Hakkımda

Saturday, July 4, 2015

Kadının Çağlar Boyunca Toplumdaki Yeri


Tarih boyunca inanış biçimlerindeki değişim ile kadının toplum içerisindeki statüsünün değişimi benzerlikler taşır. İnsanoğlunun soyutlama becerisinin gelişmesiyle birlikte, dinsel inanışlar, Tanrılar panteonunda tüm güçlere sahip Ana Tanrıça’dan(Kybele, Terra Mater), tüm güçlere sahip Fırtına Tanrısı’na(Zeus) doğru bir geçiş sürecini izlemiştir. Bu değişimle birlikte Ana Tanrıça tek ve güçlü rolünü kaybederek Zeus’un eşi Hera’da görüldüğü gibi bereket tanrıçasına dönüşerek ikincil bir pozisyona düşmüştür. Son aşamada ise tanrılar panteonunun yerini tek ve güçlü(erkek) bir tanrının alması izlemiştir. 

Paleolitik (MÖ 2,5 milyon yıl - MÖ 12000) dönemde yüzbinlerce yıl Matriarkil(Anaerkil) düzende yaşayan insanoğlu ne oldu da son buzul çağından sonra yaklaşık 11 bin yıl önce Patriarkil (Ataerkil) düzene geçti.

İlkel tarım toplumlarında iş gücü gereksinimiyle önem kazanan kadın doğurganlığı ile toprağın verimliliği arasındaki ilişkinin sosyal düzene etkisi ne idi? Neden ilkel çiftçi toplumlarda kadınlar üstünken hayvancılıkla uğraşan toplumlarda hep erkek egemendi. Tekeşliliğe geçiş ile özel mülkiyet arasındaki ilişki ne idi?


1. Kadın Erkek Eşitliği

Dinsel inanç sistemlerinin temelinde, ‘yaşamı yaratan kimdir?’ sorusuna verilen yanıt yatar. Yaratma, hem bir şeyin yoktan var edilmesini, hem de soyun yeniden üretilmesini kapsar. Yaratma kudretine ilişkin dinsel açıklamalar, tarihsel olarak, evrensel bereket sembolü olan tek Ana Tanrıça’dan, üretkenliği erkek tanrılar ya da insan-krallar tarafından desteklenen Ana Tanrıça’ya; oradan da önce ‘Ad’ da, sonra da yaratıcı ruh’ta yansıyan simgesel yaratıcılık kavramına geçer. Tanrılar panteonunda tüm güçlere sahip Ana Tanrıça’dan, tüm güçlere sahip Fırtına Tanrısı’na doğru bir geçiş görülür. Burada artık Ana Tanrıça, Zeus ve Hera çiftinde görüldüğü gibi, bereket tanrıçasının evcilleştirilmiş bir versiyonundan ibarettir. Bu adımlardan sonra, sıra tanrılar panteonunun yerini tek bir güçlü(erkek) tanrının almasına ve bu tanrının yaratma ilkesinin her iki yönünü de(yoktan var etme ve soyu üretme) kendisinde toplamasına gelir. Farklı kültürlerde farklı biçimler alsa da özünde benzer olan bu değişim, Batı uygarlığı açısından en açık biçimde, Kutsal Kitap’ın Tekvin(Genesis-Yaratılış) bölümünde dile gelir.

Gök Tanrısı Zeus ve eşi BereketTanrıçası Hera

19. yüzyıl antropolojisinde, günümüz feminislerince yeniden canlandırılan en büyük tartışmalardan biri, ataerkil toplumlarda erkeğin kadına egemen olduğu bir dönemin, patriarkinin önceli ve tam karşıtı olan bir matriarki döneminin var olup olmadığıydı. Matriarki(anaerkillik), kadınların erkeklerle yalnızca eşit oldukları değil, aynı zamanda denetim, iktidar ve egemenlik sahibi oldukları bir toplumu belirtmek için kullanılır.

MÖ 4000’de Yakın Doğu ve Mısır’da ilk yazılı kayıtların ortaya çıktığı dönemde ataerkillik iyice yerleşmiş durumdaydı ve eğer anaerkil bir dönem var olmuşsa, bunun kanıtlarının paleolitik (yontmataş MÖ 2,5 milyon yıl - MÖ 12000) dönemde aranması gerekirdi. Lewis Henry Morgan (Ancient Society,1877), Kuzey Amerika yerlileri arasında ilk araştırmaları yapanlardan biriydi. Bu araştırmalarında, Irokua(Iroquois) yerlilerin de kadınların, Morgan’ın yaşadığı topluma göre, çok daha yüksek bir statüye sahip olduklarını, dinsel ve siyasal faaliyette büyük bir rol oynadıklarını, ekonomiye egemen olduklarını saptamış ayrıca soyun ana tarafından hesaplandığını gözlemlemişti. Bu toplum kendilerine uzun ev yapan insanlar anlamında ‘Haudenosaunee’ diyordu ve Amerika’nın kuzeyinde yaşıyorlardı.

