Tarih boyunca inanış biçimlerindeki değişim ile kadının toplum içerisindeki statüsünün değişimi benzerlikler taşır. İnsanoğlunun soyutlama becerisinin gelişmesiyle birlikte, dinsel inanışlar, Tanrılar panteonunda tüm güçlere sahip Ana Tanrıça’dan(Kybele, Terra Mater), tüm güçlere sahip Fırtına Tanrısı’na(Zeus) doğru bir geçiş sürecini izlemiştir. Bu değişimle birlikte Ana Tanrıça tek ve güçlü rolünü kaybederek Zeus’un eşi Hera’da görüldüğü gibi bereket tanrıçasına dönüşerek ikincil bir pozisyona düşmüştür. Son aşamada ise tanrılar panteonunun yerini tek ve güçlü(erkek) bir tanrının alması izlemiştir.
Paleolitik (MÖ 2,5 milyon yıl - MÖ 12000) dönemde yüzbinlerce yıl Matriarkil(Anaerkil) düzende yaşayan insanoğlu ne oldu da son buzul çağından sonra yaklaşık 11 bin yıl önce Patriarkil (Ataerkil) düzene geçti.
İlkel tarım toplumlarında iş gücü gereksinimiyle önem kazanan kadın doğurganlığı ile toprağın verimliliği arasındaki ilişkinin sosyal düzene etkisi ne idi? Neden ilkel çiftçi toplumlarda kadınlar üstünken hayvancılıkla uğraşan toplumlarda hep erkek egemendi. Tekeşliliğe geçiş ile özel mülkiyet arasındaki ilişki ne idi?
1. Kadın Erkek Eşitliği
Dinsel inanç sistemlerinin
temelinde, ‘yaşamı yaratan kimdir?’
sorusuna verilen yanıt yatar. Yaratma, hem bir şeyin yoktan var edilmesini, hem
de soyun yeniden üretilmesini kapsar. Yaratma kudretine ilişkin dinsel
açıklamalar, tarihsel olarak, evrensel bereket sembolü olan tek Ana
Tanrıça’dan, üretkenliği erkek tanrılar ya da insan-krallar tarafından
desteklenen Ana Tanrıça’ya; oradan da önce ‘Ad’ da, sonra da yaratıcı ruh’ta
yansıyan simgesel yaratıcılık kavramına geçer. Tanrılar panteonunda tüm güçlere
sahip Ana Tanrıça’dan, tüm güçlere sahip Fırtına Tanrısı’na doğru bir geçiş
görülür. Burada artık Ana Tanrıça, Zeus ve Hera çiftinde görüldüğü gibi,
bereket tanrıçasının evcilleştirilmiş bir versiyonundan ibarettir. Bu
adımlardan sonra, sıra tanrılar panteonunun yerini tek bir güçlü(erkek)
tanrının almasına ve bu tanrının yaratma ilkesinin her iki yönünü de(yoktan var
etme ve soyu üretme) kendisinde toplamasına gelir. Farklı kültürlerde farklı
biçimler alsa da özünde benzer olan bu değişim, Batı uygarlığı açısından en
açık biçimde, Kutsal Kitap’ın Tekvin(Genesis-Yaratılış) bölümünde dile gelir.
Gök Tanrısı Zeus ve eşi BereketTanrıçası Hera
19. yüzyıl antropolojisinde,
günümüz feminislerince yeniden canlandırılan en büyük tartışmalardan biri,
ataerkil toplumlarda erkeğin kadına egemen olduğu bir dönemin, patriarkinin
önceli ve tam karşıtı olan bir matriarki döneminin var olup olmadığıydı.
Matriarki(anaerkillik), kadınların erkeklerle yalnızca eşit oldukları değil,
aynı zamanda denetim, iktidar ve egemenlik sahibi oldukları bir toplumu
belirtmek için kullanılır.
MÖ 4000’de Yakın Doğu ve Mısır’da
ilk yazılı kayıtların ortaya çıktığı dönemde ataerkillik iyice yerleşmiş
durumdaydı ve eğer anaerkil bir dönem var olmuşsa, bunun kanıtlarının
paleolitik (yontmataş MÖ 2,5 milyon yıl - MÖ 12000) dönemde aranması gerekirdi.
Lewis Henry Morgan (Ancient Society,1877), Kuzey Amerika yerlileri arasında ilk
araştırmaları yapanlardan biriydi. Bu araştırmalarında, Irokua(Iroquois)
yerlilerin de kadınların, Morgan’ın yaşadığı topluma göre, çok daha yüksek bir
statüye sahip olduklarını, dinsel ve siyasal faaliyette büyük bir rol
oynadıklarını, ekonomiye egemen olduklarını saptamış ayrıca soyun ana
tarafından hesaplandığını gözlemlemişti. Bu toplum kendilerine uzun ev yapan
insanlar anlamında ‘Haudenosaunee’ diyordu ve Amerika’nın kuzeyinde
yaşıyorlardı.
Morgan ilk başlardaki
anasoyluluğun, topluluğun yerleşikliğe geçmesi ve mülkiyet birikimin
yaygınlaşmasıyla erkekler tarafından değiştirildiğini savundu. Onun tezini
Friedrich Engels devralarak (The Origins of the Family, Private Property and
the State,1884) ilk başta topluluğun ortak mülkiyetini kadınların
denetlediğini, ama tarıma geçişle birlikte erkeklerin tarım araçlarına
(özellikle sabanı ve çiftlik hayvanlarını) kullandıklarını ve onlara sahip
olduklarını, böylece özel mülkiyet sahibi ilk cinsin erkekler olduğunu öne
sürdü. Erkekler, bu mülkiyeti kendi çocuklarına geçirmek istedikleri için,
tekeşliliği getirdiler; çünkü ancak böylelikle kendi soylarının mülk edinmesini
güvence altına alabileceklerdi. Anasoylu bir sistemde, erkeğin sahip olduğu
herşey, ana tarafına miras kalmaktaydı, yani erkeğin kendi çocuklarına değil,
kız kardeşinin çocuklarına geçiyor, kendi çocukları da karısının soyuna ait
oluyordu. Babasoylulukta ise, erkeğin karısı üzerindeki cinsel tekelinin yanı
sıra çocukları üzerinde ekonomik ve hukuksal tekeli olmaktaydı. Sonuç olarak,
anasoyluluktan babasoyluluğa geçiş süreci içinde kadınlar, cinsel olarak
sınırlandırıldılar ve ekonomik olarak da ikincilleştiler.
Günümüzde birçok toplum
anasoylu ve anayerli olsa bile, bunların
hiçbirinde erkekler yerine kadınlar yönetici konumunda değildir. Bu nedenle,
birçok antropolog, şu anda varolan toplumların hiçbirinin, özellikle ataerkilliğin
tam karşıtı biçimde anaerkil olarak tanımlanamayacağı görüşünde birleşmektedir.
Bazı başka antropologlar ise, alternatif bir görüş öne sürmektedir. Bir dizi
geleneksel toplum örneğine bakarak bunlar içinde gezici avcı-toplayıcı
topluluklarda kadınların statüsünün istikrarlı bir biçimde daha yüksek olduğunu
saptadılar. Bu toplumlardaki durum, kesinlikle ataerkilliğin tam karşıtı
olmaktan uzaktı; daha ziyade, bireyler ve cinsler arasında eşitliğe dayanan bir
toplumsal örgütlenme sözkonusuydu. Bu yapıda, herkesin fikir söyleme ve
fikirlerini dinlettirme hakkı bulunduğu gibi, herhangi bir somut durumda tüm
bireylerin ne yapacakları konusunda kendi kararlarını alma hakları vardı. Bu
eşitliğin nedenlerinden biri, topluluk içinde özel mülkiyetin bulunmaması ve
gezici bir grubun yiyecek depolamasının olanaksızlığıdır. Bu nedenle hiç kimse
başkasından daha fazla mala sahip değildir ve dolayısıyla hiç kimse
bağımlılığına ya da ezilmeye yol açacak biçimde bir diğerine karşı borç ya da
minnet duyma konumunda olmaz.
2.
Avcı/Toplayıcı
toplum - Anaerkil Düzen
İnsanların avcı/toplayıcı olarak
yaşadığı dönemde kadın ile erkeğin rolleri benzerdi. Henüz aralarında bir iş
bölümü yapılmamıştı. Antropolojik araştırmalar, bu dönemde kadın ile erkeğin
bedensel özellikleri arasında güç ve çeviklik bakımından ciddi farkların
bulunmadığını ortaya koyuyor. Son 12 bin yılın kadınının fiziksel karakteristiğini
oluşturan göğüsler, yuvarlak hatlar, ince yapı ve zayıf kaslar o zaman için
henüz söz konusu değildi.
Kadın, diğer tüm üyeler gibi,
topluluğun ortak faaliyetlerine eşit oranda katılıyordu. Avlanma, besin
toplama, yırtıcı hayvanlara karşı savunma birlikte yapılıyordu. Tehlikeli av
partilerinde ancak sıkı bir dayanışma sağlandığında yaşamda kalma şansı vardı.
İnsanlık on binlerce hatta yüz binlerce yıl boyunca bu şekilde yaşadı.
O dönemde kadınlar ile erkeklerin
rol ve görevleri günümüzdeki gibi katı bir biçimde ayrılmış olmasa bile,
cinsler arasında özelikle yiyecek edinimi bakımından oldukça basit bir ayrım
vardır. Bunun, çocuk doğurma ve yetiştirme gereksinimleriyle bağlantılı olması
muhtemeldir. Ama kadınların işi farklı olsa bile, en azından erkekler kadar
yiyecek katkısında bulunmaları açısından ve bu yiyeceği ararken, hem araziyi
tanımak hem de bu arada başka topluluklarla ilişkiler kurmak açısından
erkeklerle eşit durumdadırlar. Bu nedenle, kadınlar topluluğun erkekler kadar
saygın üyeleridir ve yiyecek toplama işi, erkeğin işi olan avcılıktan farklı
olsa da, aynı derecede değerli kabul edilir. Cinsiyete dayalı iş bölümüne göre;
kadın evinin ocağının sorumlusu olurken, erkekte avlanma işleriyle uğraşacaktı.
