'Gerçek sanatçı, sıradan insanlardan farklı olarak bedenen öldüğünde değil; eseri unutulduğunda ölür.Sabahattin Ali, eserlerini yazarak var eder; yıllar sonra da eserleri yeniden O'nu var ederek ölümsüzleştirir.'
Ülkemizde 1940’lara damga vuran
edebiyatçı hiç kuşkusuz Sabahattin Ali’dir. 1920’lerin sonlarında şiir ile başlamış,
ama kendisini bu alanda başarılı görmemiş; 1931-1934 yılları arasında yazdığı
28 şiirden oluşan Dağlar ve Rüzgâr kitabını bastırdığı için pişmanlık duymuş; hikayeci
ve romancı olarak daha çok tanınmıştır. Büyük şairler ve yorumcular tarafından
yenilikçi bulunmayan şiirlerini ise halk çok sevmiş, eserleri belki de en çok
bestelenen şair olmuştur. Şiir, hikâye ve roman yazımlarının yanında siyasi
gazete ve dergilerde ses getiren ve siyasi yönetimleri eleştiren yazılar
yazmıştır. Siyasi baskılar altında bir şey yapamaz, soluk alamaz noktaya
gelince ülkeyi terk etmek istemiş, genç yaşta talihsiz zalim bir kumpasın
içerisine düşürülerek faili meçhul bir cinayete kurban gitmiştir. Dağlara
çıkan, deli rüzgârlara yarenlik eden coşkulu şiirlerinde ve aşk acısıyla, kederle
yazılmış hüzünlü dizelerinde halk şiirinin sıcaklığı, insanı kendisine çeken
içtenliği vardır. 1947 yılından 1965 yılına kadar hiçbir eseri yayınlanmayan
Sabahattin Ali’nin son 20-30 yılda eserleri en çok satanlar listesinde. Son
dokuz yılın istatistiğine göre eserleri her yedi ayda bir yeni basım
yapmaktadır.
Sabahattin Ali’nin Ailesi
Sabahattin Ali’nin babaannesi Seher Hanım yazar Hıfzı Topuz’un iddiasına göre Müşir Mehmet Ali Paşa’nın en küçük kızıymış. Hani şu boğazda gemiden atlayarak Osmanlı’ya sığınan miço Karl Detroit. Yüzerek yalısına çıktığı, Tanzimat döneminin en önemli üç liderinden birisi olan Mehmet Emin Ali Paşa tarafından himayesine alınmış ve Müslüman olup adını Mehmet Ali olarak değiştirdikten sonra Osmanlı askeriyesinde Müşirlik makamına kadar yükselmiştir.
Müşir Mehmet Ali
Paşa’nın soy ağacı
Müşir Mehmet Ali Paşa 1878’de
Arnavutluk-Karadağ isyanını bastırmakla görevliyken isyancılar tarafından
öldürüldükten sonra Sabahattin Ali’nin dedesi Deniz Kuvvetlerinde Alay Emini
Oflu Salih, paşanın kızı Seher hanıma talip olmuş. Evlenen çiftin üç çocukları
olmuş. Bunlardan birisi de Sabahattin Ali’nin babası Ali Selahattin. Cihangirli
Ali Selahattin baba mesleğini seçerek Harbiye’de okumuş, sonra da bir teğmenin
kızı olan Hüsniye Hanım ile evlenmiş. Doğan oğullarının adını da Sabahattin
koymuşlar.
Sabahattin Ali’nin çocukluk ve gençlik yılları
Sabahattin Ali’nin babası Yüzbaşı
Ali Selahattin (1876-1926) İstanbul doğumludur. Dedesi Of’lu Salih’tir.
Babaannesi Çerkes Saniye Hanım’dır. Soyu baba tarafından Trabzon’un Of
ilçesine, anne tarafından Bulgaristan’ın Lofça iline dayanmaktadır. Sabahattin
Ali’nin Mehpare Taşduman’a yazdığı 24 Ağustos 1928 tarihli mektupta geçen “Babam İstanbul’un eski ve asil bir
ailesinin çocuğu idi.” cümlesi, büyükbabasının gençken veya çocukken
İstanbul’a gelip yerleştiğini göstermektedir.
Selahattin Bey 1903’te piyade
subayı olur, Kütahya’dan sonra Rumeli’nde Edirne Vilayetine bağlı Gümülcine
Sancağı’nda Eğridere’ye (Ardino) atanır. 1906’da otuz yaşında iken Gümülcine’deki
subay arkadaşlarından Mehmet Ali’nin on dört yaşındaki kızı Hüsniye ile
evlenir. Aralarında 16 yaş fark vardır. 25 Şubat 1907’de ilk çocuğu dünyaya
gelir. Adını Sabahattin koyar. Hayranı olduğu, Osmanlının ilk sosyoloğu,
hanedan üyesi, ilerici Prens Sabahattin’in adıdır, ikinci oğluna da şair Tevfik
Fikret’in anısına Fikret (1911) adını verir. Ali Selahattin edebiyatı seven
özgürlükçü düşüncelere sahip bir kişidir, coşkulu, duygulu, alıngan, ince
ruhludur, Jön Türk’tür, özellikle Tevfik Fikret’in şiirlerini, ‘Sis’i ezbere
bilir, Servet-i Fünun, Şehbal, İçtihad dergilerini izler.
Selahattin bey ve iki
oğlu
Trablusgarp’ta İtalyan Savaşına,
oradan Arnavutluk isyanını bastırmaya, ardından da Balkan Savaşları’na katılır.
Bu savaşta yüzbaşı rütbesindeyken yaralanır, malulen emekli olur. Karısının
memleketi Edremit’e yerleşirler, burada Müslüman Mahallesi’nde küçük bir bakkal
dükkânı açar. Ama 1914’te I.Dünya Savaşı başlayınca, Çanakkale cephesi için yeniden
askere alınır. Ailesi ile birlikte Çanakkale’ye taşınırlar. 1918 yılında savaş
sona erince emekliye ayrılır. Sabahattin Ali için çocukluğunun en kötü günleri
Çanakkale günleridir. Burada dört sene kalırlar. Savaşın dehşetini çocuk yaşta
en feci biçimde görürler. Babası emekli olduğunda artık kalp hastasıdır,
annesinde ise ruhsal çöküntüler başlar, küçük erkek kardeşi kekeme olmuştur.
Ali Selahattin Bey biriktirdiği
para ile İzmir’e gelerek önce tiyatro sonrada gazino işletmeye çalışır. Belirli
bir süre yolunda giden işleri, 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgali ile sekteye
uğrar. Eşi Hüsniye Hanım çok sinirli ve bunalımlar içerisinde bir kadındır. İki
kez intihara teşebbüs eder. Birinde bileklerini kesmeyi dener, ikincisinde İzmir
körfez vapurundan atlar. Ama kurtulur. Hüsniye Hanım (1893-1969) Edremit
kütüğüne kayıtlı olup babası Teğmen Mehmet Ali’dir. Aile Çanakkale Yenice’lidir,
Kazdağı Yörüklerindendir. Hüsniye Hanımın annesi ise Gönen’in Yortan (Bostancı)
köyünden Hacı Mehmet’in kızı Asiye’dir. Hüsniye hanımın dedesi de Gönen
müftülüğü yapmış biridir.
15 Mayıs 1919’da Yunanlılar
İzmir’e girince aile yeniden Hüsniye Hanım’ın babasının yanına Edremit’e göçer.
1920’ye gelindiğinde aileye Süheyla (Conkman) adında bir kızları katılır.
Süheyla aile içinde “Süha” olarak çağırılır. Edremit’te bir yıl sonra 22 Haziran
1920’de işgale uğrar. Selahattin Bey Kurtuluş Savaşı sırasında Edremit’te seyyar
pazarcılık ve işportacılık yapar. Ailenin Edremit’teki günleri fakirlik ve sıkıntılarla
geçer. Sabahattin ilkokulu burada okur. İçine kapanık ama başarılı bir öğrencidir.
Boynuna astığı işportacı tablasında Rum mahallelerinde makara satar. 1921
yılında Yunan işgali altındayken Edremit İptidai Mektebi’ni bitirdikten sonra Galatasaray
Sultanisi’ne yazılmak için dayısının yanına İstanbul’a gider. Bir yıl kalır ama
işgal altındaki İstanbul’da okula başlayamaz. Artık
çocukluk yaşını geçmiştir. Bir yıl daha kaybetmemek için 1922-1923 öğrenim
yılında Balıkesir Öğretmen Okuluna kaydolur. Subay olma hayalleri kurarken öğretmen
olma yoluna girmiştir. Üç yılını geçirdiği bu okulda ilk şiirlerini ve hikayelerini
yazar. Edebiyatçı kimliğinin temelleri burada atılır. 1924 yılının şubat ayında
arkadaşlarıyla bir gazete çıkarırlar. Aynı dönemde Maarif-i Umumiye Mecmuası
ile Yeni Yol dergilerine yazılar gönderir. Balıkesir Öğretmen okulunda
karıştığı bir disiplin davası nedeniyle okuldan soğur ve İbrahim Alaattin
Gövsa’nın yardımıyla İstanbul Erkek Muallim Mektebi’ne nakil olur. Son seneyi
orada okur.
Bu arada babası 1920 yılında Ayvalık
Pelitköy’de bir madenin yöneticisi olunca ailenin durumu biraz düzelir. Ayvalık’a
yerleşirler. Muhtemelen bu dönemde Selahattin Bey nüfus kütüğünü Ayvalık’a nakleder.
Tatillerde Sabahattin Ali’de anne babasını Ayvalık’ta ziyaret eder. Sonrasında ruhsal durumu iyice bozulan annesini
İstanbul’daki Fransız Hastanesi La Paix’e yatırırlar.
Sabahattin Ali İstanbul Öğretmen Okulu’ndan mezun olduğu yıl (1927), ailenin Ayvalık
günleri, babasının ölümü üzerine son bulur.
İlk Öğretmenlik Yılları
Sabahattin Ali, İstanbul’a
gidince Edebiyat Fakültesi ve Yüksek Öğretmen Okulu’ndan öğrencilerle
arkadaşlıklar kurar. Pertev Naili (Boratav), Enver Necati, Ayşe Sıtkı, Hasan
Ali (Yücel), Orhan Şaik (Gökyay) orada tanır. Asım Us, Vala Nurettin, Nurettin
(Artam) ı da çalıştıkları Vakit gazetesinde.
Sabahattin Ali 1927 yılında öğretmenlik
diplomasını aldıktan sonra Ankara’da bir hastanede baştabip yardımcısı olarak çalışan
dayısı Rıfat Ali Ertüzün’ün yanına gitti. Dayısının Yozgat Devlet Hastanesi’nde
başhekimlik görevi için tayini çıkınca, yeğenini yanına almak isteyen Ertüzün,
dönemin mebuslarından Cevat Dursunoğlu ile görüştü ve yeğeninin Yozgat Merkez
Cumhuriyet İlkokulu’na öğretmen olarak atanmasını sağladı. Sonrasında ailecek
Yozgat’a gittiler. Burada yazarın çevresi, dayısının da etkisiyle gelişti.
Almanya Yılları
Sabahattin Ali çok sıkıldığı
Yozgat’tan öğrenim yılı biter bitmez hemen ayrılarak İstanbul’a gider. Dayısı
Rıfat Ali Ertüzün’de Ankara’da özel bir hastane açarak oradan ayrılmıştır. Tam
da o sıralarda Millî Eğitim Bakanlığı’nın dil öğrenimi için 15 öğrenciyi Avrupa’ya
göndereceğini duyar. Sınava katılır ve kazanır. Dört yıl Almanya’da eğitim
görecek ve ardından Almanca öğretmeni olacaktır. Bu sıralarda 1 Kasım 1928’te yazı
devrimi olmuş ve yeni Türk alfabesi kabul edilmiştir.
1928 yılı Kasım ayında Almanya’ya
giden Sabahattin Ali, on beş gün Berlin'de kaldıktan sonra Potsdam'a yerleşir.
İlk olarak dil öğrenmek için yaşlı bir kadının evine pansiyoner olarak girer.
Daha sonra Almancasını güçlendirmek için özel bir kurum olan Deutsches Institut
Auslander'ın kurslarına başlar. Ayrıca I. Dünya Savaşı'nda Türkiye'de bulunan
ve biraz Türkçe bilen eski bir subaydan dersler alır. Sabahattin Ali’nin Almanya'ya
giden ekipten arkadaşı olan Melahat Togar ‘Arkadaşım Sabahattin Ali"
yazısında daha Almancayı tam öğrenmeden Almanca baskılarından Rus yazarlarını
okuduğunu belirtir. Sabahattin Ali bu yönü sayesinde İvan Turgenyev, Maksim
Gorki, Edgar Allan Poe, Guy de Maupassant, Heinrich von Kleist, ETA Hofmann ve
Thomas Mann gibi isimleri tanır ve onların eserlerinden ilham alır.
Sabahattin Ali, Potsdam'da
kaldığı süre içerisinde İstanbul'u ve karşılıksız kalan aşkını özlemekteydi. 1
Ocak 1929 tarihinde Nahit Hanım'a yılbaşı hediyesi olarak yazdığı şiirleri
gönderdiyse de cevap alamadı. Postdam'daki dil kursunu bitirdikten sonra
Berlin'de yatılı bir okula yerleşti. Burada kendini kitaplara verdi ve dilini
geliştirdi. Almanya’nın I.Dünya savaşı sonrasındaki buhranlarını gözlemledi. Savaş
sırasında Marksistlerce kurulan Spartakusbund Komünist örgütü 1919’da devrim
eylemine girişmiş ama başarılı olamayarak dağıtılmıştı. Naziler daha yeni yeni
örgütleniyorlardı. Dört yıl için Almanya’ya giden Sabahattin Ali bu ortamda
henüz iki yılını bile doldurmadan dönmeye karar verdi. Nedeni bir sınıf
kavgasıydı. Sınıflarından bir Alman genç, Sabahattin Ali’ye karşı ‘Bu parazit Türkleri buradan kovmalı’
demiş, bu ırkçı söylev karşısında sinirlenen Sabahattin Ali’de çocuğun suratına
tokadı yapıştırmıştı. Bu nedenle Sabahattin Ali’nin bursu kesilince 1930
ilkbaharında mecburen yurda döndü.
Resimli Ay dergisi ve Nazım Hikmet İle Tanışması
Sabahattin Ali'nin Almanya'dan döndükten
sonra İstanbul Yüksek Muallim Mektebi'nde yatılı okumakta olan Nihal Atsız,
Pertev Naili Boratav, Orhan Şaik Gökyay ve Nihad Sâmi Banarlı gibi
arkadaşlarının yanında kaldı. Daha sonra bu okulun müdürünün de yardımıyla
Bursa'nın Orhaneli ilçesine ilkokul öğretmeni olarak atandı. Aynı yılın Eylül
ayında ise Gazi Terbiye Enstitüsü'nde açılan Almanca yeterlilik sınavına girdi,
ardından da Aydın Ortaokulu'na Almanca öğretmeni oldu.
Sabahattin Ali, Aydın’a gitmeden
önce Resimli Ay dergisine giderek Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel ve Nazım
Hikmet ile tanışır. O yıllarda Resimli Ay aydınlar arasında çok popüler bir
yayın organıdır. 1928 yılın başlarında dönemin ünlü yazarlarında Vala Nurettin,
Resimli Ay’a uzun boylu, sarı kıvırcık saçlı, mavi gözlü bir genci getirmiştir.
Nazım kısa zamanda Resimli Ay’ın en sevilen yazarı olur. Sabahattin Ali yankı
uyandıran ilk hikayelerini Nazım Hikmet’in teşvikiyle yazar ve bunlar ilk kez
Resimli Ay dergisinde yayınlanır. Nazım, Sabahattin Ali’yi çok beğeniyor, ancak
romantizminden kurtarıp, realizme yakınlaştırmaya çalışıyordu. Dergi çok dikkat
çekmeye başlayıp, derginin ortakları üzerindeki baskılar artınca, siyasi irade tüm
yazarların işten çıkarılmasını istedi. Bunun üzerine 1930 yılı başlarında son
sayı çıkarılarak dergi yayın hayatına son verdi.
Abdülhak Hamid ve Nazım Hikmet ‘Putları
Yıkıyoruz’
Haziran 1929
tarihli Resimli Ay dergisinde ‘Putları Yıkıyoruz’ başlıklı bir kampanya
başlatıldı. Kampanya fikri, her gün 2 lira karşılığı 2,000 kötü satır okumaya
mecbur olan adamdan yani düzeltmen Nazım Hikmet’ten çıkmıştı. Resimli Ay’ın, ‘Eserlerinizi nasıl yazarsınız?’
anketine ünlü yazarların verdiği cevaplara kızmıştı Nazım. Karşı masasında
oturan Sabiha Sertel’e, ‘Bunların hangisi
milli edip?’ diye sormuştu. ‘Kimi tek
konu olarak dış alemi biliyor; kimi içinde yaşadığı burjuva çevresinin çürük
tiplerini işliyor. Bu memlekette halk yok mu, işçi, köylü yok mu? Gerçekleri
görmek istemiyorlar. Bu putları yıkmak lazım’. Dergini sahibi Zekeriya
Sertel de bu fikre katılınca bir yazı serisi başladı.