Morgan ilk başlardaki anasoyluluğun, topluluğun yerleşikliğe geçmesi ve mülkiyet birikimin yaygınlaşmasıyla erkekler tarafından değiştirildiğini savundu. Onun tezini Friedrich Engels devralarak (The Origins of the Family, Private Property and the State,1884) ilk başta topluluğun ortak mülkiyetini kadınların denetlediğini, ama tarıma geçişle birlikte erkeklerin tarım araçlarına (özellikle sabanı ve çiftlik hayvanlarını) kullandıklarını ve onlara sahip olduklarını, böylece özel mülkiyet sahibi ilk cinsin erkekler olduğunu öne sürdü. Erkekler, bu mülkiyeti kendi çocuklarına geçirmek istedikleri için, tekeşliliği getirdiler; çünkü ancak böylelikle kendi soylarının mülk edinmesini güvence altına alabileceklerdi. Anasoylu bir sistemde, erkeğin sahip olduğu herşey, ana tarafına miras kalmaktaydı, yani erkeğin kendi çocuklarına değil, kız kardeşinin çocuklarına geçiyor, kendi çocukları da karısının soyuna ait oluyordu. Babasoylulukta ise, erkeğin karısı üzerindeki cinsel tekelinin yanı sıra çocukları üzerinde ekonomik ve hukuksal tekeli olmaktaydı. Sonuç olarak, anasoyluluktan babasoyluluğa geçiş süreci içinde kadınlar, cinsel olarak sınırlandırıldılar ve ekonomik olarak da ikincilleştiler.

Günümüzde birçok toplum anasoylu  ve anayerli olsa bile, bunların hiçbirinde erkekler yerine kadınlar yönetici konumunda değildir. Bu nedenle, birçok antropolog, şu anda varolan toplumların hiçbirinin, özellikle ataerkilliğin tam karşıtı biçimde anaerkil olarak tanımlanamayacağı görüşünde birleşmektedir. Bazı başka antropologlar ise, alternatif bir görüş öne sürmektedir. Bir dizi geleneksel toplum örneğine bakarak bunlar içinde gezici avcı-toplayıcı topluluklarda kadınların statüsünün istikrarlı bir biçimde daha yüksek olduğunu saptadılar. Bu toplumlardaki durum, kesinlikle ataerkilliğin tam karşıtı olmaktan uzaktı; daha ziyade, bireyler ve cinsler arasında eşitliğe dayanan bir toplumsal örgütlenme sözkonusuydu. Bu yapıda, herkesin fikir söyleme ve fikirlerini dinlettirme hakkı bulunduğu gibi, herhangi bir somut durumda tüm bireylerin ne yapacakları konusunda kendi kararlarını alma hakları vardı. Bu eşitliğin nedenlerinden biri, topluluk içinde özel mülkiyetin bulunmaması ve gezici bir grubun yiyecek depolamasının olanaksızlığıdır. Bu nedenle hiç kimse başkasından daha fazla mala sahip değildir ve dolayısıyla hiç kimse bağımlılığına ya da ezilmeye yol açacak biçimde bir diğerine karşı borç ya da minnet duyma konumunda olmaz.

2.   Avcı/Toplayıcı toplum - Anaerkil Düzen

İnsanların avcı/toplayıcı olarak yaşadığı dönemde kadın ile erkeğin rolleri benzerdi. Henüz aralarında bir iş bölümü yapılmamıştı. Antropolojik araştırmalar, bu dönemde kadın ile erkeğin bedensel özellikleri arasında güç ve çeviklik bakımından ciddi farkların bulunmadığını ortaya koyuyor. Son 12 bin yılın kadınının fiziksel karakteristiğini oluşturan göğüsler, yuvarlak hatlar, ince yapı ve zayıf kaslar o zaman için henüz söz konusu değildi.

Kadın, diğer tüm üyeler gibi, topluluğun ortak faaliyetlerine eşit oranda katılıyordu. Avlanma, besin toplama, yırtıcı hayvanlara karşı savunma birlikte yapılıyordu. Tehlikeli av partilerinde ancak sıkı bir dayanışma sağlandığında yaşamda kalma şansı vardı. İnsanlık on binlerce hatta yüz binlerce yıl boyunca bu şekilde yaşadı.

