 metre genişliğindedir. Konuşmacı kürsüsünün yerini
belirlemek için iki pirinç tablet bulunmaktadır. II.Dünya savaşı sırasında iki
kez bombalandı. 1960 yılında restore edildi. Salonun dekorasyonunda ünlü
milletvekilleri heykelleri dikkati çekmektedir. Kapının iki tarafında ise erken
Krallık ve İngiltere kraliçelerinin heykelleri görülür.
Robing Odası
Robing Odası, Parlamento açılışında, Kral yada Kraliçenin meclise
girerken giyeceği cübbeyi giydiği ve dinlendiği odadır. Sadece Kral ya da Kraliçe tarafından
kullanılır. Odanın kapısı gül ve aslan ve firiz kalkanlar bulunan hanedan
simgeleriyle süslüdür. Odanın tavanının zengin paneli, İngiltere
hükümdarlarının rozetleriyle süslüdür. Duvarlarında ise Dyce tarafından yapılan
resimler bulunur ki, bunlar: misafirperverlik, cömertlik, merhamet, din ve
nezaket betimlemektedir.
Merkez Lobi,
Westminster sarayı
Merkez lobi sarayın merkezidir ve üyeler için bir buluşma yeri
olarak yapılmıştır. Milletvekilleri ve ziyaretçileri burada buluşurlar. Burada
zemin, sekizgen taş ve zengin bir mozaik ile kaplıdır. Sarayın merkez kulesi bu
Merkez Lobi üzerine inşa edilmiştir. Koridorlarda Lordlar, Avam kamarası üyeleri
ve Westminster Hall üyeleri buluşurlar. Halk ve milletvekilleri, bu lobide
randevuya gerek kalmadan karşılaşabilirler. Loby’nin dört çıkışında ise
koruyucu aziz, I. Edward ve ardından gelen krallar, İngiltere ve İskoçya
Kraliçeleri heykelleri görülür.
Prens odasında
Kraliçe Victoria ve St Stephen Hall
Kraliçe Victoria ve Norman
fethinde bulunan aziz ve hükümdarları temsil eden heykeller, binanın ana
cephesinin süslenmesi için kullanılmıştır. Ancak, saray daha sonraki yıllarda
da birçok heykelle süslenmiştir. Prensin odasında Kraliçe Victoria’nın elinde
asa ve defne taçı bulunan beyaz mermer büyük heykeli görülür. Ana merdivenlerin
dibinde Sir Charles Barry’nin büyük beyaz mermer heykeli bulunur. St Stephen Hall’un
her iki yanında büyük parlamenterlerin resimleri ve heykelleri bulunur. Sonraki
dönemde eklenen heykeller ise şunlardır: Winston Churchill, David Lloyd George,
Clement Attlee, Margaret Thatcher.
Saray kuleleri (Saat Kulesi, Victoria Kulesi, Merkez Kule)
Solda Saat kulesi,
sağda Victoria Kulesi
Westminster sarayına bir kuzeyde
Saat kulesi, biri güneyde Victoria kulesi ve biride ortada Merkez kule olmak
üzere üç kule yapılmıştır.
- Saat Kulesi: tasarımı Mimar Pugin tarafından yapılmış, Westminster Sarayı’nın saat kulesidir. Resmi adı Saint Stephen’s Tower olsa da Big Ben adıyla bilinir. 96 metre yüksekliğindeki saat kulesi 1843-1858 yılları arasında inşa edilmiştir. Big Ben adını 16 ton ağırlığında olan ana çandan alır. Saatin kadran çapı 14 metredir. Mekanizması Edmund Beckett Denison tarafından tasarlanan Big Ben saati doğru göstermesi ile tanınır. Resmi adlarından biri de Elizabeth Tower olan Big Ben’e bu ismin verilmesinin nedeni Kraliçe II.Elizabeth’in pırlanta jübilesini kutlamaktır. Big Ben’in tepesinde eğer Parlamento gece oturumundaysa ışık yanar. Saatin tik-tak larının Handel’in aryasındaki ‘I know that my redeemer liveth’(kurtarıcımız İsa yaşıyor;biliyorum) dizesi üstüne kurulu olduğu söylenir.
- Victoria Kulesi: Sarayın güney batı ucunda kare formunda Victoria kulesi yer alır. Kule 98.5 metre yükseklik ile Big Ben’den (saat kulesi 96.3m) biraz daha uzundur. 14 katın 12 si Parlamento arşivlerini saklamak amacıyla yapılmıştır. Kulenin altındaki şimdiki ana giriş döneminde Hükümdarın giriş kapısıydı. Monark buradan geçerek Parleamento salonuna gelir ve parlamentoyu açardı. Kulenin tepesinde bayrak direğinde normalde Birleşik krallık bayrağı asılı olur. Eğer Monark sarayda ise kraliyet bayrağı asılı olur. 1834 yangınında Avam kamarasının (House of Commons) bütün arşivi yanıp yok olunca, saray yeniden yapılırken proje şartnamesinde kitaplar ve dökümanların güvenli bir şekilde saklanabileceği bir kule tasarlanması istenmişti. Lordlar kamarasının(House of Lords) arşivleri o zaman ana binadan bir sokak ile ayrılmış Jewel kulesinde saklandığı için yangından kurtulmuştu. 12 katlı kulenin iç ve dış mimari tasarımı Augustus Pugin tarafından hazırlanmıştı. Kulenin ilk taşı 1843’de yerleştirildi, inşaatı ise 1860’da tamamlandı. Victoria kulesinin taşıyıcı sistemi olan dökme demir iskelet, taş işçiliği ile gizlenmiştir. Orijinal olarak Kule Krallık girişi ve Parlemento kayıtları saklamak için yapılmıştı şimdi de parlemonto arşivi görevi görmektedir.
- Merkez (Central) Kule: sarayın tam ortasında Merkez loby’nin üzerinde yer alan sekizgen formda bir kuledir. 91.4 metre yükseklikte ve kendi içinde taşıyıcı kolon barındırmayan bu kule sarayın içerisindeki kirli havayı ve şöminelerden gelen dumanı dışarıya atmak ve temiz hava dolaşımını sağlamak için inşa edilmişti.
Aslan yürekli Kral
I.Richard, Westminster sarayı bahçesi (Baron Carlo Marochetti 1856)
Westminster iç bahçesindeki Kral
I.Richard heykeli 1851 yılında Hyde Park’ta düzenlenen büyük fuar için bronz
döküm olarak hazırlandı. Aslan Yürekli Richard heykelinin kılıcı II.Dünya
savaşı sırasında, 1940 yılında bir bomba ile eğildi ve ortak düşmana karşı bir
meydan okuma amblemi olarak öylece bırakıldı.