Abdülhak
Hamid ve Nazım Hikmet
Dergiye göre
serinin amacı ‘Kendimize put yapıp,
taptığımız kimseler üzerindeki mukaddes örtüyü kaldırmak ve Türk gençlerini
yanlış putlara tapmaktan kurtarmaktı. Kampanyanın ilk hedefi Şair-i Azam
Abdülhak Hamid’di. Serinin ilk yazısının girişine Şair’in çalışma masasında
çekilmiş bir fotoğrafı üzerine kırmız çarpı işareti konmuştu. Altında Nazım
Hikmet’in kaleminde çıkıp imzasız yayınlanan şu satırlar vardı: ‘Dahi-i Azam’ın en kuvvetli yazısını başka
bir dile çevirin bakın nasıl sırıtır. Hatta bugün konuştuğumuz Türkçeye tercüme
edin; bakın dâhinin dehası nasıl sabun köpüğü gibi dağılıveriyor. Abdülhak
Hamid Beyefendi dahi-i azam değildir. Azam-ı bir tarafa bırakalım, dahi olma
özelliğine bile sahip değildir. Dünyanın dâhileri arasında Shakespeare,
Corneille, Racine varken, onların sesini taklit eden fakat bu sese yeni bir
nota olsun ilave edemeyen, Abdülhak Hamid Bey yoktur. Eğer Hamid Bey, içinde
yaşadığı toplumsal dönüşüm devresinin Şark’a, Osmanlı İmparatorluğu’na has
özelliklerini evrensel bir dille ifade edebilmiş olsaydı ve bunu o zamana kadar
yapılanlardan daha başarıyla yapabilseydi, dâhiler galerisinde bu isimde bir
Osmanlı sanatkarı bulunabilirdi. Halbuki o bunu yapamadı. Hamid bey devri için
yeni, kuvvetli bir Osmanlı şairidir. İşte o kadar.’
Hamid’den sonra
yıkılacak putlar listesinde Namık Kemal, Tevfik Fikret, Mehmet Emin, Hamdullah
Suphi, Ahmet Haşim, Halit Ziya, Yakup Kadri gibi devrin devleri vardı. Nazım
hepsini birer birer tahtlarından indirmeye, edebiyat alanının yenilerin önünü
tıkayan engellerden temizlemeye ant içmiş gibiydi. Milli şair sayılan Mehmet
Emin’i Türkçe yazmamakla istibdada karşı susmakla suçluyor, Tevfik Fikret’e
küçük burjuva münevveri diyordu. Kampanya edebiyat aleminde büyük infial ve
tartışma yarattı. Hatta bazı üniversiteli gençler Sertel’in ofisini bastılar.
Sertel onları yatıştırırken ‘Ortada komünizm meselesi yoktur; eski ile yeninin
mücadelesi vardır’ dedi.
Hamid yıkılacak
putlar listesinde bir numaradaydı. Ve ilk balyozu genç neslin en iddialı kalemi
vurmuştu. Ne garip O da vaktiyle, kendinden önceki mumyaları yıkarak gelmişti.
Bugünün kırılan putlarından Yakup Kadri o günlerde Hamid için bakın ne demişti:
Ey mumyalar kalkınız; sizin çürüdüğünüz
bu mahzenin içinde yeni bir adam doğdu. Açın kapıları, kaldırın şu ağır kapağı;
yeni adam bütün cihan önünde sizin trajedinizi tek başına oynayacak’ Yeni
adam o günden sonra hep hürmetle omuzlara alınmış, nadiren eleştirildiğinde de
kendisi aldırmamış, olgunlukla susmuş, hatta bazen hak verir görünmüştü.
Bir devrin
putlarını yıkıp çığır açan şair, zamanla kurduğu devrin sembolü halinde
putlaşıyor ve onun putunu da bayrağı kendisinden devralan yenilikçi bir başka
şair yıkıyordu. Benzerlikleri çoktu. Serbest nazmı ilk kez Nazım’ın tatbik
ettiği söyleniyor, Nazım’ın bazı eserleri ise Hamid’in Nesteren’de kullandığı
serbest nazma yakın hece veznini hatırlatıyordu. Bir gün Nazım şöyle yazmıştı:
Kalbimizin
ensesinde kıvrılan
yağlı,
uzun saçlarımız yok.
Güle,
bülbüle, ruha, mehtaba, falan filan
karnımız
tok.
Ve
şimdilik
gönül
işlerine vermiyoruz metelik...
Herkez Şair’i
Azam’ın bu dizelere nasıl cevap vereceğini beklerken, Hamid herkesi şaşırtarak
genç şairi evine yemeğe davet etti. Bir efsaneye göre tam bu sıralarda bir gece
kapısını çalan polis, uyku sersemi Nazım’a Cumhurreisi Hazretlerinin Dolmabahçe
sarayında kendisini beklediğini söylemiş ve hemen giyinmesini istemişti. Çünkü
o gece huzurda açılan şiir sohbetinde Nazım’ın adı asrın en büyük şairi olarak
anılmış, Gazi de bu genç şairi merak edip sofrasına çağırmıştı. Lakin Nazım
muhalifti. İçerden yeni çıktığı ve yeniden girme ihtimali kuvvetli olduğu halde
bu tür emrivakilere boyun eğmekten hoşlanmazdı. Gelen polise ‘Paşaya benden selam söyleyin ben deniz kızı
Eftalya değilim' demişti. Söylenene bakılırsa bu tersleme Gazi’ye
söylendiğinde, Gazi ‘Aferin çocuğa. İşte
şair böyle olur ‘demişti.
Herkes Nazım’ın,
Hamid’in davetine nasıl cevap vereceğini bekliyordu. Sonunda Nazım ‘Mustafa
Kemal’in davetini kabul etmedim. Ama bir şairinkini reddedemem’ dedi. Ve Maçka palasa gidip Hamid’lere misafir
oldu. Kendisini kapıda Lüsyen karşıladı. Onu önce salona, sonra itinayla hazırlanmış
sofraya buyur etti. Hamid, kendisine kafa tutan kabiliyetli gence anlayışla
yaklaştı. ‘Ben de edebiyat hayatına
atıldığım zaman sizin gibi putlara savaş açmıştım. Divan edebiyatını yıktık;
Tanzimat edebiyatını getirdik. Türk edebiyatında yeni hamleler yaptık. Biz
onları yıktık; siz de bizi yıkacaksınız.’ Nazım hayretle dinliyordu. Hamid ona yazmakta olduğu büyük piyesten
parçalar okudu. Ama daha da etkileyicisi Nazım’ın bir şiirini ezberinden okudu.
Nazım ezberinde Hamid’in tek bir şiirinin bile olmamasından utandı.
Karşısındaki adamın devrilmesi gereken bir put değil, açık fikirli bir devrimci
olduğuna inandı.
Nazım yemek
dönüşünde merakla bekleyen arkadaşlarına ‘Hamid büyük adam' dedi. ‘Burjuva ama
büyük şair. Uzun boylu olduğu için redingotla adeta bir İngiliz lorduna
benziyordu. Hele gözündeki monokl (çerçevesiz gözlük) ha düştü ha düşecek diye
ödüm patlıyordu. Beni mükemmel bir salona götürdüler. Avizeler 14.Lui sitili
bir salon takımı. Kendimi sarayda sanıyordum. Bir sofra. Londra’dan getirtilmiş
İskoç viskileri, çeşitli içkiler. Masanın bir ucundan diğerine kadar mezeler.
Ben sofrada mahcup bir çocuk gibiydim. Abdülhak Hamid sanat sohbeti açtı. Sanat
tarihini, çeşitli edebiyat mekteplerini, şiirde, edebiyatta, tiyatroda meydana
gelen değişmeleri öyle bir anlattı ki karşısında cehaletimi hissettim. Fakat
ben de onun bilmediklerini, realist sanatı anlattım. Büyük bir ilgiyle dinledi.
Anlayışına hayran oldum. Oysa ben çetin tartışmalar yapacağız sanmıştım.’
27 yaşındaki Nazım ayrılırken hürmetle Hamid’in elini öptü. Öpmekle kalmadı Akşam da Orhan Selim imzasıyla ‘Öptüğüm El’ başlıklı bir yazıda ‘Hamid’i şimdi anlamaya başlıyorum. Onun yürek derisini yüzerek bu sert kabuğun içinde tutuşan alevle gözlerim yeni yeni kamaşıyor’ diye yazdı. Adeta ondan özür diledi. Yazının son cümlesi: Yaratanın yaratanını, kendi kendimi öpmüş gibi oldum.
Aydın’da Öğretmenlik Yılları
Sabahattin Ali Resimli Ay
serüveninden sonra 1930-1931 eğitim yılı başında Aydın Ortaokulu’ndaki görevine
geri döndü. Yozgat’tan sonra buradan da hoşlanmadı. Herkes onu komünist olarak
bilmektedir. Tatil için gittiği İstanbul’da 27 Mayıs 1931 günü bir ihbar
üzerine tutuklanır. Aydın Erkek Sanat Mektebi öğrenci dolaplarında okul
yönetimince yapılan bir aramada TKP’nin yayın organı ‘Kızıl İstanbul’ gazetesi bulunmuş
ve bazı öğrenciler onun adını vermişlerdir. Öğrencilere yıkıcı propaganda
yapmakla suçlandı. Temmuz başında tutuklandı, üç ay sonra beraat etti. Daha
sonra romanını yazacağı Kuyucaklı Yusuf’u bu hapishanede tanıdı. Hapisten
çıktıktan 21 gün sonra 30 Eylül 1931’de Konya Karma Ortaokuluna atandı.
Konya Öğretmenlik Yılları
Konya Ortaokulunda Almanca
öğretmeni olarak çalışırken aynı zamanda çeviriler yaptı. Halkevinde söyleşiler
verdi. Bu dönemde kız kardeşini ve annesini de yanına almıştı. Sabahattin Ali’nin kız kardeşi Süheyla Conkman,
Sabahattin Ali’den on altı yaş küçüktü, 1923 doğumludur. Babası öldüğü için
kardeşine bakmak zorunda olduğundan Konya’da öğretmenlik yaptığı sırada
kardeşini okutmak ister, yanına alır ama huzurlu günleri fazla uzun sürmez
tutuklanınca işler sarpa sarar, daha sonra Ankara’da okutur.
Sabahattin Ali’nin annesi Hüsniye Şenyuva, eşi Aliye
Ali, kızı Filiz Ali ve kız kardeşi Süheyla Conkman.
O yıllarda Konya’da Yeni Anadolu adlı bir gazete yayınlanıyordu. Gazeteyi çıkaranlar tarihçi Cemal Kutay ile ortağı idi. Sabahattin Ali, yeni yazdığı Kuyucaklı Yusuf romanını bu gazetede tefrika etmeye başladı. Bir süre sonra Sabahattin Ali ile gazeteyi yönetenler arasında anlaşmazlık çıktı. Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf’un yayınlanması bitmeden gazete ile ilişkisini kesti. Gazete sahipleri bu duruma çok kızdılar ve ondan öç almaya karar verdiler. Sabahattin Ali’nin sekiz ay önce bir kahvede okuduğu şiir ile Cumhurbaşkanına hakaret ettiği konusunda yalancı şahitle ile suç duyurusunda bulundular. Şiir aslında iki yıl önce Almanya’da yazılmıştı, herhangi bir kahvede okunmamıştı ve içinde Gaziye hakaret içeren herhangi bir sözcük yoktu. Ama Sabahattin Ali buna rağmen bir yıla mahkûm oldu. Davayı temyiz etti. Bu kez cezası az bulunup 14 aya çıkarıldı.
Sabahattin Ali Konya Cezaevi'nden
yakın arkadaşı Ayşe Sıtkı'ya gönderdiği bir mektubunda bu olaylardan şöyle
bahsetti:
'Benim
mesele, senin zannettiğin gibi fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım
sözlerin neticesi değildir. Aramın açıldığı bir iki namuzsuz başıma bu işi
getirdi. Geçen sene Mayıs'ında falanca yerde Gazi'yi ima ve telmihen tahkiri
tazammün eden bir şiiri falan yerde okudu, dediler. Adli safahat lehimde olduğu
halde, müdde-i umumi yaranmak için mahkûmiyetimi talep etti, hâkim de korktuğu
için mahkûm etti. Temyiz, cezayı aleyhimde nakseti, cezama iki ay daha ilave
edildi. Şimdi 14 aya mahkûmum ve aşağı yukarı üç ayını yattım. 11 ayım kaldı’.
Sabahattin Ali’nin Cumhurbaşkanı Atatürk’e mektubu
Sabahattin Ali, Cumhurbaşkanlığı
Arşivi'nde bulunan bu mektubu 14 Nisan 1933'te Konya Cezaevi'nden yazmış ve
Mustafa Kemal Atatürk'e göndermiş. Konya'daki karma eğitim yapılan ortaokulda
Almanca öğretmeni olan Sabahattin Ali 1932'de "Hey anavatandan
ayrılmayanlar / Bulanık dereler durulmuş mudur?" mısraları ile başlayan ve
Mustafa Kemal'e, İsmet İnönü'ye ve bazı devlet adamlarına hakaretler eden bir
şiir yazdığı iddiası ile tutuklanmış, 12 ay hapse mahkûm olmuş, Yargıtay
cezasını iki ay ilâvesi ile 14 aya yükseltmiş ve yazar bu ceza sebebi ile
devlet memurluğundan da çıkartılmıştı. Sabahattin Ali’nin Atatürk’e mektup
yazarak ‘Ben böyle bir şey yapmadım’
diyerek affını istemiş ama affedilmemişti.
'Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal
Hazretlerine,
Zât-ı âlinizi îmâen ve telmihen tahkiri
mutazammın (imâ ve kastederek hakaret eden) bir şiiri yazmış ve okumuş olmak
cürmü ile bir sene hapse mahkûm edildim. Mahkeme zabıtlarının sathî bir tedkiki
bile bu kararın nasıl bir zihniyetin tesiri altında verildiğini isbat edebilir.
Fakat, Temyiz Mahkemesi tarafından tasdik edilmiş olması, hükmün
isabetsizliğine dair daha çok söz söylemekten beni alıkoymaktadır. Beni en çok
üzen yediğim ceza değil, sizin büyük isminizin şahsî intikam vasıtası olarak
kullanılabilmesi ve buna müsamaha edilmesi keyfiyetidir. Kablî (önfikirli)
hükümlerden, sakat düşüncelerden ve lüzumsuz korkulardan uzak bir heyete
herzaman kabahatsizliğimi ispat edebilirim. Fakat bütün bunlara lüzum kalmadan
işi sizin yüksek kararınıza bırakmayı tercih ettim: 'Ben böyle bir şey
yapmadım' diyor ve buna inanmanızı rica ediyorum. Benim şimdiye kadar yalan
söylediğim görülmemiştir. Ne karakterde bir adam olduğum da Maarif
Vekâleti'nden sorulabilir. Herhalde bana inanacağınızı ümit ediyorum. Şimdilik
kendi sözlerim ve teminatımdan başka müeyyidesi (yaptırımı) olmayan bu iddiam
inanılacak kuvvette görülmediği takdirde yine size müracaat ediyor ve affımı
rica ediyorum. Eninde sonunda hakkımı ispat edeceğimi bilmesem böyle bir ricada
bulunmazdım. Beni affedecek kadar büyük ve iyi kalpli olduğunuzdan eminim.
Ellerinizden öperim efendim. 14 Nisan 1933.
Konya Hapisanesi'nde mevkuf, Konya Muhtelit
Ortamektep Almanca Muallimi Sabahattin Ali.'
Sinop Hapishane Mektupları
Sabahattin Ali cezasını çekmesi için önce Konya cezaevine konur. Sık sık İstanbul’dan arkadaşı Ayşe Sıtkı ile mektuplaşıp sıkıntılarından dert yanar. Daha cezasının 5,5 ayını doldurmadan Sinop cezaevine gönderilir.
Sinop Hapishanesi ve Sabahattin
Ali’nin kaldığı koğuş
Sinop’a gelişinin ertesi günü
‘Hapishane Şarkılarını ’Geçmiyor Günler’i yazmaya başlar.
Burada çiçekler açmıyor,
Kuşlar süzülüp uçmuyor,
Yıldızlar ışık saçmıyor,
Geçmiyor günler, geçmiyor.
Avluda volta vururum;
Kâh düşünür, otururum,
Türlü hayaller görürüm;
Geçmiyor günler, geçmiyor.
Gönülde eski sevdalar,
Gözümde dereler, bağlar,
Aynada hayalin ağlar,
Geçmiyor günler, geçmiyor.
Dışarıda mevsim baharmış,
Gezip dolaşanlar varmış,
Günler su gibi akarmış…
Geçmiyor Günler, geçmiyor.
Yanımda yatan yabancı,
Her sözü zehir gibi acı,
Bütün dertlerin en gücü;
Geçmiyor günler, geçmiyor.
Ahmet Kaya - Geçmiyor Günler
Sabahattin Ali şiirlerinin
anlaşılmamasından da şikâyetçiydi. Konya’daki coşku bu hapishanede yoktu. Onun
en sadık okuyucusu arkadaşı Ayşe idi. 23 Mayıs 1933’te ‘Başın Öne Eğilmesin’i
yazdı ve Ayşe’ye gönderdi.
Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül, aldırma
Ağladığın duyulmasın,
Aldırma gönül, aldırma.
Dışarıda deli dalgalar
Gelip Duvarları yalar;
Seni bu sesler oyalar,
Aldırma gönül, aldırma.
Görmesen bile denizi,
Yukarıya çevir gözü;
Deniz gibidir gökyüzü,
Aldırma gönül aldırma.
Dertlerin kalkınca şaha
Bir küfür yolla allaha
Görecek günler var daha;
Aldırma gönül aldırma.
Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter;
Ceza yata yata biter;
Aldırma gönül aldırma.
1976 yılında Kerem Güney
tarafından bestelenerek şarkı haline getirilen şiir, 50’den fazla sanatçı
tarafından seslendirilmiştir.