Bu iş bölümünde görevleri belirleyen en temel unsur kadının çocuk bakma
zorunluluğuydu. Kadın evde kalmalı, çocuk bakımı dışında bitki toplayıcılığı,
yemek hazırlama, giyim, kapkacak imalatı vb. işleri üstlenmeliydi. Erkek ise
fiziksel olarak ava daha yatkın olduğu için bu görevi üstlendi. Kadının bitki
toplayıcılığı ve diğer işlerle temel yaşam gereksinimlerini karşılaması,
erkeğin ise buna karşın avdan getirdiği gıdalarının belirli bir istikrarının
olmayışı, çoğu zaman tesadüflere bağlı oluşu, topluluk içinde kadına verilen
önemin temelini oluşturuyordu.
Toprağın işlenmesinden elde
edilen ürünler ilk zamanlarda komünün beslenmesine yeterli gelmiyor, avcılık da
sürdürülüyordu. Bu doğal bir işbölümü yarattı. Komünün yerleşik bölümü, yani
kadınlar, toprağı işleme görevini üstlenirken, erkekler avlanma ve savaşma
görevini üstlendiler. Ancak avın ve yağmalamaların getirdiği son derece
tehlikeli ganimetlerine göre tarımın daha bereketli olması ve elde edilen
hasat, komün üyelerinde daha çok rağbet görmesi üzerine, komün, tarımı geçim
araçlarının temeli olarak görmeye başladı.
O çağlarda topluluğun lideri
kadınlardı. Kadının otoritesi ve ona duyulan saygı sürekli olarak arttı.
Tarımla uğraşan komünlerde soy kadına göre belirlenir ve özel mülkiyetin
doğduğu yerlerde miras anneden erkek çocuklara değil kız çocuklara geçerdi. Evin
sahibi kadınlardı. Erkekler evlendiklerinde anne-baba evinden ayrılır, eşinin
evine yerleşirdi. Anaerkil ailenin nedenlerinin bir diğeri de çok eşlilik
nedeniyle, dünyaya gelen bebeğin yalnızca annesinin kesin olarak bilinmesi idi.
Bu durumda soy ağacının belirlenmesinde anne belirleyici oluyordu.
Küçük çocukları olan anneler,
komün avlanmaya çıkıldığında, evde bırakılırdı. Besinlerin henüz depolanmadığı
bir dönemde yiyeceği biten kadınların tesadüfen tahılların tohumdan
filizlenmesini tespit edip, toprağı gevşetmenin verimi artırdığını öğrenmiş
olduğuna inanılmaktadır. Yırtıcı hayvanlardan korunmak amacıyla ateşin sürekli
olarak canlı tutulması görevi kadının olduğu için kadının ateşten nasıl
yararlanılacağını da (pişirme, toprak kapları sertleştirmek vb) keşfettiğine ve
onu kendi denetiminde kullandığına inanılıyor.
Anaerkillik sayesinde kadın komün
üyeleri arasında özel bir konuma sahip oldu. Toprağı işleyen toplumlarda, kadın
yalnızca eşit haklara sahip olmakla kalmıyor, zaman zaman yöneten bir pozisyon
da alıyordu. Birçok tarım toplumunda anaerkil sistem geçerliydi. Komünün
devamını sağlayan ve ayakta tutan kadınlardı. Tarımla uğraşan halklarda ana
üretici kadındı. Toprağı işleme fikrine ilk varanın, ilk tarım işçisinin
kadınların olduğuna işaret eden birçok bilimsel bulgular var.
Tarımın kadınlar tarafından
bulunduğu ve bu dönemde yukarıda sözü edilen türden bir eşitliğin varololduğu
tezine Ehrenberg arkeolojik bulgular düzleminde kanıt getirmekte ve kabaca MÖ
5500 ile 4800 yılları arasında Tuna, Ren ve Orta Avrupa’nın diğer büyük
nehirlerinin vadilerinde gelişmiş olan Çizgisel Çömlekçilik Kültürünü örnek
vermektedir. Tarımın MÖ 8000 yıllarına dek yalnıza Eski Mezopotamya’da
görüldüğüne dikkat çeken Ehrenberg, arkeolojik bulguların ayrıntılı bir
incelemesini yaptıktan sonra, bu kültürün kadınların ekonomik ve dolayısıyla da
politik katkısının yüksek olduğu bir toplumu işaret ettiğini belirtmektedir. Bu
kadınların erkekler tarafından baskı altına alınmadığı, anaerkil bir toplumdur.
Büyükana ve kızları ve onların kocaları ile çocuklarından oluşan uzun evlerde
yaşayan bu topluluklarda, kadınların kararları veto yetkisi, yiyeceğin
topluluğun ortak olmasından ve topluluk adına Büyükana atarafından
paylaştırılmasından kaynaklanmaktadır.
3. Çiftçi Toplumlar
Tarımın önemi anlaşıldıkça nehir
vadilerinde, alüvyonlu topraklarda yaşayanlar, tam zamanlı çiftçiliğe
başladılar. İnsanlığın yeni bir toplumsal düzene geçişiyle birlikte kadının
konumu, çiftçi toplumlarda ve hayvancılık yapan toplumlarda farklılaşmaya
başladı. Üretici emekle geçinen, yani tarımla uğraşan toplulukların işçilere
ihtiyacı vardı. O çağda doğum oranı çok düşük olduğu için doğurma yeteneğine,
çocuk -yani işgücü- üretme yeteneğine sahip annelere son derece büyük bir önem
atfediliyordu ve böylece annelik inançlarla da yüceltilmeye başlandı.
İlkçağda kadın içerikli dinlerin,
erkek içerikli dinlere çok baskın olduğu, toprak ve kadının her türlü
zenginliğin en önemli ve en temel kaynakları olarak görülerek özellikleri
özdeşleştirildiği bilinen gerçeklerdir. İkisi de yaşamı üretiyor ve sağlıyordu.
Ne var ki tarımla uğraşan toplumlarda kadınların baskın bir konumda olmasının
nedeni, annelik özelliği değil, tersine tarım ekonomisinde temel üretici rolünü
üstlenmesiydi. Doğal işbölümü sonucu, kadın temel geçim kaynağı olan tarlaları
ekerken, erkeğin ikincil geçim kaynağı olan yalnızca avcılıkla ilgilendiği
sürece kadının erkeğe karşı ikincil bir konuma düşmesi ya da ona bağımlı duruma
düşmesi söz konusu olamazdı. Demek ki, toplum içinde ve evlilikte haklarını
belirleyen, kadının ekonomideki rolü olmuştur. Bu, tarımla uğraşan
topluluklarda kadının konumuyla, hayvancılıkla uğraşan göçebe topluluklardaki
kadınların konumunu karşılaştırdığımızda özellikle çarpıcı bir biçimde
görülmektedir.
Tarımın kadınlar tarafından icat
edilmiş olduğu ve tahıl tarımını mümkün ve verimli kılan beceri ve araçları da
gene onların geliştirdikleri neredeyse tartışmasız kabul gören bir saptamadır.
Bu tür topluluklarda kadınların erkeklerle eşit bir saygınlık ve statüde
oldukları da anlaşılmaktadır. Ne var ki, o dönem ile günümüz arasında, en
geleneksel avcı-toplayıcı ve hortikültürel(bahçecilik) toplumlar dışındaki
toplumlarda kadınların statüsünün çarpıcı bir biçimde düşmüş olduğunu ve birçok
bölgede tarımın ve çiftciliğin erkek işi haline geldiğini biliyoruz.
Peki bu değişiklik neden ve ne
zaman meydana geldi? Bu soruya yanıt vermeden önce kesinliği belirlenmiş iki
olguya değinmek gerekir;
- Birincisi, en eski yazılı kayıtların(Sümerler) ortaya çıktığı zamanda (MÖ 3200), Avrupa’da her yerde çiftcilik esas olarak erkeklerin uğraşı haline gelmişti ve erkekler tarım arazisinin ve araçlarının sahibi durumundaydılar;
- İkincisi, kadınların hala esas tarım üreticisi olarak kalmış oldukları yerlerde, tarım henüz bahçecilik aşamasındaydı.
4. Hayvancılık ile uğraşanlar - Ataerkil Düzen
11,700 yıl önce son buzul çağı
sona erip, karların erimesinden sonra, stepler otlarlarla dolmuştu. Bu
arazilerde toprağın sertliği nedeniyle çiftçilik yapmak zordu, ama doğal bitki
örtüsü hayvancılık için çok verimliydi. Ve buralarda yaşayanlar hayvan
yetiştiriciliğine başladılar.
Avcılık ve toplayıcılık yapan
toplumlarda kalabalık işgücüne ihtiyaç yoktu. Sürekli hareket halinde göçebe
hayatı yaşadıkları için küçük çocuklar ve yaşlılar engel teşkil ediyordu. Doğum
oranı çiftci toplumlara göre oldukça düşüktü. Hatta bir komün fazla büyüdü mü
beslenme sıkıntıları ortaya çıkıyordu. İnsanlık, toplanan meyvelerden ve
tesadüflere bağlı avlardan beslendiği sürece kadının annelik rolüne değer
verilmesi için bir neden yoktu. Çocuklar ve yaşlılar önemli bir sıkıntıydı.
Onlardan kurtulmaya çalışılıyordu, yola devam edecek durumda olmayanların
oldukları yerde bırakılmaları sıradan bir uygulamaydı ve zaman zaman bunların
yiyecek olarak kullanıldığı da oluyordu.
Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen
komünlerden bir kısmı yabani sığır ya da at sürülerinin bulunduğu geniş
otlaklarda hayvanları canlı olarak yakalayarak hayvancılığa geçiş yaptılar. Bu
tür becerilere sahip olanlar özellikle erkeklerdi. Çünkü kadınlar ancak annelik
görevleri olmadığında avlanabiliyorlardı.
Erkek, anne olmayan kadınlarla birlikte ava çıkarken, annelerin daha önce
yakalanmış hayvanları, gözetmek ve günlük ihtiyaçların karşılanmasıyla ilgili
işleri yerine getirmek üzere geride bırakılması onu bu toplumlarda ikincil role
geçirdi.