Westminster sarayının cepheleri
kum rengi Anston kireç taşı ile yapılmıştı. Kalitesiz katı yakıt kullanmaktan
ötürü bir dönem hava kirliliğinden toplu ölümlerin görüldüğü, havası en kirli
şehir olan Londra’da, bu olumsuzluktan sarayın duvarları da nasibini aldı.
Yumuşak kireçtaşları hızla bozulmaya başladı. 1920’lerde artık eriyen taşlardan
parçalar düşüyordu. 1930’dan başlayarak bozulan taşlar bal rengi Clipsham taşı
ile değiştirilmeye başlandı, restorasyon projesi araya Dünya savaşının da
girmesiyle ancak 1960’da bitirilebilindi. 1970’ler de kirlilik yeniden
görülmeye başlanınca bu kez 1981-1994 yılları arasında taşlar farklı bir
sistemle temizlenerek bugünkü haline getirildi.
Mimar Sir Charles Barry
1795 Westminster Londra doğumlu
Charles Barry’nin babası tüccardı. Özel okullarda okudu, 15 yaşında Krallık
Akademisine girdi. 22 yaşında babası vefat edince, babasıdnan kalan parayla 1817-1820
yılları arasında Avrupa’nın önemli şehirlerini, bu arada izmir, İstanbul ve
Mısır’ı da ziyaret etti. İtalyan mimarisini inceledi. Roma’da tanıştığı
Hollanda baronu için Londra’da Holland House’u yaptı. Sonrasında yeni gotik
tarzda çeşitli şehirlerde birçok kilise inşa etti. İlk önemli sivil yapısı 1835’de
bitirdiği yeni grek tarzda Manchester Kraliyet Güzel Sanatlar Ensititüsü idi. Mimar
Sir Charles Barry oldukça ünlü bir mimar ve yarışmalar kazanmış biriydi, ama
kendi mimari stili Gotik’ten çok klasikti. Hayatı boyunca Liberal partiyi
destekledi. Barry 1852 yılında Westminster sarayı büyük ölçüde bittiğinde
Kraliçe Victoria tarafından sir ünvanıyla onurlandırıldı. 1860 yılında öldü.
Solda yağlıboya resmi,
sağda Avam Kamarasının alt kattaki bekleme odasında heykeli - Mimar Sir Charles Barry
1834 yılında en önemli eseri olan
Westminster sarayı proje yarışmasını kazandığında 40 yaşındaydı. Barry
tasarladığı diğer önemli yapılar Manchester Güzel Sanatlar Kraliyet Enstitüsü
(Athenaeum) (1824), Kutsal Trinity Kilisesi (1829), Royal College of Surgeons
(Cerrahlar Kraliyet Koleji 1836), özellikle İtalyan Rönesans etkilerinin
gözüktüğü Reform Kulübü (1841), Highclere Şatosu(1850) ve Whitehall Hazine Bölümü
(1847) dir.
Manchester Güzel
Sanatlar, Trinity Kilisesi, Highclere Şatosu
Barry, Westminster sarayı yarışması
için proje çizimlerini hazırlarken, kendini tamamen Gotik mimariye adamış, 23
yaşındaki yetenekli Katolik mimar ve teknik ressam Augustus Welby Pugin’in
yardımını istedi. Pugin proje çizimlerinde Barry’ye yardımcı oldu. Sarayın
yapımı sırasında özellikle uygulama projelerinde, sonlandırmada ve iç
dekorasyonda Barry tamamen Pugin’in görüş ve düşüncelerine yer verdi. Gerçekte sarayın kulelerini, şatafatlı Gotik iç
mekanlarını o tasarlamıştı. Mimarı resmi evraklarda Barry olmasına karşın
gerçekte Westminster Sarayının mimari ruhunun Pugin’e mi yoksa Barry’e mi ait
olduğu tartışmalı bir konudur. Pugin’in çıkan sonuçtan çok da memnun olmadığı 'All Grecian, sir; Tudor details on a
classic body' ifadesiyle bilinmektedir.
Her iki mimar da sarayın
bittiğini göremedi. Saray, Barry’in ölümünden 10 yıl sonra 1860’da oğlu mimar Edward
Middleton Barry tarafından bitirildi. Pugin çok daha önce 1852’de ölmüştü. Barry,
Pugin’i hayatının son aylarında 1852’nin şubat ayında Ramsgate’deki evinde
ziyaret etmişti. Ziyaret amacı, Pugin’in yaptığı saat kulesi ile ilgili son
tasarımları almaktı. Bu çalışma Pugin’in delirmeden önceki son çalışmaları
oldu.
Biyografi yazarı Hill’in
anlatımına göre, Pugin’in son tasarımlarından olan Westminster saat kulesi için
hayatının son senesinde ‘Hayatımında hiçbir zaman çalışmadığım kadar
fazla çalışarak, saat kulesinin tüm detay tasarımlarını bitirdim ve yarın sabah
Barry’e sunacağım. Çok güzel oldu ve aslında saatin tüm mekanizması benim.’ diyerek
Westminster’ın gerçek mimarının kendisi olduğunu ima ediyordu. Hill’e
göre, Pugin sarayın her türlü tasarımı için gösterdiği olağanüstü katkıya
rağmen Mimar Barry’den hiçbir zaman gereken ilgi ve değeri alamadı. Pugin'in gene bir mimar olan oğlu Edward 1867 yılında ‘Who Was the Art Architect of the Houses of Parliament, a statement of
facts’ isimli bir kitap
bastırarak Westminster sarayının gerçek mimarının Barry değil babasının
olduğunu yazdı.
Binanın tasarımı ve yerleşimi
Parlemento’nun çalışma tarzına ve gereksinimlerine göre dikkatlice
tasarlanmıştı. Mimar Barry, Sarayın üç ana parçası olan Kralın çalışma mekanlarını,
Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası'nı düz bir hat üzerinde süreklilik sağlıyacak
şekilde birbirine bağlayarak inşa etmişti. Westminster binasının kuleli ve
bitişik sıralı tarzı özellikle Londra’da Şehir Meclisi binası, Adliye Sarayı ve
bazı okullar gibi önemli binaların tasarımlarını etkilemiştir.