Sabahattin Ali’yi en çok
etkileyen şey özgürlüğün o kadar yakınında olduğu halde ona kavuşamamaktır. Sinop
cezaevinde sıkıntılı uzun günler geçirir. Mektuplar yazar, beklediği mektup
gelmeyince hüzünlenir. Şiirler karalar. Sonunda hiç beklenmedik bir şey olur ve
Cumhuriyetin onuncu yıl dönemi dolayısıyla af çıkar ve Sabahattin Ali 1 Kasım
1933’te Sinop’tan kurtulur.
Ankara’da Memurluk Günleri
Vapurla İstanbul’a giderken içi içine sığmıyordur. Konya ve Sinop cezaevlerinde 10 ay yattıktan sonra özgürlüğün tadı daha başka gelmiştir. Sinop’ta biletini aldığında Ayşe Sıtkı’ya telgraf çekmiş gel beni karşıla demiştir. Galata rıhtımında karşılaşıp birbirlerine sarılmaları çok coşkulu oldu. Ayşe evde ona bir sofra hazırlamıştı. Derin sohbetlere girdiler. Sabahattin ‘in aklında birkaç gün dinlendikten sonra Ankara’ya Bakanlıklara gidip kendine yeni görev istemek vardı. O birkaç gün içerisinde Ayşe Sıtkı’da ona çok yakın davrandı ama o Sabahattin’i sadece bir dost olarak seviyordu, ona karşı içinde bir sevda yoktu. Sabahattin Ali 10 Kasım günü dostlarına veda edip trenle Ankara’ya hareket etti. Vardıktan iki gün sonra ise Ayşe’ye çılgınca bir mektup yazar.
‘İki gözüm Ayşeciğim,
Maaşı alır almaz, yani maaşa geçer geçmez sana telgrafla nikah teklif edeceğim. Hazır bulun. Gözlerinden öperim.
Sabahattin’
Ayşe’nin korktuğu başına gelmişti. Ne diyeceğini bilemedi. Mektuba bir cevap vermedi. Sabahattin bir an önce bir göreve atanabilmek için her gün Bakanlığa gidip durumunu soruyordu ama herkes bir üstüne havale edip bir yanıt vermiyordu. Bakana kadar çıktı. Gaziye hakaretten hüküm giymiş bir kişiye kimse görev vermek istemiyordu. Sabahattin Ali yeniden atanmak için uğraştığı süre içerisinde dayısı Rıfat Ali Ertüzün'ün evinde kaldı ve küçük tercümeler yaptı. Sonunda çözüm bulundu. 1934 yılında kendisinden Atatürk hakkında bir kaside (din ve devlet büyüklerini övmek amacıyla yazılan şiir) yazması istendi. Sabahattin Ali’de bu istek doğrultusunda Varlık dergisinin 15 Ocak 1934 tarihli 13. sayısında "Benim Aşkım" adında bir şiir yazdı. Bu şiirinden sonra da göreve atanabilmek için bir süre bekletildi. Ardından Maarif Vekili ile görüşen Sabahattin Ali, kendisine atfedilen komünist sıfatının doğru olmadığını ispat edebilmek için yazılar yazdığını ve Esirler adlı oyununun halkevleri tarafından sahneye konacağını söyledi. Sonrasında Atatürk'ten izin alınarak önce geçici olarak Orta Tedrisat Şube Müdürlüğüne (Mayıs 1934), ardından da asli olarak Milli Talim ve Terbiye'ye atandı. Sabahattin’e Bakanlıkta Almancadan tercüme gibi geçici işler vermeye başladılar.
Sabahattin Ali’nin Aşık Olduğu Kadınlar
Çok duygulu ve âşık olmayı seven
yazarın gönlüne evlilik öncesinde dört kadın girer. Yakın arkadaşı Pertev Naili
Boratav'ın söylediğine göre, Sabahattin âşık olmayı seviyordu ve sık sık da âşık
oluyordu.
Melahat Togar
Melahat Tolgar 1909 doğumluydu. Babası
İzmirli askeri mühendis Namık Kemal Bey, annesi Seyda Hanım idi. Çocukluğu
annesinin Emirgan’daki köşkünde katı kurallar içerisinde geçti. Baskı altındaki
günlerini kitaplara sığınarak geçirdi. 1921 yılında ailesiyle birlikte İzmir’e
taşındılar. Öğrenimine İzmir Sultaniyesi’nde devam etti. Sonrasında büyükannesinin
yanına gelerek İstanbul Lisesi’nde öğrenimine devam etti. Edebiyat derslerinde
başarılıydı. Öğretmen Okulundayken Sabahatin Ali ile birlikte yurtdışı sınavlarına
katıldı. Fransa’ya gitmek isterken Almanya’ya gönderildi.
Sabahattin Ali, Melahat’ı İstanbul-Berlin
treninde yolculuk yaparken tanıdı.
Berlin'de çok iyi arkadaş olurlar, birlikte gezerler. Bir gün,
Sabahattin, Melahat'a ilanı aşk eder ama geri çevrilir. Sabahattin
Aydın'dayken, Melahat hastalanınca Türkiye'ye dönmüş ve İzmir Kız Lisesi'nde
Almanca öğretmen vekilliği yapmaya başlamıştı. Sık sık Melahat'i düşünen
Sabahattin, arkadaşını ziyaret için İzmir'e gider. Melahat'la buluştuğunda nişanlandığını
öğrenir. Geceler boyu düşündüğü Melahat'a, daha sorusunu soramadan cevabını
almıştır. Üzgün olarak Aydın'a döner.
Melahat 1935 yılında Almanya’da
Mesut Togar ile evlenir. 1948 yılında eşinin görevi nedeniyle Amerika’ya giderler.
Voice of America da çalışır. Üç yıl sonra Türkiye’ye dönüp İTÜ İnşaat Bölümünde
Almanca okutmanlığı başlar ve bu görevde 21 yıl çalışır. 1974 yılında emekli olur.
Özgün öyküleri ve çok sayıda tercüme eserleri vardır. Melahat (Togar),
Sabahattin Ali'nin sonraki yaşamında mektup arkadaşı olarak önemini
koruyacaktır.
Nahit Gelenbevi
Nahit Hanım, 1909'da Girit'te
doğdu. Özgür, hoşgörülü bir ortamda büyüdü. İlk ve ortaokulu İstanbul'un
Kandilli semtinde okudu. Erenköy Kız Lisesi'nde tamamladığı orta öğreniminin
ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdi.
Kadro sıkıntısı nedeniyle
öğretmenlik hayatına felsefe öğretmeni olarak değil, Ankara Kız Lisesi'nde
edebiyat öğretmeni olarak başladı. Öğretmenliğe Edirne Lisesi ve Haydarpaşa
Erkek Lisesi'nde devam etti. Çok sayıda öğrenciye edebiyat tutkusu aşıladı. İlk
eşi Milli Eğitim Müfettişliği ve Devlet Güzel Sanatlar Müdürlüğü gibi
görevlerde bulunmuş eğitimci Halil Vedat Fıratlı idi. İlk eşinden ayrıldıktan
sonra ikinci evliliğini (1955) yılında şair Arif Damar'la yaptı.
"Fıratlı" soyadını kullanmaya devam etti.
Sabahattin Ali, Yozgat'a gitmeden
önce İstanbul'da âşık olmuştu Nahit'e. Karşılıksız bir aşkla sevdiği Nahit
Gelenbevi'ye yeşil mürekkepli dolmakalemiyle Osmanlıca bir defter dolusu şiir
yazmıştı. Şiir defterini henüz 19 yaşındaki Nahit Hanıma göndererek aşkını ilan
eder ama olumsuz yanıt alır. Yenilgisini, ‘Servet-i Fünun'da Bir Macera’
başlığı altında yayımladığı bir şiirle ifade etmişti genç adam. Bu şiirin ilk
dörtlüğü şöyle idi:
‘Neticesiz bir aşka verdim gençliğimi
Ne ufak bir temayül ne de bir iltifat gördüm.
Önünde yalvararak söylerken sevdiğimi
Gözlerinde yüzüme inen bir tokat gördüm.’
Nahit Hanım'a karşı karşılıksız
aşkının farkında olan genç adam, Melahat'la ilişkisini kesmez. Ama aklından bir
türlü çıkaramadığı eski aşkı Nahit için yazdığı şiire ‘Eskisi Gibi’ başlığını
atar.
"Seneler sürer her günüm
Yalnız gitmekten yorgunum
Zannetme ki sana dargınım
Ben gene sana vurgunum
Başkalarına gülsem de
Senden uzakta kalsam da
Sevmediğini bilsem de
Ben yine sana vurgunum"
Nahit Hanımın ilk eşi Halil Vedat
Fıratlı’dan ayrıldıktan sonra Orhan Veli ile dillere destan bir aşk yaşadı.
Onun şiirlerinin ilk okuyucusu oldu. Bu ilişki 1950 yılında Orhan Veli’nin
ölümü ile son buldu. İkinci evliliğini (1955) yılında şair Arif Damar'la yaptı.
İleri yaşlarında, gençliğindeki gibi güzel, taze, cıvıl cıvıl, yaşam dolu
hatırlanmak için bir daha resim çektirmedi. Kütüphane haline getirdiği geniş
salonunda Yılmaz Güney ile Che Guevera’nın renkli, büyük posterleri asılıydı.
Her zaman marjinal, her zaman aşırı uçların kadınıydı; hayatı uçlarda yaşadı. Sofrası
ve evi, her devirde sanatçıların uğrak noktasıydı. 17 Mayıs 2002 günü 93
yaşında iken hayatını yitirdi, Feriköy Mezarlığı'na gömüldü.
Nahit ve Orhan Veli
Cemal Süreyya'nın "cumhuriyet
döneminin küçük burjuva duyarlılığının anası" olarak, Samet Ağaoğlu’nun
‘Rönesans gibi kadın’ olarak tanımladığı Nahit Hanımın 93 yıllık yaşamına pek
çok şairle yaşadığı aşkı sığmış. Cahit Sıtkı Tarancı, Sabahattin Ali, Necip
Fazıl Kısakürek, Can Yücel, Edip Cansever, Arif Damar, Melih Cevdet Anday ve
diğerleri... Aşklarını yazılarına, dizelerine dökmüşler. Bacağındaki bene bile
şiir yazmış Can Yücel. Atatürk’le üç defa dans etmiş bir hanımefendi. Ama o
hayatında tek bir kişiyi sevmiş. Kendi tabiriyle "cebi delikti ama
insandı" dediği Orhan Veli'yi. ‘Fevkalade
bir insandı. Onun kadar nazik ve terbiyeli birini görmedim’ diye anlatıyor
Veli'yi. Orhan Veli de Nahit Hanım'ı, düştüğü çukurda hayatını kaybettiği
zaman, cebinde diş fırçasına sarılı kâğıda yazdığı şu dizelerle anlatmış:
‘Hiçbirine bağlanmadım ona bağlandığım kadar.
Sade kadın değil, insan.
Ne kibarlık budalası ne malda mülkte gözü var.
Hür olsak der, eşit olsak der.
İnsanları sevmesini bilir yaşamayı sevdiği kadar.’
Melahat Muhtar
Zihninin büyük bir kısmını Nahit
Hanım işgal etse de yeniden âşık olur Sabahattin Ali. O sırada Konya'da
öğretmenlik yapmaktadır. Yeni aşkı, öğrencilerinden biri olan henüz on beş
yaşındaki Melahat'tır. ‘İlk olarak Yeni
Anadolu gazetesinde ‘Bir Kadın Dalaveresini’ okuyanları haberdar etti bu büyük
aşkından Sabahattin Ali. Okurları, sözünü ettiği aşkın gerçek biri olduğunu ve
isminin de Melahat olduğunu tabii ki bilmeyeceklerdi. Geri kalan neredeyse her
şey doğruydu. Beria adını koymuştu Sabahattin, hikayesindeki on beş yaşındaki
genç kızın adını.’
Başta Pertev olmak üzere yakın
arkadaşlarına ve bazı aile fertlerine yeni aşkını ‘Narin, beyaz tenli, kumral dalgalı saçlı’ diye tarif ediyordu.
Şiirler de yazmaya başlamıştı küçük aşkı için. Yeşil mürekkebi, bu kez Melahat'i
yazıyordu. 1932 yılında yazdığı şiirin adı ‘Çocuklar
Gibi’ idi. Yıllar sonra Sezen Aksu tarafından seslendirilecekti.
"Şimdi şiir bence senin yüzündür
Şimdi benim tahtım senin dizindir
Sevgilim, saadet ikimizindir
Göklerden gelen bir yadigâr gibi..."
Pertev'e yazdığı bir mektupta,
aşkına karşılık gördüğünü heyecan içinde anlatır. Sabahattin Ali âşık olur
olmaz Konya'da kendine yakın bulduğu insanları harekete geçirir. Yardım
istediği aracılar, Melahat'ın ailesine konuyu açarlar. Aile bu isteğe kesin bir
dille karşı çıkar; kızları henüz çocuktur. Konudan Melahat'ın da haberi olsa
gerek, bu gelişmeden sonra öğretmenine alabildiğine soğuk davranır küçük kız.
Genç adam bir kez daha yıkılmıştı. Aynı günlerde yazıp Ayşe ve öteki
yakınlarına gönderdiği "Melankoli" başlıklı şiirde, yine Melahat'la
ilgili gönül kırıklığını dile getirdi Sabahattin Ali. Şiirin son dörtlüğü
şöyleydi:
"Ne bir dost ne bir sevgili
Dünyadan uzak bir deli
Beni sarar melankoli
Kafamın içersi ölür"
Nükhet Duru –
Melankoli
Ayşe Sıtkı (İlhan)
Ayşe'yi Almanya dönüşünde, arkadaşı Pertev vasıtasıyla tanımıştı Sabahattin. Kızın adresini hemen ertesi gün almış, Bursa, Aydın ve Konya'dan durmaksızın yazmıştı. Almanya'ya giderken ve orada geçirdiği günler süresince Melahat'la flört ettiğinden, bir ara Maria'ya (Kürk Mantolu Madonna'daki Maria Puder karakteri) gönül düşürdüğünden de söz etmişti Ayşe'sine.
Konya'da çalışırken, bu kez de
öğrencisi Melahat'a olan aşkını yazmıştı. Hatta evlenme teklif ettiğini bile
söylemişti mektubunda Ayşe'ye. Nahit'in kalbinde kapanmaz bir yara olduğunu,
sadece Ayşe değil, herkes biliyordu. Sabahattin Ali, arkadaşı Ayşe Sıtkı'ya
(İlhan) Konya ve Sinop hapishanelerinden yirmiden fazla mektup yazdı, evlenme
teklif etti. Ayşe bu mektuplardaki evlenme tekliflerine net bir ‘hayır’ cevabı
verdi. Buna rağmen genç adam vaz geçmedi ve Ayşe'ye yazdı da yazdı. Cevap
maalesef yine olumsuzdu. Bunun üzerine Sabahattin Ali, Ayşe'ye çok ama çok karamsar
bir mektup yazdı ve mektubuna bir de şiir ilave etti. Şiirin başlığı ‘Son
Mektup’ tu ve ilk dörtlüğü şöyleydi:
"Ey yar, bu mektubu aldığım demde
Kara topraklara verdim kendimi...
Her şey bana engel oldu alemde
Bir coşkun nehirdim, yıktım bendimi..."
Sabahattin, son mektup der ama
dayanamaz tekrar yazar iki gözü Ayşe'sine. Sabahattin nasıl Almanya'ya
gönderilmişse, Ayşe'de Fransa'ya gönderilmiş ve öğrenimini tamamlayıp
Türkiye'ye dönmüştü. Fransızca öğretmenliği yapıyordu. Daha sonra bir
başkasıyla evlenen Ayşe Sıtkı (1912-2008), Sabahattin Ali'nin kendine yazdığı
mektupları, 1991 yılında İki Gözüm Ayşe başlığı altında, kitap olarak Ataol
Yayıncılık tarafından yayınladı.
‘Ayşe’nin
Sabahattin Ali’ye yazdığı mektupların birkaçını biliyoruz. Ya Sabahattin
Ali’nin Ayşe’ye yazdıkları!.. Onlar duruyor mu? Ayşe’nin mektupları sakladığını
sanıyorum. O zaman hem yazımıza hem yazarın anısına sevgi ve saygı belirtisi
olarak o mektupları ortaya çıkarıp kamuoyuna sunması gerekmez mi?.. Okur,
Ayşe’yi, kişiliğini, yaşamın dalgaları arasında ne olduğunu merak ediyor.’
Ayşe Sıtkı, Cumhuriyet’te
yayımlanan bu yazıları okur. O güne kadar Sabahattin Ali’nin mektuplarını yayınlamayı
düşünmemiştir. İki yıl sonra o sıralarda bulunduğu Avusturya’dan Oktay Akbal’a
bir mektup yazar ve ‘Ben Ayşe’yim’ der...1931-1935 yılları arasında eski
yazıyla yazılmış yaklaşık 70 mektubu yeni harflere çevirerek yayımlamaya karar
verir, ancak aradan bir on yıl daha geçer...
1912 yılında Kavala’da doğan Ayşe
Sıtkı, Bolu Kadısı Allâme Mehmet Sıtkı’nın kızı. Ayşe Sıtkı ortaöğrenimini
Erenköy Kız Lisesi’nde tamamlar. 10. sınıfta Reşat Nuri (Güntekin) edebiyat
öğretmenleri olur. Bütün sınıf çok sevinir. Artık hepsi birer “Çalıkuşu Feride”
dirler...Nâzım’ın kitaplarını, o sıralarda okumaya başlar Ayşe Sıtkı. Sabahattin
Ali daha sonra, hayranı olduğu Nâzım Hikmet’i Kadıköy’deki evinde Ayşe
Sıtkı’yla tanıştıracaktır.