Dolayısıyla hayvan yetiştiren
toplulukların çoğunda kadınlar erkekle boy ölçüşecek durumda değildi. Bunlar, kadının zayıf ve değersiz bir varlık
olarak değerlendirilmesini kolaylaştırıyordu. Bir komünün hayvan mevcudu ne
kadar büyürse kadın da o kadar hizmetçi rolüne itiliyor, hayvandan daha
değersiz sayılıyor ve cinsler arasındaki uçurum bir o kadar büyüyordu. Hayvan
yetiştiren topluluklarda komünün refahına aynı ölçüde katkıda bulunmadığı için
kadının diğer yönlerde de erkekle eşit olmadığı görüşü gelişti. Göçebe yaşayan
hayvan yetiştiricilerinde kadın, genel olarak artan oranda tali, bağımlı ve
ezilen bir konum aldı. Ataerkil sistem, komündeki en yaşlı erkeğin reisliğinin
kabul edildiği, genel olarak hayvancılıkla uğraşan göçebe halklarda
gelişmiştir.
Zorunlu evlilik ve komşu
komünlerden kadınların zorla kaçırılması özellikle hayvan yetiştiricisi
göçebelerin uygulamalarıydı. Zorunlu evlilik, insanlık tarihinin çok uzun bir
dönemine damgasını vurmuştur. Kendi komününden rızası olmadan ayrılmak zorunda
bırakılan kadın, kendini özellikle çaresiz hissetmiştir. Tamamen kendisini
kaçıran ya da yakalayanların hakimiyeti altındaydı. Özel mülkiyetin doğuşuyla
birlikte zorunlu evlilik sık sık savaşçı erkeğin, at, sığır veya koyun
biçimindeki ganimet payından imtina edip yerine esir alınan bir kadın üzerinde
tam mülkiyet hakkı talep etmesine yol açtı. Yabancı bir komün tarafından esir
alınmak ve kaçırılmak kadın için, tüm haklarının ortadan kaldırılması anlamını
taşıyordu. Böylelikle kadın, tüm komünün ama her şeyden önce kendisini
yakalayanın boyunduruğu altına alınan,
hiçbir hakkı olmayan bir konuma getiriliyordu.
Kadın, ekonomik sistemin ana
üreticisi olduğu çiftciliğin ilk dönemlerinde büyük bir saygı görüyor ve büyük
haklara sahip oluyordu. Ne var ki emeği, ekonomik sistem için tali bir önem
taşıdığı hayvancılık yapılan toplumlarda, zamanla bağımlı ve haklardan yoksun
bir konuma geliyor, erkeğin hizmetçisi hatta kölesi haline geliyordu.
5. Çiftci toplumlarda İkincil Ürünler Devrimi ya da erkeklerin bu
toplumlarda da egemenliği ele geçirişi
Yiyeceğin depolanmasının keşfedilmesi,
av hayvanlarının azalması, erkeğin tehlikelerle dolu avcılıktan vazgeçerek eve
dönmesini sağladı. Anaerkil düzen, kadının topluluk için vaçgeçilmez rolleri
üstlenmesi temelinde şekillenmişti. Erkeğin eve dönüşü sonrasında bu konum
yavaş yavaş geriledi. Tarımcılığın gelişmesi, dolayısıyla daha yoğun emek
gerektirmesi, erkeğin de bu çalışmaya dahil olmasını şart kılıyordu. İlerleyen
zamanlarda hayvanların evcilleştirilmesi, inek, koyun, keçi, domuz gibi
hayvanların yetiştirilmeye başlanması sonrasında erkek sadece belirli dönemler
için değil kalıcı olarak eve döndü.
İlk başlarda erkekler daha çok
kas gücü gerektiren görevleri üstlenmiş uzmanlık gerektiren konular kadınların
hakimiyetinde kalmıştır. Yani erkekler işçi, kadınlar ise yönetici konumundaydı.
Zamanla erkekler üretim tekniğinde uzmanlaşarak bu eksikliklerini giderdiler. Tarımda
ve hayvancılıkta yükün büyük bir bölümünü zaten onlar çekiyordu. Sonuç olarak
erkeğin eve dönüşü, topluluk yaşamında çok daha etkin bir rol üstlenmesiyle
toplumsal statülerde tamamiyle değişikliğe uğradı. Temel üretici haline gelen erkek,
evde ve toplum yaşamında kadını geri plana iterek lider-şef pozisyonunu aldı.
Kadın ve erkeğin birlikte
çiftcilik yapması üretimde artı bir değer yaratmış bu da insanların genel refah
düzeyini artırmıştı. Engels’e göre ‘Servetlerin
çoğalması, bir yandan aile içinde erkeğe kadından daha önemli bir konum
kazandırmış, bir yandan da geleneksel miras düzenini çocukların yararına
değiştirmek için bu güçlenmiş konumdan yararlanma dürtüsünü üretmiştir. Ama bu,
soy konusu analık hukukuna göre geçerli olduğu sürece olanaklı değildi. Öyleyse
bunun da değiştirilmesi gerekliydi ve
değiştirildi. Bu iş bugün bize göründüğü kadar zor değildi. Gelecekte erkek
üyelerinin çocuklarının oymakta kalmasını, kadın üyelerin ise bu oymaktan
çıkarılarak babalarının oymağına gelmesini kararlaştırmak, bu iş için
yeterliydi’ (Engels-Kadın ve Aile-syf:168-169)
‘Anaerkil hukukun yıkılışı, kadın cinsinin büyük tarihsel bozgunu oldu.
Erkek evde de egemen oldu; kadınsa eski mevkiinden düştü, kullaştı; erkeğin
zevkinin kölesi, basit bir çocuk doğurma aleti haline geldi. Kadının bu
aşağılık durumu giderek allanıp pullandı, yumuşak biçimlere büründü, kimi zaman
düzenbazlıklarla gözlerden saklandı; ama hiçbir zaman ortadan kalkmadı.’ (F.
Engels-Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni )
MÖ 3000 ve 4000 yılları arasında
Eski Mezopotamya toplumlarının yaratılış öykülerinde değişiklikler meydana
gelirken, toplumun kendisinde de bazı toplumsal ve ekonomik değişmelerin
yaşandığı bilinmektedir. Saban tarımının gelişmesi ve onunla birlikte güçlenen
militarizmin, akrabalık ve toplumsal cinsiyet ilişkilerinde önemli değişmelere(kadınların
kabileler arasında değiş tokuş edilmesi), bunun giderek kadınların
nesneleşmesine yol açması ve bu olgunun köleliğin ortaya çıkışını
kolaylaştırması - söz konusu toplumlarda güçlü krallıkların ve ilk devletlerin
doğuşu da dinsel inanç ve mitoslarda değişiklikler yarattı.
Her üç tek tanrılı
dinin-Yahudilik, Hiristiyanlık ve İslamiyet- doğduğu Ortadoğu bölgesinde,
kadınların ikincilleşmesi olgusunun kurumsallaşması, kent devletlerinin ortaya
çıkmasıyla gerçekleşmiş gibi görünmektedir. Kadınların varolan toplumlardaki
ikincil statüsünü biyolojiye ve doğaya dayandıran, dolayısıyla bunun ezeli ve
ebedi değişmez bir olgu olduğunu öne süren görüşlerin aksine, arkeolojik ve
diğer kanıtlar, kent devletlerinin ortaya çıkışından önce kadınların konumunun
yüksek olduğuna işaret etmektedir.
Tarımın erkeklerin egemenliğine
geçmesi, neolotik(cilalıtaş devri MÖ 8000-5500) dönemin ilk aşamaları ile
yazılı belgelerin ortaya çıkışı arasındaki bir zamanda meydana geldi ve
muhtemelen tarih öncesi Avrupa’sındaki tarım ekonomileri içinde hayvanların
değişen rolüyle ilgiliydi. Antropologlar, tıpkı sabanın kullanılmadığı ilkel tarımcılık
ile kadınların önemi ve bunun sonucu olarak yüksek statüsü arasında sıkı bir
bağ bulunması gibi, saban tarımı ile babasoyluluk ve ataerkil arazi mülkiyeti
arasında çok önemli bir ilinti olduğunu ortaya koymuşlardır. Aile yapısında,
zenginlik ya da mülkiyet örüntülerinde meydana gelen bu değişimler, arkeolojik
çalışmalarla yerleşim yerlerinde, höyüklerde ve mezarlarda izlenebilmektedir.
Tarımda can alıcı değişmelerin, aşağı
yukarı MÖ 4000-3000 yıllarında meydana geldiği sanılmaktadır. Demek ki Yakın
Doğu’da tarımın başlamasından yaklaşık beş bin yıl sonra. Andrew Sherrat’a
göre, erken neolotik çağda da evcil hayvanlar bulunmakta birlikte, bunlar o
dönemde yalnızca etleri için besleniyordu. Süt ve süt ürünleri tüketimi önemli
olmadığı gibi, hayvanların tarımda ve araba çekmekte kullanılması söz konusu
değildi. Bütün bunlar daha sonra ortaya çıktı ve yalnızca tarımsal verimlilikte
devrim yaratmakla kalmadı, aynı zamanda tarım için gerekli emek miktarını
azalttı. Ayrıca, evcil hayvanların eskisine göre daha fazla önem kazanmaları
da, vahşi hayvanların avlanması ihtiyacını azaltmış olmalıdır. İş dengesinin,
yarı avlanma, yarı bahçecilikten karma tarıma dayalı bir ekonomiye doğru
değişmesi, beraberinde kadın ve erkeklerin rol ve görevlerinde de bir değişiklik
getirdi. Mezopotamya’daki kil tabletler ve silindir mühürler üzerinde saban ve
arabaların ilk ortaya çıkışı MÖ 4000 dolaylarına tarihlenmektedir ve her ikisi
de 500 yıl gibi görece kısa sayılacak bir sürede Avrupa’ya yayılmıştır. Bu
süreç içinde hayvanların sütünden yararlanılması, sütlü ürünlerin(peynir,
yoğurt vb) imal edilmesi, aynı zamanda da yünün iplik ve dokumaya
dönüştürülmesi gerçekleşti. Dokumacılık neredeyse evrensel olarak bir kadın
uğraşıdır. Belki de diğer işler ağırlıklı olarak erkeklere devredilmeden,
dokumacılığın geliştirilmesi mümkün olmamıştır. İkincil ürünler devrimi, aynı
zamanda birçok başka işte uzmanlaşılmasını da gerektirdi. Böylece erkekler,
giderek avcılığa daha az zaman ayırıp, çiftcilikle uğraşmaya başladılar ve
nihayet tarımı tümüyle devraldılar.
Günümüzdeki hortikültürel(bahçecilik)
toplumların toplumsal örgütlenme kalıbı, entansif(yoğun) tarım yapan
toplumlarınkinden çok farklıdır ve en önemli fark da, kadınların durumundadır.