ARTS AND CRAFTS HAREKETİ VE PUGIN’İN ÇAĞDAŞLARI
Arts and Crafts
Arts and Crafts, 19. yüzyılın
ikinci yarısında İngiltere'de endüstrileşmenin getirdiği makineleşmeye ve seri
üretime tepki olarak gelişmiş bir harekettir. İngiltere, dünyada
endüstrileşmenin en erken başladığı ülke, Londra 2 milyonu aşan nüfusu ile dünyanın en büyük şehri olmakla birlikte, 1851'de Londra Crystal Palace'da düzenlenen I.Dünya Sergisi'nde yer alan endüstri ürünleri, izleyenleri özellikle de
aydınları düş kırıklığına uğratmıştı.
Serginin gerçekleştirildiği Crystal Palace, lokomotiflerden
ahşap sandalyelere kadar, endüstriyel olarak üretilmiş her türden ürünü
barındıran, prefabrike mimarinin şaşırtıcı derecede ilerlemiş bir örneğiydi.
Sanayi devrimi ülkeyi dönüştürmüş olsa da, muhalif sesler geleneksel el
becerilerinin yok oluşunu ve sanayileşmenin toplumsal sonuçlarını
sorgulamaktaydılar. Büyük
Sergi’nin öncü dâhisi Henry Cole, Britanya’nın fabrikalarından çığ gibi
gelmekte olan yeni ürünlere uygun bir tasarım dilinin bulunması gerektiğinin
son derece bilincindeydi. Büyük Sergi’den sonra yeni bir endüstri çağı tasarımcıları
kuşağının eğitilmesi için Victoria & Albert Müzesi’ni ve Royal College of
Art’ı kurdu.
I.Dünya Sergisi, 1851, Crystal Palaca, Londra
1851 yılında Sultan Abdülmecit
saltanatında Londra I. Dünya Fuarına Osmanlı Devleti de el işleri ve tarımsal ürünlerle
katılmıştı. Bunlar arasında öne çıkanlar deri eşya, yapağı, keten, incir, kuru üzüm ipek ve
pamuklu dokumalar, kilim ve halı, kılıç ve bıçak gibi kesici aletler,
cam eşya, altın ve gümüşten yapılmış takılar, kurutulmuş meyveler bulunuyordu. Vapur
zamanında Londra’ya ulaşamadığı için, Osmanlı ürünleri fuarın açılışından sonra
sergilenebildi. Ancak Osmanlı pavyonu, başta Kraliçe Victoria olmak üzere pek
çok ziyaretçi tarafından gezildi ve özellikle tarım ürünleri ve el işleri takdir
topladı. Özellikle Mısır ve Tunus‟tan gönderilenler, beğenilerek teşvik
amacıyla madalyayla ödüllendirildi.
Makinenin insanın emeğinden ekonomi sağlamadığını, tersine işi çoğalttığını ve insanın yaratıcı emeğine aracılık etmediğini öne süren Arts and Crafts’ın kurucularından William Morris, seri üretim karşısında kaybolmakta olan el işçiliğini ve zanaatçılığı yeniden canlandırmaya çalışmış ve bunun ancak ortaçağ geleneklerine dönülerek sağlanabileceğini savunmuştu.
Endüstri Devrimi makineleşmeyi ve
dolayısıyla da seri üretimi egemen kılarak el sanatları geleneklerini yıkmaya
başlamıştı. Bu değişikliğin en doğrudan sonuçlarıysa mimarlıkta görülmekteydi.
19. yüzyılda inşa edilen yapıların sayısı, tüm geçmiş dönemlerdeki yapı
sayısından daha fazlaydı. Endüstrileşmeyle birlikte Avrupa ve Amerika'da
kentsel yayılma yaşanmakta, fabrikalar, tren istasyonları, köprüler ve resmi
binalar gibi yeni yapı türleri inşa edilmekteydi. Hızla yayılmakta olan
kentlerdeki kamu binaları, büyük konut toplulukları ve endüstri yapıları
çeşitli üsluplarda uygulanmaktaydı. Mimarlar sanat adına, tarihsel üsluplardan
alınmış süsleme motiflerinden esinlenerek seri olarak üretilmiş yapı elemanlarını, bina cephelerinde kullanıyorlardı.
Bütün bu üslup karmaşasının
yarattığı çözümsüzlük duygusu içinde İngiltere'de İskoçyalı filozof Thomas
Carlyle ve İngiliz mimar A.W. N. Pugin ayrı ayrı, dönemin endüstrileşmeye karşı
tepkilerinin ortaya konmasına öncülük ettiler. Bir ateist olan Carlyle bir tür
paternalizmin (kararların rehber ve ideal kabul edilen kişilerce alınmasını
öngören yönetim sistemi) savunucusuydu. Carlyle’ye göre, dış dünyada mükemmel ve hazır görünen her
şey maddi bir varlık gibi görünse de, kaynağını büyük adamların beyninden
almıştır. İnsanlık tarihinin büyük adamların tarihi olduğunu ve toplumların da
bu büyük adamlara tapmak üzere kurulu olduğunu söylemektedir. Muhafazakar Pugin ise ortaçağın
mimarlık biçimlerine ve manevi değerlerine doğrudan dönüşü Hıristiyanlık
bağlamında savunmuştu.
Pugin'in öne sürdüğü ilkeler,
Modernizm'in de temel taşı olacak ilkelerdi: Sağlamlık, kullanışlılık ve rahatlık.
1838'de Mimar Barry adına çizdiği Yeni gotik üsluptaki Parlamento Binası
projesinin yarışmayı kazanması sonucunda, Pugin 19. yüzyılda İngiltere'de
yaygın olan bu üslubun egemenliğini kesinleştirmiş ve binayı eski ustalara
Gotik yapı tekniklerini ve el işçiliğini kullanarak yaptırmıştır.
Düşünür ve sanat eleştirmeni John Ruskin
Bir sanat tarihçisi mutlaka, Pugin’in, 19. yüzyılın üç büyük sanat adamı olan John Ruskin(1819-1900),
William Morris(1834-1896) ve Fransız gotik dirilişçisi Eugene Viollet-le-Duc
ile etkilişiminin izini sürmelidir.
Ruskin, bir 19. yüzyıl filozofu
ve sanat eleştirmenidir. 1836’da, Oxford’da açılan bir şiir yarışmasında
birinci gelerek adını duyurmuş, asıl ününü mimarlık alanında kaleme
aldığı yazılarla kazanmıştı. Fransa, İsviçre ve İtalya’yı gezdi. Ressamları,
ortaçağ heykelciliğini ve mimarlığı inceledi. Bir sanatçı ya da mimar olmaktan
çok bir teorisyen ve eleştirmendi. Ama aynı zamanda büyük bir yazardı ve
yazdıkları hem kendi dönemini hem de sonrasındaki mimarları derinden
etkilemişti. Ruskin ‘Tarihi yapılara
dokunmaya hakkımız yok. Bizim değiller. Onların üzerinde hala geçmiş
yaşayanların hakkı var. Üzerinde emek verdikleri şeyi aşındırmaya hakkımız yok’
diyordu.