“Sabahattin, çok beğendiğimi ve sevdiğimi
bildiği Nâzım Hikmet’le beni tanıştırmayı vaat etti. 1931 yılının yaz aylarıydı
sanıyorum ve beni Nâzım Hikmet’in Kadıköy’deki evine götürdü. Gittiğimizde
siyatikten rahatsız olan Nâzım bir yer yatağında yatıyordu. Bizimle görüşmek
üzere doğrulup oturduğu zaman, yatağın içinden çok güçlü ışıklar fışkırdığını
sandım. Gözleri, bakışları, yüzü ve vücudunun güçlü ifadesi insanı büyülüyordu.
Bize çok ilgi gösterdi. Tarih bölümünde okuduğumu öğrenince, özellikle Fransız
İhtilali üzerine sorular yöneltti, Fransız Devrimi’nin jakobeni Jean-Paul Marat’ı
sordu. Ben dilimin döndüğü kadar cevap verdim bu sorulara. Ama Nâzım’ın
öylesine etkisindeydim ki çok düzgün konuşamıyordum. O beğendi, yaşımı sordu.
20’sinde olduğumu öğrenince, kendisinin o yaşlarını anımsar gibi, gözlerini
kısarak ‘çok genç, çok genç’ diye iltifat etti. Odanın bir köşesindeki küçük
masanın yanındaki iskemlede oturan sempatik bir hanım vardı. Nesiydi, bugün
hatırlamıyorum. Daha sonra Sabahattin’le Nâzım uzun uzun konuştular.”
Sabahattin Ali ile Nâzım
Hikmet’in neler konuştuklarını anımsayamıyor Ayşe Sıtkı. Anımsadığı, evden
çıkarken “büyük bir iş başarmışçasına” duyduğu coşku ve Sabahattin Ali’ye nasıl
teşekkür edeceğini bilemeyişi...
Ayşe Sıtkı, Nâzım Hikmet’in lise
yıllarından beri okuduğu şiirlerinden çok etkilenmiştir. Öyle ki 1934 yılında
şiirlerini yayımlayan Sabahattin Ali’ye, “Nâzım’ın
bir tek kuvvetli şiirine bütün kitabın feda edilebileceğini” söyler. Ancak
“mamafih” der ve ekler:
“Her gören o kadar beğeniyor, o kadar
okumaktan hoşlanıyor ki bir cihetten de iyi etmişsin topladığına diyeceğim.”
Ayşe Sıtkı Yüksek Muallim
Mektebi’nde öğrenciyken tanışır Sabahattin Ali’yle. Sabahattin Ali, Pertev
Boratav’la o zamanlar Veznecilerdeki Zeynep Hanım Konağı’nda(şimdi yerinde İÜ
Edebiyat Fakültesi var) bulunan Yüksek Muallim Mektebi’ne gelir... Sene
1931...Enver (Necati), Pertev (Boratav) ve Sabahattin Ali’nin ‘şampanya gibi
zekâları vardı’ derken uzaklara dalıyor gözleri Ayşe Sıtkı'nın. Hüzünleniyor...
Millî Eğitim Bakanlığı bursuyla Fransa’ya giden Enver Necati’nin, ‘orada sol
hareketlere karıştığı’ gerekçesiyle bursu kesiliyor. Ardından yurttaşlıktan
atılıyor. Sabahattin Ali’nin en yakın dostlarından Pertev Naili Boratav
Fransa’ya gitmek zorunda kalıyor!..
Sabahattin Ali ile Ayşe Sıtkı'nın
dostlukları giderek gelişir. İlişkileri daha çok mektuplar aracılığıyla sürer:
“Dostluğumuz daha çok mektuplarla sürdü.
Sabahattin Ali’yle çok yakından, çok görüşerek, konuşarak bir dostluk
sürdüremedik. Çünkü o İstanbul’un dışındaydı daima ve sürekli olarak hapislere
girip çıkıyordu. Buna rağmen Sabahattin benimle evlenmeyi çok istedi. Ancak ben
ona kendimi o kadar yakın hissediyordum ki bu yakınlığı evlenerek bozmak
istemedim.”
1936’da Ankara’daki ablasının
yanına gelir Ayşe Sıtkı. Ertesi yıl bir hukukçuyla evlenir ve yaşamını
Ankara’da sürdürür. Sabahattin Ali’yle 1936’dan sonra artık mektuplaşamazlar
da...
Ayşe Sıtkı, Sabahattin Ali’den
gelen 70’e yakın mektubu, 15 yıl süren ilk evliliği sırasında saklamak zorunda
kalır... Liseden ve Yüksek Muallim Mektebi’nden arkadaşı, müzisyen Rauf Yekta
Bey’in kızı Talia (Tanın) Hanım, Ayşe Sıtkı’nın çok yakın dostudur. Ve
mektuplar Rauf Yekta Bey’in Beylerbeyi’ndeki konağına taşınır...Ayşe Sıtkı,
mektupların 15 yıl süren bu zorunlu yolculuğu için ‘Sabahattin Ali’nin son
mahpusluğudur’ diyor:
“Mektupları Talia’ya götürmek zorunda
kaldım. Yıllarca Rauf Yekta Bey’in üst katındaki kütüphane odasında kaldılar.
Bu mektuplar Sabahattin Ali’nin son mahpusluğudur. Sonra torunlar, kitap
kurtları Rauf Yekta Bey’in bazıları dünyada tek, bazıları iki nüsha olan
kitaplarını aldılar. Mektupların da zarflarının üzerindeki pulları kestiler.
Eski yazı olduğu için mektuplar pek enteresan gelmedi herhalde. Ama ben
mektupları Talia’ya sayarak vermedim, sayarak da almadım. Kayıp olan var mı
bilmiyorum.”
Aradan 15 yıl geçer... Ayşe Sıtkı
ilk eşinin ölümünden sonra Talia Tanın mektupları Ayşe Sıtkı’ya verir... 1936
yazında Sabahattin ve Aliye Ali’yi, şimdilerde Ankara’nın iş merkezlerinden
biri olan Işıklar Caddesi’ndeki evlerinde ziyaret eder:
‘O sıralarda ablamın evi Işıklar
Caddesi’nde, şöyle bir yokuş üzerindeydi. Sabahattin ile Aliye yeni
evlenmişlerdi. Onlar da Işıklar Caddesinde bir üst katta oturuyorlardı. İkisini
de çok iyi tanıyorum. Sabahattin, zaten evlenmeden önce bana Aliye’yi
mektuplarda anlatmıştı. Gittiğimde Sabahattin, karısına takılmak için gülerek, “Ayşe,
Aliye’yle hep kavga ediyoruz” demişti. Çok seviyordu onu, hep şakalaşıyordu.’
Yılların ardından geriye dönüp
baktığında, ‘Ne iyi ne zeki, ne kültürlü
çocuklardı, neler çektirmişiz onlara’ diyor Ayşe Sıtkı. Senelerce
tavanarasında saklanmış mektuplardan bir örnek:
‘8 ARALIK 1932 / Konya
İki gözüm Ayşe,
Ben şimdilik kendim de âşık ve ziyadesiyle
perişanım. Hatta beni hiç rahat bırakmayan, alay eder gibi, saçmalığını
adamakıllı bildiğim ve bir takım hissiyatın elinde oyuncak eden gönlümün bu
ezalarından kurtulmak için işi kökünden halletmek bile istiyorum. Yaşadığım
zaman kazandığım, öldüğüm zaman kaybedeceğimden daha çok olmasa gerektir. Düşün
ki bu anda hayattan beklediğim hiçbir şey yoktur. Ne mevki ne şöhret ne edebiyat
ne yaratmak zevki, ne de bana asla nasip olmayacağını bildiğim sakin ve
üzüntüsüz bir hayat...
Bugünlerde okuduğum Bernard Shaw’un, romanın
kahramanına ölen karısının başucunda söylettiği gibi: ‘İşte bir hedef ki saatte
60 dakika gibi dehşetli bir süratle buna doğru koşuyoruz.’ Ayşeciğim saatte 60
dakikalık bu sürat, geçtiğimiz yolun etrafını üstünkörü olsun görmeye bile
kifayet etmez, kaldı ki bir iş yapmak, bir eser bırakmak...
Hayattan hususi bir zarar görmeyenlerin ve
kendini ona uydurabilenlerin yapacakları en akıllıca hareket yaşamak, nasıl
olursa olsun yaşamaktır, zevkli olduğunu zannettikleri her şeyi yaparak
yaşamak. Fakat benim gibi hayatta hiçbir şeyin zevkli olamayacağına bir kere
kanaat getirmiş olanların yaşayışları bir tesadüftür ve yine bir tesadüf onları
hayattan kolaylıkla ayırabilir.
Ne yapayım, benim yaradılışım böyle imiş,
yoksa kendisini beş on gün sonra unutabileceğime emin olduğum herhangi bir
insanın beni böyle düşündüremeyeceği aşikârdır. Şimdilik tanıdıklara, bilhassa
Faik’e (Dranas), Rıza’ya Halide’ye, görürsen Cahide’ye, Enver’e falan selam.
Herhalde mektup beklerim ve bekletmemeni ayrıca rica ederim. Gözlerinden öperim
kardeşim.
Sabahattin Ali’
Sabahattin Ali ile Aliye evleniyor
Bu arada Sabahattin Ali, Ayşe
konusunda hemen pes etmedi. Teklifini birkaç mektupta yine yeniledi. Ama
sonunda Ayşe’den 22 Şubat 1934 tarihinde gelen ‘Deli Sabahattin’ başlıklı mektupta Ayşe neden birlikte
olamayacaklarını çok net bir ifadeyle belirtince, rüyası sona erdi. Çok üzülmüştü.
Daha önce Yozgat'ta iken Nahit Hanım'a, Almanya'da iken Frolayn Puder'e,
Aydın'da iken bir miralayın kızına ve Konya'da ise Melahat Muhtar adlı
öğrencisi ile Muhsine adındaki bir şarkıcıya ilgi duydu. Melahat Muhtar'a
duyduğu ilgi karşılık buldu, ona atfen "Çocuklar Gibi" adlı şiiri
yazmıştı.
Henüz 27 yaşındaydı ama yaşadıklarında dolayı kendisini yorgun ve yaşlı hissediyordu. Bir an önce evlenmeliyim diye düşünüyordu. Eski sevdiklerinden Nahit Hanım evlenmiş, arkadaşı Ayşe Hanım evlilik teklifine ret etmişti. Bu seferde aklına başka bir kız düştü. Aliye’yi ilk kez 1930 yazında Almanya’dan döndüğünde Gülhane Hastanesi Başeczacısı Salih Başoyaç amcası ile Hayrunnisa yengesinin Erenköy’deki köşklerinde kalırken görmüştü. Sarışın mavi gözlü güzel bir kızdı. Birlikte birkaç kez grup olarak gezdikleri, Suadiye’de denize girdikleri komşularının kızıydı. Unutup gitmişti ama beş yıl sonra şimdi yeniden aklına takılmıştı.
Nişan Fotoğrafı, 1935.
Hayrunnisa yengesine mektup
yazarak Aliye ile evlenmek istediğini bildirdi. Aliye Hanım'ın ailesi
Sabahattin Ali'nin poliste sicil kaydının bulunduğunu gerekçe göstererek
evliliğe mesafeli yaklaştı. Fakat sonradan Aliye Hanım'ın da isteği ile
evliliğe izin verdiler. Aliye ile karşılıklı yazışmalardan sonra 16 Mayıs 1935
günü Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde evlendiler.
16 Mayıs 1935
Evlendikleri gün.
Sabahattin Ali ve eşi nikâhtan
sonra Ankara'ya gittiler ve Ulus'ta bir apartman dairesine yerleştiler. Bu
arada Sabahattin Ali, Yayın Dairesi ikinci sınıf kalemine atandı. Ek görev
olarak da Ankara İkinci Ortaokulunda Almanca öğretmenliği görevi verildi. Maddi
açıdan rahatlayan yazar, Varlık'ta "Kağnı", "Arap Hayri",
"Pazarcı" adlı hikâyelerini yayınladı, Knut Hamsun, Liam O'Flaherty
ve Panteleymon Romanov'tan tercümeler yaptı. Ayda Bir adlı dergide ise
"Kamyon", "Bir Şaka", "Apartman", "Arabalar
Beş Kuruşa" ve "Düşman" adlı öykülerini yayınladı.
Sabahattin Ali'nin ailesi Soyadı
Kanunu sonrasında ‘Şenyuva’ soyadını
aldı. Fakat yazar babasının ön adı olan ‘Ali’yi kullanmak istedi. Zaten çeşitli
gazete ve dergilerde yayımlanan şiir ve hikâyelerinde ‘Sabahattin Ali’ imzasını
kullanıyordu. Yazar soyadını bu yönde değiştirebilmek için nüfus müdürlüğe başvurdu
fakat ‘Ali’ ismini soyadı olarak kullanmasına izin verilmedi. Kendisi de buna
karşılık olarak ‘O halde Alı' olsun dedi. Ayrıca sıkıntılar yaşamış ailesinin
"Şenyuva" soyadını almasına yazarın tahammül edemediği ve babasına
duyduğu sevgiden dolayı ‘Ali’ tercihini yaptığı bilinmektedir.
Filiz Ali’nin yazdıklarına göre annesi Aliye Hanım
‘Annem hem
anne hem de baba tarafından Rumelilidir ama ben onun damarlarında Alman kanı
olduğuna inanmışımdır. Ömrü boyunca her sabah jimnastik yapan, yürüyüşünü bir
gün bile aksatmayan, sofradan doymadan kalkan, programlı yaşayan ve programını
aksatacak kişileri hayatına sokmayan, konserleri, konferansları kaçırmayan,
seyahat etmeyi seven, devamlı okuyan, dedikodu dan hoşlanmayan, yalnızlığı
seven, kişisel alanına en yakınını bile kolay kolay yaklaştırmayan bir garip
Türk kadınıydı annem.’
‘Annemin evlenme cüzdanında doğum tarihi 1329(1911), pasaportunda ise
1913 yazıyor. Kendisine sorarsan 1914’.
‘Annemin anneannesi Embiye Hanım’ın babası savaşta yararlık gösterdiği
için padişah tarafından Edirne taraflarında arazi ihsan edilerek Duran Paşa
ünvanıyla taltif edilmiş biriymiş. Duran Paşa Çerkez soyundan bir kızla
evlenmiş ve Embiye Hanım dünyaya gelmiş. Embiye hanım on üç yaşındayken
Selimiye Camii imamının on yedi yaşındaki oğluyla evlendirmişler. Bir kızları
olmuş adını Cevriye koymuşlar. Üç yıl sonra bu genç koca veremden ölmüş. Genç
yaşta dul kalan Embiye Hanım ikinci evliliğini zengin bir adamın oğluyla yapıp
kızını da yanına alarak İstanbul’a gelmiş. Suadiye’de bir arsa satın alıp ev
yapmışlar. Ancak kocası evine bakmayı bilmezmiş. Embiye Hanım ise ekmeğini
taştan çıkaran cinsten biriymiş. Bu evlilikten iki oğlu olmuş ama sonunda işe
yaramaz eşinden ayrılmış. Kızı Cevriye’yi Hüseyin Dura adlı biriyle evlendirmiş.
Annem Aliye doğmuş.
Hüseyin Dura
Hüseyin’in annesi Uzun Fatma, aslen Bulgaristan’ın İslimye
kentindenmiş. Osmanlı-Rus savaşında Girit’e göçmüşler. Orada da karışıklar
çıkınca İstanbul’a gelip Kozyatağı’na yerleştirilmişler. Uzun Fatma’nın ilk
kocası şirpençeden ölmüş, İkinci kocasının adı da Uzun Ali’ymiş. Sonra Uzun
Ali’de ölmüş. Dul kalmış Fatma. Ben
Fatma babaanneyi baştan aşağı siyahlar giyiş upuzun bir kadın olarak hayal
meyal hatırlıyorum. Hatta terlikleri bile siyahtı.
Savaş bitince annemin babası Hüseyin Dura eve dönmüş. Babasına da
annesine de pek yakınlık duymamış annem, varsa yoksa anneannesi. Anneannesi
torununu öyle severmiş ki ona Avrupa’dan kutu içinde gelen elbiselerden alırmış.
Mutaasıp babası Hüseyin o elbiselerden
birisini kolu kısa diye yırtınca annem de ömür boyu küsmüş babasına.
Hüsniye Şenyuva ve
torunu Filiz Ali, Adalar Apartmanı balkonunda-1945
Annem dört yaşına gelince Embiye Hanım torunu Suadiye’de açılan bir
deneme ana okuluna yazdırmış. Ancak mutluluk uzun sürmemiş annem altı
yaşındayken anneannesinin evinden ayrılıp Kazazker’de bir eve taşınıp babaannesi
ile oturmaya başlamış. Babaannesi uzun Fatma anneannesinin tam tersiymiş. Gelini
ile hiç anlaşamıyormuş. Sert tartışmalardan sonra annem babaannemin evinden
ayrılıp yine o civarda başka bir eve taşınmış.
Annem Erenköy Kız Lisesi’nin ilkokuluna devam etmiş Beşinci sınıfa
geçince Erenköy 38. İlkokuluna almışlar. Sonrasında ise mutaassıp dedem Hüseyin
Bey’in zoruyla Erenköy Kız Lisesi’ni orta iki den terk etmek zorunda kalmış.’
Sabahattin Ali, boş zamanlarında
Erenköy Kız Lisesi’ni 8. sınıfta bırakmış eşinin gelişimi ile de ilgileniyor ona
Marksist yazarları tanıtıyordu. Kendisi de Almanya giderken bu konularda hiçbir
bilgisi yokken Almanya’da bu konulara ilgi duymuş ve aydınlanmıştı. Bağımsızlığına
ve özgürlüğüne çok düşkün olduğu için herhangi bir parti disiplini altına
girmeyi kabul etmemiş çoğu sosyalistin tersine TKP’ye girmemişti.