Bu gözlem de kadınların statüsünün, geç neolitik dönemde erkeklerin tarımsal
işlerin büyük kısmını devraldıkları sırada, önemsizleştiği savını
destelemektedir. İkincil ürünler devriminin bir diğer toplumsal sonucu,
anasoyluluk ve anayerlilikten babasoyluluk ve babayerliliğe geçiştir. Erkek
egemen çiftcilik ile babasoyluluk arasında çok sıkı bir etnografik bağ vardır.
Bir başka önemli gelişme ise,
tarımın gelişmesinin bir dizi bağlantılı zanaatın gelişmesine yol açması, bunun
da maddi zenginliği, örneğin çiftcilik ve yiyecek işleme araçları ile dayanıklı
kapları artırmış olmasıdır. Bu araçlar ve evcilleştirilmiş hayvanlar,
biriktirilebilir ve bir kuşaktan diğerine aktarılabilir bir zenginliğe dönüşür
ve böylece özel mülkiyetin ve toplumsal tabakalaşmanın ortaya çıkışının
zeminini hazırlar. Bir zamanların eşitlikçi gezici topluluklarında, zenginliğin
bazı aileler içinde kuşaktan kuşağa aktarılmasıyla bir zengin-yoksul
farklılaşması doğar ve zenginler, hizmet karşılığında yoksul ailelere bazı
malları ödünç vererek güç kazanırlar. Yoksular ise, zengin ailelere giderek
daha fazla borçlandıkça kendi adlarına artı ürün elde etme olanağından ve
zamanından yoksun kalırlar ve böylece kısırdöngü başlamış olur. Bu sürecin
yalnızca zenginlik açısından değil, aynı zamanda güç ve statü açısından da
sürekli hiyerarşiler yaratacağını düşünmek zor değildir. Bu aynı zamanda, bir
toplumun yalnızca maddi zenginlik ve araziyi değil, insanların zihinsel ve
maddi çevresini oluşturur. Artık bir çocuğun, ana-babasının borçlu olduğu bir
aileye emek sağlamak için ya da bir kadının gene aynı nedenle çalışmak ve
fazladan çocuk üretmek için verilebilmesini düşünmek ve uygulamak mümkündür.
Bunun ilerlemiş şekli köleliliktir.
Bu tür temelli değişikliklerin
yavaş mı, yoksa hızlı mı gerçekleştiği bilinmiyor. Ancak bilinen, bu süreç
içinde kadınların ikincil işlerle görevlendirildikleri ve neolitik dönemin
sonuna gelindiğinde statülerini korumak için kullanabilecekleri kişisel
kaynakların giderek azaldığıdır. Neolitik dönemin başlangıcında kadınlar için
öylesine olumlu bir adım olan tarımın keşfinin, aynı dönemin sonunda onlar için
önceden kestirilemeyecek talihsiz sonuçlara yol açtığı anlaşılmaktadır.
Kadının eknomik üretimde ve
dağıtımda oynadığı rol ile toplumsal statüsü arasında sıkı bir bağ vardır.
Paleolitik(Yontmataş devri 2,5 milyon yıl - MÖ 12000) ve mezolitik(Orta Taş
Çağı. MÖ 10.000-8.000) dönem gezici(avcı-toplayıcı) toplumlarında, kadınların
yiyeceğin esas bölümünü elde ediyor olmalarının getirdiği yüksek bir değer var.
Bu durum, neolotik dönemin ilk evrelerinde, yani bahçe tarımının egemen olduğu
dönemde de devam ediyor. Ancak daha sonra, hayvancılığın gelişmesi ve saban
kullanımı ile birlikte erkekler giderek tarımda ve hayvancılıkta egemen
oluyorlar ve yiyecek üretiminde de çiftcilik ön plana geçiyor. Kadınların
yiyecek üretimindeki rollerinin azalması, statülerinin düşmesine yol açıyor.
Kadın üretimde rol oynamazsa toplumda statü kazanması da mümkün değil. Erken
Tunç Çağı’nın(MÖ 3000-2000) köy hayatı yaşayan tarımcı toplumlarında kadınlar
birincil yiyecek üretiminde pek az rol oynuyorlardı ve erkekler tarafından
daima ikincil sınıf vatandaşlar olarak görülüyordu. Tunç Çağı’ndan sonra
kadınlar daima ikincil sınıf vatandaşlar olarak kabul edildiler ama bunun
derecesi yere ve zamana göre elbette farklılık gösterdi. Kadınların toplumsal
statüsü çok uzun zamandır düşük olsa bile, paleolitik ve mezolitik dönem gezici
topluluklarının, neolitikten bu yana geçen yaklaşık 12 bin yıldan yüz binlerce
yıl daha uzun sürdüğünü de unutmamak gerekir. Dolayısıyla insanlık tarihi
boyunca kadınların büyük çoğunluğunun yakın zamanlardaki statülerinden daha
yüksek bir statüde, muhtemelen erkeklerle eşit bir statüde yaşamış olduklarını
öne sürmek mümkündür.
6. Antik Mısır’da kadın
Mısır, kadınlarına antik
uygarlıkların hepsinden daha iyi davranmıştır. Kadınlar yalnızca çok özel
durumlarda Firavun olabilmelerine karşın kanunlar karşısında erkekler ile
eşitti. Emlak, arazi sahibi olabilir, borç alabilir, sözleşme imzalayabilir,
boşanma davası açabilir, mahkemelerde şahit olarak bulunabilirdi. Sevgi ve duygusal
desteğin evliliğin en önemli koşulu olduğuna inanılırdı. Mısırlılar çocukları
potansiyel bir işçi ya da yardımcı olarak değil bir insan olarak sever ve
yetiştirirlerdi.
Atinalı erkekler 30’undan sonra
daha kolay kontrollerine alabilmek için için henüz dünyayı tanımamış genellikle
yarı yaşlarında kızlarla evlenmelerine karşın Antik Mısır’da tam tersine
erkekler ve kadınlar için evlilikte aşk ve etkileşim önemliydi. Boşanmayla
ilgili kayıtlar olmasına karşın evlilik törenlerine ilişkin hiçbir kayıt yoktur.
Muhtemelen evlilik töreni yapılmıyordu. Bilinen en eski Mısır evlilik
sözleşmesi Yeni Krallıktan çok sonraya MÖ 7. yüzyıla adreslenir.
Fakir halk kesiminde çoğunluğun
tek karısı olmasına karşın zenginlerin ve Firavunların haremi olurdu. Mısır
Firavunu III.Amenhotep'in hareminde 300'den fazla genç kız bulunduğu
bilinmektedir. Mısır’da boşanmaya pek ender rastlanırdı. Eğer boşanmaya sebep,
kadının bir başka erkekle ilişki kurmasıysa, koca, karısını boşar ve hiçbir şey
vermezdi. Ama bir başka sebeple onu terk ediyorsa servetinin bir kısmını
boşadığı eşine bırakırdı. Çok eşlilik toplumda yaygındı. Özellikle yüksek çocuk
ölüm oranı dolayısıyla her cinsiyetten Mısırlının birden fazla eşi olurdu. Harem
evde kadınların yaşadığı alandı. Genç kızlara ek olarak anne, büyükanne, özgür
kadın hizmetçiler, kadın köleler bu bölümde olurdu.
Değişik boyutlardaki evler
kerpiçten yapılır, çatıları düz olurdu. Oturma odasının arkasında ebeveyn yatak
odası ve mutfak bulunurdu. Mutfağın altındaki bodrumda ise kiler olurdu.
Son bulunan firavun
mezarlarındaki resimlerde Eski Mısırlı kadınların siyah saçlı, uzun boylu, düz
burunlu oldukları görülüyor. Çocukların doğdukları zaman ciltleri beyaz
oluyordu. Ama çok geçmeden Mısır'ın kavurucu güneşinin etkisiyle renkleri
koyulaşıyordu. Kadınların en güzel tarafları iri siyah gözleri, son derece
biçimli yüzleri ve bir Avrupalınınkine nazaran hayli yukarıda olan dik
göğüsleriydi. Kadınlar, bu güzelliklerini mücevherat ve makyajla tamamlamakta
pek hünerliydiler. Ehram duvarlarını süsleyen resimlerde, Eski Mısırlı kadının
yaptığı makyajın günümüzdeki makyaja çok benzediği hayretle görülmektedir.
Mısırlı kadın yanaklarını, dudaklarını, tırnaklarını boyar, saçlarına kokulu
yağlar sürerdi. Heykellerde bile kadınların gözlerini boyalı olduğu fark
edilmektedir.
Mısırlı kadın daha da güzelleşmek
için siyah kalemle gözlerini ve kaşlarını çeker, bir anlamda far sürer, peruk
kullanır, mücevher takardı. Altın başta olmak üzere değişik madenlerden yapılan
gerdanlıklar usta sanatçıların elinden çıkmış, güzellik, incelik ve zevk ürünü
eserlerdi. Kadınların başlarına taktıkları peruklar günümüzdeki gibi doğal saçtan
değil, papirüs liflerindendi. Kadınlar başlarına peruk takmadan önce, hoş
kokulu macun kıvamında bir merhem sürerlerdi. Bunun görevi, sıcağın etkisiyle
eriyerek etrafa hoş kokular salmasıydı. Eski Mısır'da kadının en çok sevdiği
renk sarıydı. Belden aşağısını örten kumaşlar da genellikle sarı renkte olurdu.
Kadınlar, açıkta bıraktıkları göğüslerini çeşitli mücevherlerle süsler,
kollarına da altın, gümüş, tunç ve fildişi bilezikler takarlardı. Ayak
bileklerine bilezik takmak da zaman zaman moda olurdu. Mücevherlerin çoğu
"Lacivert Taşı" denilen bir taştan, kan taşından, spat taşından ya da
Mısır'da oldukça bol bulunan mercan taşından olurdu.
Mısırlı çocuklar kız olsun, erkek
olsun çıplak dolaşırlardı. Ta ki büyüyüp ergenlik çağına gelinceye kadar.