O dönemde kadınlar ile erkeklerin rol ve görevleri günümüzdeki gibi katı bir biçimde ayrılmış olmasa bile, cinsler arasında özelikle yiyecek edinimi bakımından oldukça basit bir ayrım vardır. Bunun, çocuk doğurma ve yetiştirme gereksinimleriyle bağlantılı olması muhtemeldir. Ama kadınların işi farklı olsa bile, en azından erkekler kadar yiyecek katkısında bulunmaları açısından ve bu yiyeceği ararken, hem araziyi tanımak hem de bu arada başka topluluklarla ilişkiler kurmak açısından erkeklerle eşit durumdadırlar. Bu nedenle, kadınlar topluluğun erkekler kadar saygın üyeleridir ve yiyecek toplama işi, erkeğin işi olan avcılıktan farklı olsa da, aynı derecede değerli kabul edilir. Cinsiyete dayalı iş bölümüne göre; kadın evinin ocağının sorumlusu olurken, erkekte avlanma işleriyle uğraşacaktı. Bu iş bölümünde görevleri belirleyen en temel unsur kadının çocuk bakma zorunluluğuydu. Kadın evde kalmalı, çocuk bakımı dışında bitki toplayıcılığı, yemek hazırlama, giyim, kapkacak imalatı vb. işleri üstlenmeliydi. Erkek ise fiziksel olarak ava daha yatkın olduğu için bu görevi üstlendi. Kadının bitki toplayıcılığı ve diğer işlerle temel yaşam gereksinimlerini karşılaması, erkeğin ise buna karşın avdan getirdiği gıdalarının belirli bir istikrarının olmayışı, çoğu zaman tesadüflere bağlı oluşu, topluluk içinde kadına verilen önemin temelini oluşturuyordu.

Toprağın işlenmesinden elde edilen ürünler ilk zamanlarda komünün beslenmesine yeterli gelmiyor, avcılık da sürdürülüyordu. Bu doğal bir işbölümü yarattı. Komünün yerleşik bölümü, yani kadınlar, toprağı işleme görevini üstlenirken, erkekler avlanma ve savaşma görevini üstlendiler. Ancak avın ve yağmalamaların getirdiği son derece tehlikeli ganimetlerine göre tarımın daha bereketli olması ve elde edilen hasat, komün üyelerinde daha çok rağbet görmesi üzerine, komün, tarımı geçim araçlarının temeli olarak görmeye başladı.

O çağlarda topluluğun lideri kadınlardı. Kadının otoritesi ve ona duyulan saygı sürekli olarak arttı. Tarımla uğraşan komünlerde soy kadına göre belirlenir ve özel mülkiyetin doğduğu yerlerde miras anneden erkek çocuklara değil kız çocuklara geçerdi. Evin sahibi kadınlardı. Erkekler evlendiklerinde anne-baba evinden ayrılır, eşinin evine yerleşirdi. Anaerkil ailenin nedenlerinin bir diğeri de çok eşlilik nedeniyle, dünyaya gelen bebeğin yalnızca annesinin kesin olarak bilinmesi idi. Bu durumda soy ağacının belirlenmesinde anne belirleyici oluyordu.

Küçük çocukları olan anneler, komün avlanmaya çıkıldığında, evde bırakılırdı. Besinlerin henüz depolanmadığı bir dönemde yiyeceği biten kadınların tesadüfen tahılların tohumdan filizlenmesini tespit edip, toprağı gevşetmenin verimi artırdığını öğrenmiş olduğuna inanılmaktadır. Yırtıcı hayvanlardan korunmak amacıyla ateşin sürekli olarak canlı tutulması görevi kadının olduğu için kadının ateşten nasıl yararlanılacağını da (pişirme, toprak kapları sertleştirmek vb) keşfettiğine ve onu kendi denetiminde kullandığına inanılıyor.

Anaerkillik sayesinde kadın komün üyeleri arasında özel bir konuma sahip oldu. Toprağı işleyen toplumlarda, kadın yalnızca eşit haklara sahip olmakla kalmıyor, zaman zaman yöneten bir pozisyon da alıyordu. Birçok tarım toplumunda anaerkil sistem geçerliydi. Komünün devamını sağlayan ve ayakta tutan kadınlardı. Tarımla uğraşan halklarda ana üretici kadındı. Toprağı işleme fikrine ilk varanın, ilk tarım işçisinin kadınların olduğuna işaret eden birçok bilimsel bulgular var.