Sabahattin Ali Kuyucaklı Yusuf romanı
ile Ses öykü kitabını bu dönemde yazdı. Bu arada hala askerlik yapmamıştı. Her
sene yedek subaylığını erteliyordu. O dönemde devletin mimlediği kişiler çavuş
çıkarılıyor ve elinden yedek subaylık hakkı alınıyordu. Sabahattin Ali’de
bundan çekiniyordu. Korkunun eceliyle faydası yok deyip 1937 başlarında otuz
yaşına gelince İstanbul Eski Harbiye'de askerliğe başladı. Pangaltı’da bir ev
tutmuşlardı. Kızları Filiz Ali 30 Eylül 1937 akşamı Alman Hastanesi’nde dünyaya
geldi. Sabahattin Ali 6 Ekim 1937 tarihli mektubuyla müjdeyi önce Hasan Ali
Yücel’e verdi. 1938 senesinde kızları henüz 7 aylıkken teğmen olarak
Eskişehir’e tayinleri çıktı.
Pangaltı Bilezikçi
sokak, 1937
Kuyucaklı Yusuf Toplatılıyor
Sabahattin Ali hakkında 14
Haziran 1937 günü ‘halkı aile hayatı ve askerlikten soğutma’ gerekçesi
nedeniyle İstanbul’da dava açılır. Dava konusu ‘Kuyucaklı Yusuf’ adlı romanı
toplatılır. 7 Ekim 1937 günü görülen duruşmada bilirkişi raporları sunulur.
Bilirkişi olarak atanan üç kişiden birisi Reşat Nuri Güntekin’dir. Raporunu
aşağıdaki gibi bitirir:
‘Sabahattin Ali kanaatimce son neslin
hikâyecilerinin en kuvvetlisidir… Kuyucaklı
Yusuf yüzümüzü ağartacak bir sanat eseridir. Zararlı taraflarını görmedim.
Mevzuubahis tenkitler bugün el üstünde tutulan bazı Avrupa şaheserlerinde
gördüğümüz –aynı mevzulara ait- tenkitler yanında son derece masum ve küçük
kalır. Yalnız bir şahsın bir romanın değil, memleketimizde ilerlemesi lazım bir
büyük ve faydalı sanatın da davasını gören Cumhuriyet Adliyesinden zaten zayıf
olan Türk romanının cesaretini kıracak bir karar çıkmayacağını kuvvetle ümit
ederim.’
Diğer bilirkişiler Deniz Harp
Akademisinde Kurmay Binbaşı Münci Ülhan ve İ.Ü. Felsefe Bölümü hocası Doçent
Ziyaettin Fahri de raporunda olumlu görüş bildirince Sabahattin Ali bu davadan beraat
eder.
Eskişehir,1938
Türk Siyasetinin Buhranlı Günleri
O dönem Türk siyaseti sıkıntılıydı.
Gündemde Hatay sorunu vardı. Fransızlarla aylarca süren görüşmelerden sonra Türk
birlikleri Hatay’a girdi. Hatay Millet Meclisi kuruldu. Bir yıl sonra da
Türkiye’ye katılma kararı aldılar. O yılın başka bir önemli bir konusu da Askeri
Mahkeme’nin Nazım Hikmet’in 20 yıl, Hikmet Kıvılcımlı ve Kemal Tahir’in 15’er
yıl hapse mahkûm olmalarıydı. Aynı yıl Atatürk’ün rahatsızlığı ortaya çıktı. 10
Kasım 1938’de Gazi’nin vefatının ardından İsmet İnönü Cumhurbaşkanı, Celal
Bayar Başbakan oldu. Hasan Ali Yücel’de Millî Eğitim Bakanlığı’na atandı.
Sabahattin Ali Askerlik Sonrası Yeniden Ankara’da
Sabahattin Ali askerlik bitiminde Musiki Muallim Mektebi'ne öğretmen olarak atandı ve Ankara'ya yerleşti. O yılların Ankara’sında kimler yoktu ki. Arif Dino, Abidin ve Güzin Dino, Halet Çambel, Nail Çakırhan, Behice Boran, Adnan Cemgil, Pertev Naili Boratav, Sabahattin Eyüoğlu, Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, Erol Güney, Azra Erhat, Niyazi Ağırnaslı. Ankara'da geçirdiği dönemde bu kişiler ile yakın ilişkiler kurdu. İlerleyen dönemde Devlet Konservatuarı’na dramaturg olarak atanarak Carl Ebert'in asistanlığını yaptı. Carl Ebert 1931 yılında Berlin Operası Genel Müdürlüğü yapmış, faşistler operayı işgal edince Almanya’yı terk etmiş birisidir. Sabahattin Ali bu dönemde edebi çalışmalarına yoğunlaştı. 1940’ta İçimizdeki Şeytan’ı yayınlayınca kızılca kıyamet koptu. Roman kahramanları o dönemin ünlü sağcılarının karakter özelliklerini taşıyor, onları hiciv ediliyordu. Bu roman yayımlandıktan sonra siyasi tartışmaların odağı haline geldi. Milliyetçi muhafazakâr Nihal Atsız bu romana karşılık olarak Sabahattin Ali'nin hayatı hakkında çeşitli bilgiler de içeren ‘İçimizdeki Şeytanlar’ adlı eserini yayınladı. Polis kontrolünün, Nihal Atsız liderliğinde milliyetçi baskıların arttığı yıllardı bu yıllar.
Her şey tam düzeliyor derken
II.Dünya savaşı öncesinde çıkarılan seferberlikle yeniden askere alındı. Önce
Ankara Sarıkışla’da sonra İstanbul Boğaz Savunma Birliğinde görev yaptı., İstanbul’da
hoş günler geçirdi. Eski arkadaşlarıyla birlikte oldu. Bir yılı aşan hizmetten
sonra yedek subaylar terhis edildi. İkinci kez askere alındığı bu dönemde Kürk
Mantolu Madonna'yı geceleri çadırında yazdı ve Hakikat gazetesinde tefrika
ettirdi (18 Aralık 1940-8 Şubat 1941). Ankara'daki çevresi genişleyen yazar,
dönemin siyasileriyle de yakın ilişkiler kurdu. Sabahattin Ali’nin eşi Aliye
Ali, bu dönemde eşinin Şükrü Saracoğlu ile siyasi düşünceleri farklı olmasına
rağmen iyi anlaştığını ve zaman zaman da ailecek görüştüklerini belirtir.
Sabahattin Ali bir yandan Millî Eğitim
Bakanlığı Tercüme Bürosu’ndaki görevini sürdürüyor, bir yandan Devlet
Konservatuarı’nda dramaturg olarak çalışıyor ve Karl Ebert’in çevirmenliğini
yapıyordu. Bir gün Sabahattin Ali ve devrin ilerici aydınları yeni kurulan
Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne ziyarete gittiler. Sabahattin orada Rüzgâr
şiirini okudu.
Bu dağların bir rakibi varsa rüzgardır
Rüzgâr burada tek başına hükümdardır
Ey dağların dertlerini dinleyen rüzgâr
Benim artık yalnız sana itimadım var
Etrafımın sözlerine aklım ermedi
Etrafım da bana asla kulak vermedi
Zaman zaman mağlup olsam bile etime
İnsan olmak dokunuyor haysiyetime
Büyük, temiz bir arkadaş arıyor ruhum
İşte rüzgâr şimdi sana sığınıyorum
Rüzgâr! Sana, yalnız sana sığınıyorum
Sovyetlerin Türkiye’den Talepleri
19 Mart 1945’te Türkiye
Sovyetlerden gelen bir nota ile irkildi. Sovyetler, Türk-Sovyet Dostluk ve
Saldırmazlık Paktı’nın değişen koşullar nedeniyle yeniden ele alınmasını talep
etti. Aslında bizden toprak istiyorlardı. Hükümet bu talebe olumsuz yanıt
verdi. Sovyetlerin ülkemizde gözü var endişesi herkesi sardı. Ve Sovyetlerin bu
zamansız ve emperyalist bakışı, solcular dahil tüm Türkiye’yi karşılarına
almalarına neden oldu. Hükümet hızla Amerika’ya yakınlaştı. Bu arada Amerika’da
ilişkileri ilerletip dost görünmek için ölen Washington Büyükelçimiz Münir
Ertegün’ün cenazesini Missouri zırhlısıyla İstanbul’a gönderdi.
17 Temmuz-2 Ağustos 1945
tarihinde Birleşik Krallık, SSCB ve Amerika Birleşik Devletleri arasında
düzenlenen Potsdam Konferansı’nda görüşülen önemli konulardan birisi de Türk
Boğazları konusu olmuştur. Konferans Berlin'in 26 kilometre güneybatısında
bulunan Cecilienhof Sarayı'nda düzenlenmişti ve Churchill (Birleşik Krallık),
Truman (ABD) ve Stalin (Sovyetler Birliği) katılmıştı. Stalin, Türkiye-SSCB
arasındaki bir ittifakın ancak aralarındaki anlaşmazlıkların çözülmesiyle
mümkün olacağını, bunun içinde Kars, Ardahan ve boğazlarda Sovyetlere tahkim
edilmiş bir yerin kendilerine verilmesini istedi. SSCB'nin ve ABD çıkarlarına
ters istekleri üzerine, ABD’nin Boğazlarla ilgili politikası değişti ve ABD
Türkiye'yi destekleme kararı almıştır. ABD'nin destek kararına dönemin Türkiye
hükümeti ABD lehine taraf olmuş ve böylece ikili ilişkilerde büyük gelişmeler
olmuştur.
CHP İçinde Muhalif Grubun Aydınlar İle İşbirliği
7 Haziran 1945’te Melis CHP Grubu
Başkanlığı’na Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan ‘Dörtlü Takrir’ adı verilen bir öneri
sundular. Özetle ülkede savaş yıllarının baskılarının sürdürüldüğü ve
demokrasiden uzaklaşıldığı belirtilerek halkın siyasal özgürlüklerini
kullanabilmesi için önlemler alınması isteniyordu. Genel olarak CHP
milletvekilleri öneriyi samimi bulmadılar çünkü öneride bulunanların bir bölümü
zaten ülkenin daha önceki yöneticileriydi. CHP’den ayrılma sürecindeki dörtlü
grup gazeteci Serteller ile anlaşarak kendilerinin de katkı vereceği özgürlükçü
yeni bir dergi çıkarılması konusunda anlaştılar. Dergiye Sabahattin Ali, Pertev
Naili Boratav, Behice Boran’da katkı verecekti. Ülkeye Atatürk’ün ölümünden
sonra dönmüş Halide Edip Adıvar’da yazı kadrosuna dahil edilmişti. CHP’ye karşı açılacak cephenin yayın organı
olacak derginin adı ‘Görüşler’ idi. Halide
Edip, İsmet Paşa’nın davetiyle ülkeye dönmüş olmalarına rağmen kendini İnönü’ye
karşı borçlu saymıyor ve ‘Atatürk bana ve
eşime karşı çıkıp ülkeyi terk etmek zorunda kaldığımızda İnönü’nün de
Atatürk’ün yanında yer almış olmasını hiç unutmuyorum. Ülkemizde demokratik bir
rejim kurulmalıdır’ diyordu. Dergi hazırlıkları devam ederken
politikacıların dergiye mesafeli baktıkları hissedildi. İlk sayıya içerik
katkısı vermediler. Sonunda Tevfik Rüştü Aras geldi ve ‘elimden bir şey gelmiyor, özür dilerim’ dedi. DP kurucuları
solcular ile birlikte bir demokrasi cephesi kurmaktan çekinmişlerdi.
TAN Matbaasının Tahribi
İkinci Dünya Savaşından sonra
değişen dünya konjonktüründe CHP batılı devletlere yanaşırken ülkede enteresan
olaylar da gelişir. Hüseyin Cahit Yalçın ve Peyami Sefa’nın halkı solculara
müdahale etmeye teşvikleri doğrultusunda 4 Aralık 1945 günü kitleler
Sertellerin Tan matbaasına doğru yöneldiler. İçerideki tüm makineleri
parçaladılar.
Sabiha ve Zekeriya
Sertel
Zekeriya Sertel, ‘Talebe namı altında matbaamızı balyozlarla tahrip edenler gayri mesul birtakım serseriler ve gizli polise mensup kimselerdi’ der. Sabiha Sertel ise ‘Ellerinde baltalarla, balyozlarla gelen başıbozuk alayı, iktidar partisinin bazı ileri gelenlerinin teşvikiyle Tan’a saldırdılar. Ne yazık ki fikre balyozla hücum lekesi, üniversiteye ve üniversitelilere sürüldü,’ diye ekler. Tan gazetesi ile birlikte Sabahattin Ali’nin de ortak olduğu Yeni Dünya gazetesinin tesisleri de tahrip edilip kullanılamaz hale getirildikten sonra işsiz kalan gazete çalışanları özellikle Esat Adil’in evinde sıklıkla bir araya gelirler. Sabahattin Ali’nin de katıldığı bu toplantılarda yeni bir dergi ya da gazetenin çıkarılması için fikir alışverişinde bulunurlar. Saldırganlar yerine saldırıya uğrayanlar yargılanır; başta Zekeriya ve Sabiha Sertel. Bu olaydan sonra sol düşüncelilere baskılar iyice artar. Sabahattin Ali’de görevinden alınarak merkeze atanır.
Sabahattin Ali, Cami Baykurt ve diğer arkadaşlarıyla 1
Aralık 1945 günü Yeni Dünya adlı gazeteyi yayın hayatına sokarlar. Türk basın
tarihinde özel bir yeri olan bu gazetenin ömrü çok kısa olur daha dördüncü
gününde günü tek parti rejiminin tetikçileri tarafından diğer yayın organları
ile birlikte tesisi tahrip edilince bir daha belini doğrultamaz.
Öte yandan hedef gösterilen Görüşler gazetesi, 29 Kasım 1945
günü Cumhuriyet gazetesine ilan vererek yayın hayatına başlamıştır. Olayların
başladığı aynı gün, 4.12.1945 günü Cumhuriyet gazetesinde ‘Bizim yoldaşlar nihayet maskelerini attılar’ başlıklı haber
yayınlanır. Gazetenin Görüşler logosundaki ‘G’ harfi orağa benzetilir. Derginin
yazarları arasında şunlar vardır: Celal Bayar, Tevfik Rüştü Aras, Fuad Köprülü,
Cami Baykurt, M. Zekeriya Sertel, Mehmet Ali Aybar, Sabahaddin Ali, Niyazi
Berkes, Behice Boran, Esad Adil Müstecablıoğlu.
16 Aralık 1946 günü Sıkıyönetim
Komutanlığı, çok partili düzene geçiyoruz diyerek daha önce izin verilen parti,
dernek, gazete ve dergileri kapatır. Bu kapsamda Türkiye Sosyalist Emekçi ve
Köylü Partisi (TSEKP), Türkiye Sosyalist Partisi (TSP), İstanbul İşçi
Sendikaları Birliği ve İstanbul İşçi Kulübü ile Sendika, Ses, Nor, Or, Gün,
Yığın ve Dost gibi gazete ve dergiler de kapatılır. Bu furyadan Arif Oruç ile
Necip Fazıl Kısakürek de nasibini alır.
Markopaşa mottosu “Toplatılmadığı
zaman çıkar.” veya “Yazarları hapiste olmadığı zaman.”
Markopaşa Yayın Hayatına Başlıyor
1946 yılında Aziz Nesin bir mizah dergisi çıkarma arzusundaydı ama gereken finansmanı bir türlü bulamıyordu. Bu girişimi duyan Sabahattin Ali ailesini Ankara'da bırakarak İstanbul'a geldi ve ‘Markopaşa’ adını alacak derginin finansmanını ile başyazarlığını üstlendi. Ekipte Aziz Nesin dışında Mim Uykusuz ve Rıfat Ilgaz vardı. İlk sayısı altı bin basıldı ama hiçbir dağıtım şirketi dergiyi dağıtmayınca, dergiyi meydanlarda Aziz Nesin doğrudan halka sattı. İkinci sayı 10 bin basıldı. O da kapışıldı. Üçüncü sayı 15 bin, 16 Aralık 1946’da çıkan dördüncü sayı 25 bin basıldı. Bu sayıdan sonra Aziz Nesin ve Sabahattin Ali’yi 17 gün gözaltında tuttular. Mahkemeye bile çıkarılmayan ikilinin içeride tutulma nedeni yazarlar üzerinde baskı ve sindirme yaratmaktı. İlerleyen günlerde ise dergideki bir yazıdan dolayı yazı işleri sorumluluğunu üstlenen Sabahattin Ali dört ay hapse mahkûm oldu. 2 Ocak’ta hapisten çıktıklarında hemen beşinci sayıyı 60 bin baskı ile çıkardılar.
Markopaşa faaliyetleri başladığı
dönemde Hasan Ali Yücel yerine Millî Eğitim Bakanlığı’na Reşat Şemsettin Sirer
atanmış ve Köy Enstitülerinin kapatılması süreci başlatılmıştı. Muhafazakâr sağ
rüzgarların şiddetlendiği ortamda Sabahattin Ali ve Aziz Nesin dergilerinde
hükümete yaylım ateşini sürdürüyorlardı. Aziz Nesin Markopaşa’dan önce yurt
sathında tanınmış bir yazar değildi ama şimdi herkes tarafından bilinen bir
yazar olmuştu.