Hizmetçiler, halk tabakası ve köylüler, sadece kısa bir etek kuşanırlardı. Eski
Krallık devrinde kadınlar da erkekler gibi bellerine kadar çıplak gezerlerdi. Bunların
giyimi göbeklerinden dizlerinin hemen aşağısına kadar uzanan beyaz bir
eteklikten ibaretti. Refah seviyesi artıp kumaş bollaşınca birinci etek üzerine
ikinci bir etek örtülmeye başlandı. Göğsün örtülmesi ancak çok sonraları
imparatorluk zamanında gerçekleşti. O çağda kadınlar da erkeklerle birlikte
gezer, yer içerdi. Yine Ehram duvarlarında bulunan resimlerde tek başına
dilediği yere giden, serbestçe alışveriş yapan kadınlara rastlanmaktadır. Doğuda
bugün de olduğu gibi, Eski Mısır'da da oldukça genç yaşta evlenilirdi. 15
yaşına gelmeden erkekler de, kızlar da evlenip yuva kurarlardı. Erkeklerin
ayrıca nikahsız eşleri de olabilirdi. Ama kanun nazarında bütün haklar, nikahlı
eşine aitti.
Mısır kültüründe en önem verilen
hayvanlardan biri olan kedi, kadın hayatında oldukça büyük bir yer tutardı. Üstün
yaratık olan kediyi tanrıça Bastet yerine koyan kadınlar sürekli onun gibi
olabilmek için kedi yürüyüşünü taklit eder, onun gibi makyaj yaparlardı. Eski
Mısır’da ilk önceleri evlilik sadece üst tabaka kadınlara hak olarak verilirdi,
böylece mumyalanarak gömülme hakları da oluyordu. Kocası tarafından kötü
davranılan kadının babası tarafından geri alınma hakkı bulunurdu hatta çeyizini
geri isteme hakkı da. Deneme evliliği denilen bir kaç yıl süren evlilikler
Mısır’da oldukça yaygındı. Kardeş kardeşe evlenmek saraya özgüydü, ayrıca
kadınların da boşanma hakkı vardı.
7. Eski Ahit’e göre İbrani yazıtlarında kadına bakış
İbraniler’de Antik dönemde kadınların
davranışları oldukça sınırlandırılmıştı. İbrani yazıtlarına göre;
- Bekar kadınlar babalarının, evli kadınlar kocalarının izni olmadan evden ayrılamazlardı.
- Kadınlar aile yaşamında hemen hemen hiçbir şeye yetkili değildiler.
- Kadınlar mahkemede tanıklık edemezdi.
- Kadınlar kamuya açık alanlarda bulunamazdı.
- Kadınlar tanımadığı kişilerle konuşamazdı.
- Bir erkek istediği kadar kadını kendisine eş olarak alabilirdi.
- Kadın babanın malı sayılır, evlenince sahiplik kocaya geçerdi.
- Bir baba kızını köle olarak satabilir. Erkek bir köle 6 yıldan sonra özgür olurken kadın köleler ölünceye kadar köle kalırlardı.
- Oğlan doğuran bir kadın 7 gün kirli kabul edilirken kız doğuran bir kadın 14 gün kirli kabul edilirdi.
- Bir aylıktan beş yaşına kadar bir erkek çocuk 5 gümüş shekel(İbrani para birimi) ederken kız çocuk 3 gümüş shekel etmekteydi.
- Nüfus sayımlarında erkek çocuklar bir aylıktan itibaren sayılırken, kızlar ve kadınlar nüfus sayımlarına dahil edilmezdi.
- Musa, Allahın kendisine ilettiği miras ile ilgili kuralları şöyle açıkladı: Adam ölünce tüm mirası oğluna kalır, kızı hiçbirşey alamaz. Eğer oğlu yok ise o zaman miras kızına kalır. Eğer çocukları yoksa miras erkek kardeşine kalır, ölen adamın kız kardeşleri bir hak iddia edemez. Eğer erkek kardeşi yoksa miras en yakın erkek akrabasına gider.
- Kadınlar evlilik öncesinde bakire olmalıydılar. Bakire olmayanlar taşlanarak öldürülürdü.
- Tecavüze uğramış bekar kadın tecavüzcüsü ile evlenmek zorundaydı.
- Boşanma süreci kadın tarafından değil yalnızca erkek tarafından başlatılabilirdi.
- Bir kadın dul kalırsa kayınbiraderi ile evlenmek zorundaydı.
- Kadınlar evden dışarıya çıktıklarında tesettüre girmeli, iki kat örtünmeliydiler.
- Kadınlar din görevlisi olamazlardı.
- Erkeklerin yeminleri bağlayıcı kabul edilmesine karşın kadınların yeminleri babaları, evliyseler kocaları tarafından bozulabilirdi.
8. Antik Yunan’da kadın
Atina dahil birçok Yunan şehrinde
kadınların çok az hakları vardı. Yunanlı bir kız için evlilik, ergenlikten hemen
sonra, kendisinden 10-15 yaş büyük bir erkekle yabancı bir evde yaşamaya
başlamasından ibaretti. Gelinin ailesi çeyiz hazırlamak zorundaydı. Çeyizin
tamamen damadın kontrolüne geçmesiyle evlilik resmiyet kazanırdı. Gelin resmi
bir şekilde damat ve en yakın arkadaşı tarafından at arabasıyla alınıp, damadın
evine götürülmeden önce yıkanırdı (Anadolu’daki gelin hamamı adeti). Kadınlar hayatları
boyunca babaları, kocaları ya da erkek akrabalarının kontrolünde yaşarlardı. Erkek
çocuk doğurmak kadının yeni evindeki değerini artırırdı. Kadınlar siyaset ile
ilgilenemez, mal mülk edinemezlerdi. Adeta evlerinde hapis hayatı yaşarlardı.
Kadınların toplum içinde yapabilecekleri tek önemli görev rahibe olmaktı.
Ailede miras erkeğin soyuna geçerdi.
Sparta şehrinde ise kadınların
durumu biraz daha farklıydı. Sparta’da erkekler ergenlikten 30 yaşına kadar
askerlik görevi nedeniyle garnizonda yaşadıklarından dolayı Sparta kadınları
üzerindeki baskıları daha azdı. Kadınlar bu nedenle toplum hayatında daha fazla
gözükürlerdi. Kadınlar yalnız dolaşabilir, yarışlara katılabilir, arazi sahibi
olabilirlerdi. Dördüncü yüzyılda Sparta’daki arazilerin beşte ikisi kadınlara
aitti. Devletin gözünde ise kadının asıl görevi erkek çocuk doğurmaktı. Bu işi
daha iyi yapabilmeleri için onların güçlü olmaları ve antreman yapmaları
beklenirdi. Çıplak idman yaptıkları için diğer Yunanlılar Spartalı kadınları
ayıplardı. Üç ya da daha fazla erkek çocuğu olan kadınlara özel ayrıcalıklar
tanınırdı.
Yemek pişiren, kumaş dokuyan, köleleri
yöneten, ev işlerini idare eden gene kadınlar olurdu. Zengin evlerinde kadınlar
ve erkekler haremlik ve selamlık gibi farklı bölümlerde yaşarken, fakir
ailelerde kadın ve erkekler birlikte yaşardı. Fakir kadınlar evin dışında
çalışır, kocalarının işine yardım eder, yalnız başına pazara giderdi.
Tipik olarak bütün evler dış
dünyaya kapalıydı ve çok az penceresi vardı. Daha geniş evlerde iç avlular
vardı. Erkeklere ayrılmış özel oda giriş kapısının hemen yanında olurdu,
böylece erkek ziyaretçiler, kadınlara ayrılmış olan mahrem mekanlara girmeden,
ağırlanabilirdi. Demokratik Atina’da gösteriş yapmak hem sosyal hem de siyasi
açıdan kabul görmezdi. İskeletler üzerinde yapılan araştırmalarda ortalama
ömrün kadınlar için 36, erkekler için 45 yıl olduğu ortaya çıkmıştır. Kadınların
ömrünün daha kısa olmasının nedeni çocuk doğurmaktan dolayı erken ölüm olarak
açıklanabilir.
9. Romalılarda kadın
Romalı erkekler, özerk davranış
ve özgürlük açısından kadınlardan daha üstün bir durumdaydılar. Kadınlara ev
sınırları dışında oldukça sınırlı bir özgürlük tanınmıştı. Kadın yalnızca evin idarecisi durumundaydı. Giyimi
ve davranışları önce babasının, evlendikten sonra da kocasının kontrolünde
olurdu.
Roma kanunları toplumun düzenini
sağlamak için evliliği özendirirdi. Zinanın cezası ölümdü. Zina, kadının
babasına yapılmış bir suç olarak algılandığından, babanın, kızı ile birlikte olan
adamı öldürmesine izin verilirdi. Zina
yapan kadının kocası da olaydan mağdur olduğu için karısını bağışlayıp zina
yapan erkeği öldürebilirdi. Fakat bu durumda karısını boşamalıydı. Bu şekilde
boşanmış kadınlar çeyizlerinin yarısını eşyalarının da üçte birini kaybeder ve
bir adaya sürgüne gönderilirdi. Zina yapan erkek ise sadece varlığının bir
bölümünü kaybederdi. Bir köle ile
birlikte olan evli bir erkek zina suçu işlemiş sayılmazdı.
Eskiçağda birçok toplulukta
olduğu gibi Romalı bir babanın da çocuğunu evlendirme ve eşinden boşatma
yetkisi vardı. Küçük yaşta evlendirilen oğul ya da kız çocuğu, babanın (ya da
ağabeyisinin) istediği kişiyi kabul etmek ve bazen de boşamak zorundaydı. Genel
olarak kız ve erkek çocukları küçük yaşta, ergenlik çağına girmelerinin
ardından evlendirildi. Dolayısıyla bu durum, (günümüzde özellikle geleneklere
bağlı kırsal yerlerde süregeldiği gibi) evlenecek bireylerinin birbirini
tanıması olasılığını azaltmaktaydı. Genelde kızların 12; erkeklerin ise 14 yaşa
geldiklerinde evliliğe hazır oldukları düşünülürdü (soylu ailelerde evlilik
yaşı 8-10 arasındayken, yoksul kesim için çeyizi toparlamak güç olduğundan
genelde evlilik yaşı 14 olabiliyordu). Bununla beraber tanrılar adına törenle
yapılan bir evliliğin boşanma noktasına gelmesi toplumda hoş karşılanmazdı ve
bazen boşanma kız babası için utanılacak bir durum olabiliyordu. Kocasından
ayrılan kadın, hayatta olan babasının (ya da kanbağı bulunan yakınlarının)
yanına dönerdi.