Ruskin resimlerinde
gölge oyunlarını seviyordu - Suluboya
Ruskin, Pugin’den yedi yaş gençti. Aynı zamanda Oxford Üniversitesi İlahiyat bölümü olan Christ Kilisesine gittiğinde Pugin’in yazılı eserlerini
heyecanla inceledi. Gerçekten de, 1837-1838 yıllarında Architectural
Magazine’de basılan ‘Mimarlığın Şiiri’
adlı ilk önemli yazısı, doğrudan Pugin’in öğretilerinin sonucuydu. Ruskin bunun
ardından Pugin’in temel mesajı olan ‘insanların
yapı yapma şekli, kültürlerinin ruhsal olduğu kadar maddesel değerini de
yansıtır’ şiarını daha da ileri taşımak üzere üzere kitaplar yazdı.
1849'de yayımlanan ‘The Seven Lamps of Architecture(Mimarlığın
Yedi Lambası)’ adlı kitabındaysa binanın konstrüksiyon ve kullanışlılıktan
başka bir şey göstermesi gerekmediğini ve yapılarda doğal malzeme
kullanılmasının önemini vurgularken, süslemeyi de yapının varlığının ayrılmaz
bir parçası olarak görür. Mimarlığın yedi lambasında mimariye yedi değişik
açıdan ışık tutuyordu. Bunlar:
- Bir ekole bağlılık - Bir ulusun mimarisi diğer uluslar tarafından da kabul edilmiş ve uygulanmışsa ve kendini ifade edebiliyorsa, büyüktür. İngiltere’nin tek bir mimari ekolü olmalı o da İngiliz gotiğidir.
- Fedakarlık - Tasarımınız ve zanaatinizle işin sahibini değil Tanrıyı memnun etmeye çalışmalısınız.
- Gerçekcilik - Binalarınız açık yürekli ve doğru sözlü olmalı. Kötü tasarımlar hoş önyüzler ile gizlenmemeli.
- Heybetli görünüm - Bina bir şekil ve kütle bütünüdür. Mimarın görevi bu şekli en etkili biçimde göstermektir. Yerleşim ve görünüm önemlidir. Tepeye yapılmış bir bina kütlesini çok iyi gösterebilir. Aynı bina eğer geride masif dağlar varsa aynı etkiyi vermez. Eğer etrafı diğer binalar ile çevriliyse binanın hiçbir zaman bütününü göremezsin. Ruskin eserlerde gözün takip edebileceği bir çizgi halindeki ufkun görülebilmesini tercih ederdi. Yunan tapınaklarında bu bina saçaklarının çizgisiydi.
- Güzellik – Güzeliğin okulu doğadır. Binalarımızdaki sanat doğada gördüğümüz form, şekil ve çizgilerin benzeri olmalıdır.
- Hayat – Binalar yetenekli insanların, duvarcıların, maragozların, demircilerin elleriyle yapılıyor. Binayı yapanın hayatı binanın içine geçmelidir. Ruskin binaların seri imalatına ve ustaların yeteneklerini sınırlayan her türlü yeniliğe karşıydı.
- Anılar – Binalar kültürü ve daha önce orada neyin yaşandığını yansıtmalı.
Ruskin için tamamlanmamışlık,
ölümlü gövdenin yaşam işaretidir.Yaşayan şeylerde düzensizlikler ve eksiklikler
olur; bu yalnızca yaşamın işareti değil, aynı zamanda güzelliğin kaynağıdır.
Doğada hiçbir şeyin saf bir kesiti yoktur. Tamamlanmışlığı aradığı için
Rönesans Avrupa sanatında çöküşe işaret eder. İnsan ancak bir şey yaparsa ve
başka şey yapmasına izin yoksa bu aynılığı elde edebilir. Bütün bu nedenlerle
de Gotik mimarlığın anonimliğini, organik biçimlerini ve ortaçağın
uzmanlaşmamış, zanaatçılığa dayalı iş bölümünün insanın çalışma zevkini ve
yeteneklerini yok etmediğini savunur.
Carlyle ve Pugin'in ortak yanları
endüstrileşmeye ve endüstrileşmenin getirdiği maddi dünyaya karşı aldıkları
tavırdı ve bu tavır Ruskin'i etkilemişti. John Ruskin, 1853'te yayımlanan Venedik mimarisini incelediği ‘The Stones of Venice (1851: Venedik'ln
Taşları)’ adlı kitabında zanaatçının sanat yapıtıyla ilişkisini ele alarak
endüstrileşmeyle birlikte ortaya çıkan işin bölünmesine ve işi yapanın bir
makineye indirgenmesine karşı çıkmış, üretimin ve makineleşmenin geleneksel
zanaatçılığı ve el işçiliğini yok ettiğini savunarak her türlü eşyaya
kişiliğini kaybettirdiğini ileri sürmüştür. Bu da Ruskin'e göre en çok
süslemenin makinelerle üretildiği zaman ortaya çıkar.
Fribourg İsviçre
– John Ruskin
Ruskin bütün bu düşünceleriyle Arts and Crafts'ın temel görüşlerini oluştururken, ortaçağ ustasının ya da sanatçısının başarısının, onların dini inançlarının dışavurumunda yattığını gözardı etmiştir. Gerçekte Ruskin’in mimaride
ahlaki ilkeler yönündeki temel talebi, esasında Pugin’in öğretilerinin bir
tekrarıydı. Tıpkı Pugin’in zanaatkarlar üzerindeki etkisi gibi, Ruskin de
özellikle Oxford’daki zeki gençler arasında olağanüstü bir etkiye sahipti. İngiltere’nin Victorian döneminin önde gelen sanat eleştirmeniydi. Aynı zamanda sanat hamisi, teknik ressam, suluboya ressamı, sosyolog, hayırseverdi. Jeolojiden mimarlığa, mitolojiden kuş bilimine, edebiyattan eğitime, botanikten ekonomi politiğe kadar çok çeşitli konular üzerinde yazdı.