ABD Marshall Yardımı
Truman Doktrini, II.Dünya
Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği'nin doğrudan doğruya baskısı ve tehdidi
altında olduğu Yunanistan ve Türkiye'ye Amerika Birleşik Devletleri tarafından askeri
yardım olarak öngörülmüş daha sonra 14 başka ülkede bu programa alınmıştır. ABD,
savaş nedeniyle ekonomileri çöküntü haline gelmiş ve Sovyet tehdidi altında
bulunan devletler için 1945 Haziran’ından 1946 sonuna kadar toplamda 15 milyar
dolar ekonomik yardımda bulunmuştur. Ancak bu yardım ülkeler tarafından, bütçe
açıklarının kapanması ve ithalat için kullanılması yüzünden istenen sonuç
alınamamıştır.
Markopaşa’nın muhalefetin sesi
olduğu günlerde ABD yeni yardım planları oluşturmuş ve Dışişleri Bakanı George
Marshall'ın ‘Marshall Planı’ 5 Haziran 1947 günü Harvard Üniversitesi'nde yaptığı
bir konuşmada açıklanmıştır. Buna göre, "Avrupa
ülkeleri her şeyden önce kendi aralarında bir ekonomik iş birliğine
girişmeliler ve birbirlerinin eksikliklerini kendileri tamamlamalılar, bu genel
iş birliği sonunda bir açık ortaya çıktığında Amerika, bu açığın kapatılması
için yardım etmeli. Bunun için de önce bir iş birliği programı
yapmalılar." ilkesi benimsenmiştir.
CHP ve tüm gazeteler ABD’den
yardım gelecek diye bayram ediyorlardı. Marshall planını tanıtan ülkeye neler sağlayacağını
anlatan broşürler halka dağıtılmaya başlanmıştı.
Marshall planı sayesinde neler gelecek?
Sosyal Refah, Yollar, Demiryolları,
Elektrik, Çiftcilik, Bayındırlık, Havacılık, Genel Sağlık, Denizcilik,
Endüstri, Sulama, Balıkçılık, Hayvancılık, Maliye, Ticaret, Madencilik…
Bunları size Marshall Yardımı sağlayacaktır.
İlkokullara teneke kutularda gönderilen süt tozu, öğretmenler odasındaki gaz ocaklarında suyla kaynatılıp 1960’lara kadar zorla çocuklara içirildi. Raf ömrü uzundu sütün litresi 100 kuruş, süt tozunun kilosu 30 kuruştu, halkımız adeta bağımlısı oldu.
Sabahattin
Ali ve Filiz Ali Atatürk Orman Çiftliği’nde
Sovyetler Birliği, Çekoslovakya,
Polonya ve Finlandiya dışındaki Avrupa ülkelerinin dışişleri bakanlarının
katılımıyla düzenlenen Paris Konferansı'nda, bakanlar ABD'ye sunulacak Avrupa
Telafi Programı üzerinde anlaştılar. Genelde "Marshall Planı" olarak bilinen
telafi programı ABD Kongresi tarafından 11 Eylül 1947 de onaylamıştır. Marshall
yardımı kapsamın ABD Türkiye’ye 1951 yılı sonuna kadar 137 milyon dolar
yardımda bulunurken Yunanistan’a 2,7 katı 376 milyon dolar yardımda
bulunmuştur.
Sabahattin Ali ve eşi
arkadaşlarıyla Ayvalık’ta.
CHP Muhafazakarlaşıyor
Ülkemizde Demokrat partinin
giderek tutucu ve dinci çevreler ile ilişkisini geliştirip güçlenmesinde endişe
duyan CHP sağcılara bazı ödünler verme yollarının da arayışı içindeydi. Atatürk
ilkelerinden ödün verilmesine o dönemde başladı. 2 Temmuz 1947’de din
dershanelerinin açılmasına karar verildi. Bu karar imam-hatip okullarının
açılması için ilk basamaktı. Ama tutucu çevreler özellikle Necip Fazıl
Kısakürek okullarda din eğitiminin kabulü için kampanya yürütüyordu. Aslında
CHP’deki sağa kayış Kasım 1946’da CHP Kurultayında İnönü’nün desteklediği Hilmi
Uran’ın Recep Peker karşısında büyük bir zafer kazanarak Genel Sekreter
seçilmesiyle başlamıştı. 10 Şubat 1948’de CHP Meclis Grubu’nda din derslerinin ilkokullarda
seçmeli ders olarak okutulmasına ve din bilginleri yetiştirmek üzere İlahiyat
Fakültesi’nin açılmasına karar verildi. Bu eğilimler 1952’den sonra Demokrat
parti ile daha da gelişecekti.
19 Mayıs 1947 günü bir şiir
gerekçe gösterilerek Markopaşa sıkıyönetim tarafından kapatılır, toplam 22 sayı
yayımlanmıştır. O sırada Aziz Nesin cezaevindedir. Sabahattin Ali ara vermeden
26 Mayıs 1947 günü Merhumpaşa’yı yayınlar. Kapatma nedeni 19. sayıda çıkan bir
şiirdir. Markopaşa’nın neredeyse her şeyi olan Sabahattin Ali’nin bu konudaki
görüşleri:
1947 yılında, İstanbul’da dört sayfalık
haftalık bir gazete çıktı. Bu 22 sayıda, öteki gazeteler ona insafsızca hücum
ettiler, iftira ettiler. Matbaacılara basmamaları için gizli emirler verildi. Bayiler,
satmamaları için el altında tehdit edildi. Bu gazeteyi satıp ekmek parası
kazanan çıplak ayaklı 7-8 yaşındaki çocukların parmak izleri alınarak
sabıkalılar listesine katıldılar. Gazete aleyhine 33 kez gösteriler düzenlendi.
22 sayıda bu gazete dört yayın müdürü, 11 matbaa değiştirmek zorunda kaldı. Bu
sürede 11 kez mahkemeye verildik, üç yazar çeşitli sürelerle üst üste mahkûm
oldular.
Bütün bunlar neden yapıldı. O gazete
komünist dediler. Bu iftirayı, komünizmin ne olduğunu bilmeyenler, bildikleri
halde işlerine gelmeyenler yaptı.’
Markopaşa’nın kapanışından bir
hafta sonra 26 Mayıs’ta yazarlar Merhumpaşa’yı çıkardılar. Ancak o da ancak bir
sayı çıkabildi. 28 Mayıs 1947’de Sabahattin Ali, Cemil Sait Barlas’a (Mehmet
Barlas’ın babası) hakaretten tutuklandı. Üç aylık cezasını Sultanahmet ve
Paşakapısı cezaevlerinde çekti. Hapisten çıkınca Ali Baba dergisini çıkardı ve
"Sırça Köşk" adlı öyküsünü yayınladı. Bu öykü Bakanlar Kurulu
kararıyla toplatıldı, kendisi de Sultanahmet Cezaevi'ne gönderildi. 31 Aralık
1947 tarihinde serbest kalan yazar, ekonomik sıkıntılar çekti ve Ali Baba
dergisi kapatıldı.
Sabahattin Ali’nin yaşamı ve düşünceleri hakkındaki görüler
1940’lı yılların başlarında Adelbert
von Chamisso, Ludwig Tieck, Heinrich von Kleist ve Friedrich Hebbel gibi
isimlerden çeviriler yapan, çeşitli dergilere yazılar gönderen, ayrıca Millî
Eğitim Bakanlığı'na bağlı Türk Dil Kurumu ve Tercüme Odası gibi yerlerde görev
yapan, 1940’ların ikinci yarısında daha siyasi gazete ve dergilerde rejim
muhalifi fikirler savunan Sabahattin Ali ekonomik anlamda rahatladığı dönemde,
çevresi tarafından lüks bir yaşam sürmesi ve savunduğu fikirlere aykırı davranışları
nedeniyle eleştirildi. Samet Ağaoğlu yazarın ölümünden sonra ‘Böylece hiçbir zaman gerçek bir komünist
olamadı. (...) Hikayelerinin aksine realitede burjuva manzarası gösteriyordu.’
ifadelerini kullandı. Arkadaşı Emin Türk de yazarı savunduğu düşüncelere aykırı
olmakla itham ederek bencil ve gösteriş düşkünü olmakla suçladı. Adalet
Cimcoz'un eşi Mehmet Ali Cimcoz ise yazarın yaşam tarzına yönelik olarak ‘gösterişi seven, alkışı seven bir insan’,
‘bugün anladığımız gibi bir komünist
değildi’ şeklinde ifadeler kullandı.
Sabahattin Ali hem sağ hem de sol
kanat tarafından zaman zaman eleştirildi. Sol kesim kendisini lüks ve burjuva
görünümlü yaşantısından dolayı eleştirip daha radikal tavırlar almaya
zorlarken, sağ kesim de sosyalist misyon sahibi birisinin Dil Kurumu azalığı
gibi görevlere getirilmesini doğru bulmuyordu. Sağ kesimin eleştirilerinin
başlıca kaynaklarından birisi de Sabahattin Ali'nin Almanya'dan dönen öğrenci
grubundaki kişilerden daha önce ve daha etkili görevlere getirilmesiydi. Nihal
Atsız, Orhun dergisinde Şükrü Saracoğlu'na atfen yazdığı yazıda (1 Nisan 1944)
Sabahattin Ali'nin ‘herkesçe bilinen bir
komünist olduğunu, Hasan Âli Yücel'in şahsi sempatisi yüzünden göreve
getirildiğini ve daha önceden Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Ali
Çetinkaya gibi isimlere hakaret ettiğini’ söyleyerek yazarı vatan haini
olarak niteledi ve devlet tarafından korunmasını kınadı. Bu mektup üniversite
öğrencileri ve halk arasında etki uyandırdı, Nihal Atsız ise görevden alındı.
Sabahattin Ali mektup sonrasında
Nihal Atsız'a hakaret davası açtı ve ilk duruşma 2 Nisan 1946'da yapıldı. Dava
öncesinde adliye sarayı önünde toplanan ve çoğunluğu Siyasal Bilgiler ve Tıp
Fakültesi öğrencisi olan kişiler yazarın aleyhinde gösteri yaptı. Davaya
Sabahattin Ali avukatsız olarak katılırken, Nihal Atsız'ı ise Hamit Şevket İnce
başkanlığındaki avukatlar savundu. Dava görülürken içeride ve adliye önünde
"İstiklâl Marşı" okundu, ortam gerilince de dava başka bir tarihe
ertelendi. İlk duruşmadan sonra konservatuvarda İsmet İnönü ile görüşen Sabahattin
Ali, İnönü'nün ‘Nasılsın?’ sorusuna ‘Sağ olun, iyiyim paşam’ şeklinde cevap
verdi ve İsmet İnönü'den ‘Daha iyi
olacaksın’ cevabını aldı. İlerleyen dönemlerde Hamit Şevket İnce, Nihal
Atsız'ın avukatlığından istifa etti. Yine bu dönemde Falih Rıfkı Atay, Ulus
gazetesinde Sabahattin Ali lehinde seri yazılar yazdı. İkinci duruşmada savcı
Nihal Atsız'ın Sabahattin Ali'ye vatan haini diyerek hakaret ettiğini söyledi
ve cezalandırılmasını talep etti. Üçüncü duruşmada ise Nihal Atsız altı ay ceza
aldı fakat ‘mazisinin temiz olması’
ve ‘millî tahrik’ gibi gerekçelerle
bu ceza dört ay indirilerek tecil edildi.
Kamyon Macerası
Sabahattin Ali, İstanbul’a geldiğinde sık sık
evinde kaldığı yakın arkadaşı Mehmet Ali Cimcoz ile Beyoğlu Tünel’deki
evlerinde bir gün sohbet ederken:
SA - ‘Azizim ben bıktım bu gazete işinden, zaten nereye el atsam
kurutuyorlar. Mesela bir kamyon alıp işletsem, nakliyecilik yapsam nasıl olur?
Ne dersin?’
MAC- ‘Ne yani, kamyonla Anadolu turuna mı çıkacaksın?’
SA – ‘Öyle demek istemiyorum. Kamyonu sürecek bir şoför bulurum onun
yanında otururum, taşımacılık yaparız. Bu işte çok para varmış, herkes öyle diyor.
Oradan oraya yük taşırız. Ben de hiç görmediğim yerleri görmüş olurum’
MAC – ‘Sabahattin, bu zor bir iş, sen rahatını da seversin. İstanbul
Tokatlıyan’a, Ankara Karpiç’e gitmeden duramazsın’
SA – ‘Sen benim cezaevlerinde nasıl şartlarda yaşadığımı unuttun mu? Ben her
şarta uyum gösteririm.’
Bu ilk görüşmenin üzerinden çok
geçmeden Sabahattin Ali Ankara’da bir tanıdığı vasıtası ile de Soto firmasına
gider ve kamyon almak istediğini söyler. Tanıdığı satıcı şaşkınlıkla ‘Sabahattin Bey siz sicilli bir kişisiniz
ben size nasıl kamyon satarım? Hem de vade ile. Benim başım derde girer. Bu
kamyonla kim bilir neler yapmayı planlıyor diye beni kavuştururlar. Dostluk
başka iş başka lütfen kusura bakmayın’ diyerek satışa razı olmaz. Zaten
Sabahattin Ali’nin parası da yoktur. Teminat bile gösteremeyecek Sabahattin Ali
için acentenin ona senet karşılığı satış yapması da söz konusu değildir.
Sabahattin Ali’nin hayallerinin suyu
düştüğü bir zamanda İstanbul’da Mehmet Ali Cimcoz’un avukatlığını yaptığı Melek
Celal Sofu Hanım yazıhaneye gelerek Mehmet Ali’ye bir fikir danışır. Melek
hanımın eşi ölmüş ve eline biraz para geçmiştir. Bu parayı ne şekilde işletebileceğine
kafa yormaktadır. Mehmet Ali beye, ‘Şu
kamyon işinde çok para varmış, bir kamyon alsam onu nasıl işletirim’ diye
sorar. Birden Sabahattin Ali’nin hayalini anımsayan Mehmet Ali, müşterisi
hanıma dönerek ‘Melek Hanım benim çok
yakın bir arkadaşım var kendisi yazar, o da bu işe girmek istiyor ama parası
yok. İsterseniz siz kamyonu alın, sahibi olun, o arkadaşımız da işletsin, size
ödesin.’ Öneri Melek hanımın çok hoşuna gitti. Mehmet Ali beyin arkadaşı
olduğuna göre güvenilir biridir diye düşündü.
Birkaç gün içerisinde 17 bin
liraya kamyon alındı. Sabahattin Ali, cezaevinden tanıdığı şoför Salim’i buldu
anlaştı. Bir hafta içerisinde kamyon teslim edilecekti. Melek hanım katıldığı
bir çay partisinde projesini bayan arkadaşlarına açtı. Hepsi kimmiş bu yazar
diye sordular. O da ‘Canım Markopaşa’nın
başyazarı Sabahattin Ali’ dedi. Arkadaşları endişeyle o komünist ile mi
birlikte iş yapacaksınız diye sormaya başladılar. Kadınlar sordukça Melek
hanımı sıkıntılar basmaya başladı. Kendini savunmak için onu bana Mehmet Ali
Cimcoz önerdi dedi. Bu kez arkadaşları Mehmet Ali Bey’inde Nazım Hikmet’in
avukatı olduğunu hatırlattılar. Bunlar aynı gruptan demezler mi? Melek hanım ertesi
sabah hışımla Emniyet Müdürlüğü’ne gitti ve başına gelenleri dostları olan Altıncı
Şube (Beyoğlu) Polis Müdürüne anlattı. Polis Müdürü, ‘Sabahattin Ali sizi oyuna getirmiş. Kim bilir onun ne planları vardır?
Belki de Rusya’ya adam kaçıracaktır. Başınız belaya girmeden hemen gidin Sabahattin
Ali’yi görün ve bu işten vazgeçin’ dedi.
Bu nasihatleri alan Melek Hanım
doğrudan Mehmet Ali’nin yazıhanesine gitti. Durumu anlattı ne olur beni bu
beladan kurtarın dedi. Parayı geri alamayacakları anlaşılınca Mehmet Ali, Melek
hanıma, eşim Aliye’ye itimadınız tamdır. Sizi rahatlatmak için kamyonu eşim
Aliye’nin üzerine geçirelim ama gerçek sahibi siz olun. Sabahattin tüm kazancı
size versin dedi. Fikir Melek hanımın aklına yatmıştı. Mehmet Ali beye güveni
tam olduğu için rahatladı. Tamam öyleyse dedi.
Kamyon teslim alınınca Güney Doğu Anadolu’ya sefer planlandı. Önce İstanbul Perşembe pazarı dolaşılarak yük bulundu ve 1948’in ocak ayında soğuk bir kış günde Sirkeci’den sefere çıkıldı. Güzergâh, Ankara, Aksaray, Adana, Gaziantep üzerinden Urfa idi. Urfa’ya varıp malları teslim ettikten sonra iki gün İstanbul’a taşınacak yük aradılar. Dönüşte Ankara’ya uğradılar. Sabahattin Ali’nin eşi ve kızı Filiz’i son görüşü olacaktı.
Dönüş yolu sıkıntılı geçti. Bolu’da
kar ve buz ile mücadele ettiler, dağı indikten sonra acemilikten kamyonun makas
yayı kırıldı. Onu tamir ettirdiler ama tüm kazançlarını da parçaya ve ustaya vermiş
oldular. Güç bela İstanbul’a döndüler. Yalnız Melek hanıma bu seferden masraflar
ve tamirat çıkıldıktan sonra geriye bir şey kalmamıştı. Durumun kötülüğünü
gören Mehmet Ali Bey, Melek hanıma kendi cebinden 500 lira vererek durumu idare
etti. İşin gerçeğinden habersiz Melek Hanım yatırımından memnundu. Ancak Sabahattin
Ali işin vahametini görmüştü. Bu işten bir kazanç temin etmek zordu.