Tarımın kadınlar tarafından bulunduğu ve bu dönemde yukarıda sözü edilen türden bir eşitliğin varololduğu tezine Ehrenberg arkeolojik bulgular düzleminde kanıt getirmekte ve kabaca MÖ 5500 ile 4800 yılları arasında Tuna, Ren ve Orta Avrupa’nın diğer büyük nehirlerinin vadilerinde gelişmiş olan Çizgisel Çömlekçilik Kültürünü örnek vermektedir. Tarımın MÖ 8000 yıllarına dek yalnıza Eski Mezopotamya’da görüldüğüne dikkat çeken Ehrenberg, arkeolojik bulguların ayrıntılı bir incelemesini yaptıktan sonra, bu kültürün kadınların ekonomik ve dolayısıyla da politik katkısının yüksek olduğu bir toplumu işaret ettiğini belirtmektedir. Bu kadınların erkekler tarafından baskı altına alınmadığı, anaerkil bir toplumdur. Büyükana ve kızları ve onların kocaları ile çocuklarından oluşan uzun evlerde yaşayan bu topluluklarda, kadınların kararları veto yetkisi, yiyeceğin topluluğun ortak olmasından ve topluluk adına Büyükana atarafından paylaştırılmasından kaynaklanmaktadır.

3. Çiftçi Toplumlar

Tarımın önemi anlaşıldıkça nehir vadilerinde, alüvyonlu topraklarda yaşayanlar, tam zamanlı çiftçiliğe başladılar. İnsanlığın yeni bir toplumsal düzene geçişiyle birlikte kadının konumu, çiftçi toplumlarda ve hayvancılık yapan toplumlarda farklılaşmaya başladı. Üretici emekle geçinen, yani tarımla uğraşan toplulukların işçilere ihtiyacı vardı. O çağda doğum oranı çok düşük olduğu için doğurma yeteneğine, çocuk -yani işgücü- üretme yeteneğine sahip annelere son derece büyük bir önem atfediliyordu ve böylece annelik inançlarla da yüceltilmeye başlandı.

İlkçağda kadın içerikli dinlerin, erkek içerikli dinlere çok baskın olduğu, toprak ve kadının her türlü zenginliğin en önemli ve en temel kaynakları olarak görülerek özellikleri özdeşleştirildiği bilinen gerçeklerdir. İkisi de yaşamı üretiyor ve sağlıyordu. Ne var ki tarımla uğraşan toplumlarda kadınların baskın bir konumda olmasının nedeni, annelik özelliği değil, tersine tarım ekonomisinde temel üretici rolünü üstlenmesiydi. Doğal işbölümü sonucu, kadın temel geçim kaynağı olan tarlaları ekerken, erkeğin ikincil geçim kaynağı olan yalnızca avcılıkla ilgilendiği sürece kadının erkeğe karşı ikincil bir konuma düşmesi ya da ona bağımlı duruma düşmesi söz konusu olamazdı. Demek ki, toplum içinde ve evlilikte haklarını belirleyen, kadının ekonomideki rolü olmuştur. Bu, tarımla uğraşan topluluklarda kadının konumuyla, hayvancılıkla uğraşan göçebe topluluklardaki kadınların konumunu karşılaştırdığımızda özellikle çarpıcı bir biçimde görülmektedir.

Tarımın kadınlar tarafından icat edilmiş olduğu ve tahıl tarımını mümkün ve verimli kılan beceri ve araçları da gene onların geliştirdikleri neredeyse tartışmasız kabul gören bir saptamadır. Bu tür topluluklarda kadınların erkeklerle eşit bir saygınlık ve statüde oldukları da anlaşılmaktadır. Ne var ki, o dönem ile günümüz arasında, en geleneksel avcı-toplayıcı ve hortikültürel(bahçecilik) toplumlar dışındaki toplumlarda kadınların statüsünün çarpıcı bir biçimde düşmüş olduğunu ve birçok bölgede tarımın ve çiftciliğin erkek işi haline geldiğini biliyoruz.

Peki bu değişiklik neden ve ne zaman meydana geldi? Bu soruya yanıt vermeden önce kesinliği belirlenmiş iki olguya değinmek gerekir;
  • Birincisi, en eski yazılı kayıtların(Sümerler) ortaya çıktığı zamanda (MÖ 3200), Avrupa’da her yerde çiftcilik esas olarak erkeklerin uğraşı haline gelmişti ve erkekler tarım arazisinin ve araçlarının sahibi durumundaydılar;
  • İkincisi, kadınların hala esas tarım üreticisi olarak kalmış oldukları yerlerde, tarım henüz bahçecilik aşamasındaydı.