Bununla birlikte, boşanmada en
önemli etkenlerden biri, kadının çocuk doğuramamasıydı. Roma’da gerek
Cumhuriyet idaresi ve gerek erken imparatorlukta yeni yasaların konulmasına
karşın, toplumda, daha eskiye uzanan Krallık dönemi kuralları geçerliydi. Buna
göre, kadın ahlaki bir suç işlediğinde, mahkeme değil, aile içi gelenekler
geçerli olurdu; kadına ceza verme konusunda babalar, kocalardan önceliğe
sahipti. Bir kadının işleyebileceği en ağır suç ise başta zina idi ve bunun
cezası da aile bireyleri tarafından uygulanan ölümdü.
Babayla evladı arasındaki bir
diğer konu mirastı. Eski Roma’da evlilik yoluyla kadının kocasına getirdiği
çeyiz, tamamen kocanın mülkü, sermayesi oluyordu ve bu konuda kadın, özellikle
boşanan kadın, çoğunlukla mağdur olmaktaydı. Çünkü kadın, kocasından hiçbir
şeyini geri alamamaktaydı. Kadın, mülk konusunda bazen kanbağı olan kendi
akrabalarının da mağduru olabiliyordu. Mülkünü idare etme konusunda, ne aile
içinde ne de hukuki yasalarda, kadına güven yoktu. XII Levha Yasası’nın miras
kısmına yerleştirilen maddeye göre kadına babasından miras kaldığında, kadın,
ancak kanbağı olan akrabalarının vasiliği altında işlem yapabilirdi, aksi halde
tek başına yaptığı işlem geçersizdi.
Roma’daki aile düzeni kolay
değişecek bir yapıda da değildi. Zaten değişim, başta savaşlar olmak üzere,
birdenbire olmuştur. Özellikle MÖ III. yüzyıldan itibaren Roma’nın ard arda
savaşların içine girmesi nedeniyle babaların ve kocaların uzun süre aile
ortamından uzakta olması ve çoğunun savaş nedeniyle hayatını kaybetmesi, Roma
kadınının kendi yetkisini ele geçirmesinde en etkili sosyal dönüşümü
oluşturmaktadır.
İmparator Augustus Dönemi’ne
gelindiğinde (MÖ 27-MS 14), çocuk doğurarak ailenin ve toplumun varolması için
devletin, Romalı kadınlara, Roma’nın sınırlarının genişlemesiyle birlikte
askere ve erdemli Roma nüfusuna ihtiyacı vardı. Augustus’un çıkardığı yasaya
göre 20-60 yaştaki erkeklerin ve 20-50
yaştaki kadınların evlenmeleri gerekmekteydi. 20-50 yaş arasındaki çocuksuz
kadınların ceza görme durumu bile vardı. Kadın, kocası ölmüşse bir yıl,
kocasından boşanmışsa altı ay sonra yeniden evlenmeliydi. Augustus’un evilikle
ilgili yasasının en önemli özelliğinin, sorumluluğun aileden alıp resmi
makamlara devretmesi olarak görülür. Ayrıca boşanan kadının çeyizini geri alabiliyor
olması, yeniden evlenmesine yol açmıştı.
Bununla beraber zina dahil bazı
suçların mahkeme kararına bağlanmasıyla da artık bir babanın işlediği suçtan
dolayı kızını öldürmesi kısmen elinden alınmış sayılmaktaydı. Unutulmaması
gereken, din esasına dayalı cezalandırmada, haksız yere adam öldürmek de
suçların en ağırıydı. Haksız yere adam öldürmek, toplumsal çöküşün
belirtisidir. Augustus’tan itibaren zina halinde yakalanan bir kadın ve
sevgilisi sürgün edilirdi. Burada, kısmen kelimesi belirtilmek zorunda çünkü,
toplumda zina söz konusu olduğunda, yasaya karşın, kadına kocası ya da babası
tarafından aile içi ölüm cezası uygulamasının devam etmekte olduğu
anlaşılmaktadır. Ayrıca eski Roma’da şarap içmesi de hukuki bir cezası
olmaksızın, kadının öldürülmesine ya da kocasının boşamasına neden
olabiliyordu.
Nitekim, Augustus sonrasında da
yapılan yasalar, sürekli ceza yaptırımını ailenin elinden almaya yönelikti. MS
II. yüzyılın sonu, orta ve geç Cumhuriyet döneminden itibaren, hukuken patria
potestas’ın(babanın aile üzerindeki yetkisi) son
bulduğu kabul edilir. Fakat, değişen siyasi ortamlara ve yasalara karşın, aile
yaşantısında devam etmekteydi.
10. Amerikan yerli toplumlarında kadın ve erkek eşitti.
Cherokee toplumu
ABD’nin Güneybatı eyaletlerinde
yaşayan Cherokee kabilelerinde kadın ve erkek eşitliği mevcuttu. Cherokee
erkeği, tarım için ormandan ağaç keserek açık alan yaratır, ağaçtan ev, kano ve
köyün etrafına çit yapardı. Avcılık ve balıkçılık ile uğraşır, av için
hayvanlara tuzak kurardı. Geçmişte Cherokee kadınlarının sorumlulukları ise
diğer Amerikan kadınlarından farklıydı.
Cherokee kadınları savaşçıydı. Kadınlar aynı zamanda evi de idare
ederlerdi. Evi erkek de yapsa ev kadınındı. Kadın aileler üzerinde etkili,
kabile yönetiminde söz sahibi ve savaşçıydı. Kadınlar aynı zamanda ördükleri
renkli sepetleriyle gurur duyarlardı. Yerli kadınlar genellikle çiftçiydi.
Ekinleri büyütür, hasat ederler onları daha sonra tüketmek için saklarlardı.
Genç kızlar mısır tanelerini ezerek un haline getirirlerdi. Kadınlar elbise ve
başka eşyalar yapmak için hayvanların derisini kullanırlardı. Aynı zamanda da
çocukları büyütürlerdi.
Bazı yerli kadınlar, kabilede
yönetim sorumlulukları alırdı. Büyükanneler torunlarına gelenekleri
görenekleri, yemek pişirmeyi, dikiş dikmeyi, deri tabaklamayı öğretirlerdi. Erkekler
ise, kabileye et, kürk, post sağlamak için avcılık ve balıkçılık ile
uğraşırlardı, aynı zamanda savaşlara da katılırlardı. Dayılar ailenin
çocuklarının eğitimininden sorumluydu. Çoğu kabilede kadının ve erkeğin katkısı
eşit düzeydeydi. Genç erkek evleneceği kızın ailesine çeyiz olarak kürkler,
deriler sunardı.
Iraqua toplumu
Kuzey Amerika’da yaşayan Irokualar,
anaerkil bir toplum yapısına sahipti. Toprak herhangi bir kişiye ait değildi ve
Tanrının kadını toprağın koruyucu olarak seçtiğine inanılıyordu. Her Iraqua
kabilesinde, herkezin uyum içinde çalışmasını sağlayan bir Kabileanası
(Clanmother) olurdu. Bu göreve en yaşlı kadın seçilirdi. Her Kabileanasına
bağlı, evlilik törenleri, cenazeler ve diğer ritüellerden sorumlu bir din
görevlisi olurdu. Kabileanası, kabilenin refahından sorumluydu. Kabiledeki
kişilere isimlerini veren o idi. Hoyaned adı verilen erkek şefi de seçen o idi.
Şefi tüm toplantılarda gözler, izler ve kabile yararına çalıştığından emin
olurdu. Eğer bir şekilde kabile şefi kabileyi iyi yönetemezse, kabile halkını
dinlemezse, Kabileanasının şefi görevden alma yetkisi vardı.
Iraqualar, Buffalo,
New York Eyaleti, 1914
Evlilikte çocuk annenin soyuna
bağlı olurdu. Dayılar özellikle erkek çocukların toplum içinde yetişmesi için
öğretmenleri ve mentörleri olurdu. Eğer çift bir nedenle ayrılırsa çocuk
kadında kalırdı. Kabile şefi heran kabilenin yaşlı kadınlarının oluşturduğu
konsey tarafından görevinden alınabilirdi. Şefin kız kardeşi bir sonraki şef
adayını belirlemekle görevliydi.
Büyük Konsül
kabilelerini temsil eden dokuz şeften oluşurdu. Bu yapı Kanada ve Amerikan
Hükümet yapısının çok benzeridir.
11. Hepimizin Anası Toprak
Ortadoğu bölgesindeki çok çeşitli
kültürlerde, neolitik çağda Ana Tanrıça kültünün geçerli olduğu ve aşağı yukarı
MÖ 2000 yılına dek varlığını sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Kadınların ana olarak
kutsallığı paleolitik(yontmataş) dönemde de bilinmekle birlikte, tarımın
bulunması bunu önemli ölçüde artırmış olmalıdır. Artık toprağın verimliliği,
kadının doğurganlığına bağlanmaktadır. Ünlü din tarihçisi Mircea Eliade’ye
göre, ‘Beslenmeye yönelik bitkileri ilk
kez kadın yetiştirmiştir. Tabii ki, toprağın ve hasadın sahibi haline gelen
odur. Kadının büyüsel-dinsel prestiji ve buna bağlı olarak toplumsal üstünlüğü,
kozmik bir modele sahiptir: Toprak Ana’.
Bu Toprak Ana yaşamı tek başına
yaratma gücüne sahiptir; bir bütün oluşturan kozmos üzerinde egemendir. Evrenin
birliğinin yanı sıra, yaşam ile ölümü tek başına simgeleyen ve yaşamla ölümün
aynı sürecin iki yüzü olduğu düşüncesini kendinde cisimleştiren de odur. Tıpkı
sonradan onu izleyecek olan tek(erkek) tanrılı dinlerde Baba Tanrı’nın yaptığı
gibi, o da evreni döllenmesiz cücüklenmeyle yaratır. Ölülerin, verimlilik ve
tarımla ilişkili oldukları yolundaki inanç(ölüler de tohumlar gibi toprağa
gömülürler), bir kez daha, Ana Tanrıça’nın (Toprak Ana/Terra Mater) herşeyden
güçlü olduğunu gösterir ve buna bağlı olarak kadının saygınlığı artar. Bereket
ayinleriyle, ölüm ayinleri sıkıca örtüştükleri için de kadınların tarımsal
etkinliği sırasında yaşamın yeniden doğduğuna inanılır.