İkinci seferinde Trakya’ya peynir
seferine gitmek için gün sayan Sabahattin Ali bir akşam arkadaşlarıyla birlikte
yemek yedi. Gecenin ilerleyen bir saatinde Bedri Rahmi’ye ‘Ben artık bu memlekette yaşayamam. Çekip gideceğim. Nereye olduğunu
bilmiyorum ama bir gün Paris’te ağabeyin Sabahattin’e uğrarım.’ Bedri Rahmi
bu sözlere bir anlam veremedi.
Kaçış
Eşi Aliye Ali bu dönemler için ‘1947'de Markopaşa'nın çıkmasıyla hayatımız
bozuldu. Yurt dışına gitmek istiyordu: İngiltere veya Fransa'ya falan’
ifadelerini kullanmıştır. Niyazi Berkes'in aktardığı bilgiler Sabahattin
Ali'nin Fransa'ya gitmek istediğini fakat kendisine pasaport verilmediği
yönündedir. Rasih Nuri İleri’ye göre ise
nakliyecilik işi kaçış için bir paravandır, daha ilk seferinde Urfa yolculuğu
aslında Suriye üzerinden kaçma girişimidir.
Sabahattin Ali birkaç güne Trakya’ya peynire gidecek, mandıralardan peynir tenekelerini İstanbul’a taşıyacaktı. Belki de Trakya’dan sınırı geçerek Bulgaristan’a kaçmayı başarırım diye düşünüyordu. Zaten kaç zamandır pasaport alamamıştı. Yurtdışına çıkış için cezaevinden tanıdığı sosyalist Berber Hasan Tural’a danışmaya karar verdi. Hasan Tural Bulgaristan göçmenidir. Sovyet Konsolosluğu’na bir mektup gönderip hizmet teklifinde bulunduğu açığa çıkınca 18 ay hüküm giymiştir. Hasan’ın, bu işlerle uğraşan Bulgaristan kökenli Ali Ertekin diye bir tanıdığı vardı. Hasan, Sabahattin Ali’ye, ‘Ali, daha önce de iki aranan kişiyi Bulgaristan’a kaçırdı, bölgeyi çok iyi bilen birisi ama tekin bir pabuç mudur onu bilemem ona da sen karar vereceksin’ dedi. Sabahattin Ali, berber Hasan aracılığıyla Ali Ertekin ile buluştu anlaştı. Nedense Ali’ye güvenmişti.
Sabahattin Ali’nin Cimcoz’lara yazdığı 28 Mart 1948 tarihli
mektup şöyledir:
“Bu mektubu aldığınız zaman ben bir müddet
için ortadan yok olmuş olacağım. Herkesin beni geçen seferki gibi tebdil dolaşır
bilmesi münasiptir. Bu kararı vermeden çok düşündüm. Fakat cephemi tayinde daha
fazla tereddüt edemezdim. Yepyeni ve daha müspet bir hayata başlamak kararını
müthiş nefis mücadelelerimden sonra verdim. Dünyada Filiz’le Aliye’nin yanında
en sevdiğim insanlar sizlersiniz. Size karşı kötü olmamak için elimden gelen
her şeyi yaptım. Elimden gelmeyen için de beni affedeceğinizi umuyorum. Benden
tekrar haber alacağınızı sanırım. Tekrar ve başka şartlar altında
görüşeceğimize de inanıyorum.
Çoktan verdiğim bu kararı tatbikte bu kadar
geç kalışımın sebebi, karım, çocuğum ve sizdiniz. Fakat bu şartlar altında bu
manasız hayatı devam ettirmekte mana göremedim. Hepinizin beni affetmenizi ve
tekrar buluşuncaya kadar sevgi ile hatırlamanızı isterim. Şimdiye kadar
kendimden başka hiç kimseye kötülük etmemem için gayret ederdim. Artık kendime
de kötülük etmemek için bu kararı verdim.”
Eşi Aliye Ali’ye yazdığı mektup da şu şekildedir:
‘Sevgili karıcığım,
Bu mektubu aldığın zaman ben İtalya, Fransa ya
da Londra’da olacağım. Filiz’in okulu biter bitmez sizi yanıma aldıracağım.
Mehmet Ali Aybar ve Mahmut Dikerdem sizinle ilgilenecek. Size İş Bankası’nda şu
numaralı hesabımla para gönderiyorum. Rauf Çallılar da size matbaa parasından
gönderecek. Sen benim tutumlu karıcığımsındır, idare etmeye çalışırsın. Filiz’i
ve seni hasretle ve binlerce defa kucaklar, dudaklarından öperim’
Nihayetinde Sabahattin Ali 30
Mart 1948 sabahı ‘Edirne'ye peynire gideceğim’
diyerek M. Ali Cimcoz'la sabah beş civarı vedalaşarak şoför Salim ve Ali
Ertekin ile buluşup Trakya’ya doğru yola çıktı. Berber Hasan ile anlaşmaları şu
şekildeydi. Sabahattin Ali 200 lirayı Berber Hasan Tural’a verecek. Sınırı
geçerken de Sabahattin Ali bir kartı işaretleyerek Ali Ertekin’e verecek. Ali,
kartı Berber Hasan’a göstererek parasını alacaktı. Sabahattin Ali yola çıkmadan
boş bir kartın köşesine her zaman kullandığı adeta kendisiyle özdeşleşmiş yeşil
mürekkepli dolmakalemi ile bir işaret koymuştu. Kırklareli’ne doğru
ilerliyorlardı.
Öğlen Kırklareli’ne ulaşırlar,
Şehitlik Mevkiinde Ali Ertekin bölgedeki çiftlikleri dolaşıp kimde peynir olduğunu
öğreneceğini söyleyerek onlardan ayrılır. Sabahattin Ali ile şoför Salim bir
kahvede oturup onu beklerler. Akşam olur, Ali Ertekin dönmez, Sabahattin Ali, ‘Şehitlik
Mevkii’ne gidelim’ der. Ali Ertekin oraya gelir, peynir bulamadığını ama bir
çiftlik sahibinin kendisiyle görüşmek istediğini söyler. Yola çıkarlar,
Sabahattin Ali, yolun çamurlu olduğunu bahane ederek şoför Salim’in dönmesini
ister, gecikirse merak etmemesini, başka yükler taşımasını, çalıştıktan sonra
kamyonu Mehmet Ali Cimcoz’a teslim etmesini tembih eder.
Şoför Salim söyleneni yapar.
Kamyonu bir garaja çeker, daha sonra 17.000 liraya alınan kamyonu 14.000 liraya
satarlar, zararı Mehmet Ali Cimcoz üstlenir ve Melek Celal’e ödemeyi yapar. Arkadaşları
da Sabahattin Ali’den haber beklerler. Normalde en geç iki gün sonra sınırı
geçmiş olmalıydı. Sabahattin Ali gittikten 4-5 gün sonra Cimcozlar kısa bir
mektup alırlar. Yazan Sabahattin Ali dir. Mektubunda Türkiye’den ayrılacağını
duyuruyordu. Ama nereye gideceğine dair bir bilgi yoktu ve mektup İstanbul’dan
ayrılmadan önce postaya verilmişti. Bir süre sonra şoför Salim Cimgözlere gelir
ve Sabahattin Ali Bey’i bulamıyorum siz biliyor musunuz diye sorar? Rasih Nuri,
Sabahattin Ali’nin eşine yazdığı mektubu da Ankara’ya Aliye hanıma verilmek
üzere bir dost ile göndermişti. Aliye hanım mektubu görünce önce sevinç
çığlıkları atar ama okur okumaz gözyaşlarına boğulur. Çok üzülür ama kızları
Filiz’e bir süre söylememe kararı alır. Aradan bir hafta geçip de ses
çıkmayınca arkadaşları Berber Hasan’ın dükkanına uğrayıp kartı sorarlar. O da
çekmecesinden kartı çıkarıp verince hepsi rahatlarlar. Demek ki Sabahattin Ali sınırı
geçmiştir. Ama aradan aylar geçtikten sonra da Sabahattin Ali’den bir haber alamazlar.
Ali Ertekin Suçu Üstleniyor
Ali Ertekin Kırklareli’ndeki
korkunç katliama suç ortağı olduktan sonra yeniden iş aramaya koyuldu. En iyi
bildiği işin, adam kaçırmanın reklamını yapıyordu. Aslında Ali Ertekin kaçırma
olayını üstlendiğinde konuyu Emniyetteki bir arkadaşına bildirmiş o da daha üst
pozisyondaki bir Emniyetçiye açıklamıştı. O üst düzey sorumlu zaten Sabahattin
Ali’den hiç hoşlanmayan ve onu tuzağa düşürmek için fırsat arayan bir kişiydi.
Ali Ertekin bu kişiyi hiç görmedi ve bilmedi. Ama bütün operasyonu örgütleyen o
kişiydi. Ali Ertekin, Sabahattin Ali’yi hangi yoldan Istıranca dağlarında nerelere
götüreceğini bildirecek, o polis amiri de onları uzaktan ciple izleyecekti. Ali
Ertekin’in Sabahattin Ali’den öğreneceği bir şey kalmayınca, Ali Ertekin’in telsiz
sinyaliyle ciptekiler onu kuşattılar ve bir merkeze götürdüler. Ali Ertekin,
Sabahattin Ali’yi suçüstü yakalatarak görevini tamamlamıştı. O bu cinayette bir
suç ortağıydı, yoksa onun kafasını parçalayan katil değil.
Ama olaylar öyle gelişmedi. Ali
Ertekin kendisini daha da yüceltmek, bir milliyetçi kahramana dönüşmek için Emniyete
gidip Sabahattin Ali’yi ben öldürdüm dedi. Neden diye sorduklarında da ben
vatanımı seven bir milliyetçiyim, bana sınıra yaklaştığımızda ‘Artık özgürlüğüme kavuşuyorum.
Bulgaristan’dan Moskova’ya gideceğim. Orada örgüt kuracağım. Sonra Türkiye’yi
özgürlüğe kavuşturacağım’ dedi. Aslında Sabahattin Ali böyle şeyler
söylememişti, Rusya hiç düşünmediği bir yerdi ama Sabahattin Ali’yi vatan haini
olarak tanıtmak için böyle konuşması daha etkili olacaktı. Belki de bu
senaryoyu yazıp Ali Ertekin’in başarıyla oynamasını sahneye koyanlar işkence
masasında Sabahattin Ali’yi katledenlerdi. Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Ali Ertekin sonra ifadesinde
şöyle söyleyecekti:
‘Benim çocukluğum Yugoslavya’da geçti. Düşman
bayrağı altında yaşamanın ne olduğunu bilirim. O memleketime düşmanı getirmeye
çalışıyordu. Ona karşı çok kızgındım. Gece ormanda uyumak için uzanmıştık.
Horlamaya başladığını duyunca kalktım elimdeki odunla kafasına olanca gücümle
vurdum. Belki ölmemiştir diye birkaç kez daha vurdum. İçimde hiç pişmanlık
yoktu. Vatani görevimi yapmıştım. Çırılçıplak soydum. Altın kol saatini ve
çantasındaki eşyaları aldım.’ Ali Ertekin soruşturmasının ardından 28
Aralık’ta tutuklandı.
Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü
sırada üzerinde bulunan ve Ali Ertekin’i öldürdükten sonra ben onları toplayıp
sakladığım dediği kırık piposu, gözlüğü, dolmakalemi, yırtık not defteri, spor
ceketi, damalı pantolonu İstanbul Savcılığına gönderilir. Bunlar Esat Adil
Müstecaplı, Aziz Nesin, M. Ali Cimcoz ve Adalet Cimcoz’a gösterilir.
1948 yılının haziran ayında
Sazara köyü yakınlarında bir çoban çürümüş çıplak bir ceset buldu. Kollar
kopmuştu. Gözler yok olmuştu. Jandarmaya haber verdiler. O da Kırklareli
Savcılığına. Ceset faili meçhul cinayetler kapsamında gömüldü. Tam bu sırada
Ali Ertekin mahkemesinden otopsi kararı çıktı. Ceset gömüldüğü yerden çıkarıldı
ve incelendi. Kafasını sağ tarafında darbeye bağlı bir çöküntü, orta bölümde
kırık ve çatlar vardı. Öldürülen kişinin ağır darbeler yediği belliydi.
Kafatası vücuttan ayrılarak hastanenin morgunda bir süre incelendi sonra Eski
Mezarlıkta belirsiz bir yere gömüldü. Ceset ise Beypınar, Üsküp, Sazara,
Palamuttepe, Öküz Çatağı denilen yerlerde mezarlıklar dışında kazılan bir
çukura bırakıldı. Üstü örtüldü başına bir taş bile dikilmedi. Köylüler cesedin
bulunduğu yere sonradan ‘Sabahattin Ali Çatağı’
adını verdiler.
12 Ocak 1949’da gazeteler
Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü haberini verdiler. Ali Ertekin’in duruşması 1949
Nisan’ında başladı ve 19 ay sürdükten sonra 1950 Ekim’inde karara bağlandı. Ali
Ertekin bir tiyatro oyuncusu gibi mahkemelerde oynadı. Sürekli olarak
Sabahattin Ali’yi milli hislerle, vatan aşkıyla öldürdüğünü ileri sürdü. Oysa Süvari
Yarbay Tevfik Kılınç mahkemede verdiği ifadesinde eski bir başçavuş olan Ali
Ertekin’i alaydan tanıdığını, alaydan çaldığı üç tüfeği köylülere sattığının
anlaşıldığını, milli hislerle böyle bir cinayet işlediğine inanmadığını
söylemişti. Ali Ertekin’in avukatı sanığın MIT ajanı olduğunu ileri sürdü ama iş
birliği kanıtlanamadı. Ancak İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden mahkemeye
gönderilen yazıda Ali Ertekin’e 100 lira ikramiye verildiği belirtiliyordu. Peki
o zaman bu para ne için ödenmişti? Sabahattin Ali’nin arkadaşlarını çoğu
mahkemede tanık olarak ifade verdiler.
Yıllar sonra Demokrat Parti
döneminin eski bakanlarından Samet Ağaoğlu’nun anıları yayınlandı. Bu anılarda
Adnan Menderes’in Sabahattin Ali olayının hemen ardından 16 Ocak 1948’de
kendisine şunları söylediğini yazıyor: ‘Dün
Adnan Menderes, Sabahattin Ali’nin hükümet tarafından öldürüldüğünü, olayın 10
gün önce olduğunu hükümetin bu olayı nasıl ortaya çıkaracağını çok düşündüğünü
anlattı.’ Menderes bunu rahatlıkla söylemiştir çünkü 1948’de henüz iktidarda
olan Demokrat Parti değil CHP’dir.
Sabahattin Ali’nin
kızı Filiz Ali cesedin bırakıldığı sırtta bir kayanın üzerine babasının şiirini
yontturdu.
Ali Ertekin dört yıla mahkûm
oldu. İkinci yılın sonunda 1950 yılında af çıkınca salıverildi. Hapisten sonra
Ali Ertekin Emniyet’ten iş ister ama umduğunu bulamaz. Kullanılmış ve kenara
konulmuştur.
Olay Hakkında Çeşitli Görüşler
Sabahattin Ali’nin arkadaşı Rasih
Nuri İleri, 13-14 Mayıs 1978’de Vatan gazetesinde çıkan yazısında gelişen
olaylar hakkında şunları yazmıştı:
‘Sabahattin
Ali, Bulgar sınırında Ali Ertekin tarafından öldürülmedi. Sınırı geçtiğini
sandığı bir anda Millî Emniyet tarafından yakalandı. Kırklareli Emniyet
Müdürlüğü’nde sorguda konuşturulamadı, işkenceyle öldürüldü. Mart 1948’in son
günleri ile Nisan 1948’in ilk haftası arasında işlenen bu cinayet, kendisi ile
birlikte kaçmak isteyen iki kişiyi yakalayabilmek için gizlendi, cesedi sınır
civarına bırakıldı, çürüdü ve orada köylüler tarafından bulundu. Kendisi ile
birlikte kaçmak isteyen iki kişi yakalanamayınca, Sabahattin’i yakalatan Millî
Emniyet ajanı Ali Ertekin bu kez katil rolünü üstlendi, bu sıfatla kendisini
yakalattı.’
‘12 Mart döneminde çok önemli bir açıklama
dinledim. Selimiye Askeri Cezaevi’nde tutukluyken koğuş arkadaşlarımdan biri
Sabahattin Ali’nin ölümünden söz ediyordu. Yüksek rütbeli bir subay bir Emniyet
görevlisi ile birlikte bir rakı sofrasında bulunurlarken adını bildikleri bir
Emniyet müfettişinin Sabahattin Ali’nin sorgusu sırasında nasıl elinin altında
öldüğünü anlattığını naklederek beni doğruladı. Böylece zaten emin olduğum
gerçek kanıtlanmış oldu.’.
1990 yılında gazeteci Uğur Mumcu,
Rasih Nuri İleri’nin bu sonuçlarını şöyle pekiştirir: ‘Ben de olayın bu yorumunu hem emekli kurmay Yarbay Talat Turhan’dan,
hem de onun arkadaşı Adnan Çakmak’tan dinlemiştim. (…) 1973 yılında Ankara’da
bir akşam Adnan Çakmak bu öyküyü uzun uzun anlatmıştı.’ Uğur Mumcu’nun
sözünü ettiği Adnan Çakmak, Mareşal Fevzi Çakmak’ın yeğenidir, eski bir emniyet
müdürü dür.
Aynı konuda Albay Talat Turhan’da
bir TV programında şunları söylemişti: ‘Emniyet
Müfettişleri ile Yeniköy’de bir meyhaneye gitmiştik. Adını bilmediğim İstanbul
Emniyet Müfettişi epey alkol aldıktan sonra bana dedi ki ben 1940’larda Kırklareli’nde
komiserken Sabahattin Ali’yi sorguladım ve elimde kaldı’.