Rose La Touche portresi – John Ruskin, 1861, Lancaster, karakalem ve suluboya
Rönesanstan başlayarak
mimarlığın, genel olarak da sanatın ve toplumsal ahlak yapısının bozulmaya
başladığını savunmuş, çağında gotik mimarlık üslubunun canlanmasına öncülük
etmiştir. Rönesans ile başlayan kültürel bozulmanın Sanayi Devrimi ile doruğuna
ulaştığını düşünmüştür. Sanayileşmenin sanattaki olumsuz etkilerine karşı
çıkarak W.Morris ile birlikte sanayileşme öncesi el sanatlarını canlandırmayı
amaçlayan ve Arts and Crafts (sanatlar ve el sanatları) adıyla anılan sanat
hareketinin öncülerinden olmuştur.
Arts and Crafts kurucusu William Morris
Ruskin’in takipçilerinden biri
olan Morris, Pugin’den 22 yaş küçüktü ve gerçek bir Victoria dönemi insanıydı.
Morris 1851’de Dünya Fuarı'nda Ortaçağ Avlusu’nu görüp Oxford’da Pugin ve Ruskin’i inceledikten
sonra mimar olmaya karar verdi. Aynı zamanda tekstil tasarımcısı, şair, yazar
ve sosyal aktivistti.
Chartres, Amiens ve Rounen
katedrallerini ziyaret ettikten sonra Ruskin’in izinden gitmeye karar verdi. Ortaçağ zanaatkarlarının çalışırken ve sanat
üretirken, sanayi sistemi tarafından köleleştirilmiş modern dönem zanaatkarlarından
çok daha fazla özgürlüğe sahip olduklarına inandı. Ona göre dönemin
zanaatkarları, sermayenin taleplerini karşılayabilmek için tek tipte seri
üretim yapmakta ve büyük oranda kar için ucuz malzeme veya uyduruk yöntemler
kullanmaktaydılar.
Ruskin'in düşünceleri, endüstrileşmeye karşı olan bir aydın çevreyi bir araya getirmişti. Gerek
yazılarıyla, gerek uygulamalarıyla Arts and Crafts hareketinin
kurucularından olan William Morris, 1853'te Oxford'da bu aydın çevreyle
tanışmıştır. Ruskin'in zanaatçılık ilkelerinden etkilenen Morris, Burne-Jones
ile birlikte 1857'de Oxford Birliği binasının fresklerini yapmayı üstlenmiş,
aynı zamanda mobilya tasarımına başlamıştır.
Mimar Philip Webb tarafından yapılan Arts and Crafts hareketinin doğup geliştiği William Morris’in evi Red House
1859'da arkadaşı Webb'e yaptırdığı Red House, bu düşüncelerin uygulamaya dönüştüğü ilk üründür, ancak asıl etkisi mimarlıkta değil, el işçiliğine dayanan mobilya üretiminde olmuştur. Kırsal bölgede, yerel malzeme olan tuğlayla ve Morris'e göre 13. yüzyıl anlayışıyla inşa edilen evin döşenmesi birkaç yıl almış; istenen vitray ve el işlemeleri bulunamamış; dönemin mobilyaları, seramikleri ve kumaşları da eve uygun düşmediğinden hepsi tek tek tasarlanarak el işçiliğiyle yaptırılmıştır.
Bu süreç Morris ve arkadaşlarına
sanatçının kendi tasarısını üretebileceği ve satabileceği bir firma kurma
fikrini vermiş ve ailesinden kalan bir sermayesi ve kurnaz bir ticaret mantığı
olan Morris 1861'de sanatçılardan ve zanaatçılardan oluşan "Morris,
Marshall, Faulkner Şirketi" kurulmuştur. Firma, vitray, seramik, duvar
resmi, metal işleri, mücevher, heykel, el işlemesi, halı ve her türlü mobilyayı
elle ve olabildiğince düşük bir maliyetle üretecek, kendi bünyesinde sergileyerek
satacaktı. Altı önemli sanatçının içinde bulunduğu bu ortaklık, uzun ömürlü
olmadı. Ama Morris firmasını değişik biçimlerde de olsa hayatı boyunca devam
ettirdi ve onu karlı ve üretken bir işletmeye dönüştürdü.
Ancak ürünler düşünüldüğü gibi
ucuza mal olmamış ve şirket asıl kazancını, üretimini başka ticari firmalara
yaptırdığı duvar kağıdından, makineyle dokuttuğu halı ve kumaşlardan elde
etmiştir. Kendi tasarladığını elle değil de makineyle ve seri bir biçimde
üreterek satmak, Morris'in çelişkisiydi. Baskı tekniklerinin çok
geliştiği ve makineleştiği bir dönemde, 1890'da, Morris, Kelmscott Basımevi'ni
kurmuş ve eski tekniklerle, en ince ayrıntısına kadar tasarlayarak kitap
basmanın bir sanat olabileceğini göstermeyi amaçlamıştır.. Ancak, maliyeti çok pahalıya çıktığı için kitaplar geniş kitlelere değil, çok küçük bir kesime
ulaşabildi. Morris'in bu konudaki çabasının en önemli etkisi iyi kitap
basımıyla ilgili standartların ortaya konmasında olmuştur.
William Morris, çalışan sınıfın
estetik zevkinin gelişmesinin, onların yaratıcı gücünü arttıracağını ve
sosyalist bir düzeni olanaklı kılacağını düşünüyor, insanların iyi ve güzel iş
üretebilmesi için doğal ve iyi koşullarda yaşaması gerektiğini savunuyordu. N.
Pevsner'e göre Morris, bireysel dehanın küçük bir grup için yarattığı sanat
yapıtını küçük görerek, herkesi, sanatın yalnızca herkes tarafından
paylaşılıyorsa önemli ve gerekli olduğu ilkesine inandırmaya zorlamıştır.
Ayrıca Morris'in bir başka çelişkisi de bir yandan işçi sınıfının savunuculuğunu
yaparken, öte yandan iş adamlığına devam etmesi ve şirketinde çalışanlarla kar
paylaşımına gitmemesiydi.
Oysa aynı yıllarda ütopyacı
sosyalistlerden Jean Baptist André Godin (1817-88), endüstri devrimini kabul
ederek, kent dışında inşa edilen saray biçimindeki yapılarda hem çalışmayı hem
de ikameti içeren ve çalışanların kar ortaklığıyla sürdürülen yeni bir komün
yaşamını başarıyla gerçekleştirmişti.