Tanrıçanın egemenliğinin ve aynı
zamanda kadının yaşamı üreten yaratıcılığının yüceltildiği en eski yaratılış
mitosları, kadın doğurganlığının kutsanıp yüceltildiği eski tapınma
biçimlerinin ifadesidir. Doğadaki en önemli ve gizemli güç, yeni bir yaşam
yaratan can verme gücüdür. Yaratılış öykülerindeki belli başlı açıklayıcı
metaforlar ve simgeler her inanç sisteminin yanıtlamak zorunda olduğu şu üç
temel soru çevresinde kümelenmektedir.
- Yaşamı yaratan kimdir?
- Dünyaya kötülüğü getiren kimdir?
- İnsanlar ile doğaüstü güç(ler) arasında ilişki kuran kimdir ya da başka bir deyişle tanrı(lar) kiminle konuşur?
MÖ 4000 yıldan itibaren mitoslar,
ritüeller ve yaratılış öykülerinde evrensel olarak egemen figür Ana
Tanrıça’dır. Ana Tanrıça kültleri, yaşamı kim yaratır sorusuna, ‘Ana Tanrıça ve onun cisimleşmesi olan
Kadın’ yanıtını verirler. Özellikle MÖ 4000 yıldan itibaren tanrıça
figürleri sütunlar ya da ağaçlar arasında; keçiler, yılanlar ve kuşlarla
çevrili olarak resmedilir. Yumurtalar ve bitki sembolleri de onunla
ilişkilendirilir. Bunlar tanrıçanın, bitkiler, hayvanlar ve insanlar için bir
bereket ve üretkenlik kaynağı olarak görüldüğüne işaret eder. Tanrıçanın ay ile
olan ilişkisi, onun doğa ve mevsimler üzerindeki mistik gücünü simgeler. Ana
Tanrıça kültünde yansıyan inanç sistemi, monist ve animisttir; yeryüzü ile
yıldızlar, insanlar ile doğa, doğum ile ölüm arasında birlik vardır ve bunların
tümü, Ana Tanrıça’nın kişiliğinde somutlanır. Ana Tanrıça, çelişkilerin
birliğini ve her an birbirlerine dönüşebilme potansiyellerini temsil eder.
Yaratılışla ilgili herşey onda
cisimleştiği için, tanrısallık, yaratılışla ilgili tüm güçleri kendinde toplar
ve bu iki kutupluluk, karşıtların buluşması formülü, sonradan karşılaştığımız
daha derin akıl yürütmelere temel oluşturur. Tanrıçanın aynı anda hem
bakireliği, hem de analığı yüceltilir. Örneğin Asur ve Babil Tanrıçası İştar,
cinselliğini cömertce sunan fahişelerin koruyucusu ama aynı zamanda da
tanrıların kızoğlankız gelini olarak tanımlanır. Karşıtmış gibi görünen bu
özellikler, eskiçağ insanı için birbirleriyle bağdaşmaz şeyler değildir.
Tanrıçanın bağrında taşıdığı dualizm, doğada gözlenen dualite(gece-gündüz,
doğum-ölüm, aydınlık-karanlık) içindeki birliğin bir yansımasından ibarettir. Günümüzde
aşkın sembolü olan kalp şekli aslında bir bereket, aşk ve seks tanrıçası olan
İştar'ın kalçalarını simgeler.
12. Yaratıştan Kutsal Birleşme’ye
İlk devletlerin ortaya çıkmasıyla
Ana Tanrıça figürünün öneminin azalıp yanındaki erkek eşin/oğulun öneminin
arttığını sonra da bu eşin kendi egemenliğini kurduğunu; daha sonra bu erkek
tanrının, fırtına tanrısıyla birleşip kaynaşarak bir tanrılar ve tanrıçalar
panteonuna başkanlık eden Yaratıcı Tanrı’ya dönüştüğünü görürüz. Bu aşamada
hala yaşamı yaratan ve ölüme egemen olan Ana Tanrıça’dır; ancak soyun
üretilmesi sürecinde erkeğin işlevi artık daha açıktır.
Mısır’da olduğu gibi, Tanrıça,
genç tanrı ile cinsel birleşme kurmadan ve bu tanrı ölüp, daha doğrusu ritüel
gereği öldürülüp (ki bu kurban geleneğinin de başlangıcıdır) yeniden
dirilmeden, mevsimlerin yıllık döngüsü başlayamaz. MÖ 4000 ve 3000 yıllarında,
çok çeşitli toplumlarda benzer biçimlerde kutsanan Kutsal Birleşme (Hieros
Gamos) ve benzeri yıllık bereket törenleri işte bu inanç sistemini yansıtır.
İki cinsli kutsal çift, üremeyle ilgili düşüncelerin değiştiğinin kanıtıdır;
üremenin salt kadın cinsine özgü bir olay olarak görüldüğü dönem artık
kapanmıştır.
Nitekim MÖ 3000 yılının
başlangıçlarında, yaratılış efsanelerinde bir değişiklik göze çarpmaya başlar.
Ana Tanrıça artık tanrılar panteonunun başındaki yerinde görünmez olur. Bu
önemli değişiklik güçlü kralların yönetiminde arkaik(Antik devletler öncesi)
devletlerin ortaya çıktığı döneme rastlar. Tanrıçanın yerini, genellikle
fırtına ya da yıldırım tanrısı olan bir erkek tanrıya(Zeus) bırakır; o da
giderek daha fazla, yeryüzündeki krala benzemeye başlar. Sümerolog Samuel Noah
Kramer, tanrılar panteonundaki bu hiyerarşi değişikliğini, belirli tapınaklara,
belirli kentlere ve belirli yöneticilere bağlı din adamı rahiplerin artmakta
olan etkisine bağlamaktadır. Bu rahipler, toplumda yazıyı bilen tek grup olarak
artık efsaneleri kendi siyasal amaçlarına hizmet edecek biçimde değiştirmeye
başlamışlardır. Nitekim daha önce evrenin yaratıcısı ve tanrıların anası olarak
tapınılan Sümerlerin Ana Tanrıçası Nammu’nun adını, Tanrılar Listesinden
siliverirler. Artık yazının bilindiği ve bu bilginin de tapınak rahiplerinin
tekelinde olduğu bir aşamada, bir kez daha bilgi ile iktidar arasındaki
ilişkiyi anımsıyor ve içinde yaşadığımız ileri teknoloji çağındaki medya
egemenliğinin köklerinin Eski Mezopotamya’nın yetenekli rahiplerinin bilgiyi
ideolojiye dönüştürerek kendi amaçları için kullanan başarılarında yattığını
görüyoruz.
Bu süreç içinde üstünlüğünü
yitirmekle kalmayıp aynı zamanda çoğunlukla evcilleşerek baş tanrının karısı
rolüne giren Ana Tanrıça gene de esrarlı bir biçimde kendisine ayrı bir varlık
ve kimlik edinerek halk dininde gücünü sürdürmeyi başarır ve ona tapınılmaya
devam edilir. Eski Ana Tanrıça kültleri, fetihler ve işgaller yoluyla bölgeden
bölgeye yayıldıkça buralardaki benzer tanrıça kültleriyle birleşirler ve
onların özelliklerini kendilerinde eritirler.
Mısır tanrıçası İsis, Ana Tanrıça
kültünün bu yayılma ve sentez özelliğinin iyi bir örneğidir. En eski dönemde
Tahtaki Kadın olarak kutsal egemenlik ve bilgi kaynağı olan İsis, daha sonra
anneliğin ve sadık zevceliğin prototipi haline gelir. Helenistik dönemde ise
ona Greko-Romen dünyasının Magna Mater’i olarak tapılırdı ve İsis kültü, pek de
şaşırtıcı olamayan bir biçimde özellikle kadınlar arasında yaygındı.
Her türlü özelliği kendisinde
toplayan hem iyilik hem kötülük getirme, hem yaşatma hem öldürme gücü olan, hem
ana ve koruyucu hem de bakire ve savaşçı olan Ana Tanrıça’nın çeşitli
özellikleri birbirinden koparılır ve farklı tanrı ve tanrıçalara, giderek de
tek bir erkek tanrıya, sonra da gene erkek bir tanrı kavramına aktarılır. Bu
dönüşüm, Ana Tanrıça‘ya tapınılan toplumlarda, ekonomik ve toplumsal
ilişkilerle birlikte cinsiyet ilişkilerinde de meydana gelen değişikliklerle
yakından ilgilidir ve giderek güçlenen erkek üstünlüğünün ve buna paralel olarak
kadınların statü kaybetmesinin ideolojik alandaki göstergelerden biridir.
Magna Mater
MÖ 1250 yıllarında Frigya'da
(Eskişehir), Pessinius(Ballıhisar) Kralı
kızını, Attis adlı bir genç ile evlendirmeye karar vermiş. Ancak Anadolu'nun Ana
Tanrıçası Kybele'de Attis'i seviyormuş. Attis, Tanrıça Kybele'ye inanan
biriymiş ama tanrıça'nın kendisini sevdiğini bilmiyormuş. Komşu ülkelerin
kralları ve tüm halk düğüne davet edilmiş. Düğün ziyafeti başladığında gökyüzü
masmavi ve parlakmış. Birden gök kararmış ve gökyüzünden gelen korkunç bir
uğultuyla kızgın Ana Tanrıça Kybele düğüne gelmiş. Tanrıça öfkesini Attis'e
öylesine yöneltmişki Attis'de bu duruma çok üzülüp çılgıncasına dans etmeye
başlar. Dans ederken kendinden geçer ve hançeriyle cinsel organını kökünden
kesip atar. Kasıklarından fışkıran kan topraktan bitkilerin fışkırmasına neden
olur. Attis kan kaybından oracıkta ölür.
Attis'in vücudu da çam ağacına dönüşür. Sevdiğini kaybeden Ana Tanrıça anısını
yaşatmak için Attis'den oluşan çam ağacının hiç bozulmamasına karar verir.
Böylece çam ağacı herzaman yeşil kalır ve yaprakları hiçbir zaman dökülmez. Daha sonra insanlar törenlerini kutsal kabul
ettikleri çam ağacı etrafında yapmaya başlarlar. Böylece Kybele'nin sevgilisi
Attis ölümsüzleşir. Balkanlardan göçüp Pessinius'a yerleşen Galatlar, burada rahiplerin
hepsinin hadım olduğunu gördüler. Muhtemelen bu efsane nedeniyle rahipler hadım
ediliyordu.