Bütün bu sözler Sabahattin Ali’nin bireysel bir cinayete kurban gitmediği ama bir işkence sonucu öldüğünü gösteriyor. Ayrıca bazı bölümleri gizli oturum ile gerçekleşen mahkemenin nasıl adaletli ve bağımsız bir yargı görevi yaptığı da ayrıca tartışılması gereken bir konudur. Ancak ilginçtir ki bir dönem birlikte dergi çıkardığı hapse girdiği arkadaşı Aziz Nesin ise Sabahattin Ali'yi MİT'in öldürmediğini iddia ederek Ali'nin kişisel kusurları yüzünden ölüme gittiğini iddia etmiştir. Türk edebiyatının en önemli kişilerinden birisi olan Sabahattin Ali’nin davası yeniden açılarak gerçekler neyse ortaya çıkmalıdır.
Sabahattin Ali’nin şiirlerinden bestelenmiş şarkılar
Her ne kadar kendisi ve şiir
yorumcuları şiirlerini pek beğenmese ve şiirlerinde “yenilikçi damar” gerçekten
de biraz zayıf kalsa da çoğu çok iyi şiirlerdir. Sokakta Kalan Adam şiiri hariç
tüm şiirlerinin hece ve aruz vezni ile yazılmış olmaları, şiirlerine yüksek bir
müzikalite kazandırmıştır. Sabahattin Ali’nin şiirlerinin besteciler tarafından
tercih edilmesinin ve bu şarkıların geniş kitlelerin beğenisini kazanmasının
iki önemli nedeni; şiirlerin yalın ifadeleriyle dinleyenleri kolayca etkilemesi
ve çoğunlukla hecenin sekizli kalıbına göre yazıldıkları için beste ile sözün
prozodik uyum sağlamasıdır. Sabahattin Ali şiirleri, değişik besteciler
tarafından 50 kez bestelenmiştir.
Şiirlerinde düşsel olarak tasarlayıp,
gerçekleşmesine özlem duyduğu şeylerin saplantısı görülmez. Hayalleri sade ve gerçekçidir.
Bu yüzden şiirleri çok sevilmiş, popülerlik kazanmış ve şiirleri en fazla
bestelenen şairler arasına girmiştir.
Nâzım Hikmet’e göre “Sabahattin Türk folklorunu, halk
edebiyatını çok bilen, iyi bir şairdir”. Ceyhun Atuf Kansu’ya göre ise “Türkçenin ocağından sözcüklerin korlu
demirini çıkaran bir geleneksel halk demircisi gibidir” Sabahattin Ali,
“Türkçenin içindeki geleneksel çoban ateşini harlayanlardandır.
Edebiyatımızda öykücülüğü, daha
çok da romancılığı ile tanınıp bilinen Sabahattin Ali, yazı yaşamına şiirle
başlamıştır. Sabahattin Ali’nin haksızlığa katlanamayan karakteri, kendisini en
yoğun biçimde şiirlerinde ortaya koyar. Ölümünden yıllar sonra bestelenen
birçok şiiri farklı kuşaklardan insanları sevdalı insancıllığı çevresinde
birleştirmiştir.
Zülfü Livaneli -
Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz
Zülfü Livaneli -
Leylim Ley
Ahmet Kaya - Kara
Yazı
Volkan Konak -
Göklerde Kartal Gibiydim
Sezen Aksu - Dağlar
Dağlar
Nâzım Hikmet’in Gözünden Sabahattin Ali: Hikâye ve Romanda Bugün Sen
Varsın
Aynı dönemlerde yaşamış olan pek
çok yazar, ürettikleri eserlerle birbirlerine kol kanat olmak gibi bir
güzelliği paylaşmıştır. Diğer sanat disiplinleri de bu paylaşıma dahil olmuş,
sanat yaratımının sürekli hale gelmesi için bir tür düşünce işçiliği
yapmışlardır. Sanat tarihimize baktığımızda bu durumun ne şekilde geliştiğini
görmek mümkündür.
Memleket şairi Nâzım Hikmet’in
Sabahattin Ali’yle nasıl tanıştığını anlatması da söz konusu duruma açık bir
örnektir.
‘Bir gün dergi redaksiyonuna kısa boylu,
gözlüklü bir genç geldi. Almanca bildiğini, hikâyeler yazdığını ve adının
Sabahattin Ali olduğunu söyledi, hikâyelerinden birini bıraktı, çıktı…Bu
hikâye, orman işçilerinin yaşamı üzerineydi. Alman romantizminin etkisi altında
yazılmış olmasına karşın, konu ve içerik bakımından Türk edebiyatında bir
yenilik oluşturuyordu…Genç adamın yetenekli bir yazar olduğu, daha ilk
satırlarından anlaşılıyordu. Hikâye basıldı. Sabahattin Ali’yle tanışmamız
böyle başladı…’
‘O, haftada iki üç kez redaksiyona
geliyordu. O zamanlar yalnızca edebiyat tartışmaları biçiminde legal olarak
ortaya konulabilen politik konuları onunla tartışıyorduk. Sabahattin Ali, çok
kısa bir zamanda dergide aktif bir rol oynamaya başladı.’
‘Sovyetler Birliği’ne karşı derin bir sevgi
besliyordu. Sovyetler Birliği hakkında gerçeği yansıtan Türkçe ve Almanca
birçok kitap okuyor, Marksist-Leninist yazılara ilgi gösteriyordu…Bu devrede
Tolstoy, Çehov, Gorki ve Şolohov’un eserlerini okudu…Kısa bir süre sonra
buluşmalarımız kesildi; ben hapishaneye düştüm…’
‘Daha sonra, Sabahattin Ali’nin Konya’da
öğretmenlik yaptığını, Mustafa Kemal ve rejimi hakkında yazdığı iğneli yazılar
yüzünden mahkûm edilerek Sinop Hapishanesi’ne gönderildiğini öğrendim…O
zamanlar, Sinop Hapishanesi’nde büyük bir komünist grup yatıyordu. Sabahattin
Ali ile komünistler arasında sıkı bir dostluk kurulmuştu…Sabahattin, onların halkın
davası için savaşta baş eğmeyen tutumlarına, bu savaşın utkusuna karşı
duydukları sarsılmaz güvene hayrandı.’
‘Romanını nasıl sabırsızlıkla ve ne büyük
bir güvençle beklediğimi tasavvur edemezsin. Bak somut konuşuyorum. Hikâye ve
romanda bugün sen varsın, senden sonra Kemal Tahir var, sonra Orhan Kemal var,
Suat Derviş var… Bugünkü durumda bu böyle. Bunun zorluklarını, mesuliyetlerini
gayet iyi anlıyorum. Fakat sana her zaman o kadar güvendim ve güveniyorum ki,
bu zorlukları yüklendiğin ağır yükün altından kalkarak yeneceğine inanıyorum.
Romanını doğacak çocuğumu bekler gibi bekliyorum… Edebiyatımızın bugünkü seni
öyle bir yere getirmiştir ki, rehberlik etmeye ve bunun mesuliyetlerini
yüklenmeye mecbursun. Verimlisin, bu sana rehberliğinde en büyük yardımcıdır.’
Romanları
Sabahattin Ali’nin üç romanı (Kuyucaklı
Yusuf, İçimizdeki Şeytan ve Kürk Mantolu Madonna) önce gazetelerde tefrika
edildi, ardından da kitap olarak yayımlandı. Romanlarında öncelikle sevgi ve
aşk gibi bireysel temalar ön plana çıkar. İkincil olarak da evlilik teması
üzerinde yoğunlaşır. Eserlerinde diğer öne çıkan konular ise sosyal sorunlar,
iletişimsizlik ve yalnızlıktır. Sosyal ve toplumsal konuları işlerken köylü,
işçi, mesai arkadaşı, esnaf ve memur gibi karakterler yer alır. Aydın kesim
insanlarına değindiği romanlarında ise eleştirel ve realist bir tavır sergiler.
İçimizdeki Şeytan aydın kesime yönelik eleştirel ifadelerinden izler
taşımaktadır.
Kuyucaklı Yusuf romanında aşk
teması ön plana çıkar. Evlilik ile Anadolu’nun sosyal ve ekonomik yapısı diğer
ana temalardır. İçimizdeki Şeytan ve Kürk Mantolu Madonna romanlarında da öne
çıkan tema aşk ve evliliktir. Ama genellikle bu evlilikler sıkıntılıdır.
Romanlarındaki yozlaşma konusu ise daha çok kırsal kesimde ele alınır. Aydın
kesimdeki yozlaşmalara ise İçimizdeki Şeytan romanında değinir.
Sabahattin Ali, romanlarındaki
kişileri konunun geçtiği mekanlara göre seçer. Kuyucaklı Yusuf’ta köylüler,
kasabalılar, memurlar; İçimizdeki Şeytan’da yazar, öğretmen ve profesör gibi
sıfatlara sahip kişiler; Kürk Mantolu Madonna’da ise Raif Bey’in çalıştığı
yerdeki arkadaşları, Almanya’da tanıştığı kişiler ve âşık olduğu Maria Puder
roman kahramanlarıdır. Kuyucaklı Yusuf romanı en geniş karakter kadrosuna sahip
romanıdır. Üç romanında, Yusuf, Ömer ve Raif Efendi ana erkek kahramanlardır.
Sabahattin Ali romanlarında erkek karakterler daha ön plandadırlar; fakat bu
kişiler güçlü ve etkin bir görünüme sahip değillerdir. Ana erkek kahramanların
ortak özellikleri bulundukları çevreye uyum sağlayamamış kişiler olmalarıdır.
Kısa sürede ciddi değişimler yaşayan bu karakterler olayları yönlendirmede
güçlük çekmektedirler.
Öyküleri
Sabahattin Ali’nin 1935’te
çıkardığı ilk öykü kitabı Değirmen’de on altı, 1936’daki Kağnı’da on üç,
1937’deki Ses’de beş, 1943’teki Yeni Dünya’da on üç ve 1947’deki Sırça Köşk’te
on üç öykü olmak üzere toplamda altmış öyküye sahiptir. Ardından da son kitaplarında
dört öykü daha yayınlayarak bu sayıyı altmış dörde çıkardı. Romanlarında olduğu
gibi öykülerinde de dönemin siyasi ve sosyal özelliklerini görmek mümkündür.
Öykülerindeki temel kavramlar sevgi, aşk ve kırsal kesim sorunlarıdır. Kırsal
kesimi işlediği öykülerinde çeşitli toprak ve miras kavgaları gibi nedenlerden
dolayı işlenen cinayetlere de yer verir.
Sabahattin Ali öykülerinde öne
çıkan konulardan birisi de hapishanelerdir. Çeşitli dönemlerde, farklı
sebeplerden dolayı hapse atılan Sabahattin Ali; bu yaşantısını öykülerine de
yansıtır. “Bir Şaka”, “Candarma Bekir”, “Duvar”, “Kazlar” ve “Katil Osman” adlı
öykülerinde hapishane yaşamı ve mahkumlar konusu üzerine durur. Türk
edebiyatında toplumcu gerçekçi kişilerin başında gelen Sabahattin Ali, öykülerindeki
karakterleri tasvir yoluyla anlatarak iyi veya kötü yanlarını ortaya koyar.
Öykülerindeki tasvirler romanlarında olduğu gibi uzun ve ayrıntılı değildir.
Öykülerinde kadın karakter sayısı
azdır ve genellikle kadınlar ikinci plandadır. Öykülerindeki kadınlar, tarlada
ve bahçede çalışan; çamaşırla ve ev hizmetiyle uğraşan tiplerdir. Köy
öykülerindeki kadınlar evlerine ve eşlerine bağlıdır. Öykülerinde güçlü ve
çekici görünen kadın sayısı az da olsa vardır. Bu kadınlar genellikle toplumca
yadırganan yönleriyle ele alınır. İstanbul’da geçen öykülerinde ise güzel ve
varlıklı kadınlara rastlanır. Öykülerindeki çocuklar ise genellikle bir fon oluşturur.
Öykülerindeki memur karakterleri
genellikle yoksul, geçim sıkıntısı yaşayan, silik ve etrafınca fazla önemsenmeyen
insanlardır. Bir dönem Almanca öğretmenliği de yapan Sabahattin Ali,
öykülerinde öğretmenlere de yer verir. Öğretmenlerin iyi yanlarını daha çok
göstermekle beraber olumsuz yanlarına da değinir. Doktor karakterleri ise
genellikle çıkarcı ve duyarsız bir görünüm verir.
Öykülerinde yalın bir dili tercih eder. Karakterleri konuştururken yerel ifadeler ve şive özelliklerini vermek zaman zaman tercih edilir. Karakterlerin yerel ağızlarını yansıtırken ölçülü bir üslubu tercih eder. Sabahattin Ali’nin yazınsal olarak etkin olduğu döneminde Türkiye’de harf inkılabı gerçekleşmiştir. Türk dilindeki değişimler onun eserlerine de zamanla yansır.
Şiirleri
Sabahattin Ali’nin toplamda
yetmişten fazla şiiri bulunur. Bu şiirlerinden 28 tanesini Dağlar ve Rüzgar adlı
kitabında yayımladı. Bu kitap yazarın 1931-1934 yılları arasında yazdığı
şiirlerden oluşmaktadır. 1926-1928 yılları arasında yazdığı şiirlerden 21
tanesini ise Kurbağanın Serenadı adlı Almanya’da eski harflerle yazılan bu
defterde topladı.
Şiirlerindeki temalar ise tıpkı
romanlarında olduğu gibi sevgi ve aşk kavramlarıdır. Hapishaneleri konu edinen
şiirlerinde, hapishane yaşamının zorluğu üzerinde dururken aşk temasına ise
tekrar değinir. Karamsarlık, bireysel yalnızlık, bunalma ve kaçış gibi konular
da şiirlerinin diğer temalarıdır. Kişileri konu edinen şiirlere de sahiptir, bu
kişiler babası Selahattin Bey, Mustafa Kemal Atatürk, Abdülkâdir Geylânî ve
Ziya Gökalp’tir. Sinop Hapishanesi’ndeyken Hapishane Şarkısı adıyla oluşturduğu
beş parçalık bir şiir bütünü bulunur. Bu şiirler birden beşe kadar
numaralandırılmış şekildedir ve ilerleyen yıllarda ise Ahmet Kaya, Zülfü
Livaneli ve Edip Akbayram gibi isimler tarafından bestelenmiştir.
Sabahattin Ali Türk edebiyatının
önde gelen yazarlarından biridir. Sait Faik Abasıyanık ile beraber kendisinden
sonraki Türk öykücülüğüne yön vermiştir, bu iki yazarın doğrultusunda iki
öykücülük geleneği gelişmiştir. Sabahattin Ali çizgisinde yazan yazarlar
arasında Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Kemal Bilbaşar, Samim Kocagöz,
İlhan Tarus gösterilir. Genel olarak “toplumcu gerçekçi yazarlar” kategorisine
dahil edilmektedir. Kürk Mantolu Madonna, İçimizdeki Şeytan ve Kuyucaklı Yusuf
romanları Türk edebiyatının önemli yapı taşlarındandır. Özellikle Kürk Mantolu
Madonna Türkiye’de en çok okunan kitapların başında gelmektedir. Türk
Kütüphaneciler Derneği’nin yayımladığı istatistiklere göre 2015 yılında
Türkiye’de en çok okunan kitaptır. Romanın bu denli popüler olmasının altında
okullarda öğrencilere önerilmesi ve sosyal medyada çok fazla paylaşım alması
gibi nedenler vardır. Almanca, Arapça, Rusça, İngilizce, İspanyolca ve
İtalyanca gibi çeşitli dillere çevrilen Kürk Mantolu Madonna İran gibi Müslüman
ülkelerde bazı kısımlarında sansüre uğramıştır. Kuyucaklı Yusuf romanıysa
aralarında Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt’un da bulunduğu köy çevresini konu
edinen roman yazarları üzerinde etki sahibi olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim
Bakanlığı tarafından ortaöğretim öğrencilerine tavsiye edilen ve MEB 100 temel
eserden biri olan Kuyucaklı Yusuf ile yazarın “Hanende Melek”, “Hasanboğuldu”,
“Komik-i Şehir”, “Kağnı”, “Ses”, “Gramofon Avrat” ve “Ayran” gibi hikâyeleri
Metin Erksan, Yılmaz Duru ve Feyzi Tuna gibi yönetmenlerce sinema ve
televizyona uyarlandı. Aldırma Gönül, Leylim Ley, Çocuklar Gibi, Kız Kaçıran ve
Göklerde Kartal Gibiyim adlı şiirleri ise Ahmet Kaya, Sezen Aksu, Nükhet Duru,
Volkan Konak, Edip Akbayram ve Zülfü Livaneli sanatçılarca bestelendi.
Roman
Kuyucaklı Yusuf (1937)
İçimizdeki Şeytan (1940)
Kürk Mantolu Madonna (1943)
Öykü
Değirmen (1935)
Kağnı (1936)
Ses (1937)
Yeni Dünya (1943)
Sırça Köşk (1947)
Şiir
Dağlar ve Rüzgâr (1934)
Kurbağanın Serenadı (1937)
Öteki Şiirler (1937)
Oyun
Esirler (1936)
KAYNAKÇA
Hıfzı Topuz -
Başın Öne Eğilmesin
Sevengül Sönmez - A’dan Z’ye Sabahattin Ali
Filiz Ali - Yok Bi’şey, Acımadı ki
Nasil da guzel bir yazi bu. Zaten cok severim kendisini. Sabahttin Ali hakkinda herseyi bu yazida buldum. Keske daha uzun yasabilseydi :(
ReplyDeleteYazı için teşekkürler
ReplyDelete