Morris tarafında
yapılan solda duvar kağıdı, sağda duvar halısı
Morris ressamlıkta ve mimarlıkta
başarı gösteremedi. Çalışanların karı paylaştığı, sözde kooperatif olan kendi
şirketini, paranın mantıklıbir şekilde harcanması konusunda sıradan işçilere
güvenecebileceğine inanmadığı için standart bir ticari girişim, hem de acımasız
bir girişim olarak yönetmiş olması açısından sosyal anlayışı da sağlıklı
değildi. Bir mobilya yapımcısı olarak sık sık rahatsız sandalyeler ve genel
olarak kullanışsız eşyalar yapmakla suçlandı.
Morris tarafından
yapılan solda Meleklerin yaratılışı çini tablo, sağda İsa ve çocuk vitrayı
Ne var ki, vitrayları muhteşemdi.
Dahası bir tasarımcı olarak, özellikle desenli tekstil ürünleri ve duvar
kağıtları tasarımında hiçbir zaman geçilemedi. Tasarımlarının çoğu - kronolojik
sırayla en bilinenleri, Sarmaşık Kafesi, Nar, Kasımpatı, Yasemin,
Lale ve Söğüt, Hezaran, Ayı Pençesi, Hanımeli, Kadife Çiçeği ve Sögüt Dalları -
150 yıl boyunca kullanılmıştır. Morris’in çalışmaları ve teşkil ettiği örnek,
sessiz sedasız, amacı güzel, iyi yapılmış şeyler tasarlamak; onları her eve
sokmak ve böylece toplumun zevkini ve ahlakını yükseltmek olan Sanat ve Zanaat hareketine dönüştü.
Bu hareket Britanya
İmparatorluğu, Amerika ve Avrupa’nın dört bir yanına yayılmış, sanatın her bir
dalında sadece muazzam miktarlarda yüksek kaliteli eşyalar üretmekle kalmayıp,
bir çok alanda 21. yüzyıla dek varlığını koruyan ve gündelik nesneleri görme
biçimimizi kalıcı olarak değiştiren binlerce zanaat firmasının kurulmasına yol
açmıştır.
Böylece, Pugin ve Morris aynı
önermeden yola çıkıp, farklı usuller ve yollarla çalışmak suretiyle sanayi
çağının estetik zayıflıklarına karşı dünya çapında bir direnç yarattılar.
Dünyayı daha güzel bir yer haline getirme konusunda hangisinin daha büyük ve kalıcı katkı ürettiğini söylemek güçtür. Morris’in eşsiz bir sadeliğe sahip
bir tasarım beğenisi vardı. Öte yandan Pugin’deki yaratıcı ruh daha yoğun,
cevher gibi bir alevle ışık saçtı. Ayrıca o dahi bir mimar olduğu kadar bir
sanatçı, bir üretici ve girişimci olarak da sanatta ahlaki ilkelerin Morris’ten
çok daha iyi bir örneğiydi. Birlikte
dünyanın her yerinde beğenileri değiştirdiler ve bunun kalıcı sonuçları oldu.
Sanat, mimarlık ve tasarım
üzerine yaptığı konuşmalarla Morris, Arts
and Crafts hareketinin kamuoyunda da lideri haline gelmiş ve 1877'de
kurduğu Eski Eserleri Koruma Cemiyeti’nde
(Society for Protecting Ancient Buildings
/ SPAB ) toplanan bir grup genç mimarı etkilemiştir.
İçlerinde Lethaby ve Sydney
Cockerell'in de olduğu bu grup Arts and
Crafts akımını yeniden kurarak Morris'in zanaatçılık ve kırsal sanatla
ilgili görüşlerini 20.yüzyıla taşımıştır. Voysey'in de aralarında bulunduğu bu
mimarlar en çok taşra ve kent evlerinin planlamalarında kendini gösteren
yorumlamalar yapmışlardır. Kendi döneminde özellikle mimarlıkta önemli bir
etkinlik göstermeyen Arts and Crafts
hareketi, William Morris'in mimarlıkta süslemeden arınmışlığı, kullanışlılığı,
yalınlığı ve doğal malzeme seçimini savunan düşünceleriyle daha sonra Modern
Mimarlık'ı etkilemiştir.
Gotik dirilişçisi Viollet-le Duc
Onlardan farklı olarak Viollet-le
Duc eğitimli, yetenekli, çok çalışkan ve çok hassas olmasına rağmen gerçekte
yaratıcı değildi. Her ne kadar, sık sık Fransız Pugin diye adlandırıldıysa ve Fransa’da gotiği saygın ve popüler kılmak adına Pugin’in eserlerinden çok
etkilenmiş biri olsa da, başka türlü bir sanatçıydı. Viollet-le Duc, de Pugin’den
iki yaş gençti. 1814’de doğdu ve Fransa’nın bereketli sanat dünyasında kendine
uygun bir yer bulması yıllarını aldı. Babası, Fransa Kralı Louis-Philippe’in
taşra malikanelerinin yöneticisiydi. Viollet-le Duc, Pugin gibi babasını takip
ederek çok iyi bir mimari teknik ressam ve suluboya ile çalışan bir topoğrafya
sanatçısı oldu.
Yıllarca yayın sektörünün önde
gelen girişimcilerinden biri olan Baron Taylor’a, 1820 ve takip eden yıllarda Voyages Pittoresques et Romantique dans
l’Ancienne France adlı bir serinin resimlendirilmesinde yardımcı oldu.
Sonunda, çalışmaları 740 cilt ve her biri dört tam sayfa kitap resmi bulunduran
2,950 resim içerecek boyuta ulaştı. Amacı, Fransa’daki bütün eski binaları
çalışmalarına dahil etmekti. Entourage denen ve metni çevreleyen çok güzel
litografik çizimler yapan en önemli çizer Viollet-le Duc’un kendisiydi ama
Eugene Isabey, Horace Vernet ve R.P.Bonington gibi sanatçıları da yanında
çalıştırıyordu. 1838 Yıllık Sergisi’nde Rafael’in Vatikan’daki locası çizimiyle
altın madalya kazandı ve bir sonraki yıl Fransa’nın Şehir Binaları Ulusal
Konseyi’nde müfettiş oldu.
En önemli gotik restorasyonlarından
birisi Notre Dame Kilisesi Paris
Çalışmalarında büyük ölçüde
restorasyon üzerine yoğunlaşıyordu. Victor Hugo gençliğinde, Fransa’nın
Ortaçağ’a ait mimari mirasının, ki bu açık farkla tüm dünyada en büyüktü,
bozulmaya terk edildiğini (aslında bilinçli olarak yıkılmaktaydı) güçlü sesiyle
haykırmıştı. Hugo ve diğerlerinin protestoları etkili oldu. Viollet-le Duc ise
ulusal tepkiyi belirleyecek en önemli kişiydi. Özellikle üç projeyle
özdeşleştirildi: Paris’teki Notre Dame’ın restorasyonu, başka örneği bulunmayan
devasa bir yapı olan Carcassone Ortaçağ kasaba-katedral-saray-kale kurtarılması
ve muhteşem Pierrfonds şatosunun yeniden inşası.