MÖ 204 yılında, Roma Cumhuriyeti Kartaca ile Pön savaşlarını
yapıyorlardı. Roma, Kartaca kralı Hannibal'in tehdidi altındaydı. Endişe
içerisindeki Roma senatosu bir kahin kadının söylemlerine inanarak kurtuluş
için Pessinius’taki Kybele kültünün Roma'ya taşınmasına karar verdiler. Galatlı
din adamlarını bir şekilde ikna edip siyah göktaşından heykeli Roma'ya
götürdüler. Bunun üzerine morali düzelen Roma ordusu, Kartaca'lıları yendi.
Hannibal, Anadolu'daki Seleukos(Büyük İskender ölümünden sonra komutanlarının
kurduğu devlet) krallığına sığındı. Romalılar, Pön savaşları sırasında
Hannibal'ın Makedonya kralı ile anlaştığı zamandan itibaren, Balkanlara ve
Anadolu’ya göz dikmişlerdi. Sonradan Bergama kralının destekleriyle Anadolu'ya
geldiler ve kent devletlerini Roma eyaletlerine dönüştürdüler. Pessinus
uygarlığı MÖ 204 yılında Ana Tanrıça Kybele(Magna Mater) kültünün, Roma’ya
taşınması üzerine önemini kaybetti. Hiristiyanlıktan önceye rastlayan bu
dönemde, Anadolu’da yerli tanrıça Kybele’ye ibadet ediliyordu. Ancak 4.
yüzyılda burası da Hiristiyanlığı kabul edince, Kybele Kültü yasaklanmış ve
Pessinus’daki tapınak da yıkılmıştır. Böylece Ana tanrıça geleneği yok olurken,
Pessinus, Bizans yönetimine, önemini yitirerek girmiştir.
13. Dölleyici Söz’ün Kudreti
‘Çünkü erkek, kadından değil; fakat kadın erkekten yaratıldı’
Tekvin, Bap 2:23
MÖ 2000’in başından itibaren Eski
Mezopotamya dinsel düşünüşüne yeni bir kavramın girdiği görülür. Adı olmayan
hiçbirşey varolamaz; ad varoluş demektir. Eski Mezopotamya inanç sisteminde ad
vermenin derin bir anlamı vardır. Ad onu taşıyanın özünü yansıtır, aynı zamanda
sihirli bir güce sahiptir. Yeni bir güçle donanan kişiye yeni bir ad verilir.
Hiristiyanlık dünyasında papa seçilen piskoposun yeni bir ad almasıyla Kralların
tahta geçince yeni ad almaları bu gelenekten gelir.
Tüm yaşamın yaratıcısı olarak
görülen ve yaşamın kaynağı olarak tapınılan dişil ilkeyi temsil eden kadın
doğurganlığının gizemli gücü, artık yerini, bilinçli bir yaratma eylemine
bırakmaktadır. Yaratılacak olanın düşüncesinde, kavramında, adında ifadesini
bulacak olan bu bilinçlilik öğesi, toplumda gerçekleşmekte olan sarsıcı
değişikliklerin insan bilincinde yarattığı değişmenin yansımasıdır. Bu
kavrayışın ortaya çıktığı dönem, yazının keşfedildiği dönemdir. Kayıt tutma ve
simge sistemlerinin geliştirilmesi, soyutlama gücünün gelişmesini gösterir.
Soyutlama ve simge yaratma yönünde atılan bu adım, tek tanrılığa giden yolun da
önkoşuludur.
Geçiş aşaması, mekanik bir şekilde oluşturulmuş varlıklara can üfleyen hava, rüzgar ya da fırtına tanrısını betimleyen yaratılış efsanelerinde kendini gösterir. Bu yeni ulaşılan yaratım anlayışını cisimleştirecek bir tek(erkek) tanrı imgesine ise, ancak toplumda meydana gelen ve krallık ile askeri liderliği ön plana çıkaran tarihsel gelişmeler sonucunda varılır. Bu süreç bin yıldan uzun sürer ve Kutsal Kitap’ın Tekvin bölümünde doruk noktasına ulaşır.
Geçiş aşaması, mekanik bir şekilde oluşturulmuş varlıklara can üfleyen hava, rüzgar ya da fırtına tanrısını betimleyen yaratılış efsanelerinde kendini gösterir. Bu yeni ulaşılan yaratım anlayışını cisimleştirecek bir tek(erkek) tanrı imgesine ise, ancak toplumda meydana gelen ve krallık ile askeri liderliği ön plana çıkaran tarihsel gelişmeler sonucunda varılır. Bu süreç bin yıldan uzun sürer ve Kutsal Kitap’ın Tekvin bölümünde doruk noktasına ulaşır.
‘Ve Tanrı dedi: Işık olsun ve ışık oldu (Bap 1:3)
Artık yaratan Tanrı’nın sözü,
Tanrının soluğudur. Tanrı tarlalardaki hayvanları ve gökteki kuşları yaratır ve
onları Adem’e getirerek her birine ad verilmesini ister. Dolayısıyla tanrısal
soluk can verir, buna karşılık inanın ad koyuşu var olana anlam ve düzen verir.
Ve Tanrı bu adlandırma kudretini Adem’e tanır. Adem bütün varlıklara ad koyduğu
gibi kadına da adını koyar. Tanrı Ademin kaburga kemiğinden kadını yaratır. Bu
anlayış ingilizce de erkek ve kadın sözcüklerinde de kendini gösterir, kadın
sözcüğü(woman) erkek sözcüğünden(man) türetilmiştir.
‘And the man said: This is now bone of my bone and flesh of my flesh;
she shall be called Woman because she was taken out of Man’ (Tekvin, 2:20-23)
Kutsal kitaptaki yaratılış
öyküsüne Sümer yaratılış efsanesinin birçok öğesi ya olduğu gibi ya da
dönüştürülerek dahil edilmiştir. Sümer öğeleri arasında yasak meyvenin yenmesi,
hayat ağacı kavramı ve tufan anlatısı vardır.
Kutsal kitaptaki cennet bahçesi betimlemesi de, dört büyük ırmakla çevrili Sümer yaratılış bahçesinin benzeridir. Ana Tanrıça Ninhursag, cennet bahçesinde sekiz harika meyve ağacının yetişmesine izin verir; ancak tanrıların bu ağaçların meyvelerini yemeleri yasaktır. Gene de su tanrısı Enki bu yasak meyveden yer ve Ninhursag tarafından ölüme mahkum edilir. Bu mahkumiyet kararına uygun olarak Enki’nin sekiz organı hastalanır. Ormanın zeki hayvanı tilki, Enki adına tanrıçadan bağışlanma diler, o da kararını geri alarak her hasta organ için özel bir ilah yaratır. Sıra kaburga kemiğine gelince Tanrıça, ilahi kadına ‘Nin-ti seni kaburgadan yarattım’ der. Burada ilginç olan Sümer dilinde Nin-ti sözcüğünün iki anlamı olmasıdır: Birincisi ‘kaburganın dişi egemeni’, ikincisi ‘yaşamın dişi egemeni’. İbranice de Havva ‘yaşamı yaratan dişi’ anlamına geliyor ki, bu da Sümer efsanesindeki Nin-ti ile Kutsal Kitap’taki Havva arasındaki ilintiye işaret etmektedir. Nin-ti sözcüğünün iki anlamı olduğu çok sonradan anlaşıldı. Kutsal kitap doğrudan İbranice’den değil, İbraniceden Yunancaya tercümesinden yazıldığı için kadın ile kaburga arasında talihsiz bir ilişki kurulmuş olur.
Kutsal kitaptaki cennet bahçesi betimlemesi de, dört büyük ırmakla çevrili Sümer yaratılış bahçesinin benzeridir. Ana Tanrıça Ninhursag, cennet bahçesinde sekiz harika meyve ağacının yetişmesine izin verir; ancak tanrıların bu ağaçların meyvelerini yemeleri yasaktır. Gene de su tanrısı Enki bu yasak meyveden yer ve Ninhursag tarafından ölüme mahkum edilir. Bu mahkumiyet kararına uygun olarak Enki’nin sekiz organı hastalanır. Ormanın zeki hayvanı tilki, Enki adına tanrıçadan bağışlanma diler, o da kararını geri alarak her hasta organ için özel bir ilah yaratır. Sıra kaburga kemiğine gelince Tanrıça, ilahi kadına ‘Nin-ti seni kaburgadan yarattım’ der. Burada ilginç olan Sümer dilinde Nin-ti sözcüğünün iki anlamı olmasıdır: Birincisi ‘kaburganın dişi egemeni’, ikincisi ‘yaşamın dişi egemeni’. İbranice de Havva ‘yaşamı yaratan dişi’ anlamına geliyor ki, bu da Sümer efsanesindeki Nin-ti ile Kutsal Kitap’taki Havva arasındaki ilintiye işaret etmektedir. Nin-ti sözcüğünün iki anlamı olduğu çok sonradan anlaşıldı. Kutsal kitap doğrudan İbranice’den değil, İbraniceden Yunancaya tercümesinden yazıldığı için kadın ile kaburga arasında talihsiz bir ilişki kurulmuş olur.
Kaynakça
Fatmagül
Berktay – Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın
Friedrich Engels - The Origins of the Family, Private
Property and the State,1884
Friedrich Engels - Kadın ve Aile
B.M. Metzger & M.D. Coogan -
"The Oxford Companion to the Bible", Oxford University Press, New
York, NY, (1993)
http://semasandalci.blogspot.com.tr/2010/05/eski-romada-babann-aile-uzerindeki.html
- Eski Roma’da Babanın Aile Üzerindeki Otoritesi ve ve Kadının Aile İçindeki
Yeri ile ilgili Genel Bilgi
Dönemler geliştikçe özellikle ülkemizde kadının değeri malesef dahada düşüyor. Önceden kadın kültürümüzde önemli bir varlıkken sosyal medya ve eğitim seviyemizdeki düşüş kadını eşya gibi göstermeye çalışıyor. Bunun için herkesin çocuklarına küçüklükten itibaren ilerde ne canlar yakacak demeyi bırakıp kadınların yüceliğinin aşılanması gerekir. özel dedektif
ReplyDelete