Pierrfonds Şatosu
restorasyonu Viollet-le Duc (1857-1885)
Pierrfonds Şatosu
suluboya Viollet-le Duc
Yapılmış en iyi topoğrafik
çizimler olan, muhteşem öncesi ve sonrası suluboyalarıyla çalışmalarının
benzersiz bir kaydını da gerçekleştirdi. Pugin gibi o da, derin araştırmalar içeren, mimari ve tarihsel felsefe
çalışmaları olan bir dizi muazzam kitabın sorumluluğunu aldı. Bunlara, Fransa ve bütün
Avrupa’daki, Ortaçağ da sanat ve mimarlık incelemelerinde devrim yaratan Dictionnaire Raisonne de l’Architecture
Francaise du Xleme au XVIeme siecles (9 cilt, Paris 1854-1868) ve Dictionnaire Raisonne du Mobilier Francais
de l’Epoque Caroligienne a la Renaissance (6 cilt,1854-1874) adlı eserleri dahildir. Viollet-le Duc, sadece Ortaçağ
sanatçı ve esnaflarının nasıl çalıştıkları konusunda değil, kilitler,
anahtarlar, mobilya tekerlekleri, menteşeler, giysiler, zırh, silahlar ve
kuşatma makineleri hakkında da uzmanlaşmıştı. Bütün bu konuları hayret verici
suluboyalar ve oyma baskılarla resimledi. Ortaçağ zanaatkarlığının ruhunun
derinlerine o da Pugin kadar daldı. Fakat 19. yüzyıl inşaatçılarına büyük yarar sağlayan Ortaçağ gotik tasarımlarını kopya edebilmesine rağmen, Pugin’in sanatta yeni ifadeler
üretmekte sergilediği sıradışı yetenek onda yoktu. Habitations Modernes (2 cilt,Paris,1877) adlı eseri orijinallikten, hayal kırıklığı yaratacak ölçüde yoksundu. Lausanne yakınlarındaki kendi kır
evi La Vedette ise Pugin’in Ramsgate’te çıkardığı iş karşısında sönük kalır.
Carcassone kasabası
restorasyonu, Viollet-le Duc, 1853
Hem Pugin hem de Viollet-le Duc,
Ortaçağ sanatına ilişkin o zamandan beri benzeri görülmemiş bir bilgi dağarcığı
ve sezgi geliştirdiler. Yine de eserlerini karşılaştırdığımızda, bu sanatı
kelime ve çizgilerle kopyalama konusundaki bilgi ve becerinin yetmediğini
görürüz. Ancak yaratıcı güç de orada yerini almalıdır; Pugin’de olağanüstü
bollukta olup, Viollet-le Duc’te noksanlığı bariz olan yaratıcı güç. Muazzam
bir enerjiye sahip bir restoratör tarafından suni bir yaşama geri döndürülen
Carcassone ve Pierrefonds, Ortaçağ varlıkları olarak hayranlık uyandırabilir,
haz da verebilir. Fakat Pugin’in Cheadle’daki kilisesi, sanat ve mimarisi başka
hiçbir çağda ve hiçbir kimse tarafından yaratılamayacak olan hakiki bir 19. yüzyıl
şaheseridir.
Osmanlı İmparatorluğu’na hiç
gelmemiş olan Eugène Emmanuel Viollet-le-Duc'ün Osmanlı mimarlığını da, onun
düşüncelerini benimseyen ve uygulayan mimarlar yoluyla
etkilediği tespit edilmiştir. Osmanlı mimarlığı 18. yüzyıldan sonra modernleşme
amacıyla Avrupa’nın benimsediği üslupları takip etmiş, neo-Klasik,
neo-Rönesans, neo-Gotik, neo-Barok ve Oryantalist üslupların mimari
elemanlarından seçmeci bir tutumla biçimlenmiştir. 1873 Dünya Fuarında Osmanlı
mimarlığının tanıtılması amacıyla hazırlanan, Usul-i Mimari-i Osmani kitabı, Osmanlı mimarlığının kendi kimliğine dönüşünün başlangıcıdır. Viollet-le-Duc’ün
öğretilerini uygulayan öğrencisi Leon Parvillée Osmanlı mimarlığının
kurallarını, Celal Esat Arseven’de Osmanlı mimarlığının diğer İslam ülkelerinin
mimarlığından ayrılan özelliklerini belirlemişlerdir. Mimari eğitim ve uygulama
alanında Osmanlı kimliğinin ulusal bir mimarlık olarak benimsenmesinde
Viollet-le-Duc’ün düşüncelerini benimsemiş olan Alexandre Vallaury ve
Kemalettin Bey etkin olmuşlardır.
İNGİLİZ MİMARİSİNİN EVRİMİ: ARİSTOKRASİDEN BURJUVAZİYE
İngiltere'nin geçmişinde iktidar
ve mimarlık arasındaki ilişkinin ne derece kuvvetli olduğunu görmek mümkün.
İngiliz Mimarisi'nin odağının, ilahi yapılardan sivil yapılara doğru kaydığı
18. yüzyılda, güç de el değiştirerek, kraliyet ailesi ve kilisenin tekelinden
çıkıp toprak sahibi seçkinlerin (Feodaliter Prenslerin) kontrolüne geçiyordu. Bu değişimin ilk sonucu
konutların şehir dışına kırlara yayılması oldu.
Konut alanlarına tek bir mimari
formun hakim olması fikri 18. yüzyılda oldukça popüler hale gelmişti ve
konutlaşma da bu eğilime paralel olarak gerçekleşti. Bu dönemde mimari uslüp,
Barok ve ünlü mimar Andrea Palladio'nun çizimlerine de hakim olan erken dönem
Rönesans mimarisinden daha sadeydi.
Orta sınıfın refah seviyesinin
Endüstri Devrimi ile birlikte yükselişe geçmesini takiben konutlaşmada da büyük
bir artış gerçekleşti. Endüstri Devrimi yeni bir kent tarzını da beraberinde
getirdi. Bu yeni kent, Antik Roma'dan beri karşılaşılan en büyük ve en kalabalık
kent formuydu. 19. yüzyıl'ın başından sonuna gelindiğinde Londra, dönem
başındaki büyüklüğünün altı misli bir büyüklüğe erişmişti ve Manchester ise
bugünkü Çin şehirlerinde olduğu gibi kontrolsüz bir büyüme sergilemeye
başlamıştı.
Aydınlanma Çağı'nın başlaması ile
birlikte otoritenin ve düzenin köhne fikirleri de yıkılmaya başladı. 18.
yüzyılın başında, diğer birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi İngiliz mimarlar da
kendilerini tekrar klasik dönem mimarisi içinde konumlandırmaya çalışmıştı. 19.
yüzyılda Parlamento Binası'nın mimarlarından Augustus Pugin'in iddiasına göre
ise gotik uslup, ahlaken en üstün mimari usluptu. Yine bu dönemde John Ruskin
hangi mimari tarzın daha gerçekçi olduğu üzerine çalışıyordu. Ancak hiçbir
çaba, gelişigüzel bir şekilde artan Mağribili, Hintli, İtalyan, Fransız ve
Yunan detayların uygulandığı binaların yayılmasını engelleyemedi.
Victoria Dönemi mimarisi üzerine
yürütülen ve 20. yüzyıla kadar süren merkezi tartışmalara ve çelişkilere
getirilen tanımlar büyük ölçüde Pugin, Ruskin ve William Morris'e aitti.
Endüstri Devrimi'ne duydukları tüm olumsuz tepkilere rağmen, içinde
bulundukları bu dönemin ne sunduklarından ne de mahrum bıraktıklarından
kaçabilecekleri herhangi bir yol yoktu. Pugin'in, gotik kiliselerin yeniden
canlanacağı kente erişimi sağlayabilmesi için demiryoluna ve bu tasarımın
maliyetini karşılamak için endüstrinin sağladığı zenginliğe ihtiyacı vardı.
Ruskin'in Avrupa mimarisini araştırabilmesi yine demiryolları ile olanaklı hale
gelebilmişti. Morris'in ise pahalı el yapımı mobilyalarını satabilmesi için
Endüstri Devrimi'nin zenginleştirdiği burjuvaziye ihtiyacı vardı.
Bahçe şehir konsepti
- Ebenezer Howard, 1902.
Bu sırada Ebenezer Howard
insanların 19. yüzyılın binalarla dolup taşan kalabalık caddeleri yerine yeşil
ile iç içe yaşayabilecekleri bir kent modeli olan Bahçe Kent’i tasarladı. 20.
yüzyılın başlarında Howard'ın modelinden esinlenen ilk bahçe kent örneği
Letchworth'u sırasıyla Welwyn Garden City, Hampstead Garden Suburb takip etti
ve bu model savaş sonrası dönemin kentleşme akımı haline geldi. Voysey'in iki
savaş arasında banliyölerdeki konutlaşmayı etkisi altına alan tarzı, aynı yola
cepheli bitişik nizamlı evlerden oluşuyordu. Birçokları için bu uygulama dehşet verici sonuçlar doğurmuş olsa da bir konut
buluşu olarak döneme damgasını vurmuştu.
Arts and Crafts
akımı oldukça radikal ve İngiltere dışında oldukça etkili olmasına rağmen, 20. yüzyılın
başlarında çağdaş mimariye öncülük eden ülkeler Almanya, Fransa, Rusya ve
Hollanda'ydı. İngiltere diğer birçok konuda olduğu gibi mimari açıdan da yeniliğe direnç gösteriyordu. Endüstri Devrimi'nin icatlarına ve getirilerine
rağmen bu çağı ilahlaştırmamak adına büyük bir çaba sarf eden İngiltere'de
Avrupa modernizminin etkileri hem oldukça geç hem de oldukça zayıf hissedildi.
Denys Lasdun tarafından mimari tepeler ve vadiler olarak tasarlanan East Anglia üniversitesi binaları
Alison & Peter Smithson - Robin Hood Gardens
II.Dünya Savaşı sonrasında ise genç mimarların daha akılcı, daha aydınlık ve daha net çizgilere sahip bir mimariye ihtiyaç olduğunu fark etmeleri, modern mimariyi İngiltere'de öncü akım haline getirdi. Bunu takiben İngiltere'de modern mimarlık farklılaşarak kendi çizgisini yarattı. Denys Lasdun ve Alison & Peter Smithson gibi mimarlar daha somut, daha sağlam ve arazi ile daha bütünleşik binalar ortaya çıkarmaya başladı. Erken dönem modern mimarinin soyut tasarımlarına bir tepki olarak geleneksel mahalle biriminin sosyal niteliklerini yeniden keşfetmeye çalıştılar. 1960'lı yıllarda Archigram akımı sökülüp takılabilen ve hareket edebilen binalar ve serbest formlu kentler gibi oldukça etkileyici fikirler yarattı. 1970'lerin sonuna gelindiğinde, bir nevi sosyal politika olarak kentlerin modernist bir şekilde yeniden inşası, kentlerin hem fiziki hem de sosyal yapısında tüm zamanların en büyük çöküşüne sebep oldu. Bu nedenle mimarlar, ruhsuz boş araziler, suçun ve sefaletin baş gösterdiği, tarihin sökülüp atıldığı kentler yaratmakla suçlandılar. çağdaşlığın simgesi devasa cam binalar ise 1970’lerde petrol krizi sonrasında oldukça gözden düşmesine rağmen 20. yüzyılın sonlarından itibaren yeniden popülerleştiler. Seri üretim, toplu konut uygulamaları arkasındaki sosyalist politikalar ise tamamen reddedilmeye başlandı.
Gherkin binası –
Norman Foster, 2003
Lloyd's Binası,
Londra - Richard Rogers,1986
Margaret Thatcher dönemine gelindiğinde ise alışveriş merkezleri, tematik parklar gibi özel sektöre ait mimari yatırımlar oldukça büyük bir artış kaydetti. Norman Foster, Richard Rogers, Zaha Hadid ve David Chipperfield gibi İngiliz mimarlar büyük bir üne sahip oldular ve hem küresel hem de fiziki ölçek bakımından önceki nesillere kıyasla oldukça şaşırtıcı uygulamalara imza attılar.
Kaynakça
http://www.pugin.com/ http://www.puginfoundation.org/reading/
http://www.parliament.uk/about/living-heritage/building/palace/architecture/palacestructure/the-architects/
Reformation to Millennium: Pugin's Contrasts in the History of English Thought: Rosemary Hill
Johnson, Paul – Creators
Formative Histories of Architecture
Mimarlık – NTV Yayınları
No comments:
Post a Comment