4. Hayvancılık ile uğraşanlar - Ataerkil Düzen

11,700 yıl önce son buzul çağı sona erip, karların erimesinden sonra, stepler otlarlarla dolmuştu. Bu arazilerde toprağın sertliği nedeniyle çiftçilik yapmak zordu, ama doğal bitki örtüsü hayvancılık için çok verimliydi. Ve buralarda yaşayanlar hayvan yetiştiriciliğine başladılar.

Avcılık ve toplayıcılık yapan toplumlarda kalabalık işgücüne ihtiyaç yoktu. Sürekli hareket halinde göçebe hayatı yaşadıkları için küçük çocuklar ve yaşlılar engel teşkil ediyordu. Doğum oranı çiftci toplumlara göre oldukça düşüktü. Hatta bir komün fazla büyüdü mü beslenme sıkıntıları ortaya çıkıyordu. İnsanlık, toplanan meyvelerden ve tesadüflere bağlı avlardan beslendiği sürece kadının annelik rolüne değer verilmesi için bir neden yoktu. Çocuklar ve yaşlılar önemli bir sıkıntıydı. Onlardan kurtulmaya çalışılıyordu, yola devam edecek durumda olmayanların oldukları yerde bırakılmaları sıradan bir uygulamaydı ve zaman zaman bunların yiyecek olarak kullanıldığı da oluyordu.

Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen komünlerden bir kısmı yabani sığır ya da at sürülerinin bulunduğu geniş otlaklarda hayvanları canlı olarak yakalayarak hayvancılığa geçiş yaptılar. Bu tür becerilere sahip olanlar özellikle erkeklerdi. Çünkü kadınlar ancak annelik görevleri olmadığında avlanabiliyorlardı.   Erkek, anne olmayan kadınlarla birlikte ava çıkarken, annelerin daha önce yakalanmış hayvanları, gözetmek ve günlük ihtiyaçların karşılanmasıyla ilgili işleri yerine getirmek üzere geride bırakılması onu bu toplumlarda ikincil role geçirdi.

Dolayısıyla hayvan yetiştiren toplulukların çoğunda kadınlar erkekle boy ölçüşecek durumda değildi.  Bunlar, kadının zayıf ve değersiz bir varlık olarak değerlendirilmesini kolaylaştırıyordu. Bir komünün hayvan mevcudu ne kadar büyürse kadın da o kadar hizmetçi rolüne itiliyor, hayvandan daha değersiz sayılıyor ve cinsler arasındaki uçurum bir o kadar büyüyordu. Hayvan yetiştiren topluluklarda komünün refahına aynı ölçüde katkıda bulunmadığı için kadının diğer yönlerde de erkekle eşit olmadığı görüşü gelişti. Göçebe yaşayan hayvan yetiştiricilerinde kadın, genel olarak artan oranda tali, bağımlı ve ezilen bir konum aldı. Ataerkil sistem, komündeki en yaşlı erkeğin reisliğinin kabul edildiği, genel olarak hayvancılıkla uğraşan göçebe halklarda gelişmiştir.

Zorunlu evlilik ve komşu komünlerden kadınların zorla kaçırılması özellikle hayvan yetiştiricisi göçebelerin uygulamalarıydı. Zorunlu evlilik, insanlık tarihinin çok uzun bir dönemine damgasını vurmuştur. Kendi komününden rızası olmadan ayrılmak zorunda bırakılan kadın, kendini özellikle çaresiz hissetmiştir. Tamamen kendisini kaçıran ya da yakalayanların hakimiyeti altındaydı. Özel mülkiyetin doğuşuyla birlikte zorunlu evlilik sık sık savaşçı erkeğin, at, sığır veya koyun biçimindeki ganimet payından imtina edip yerine esir alınan bir kadın üzerinde tam mülkiyet hakkı talep etmesine yol açtı. Yabancı bir komün tarafından esir alınmak ve kaçırılmak kadın için, tüm haklarının ortadan kaldırılması anlamını taşıyordu. Böylelikle kadın, tüm komünün ama her şeyden önce kendisini yakalayanın  boyunduruğu altına alınan, hiçbir hakkı olmayan bir konuma getiriliyordu.

Kadın, ekonomik sistemin ana üreticisi olduğu çiftciliğin ilk dönemlerinde büyük bir saygı görüyor ve büyük haklara sahip oluyordu. Ne var ki emeği, ekonomik sistem için tali bir önem taşıdığı hayvancılık yapılan toplumlarda, zamanla bağımlı ve haklardan yoksun bir konuma geliyor, erkeğin hizmetçisi hatta kölesi haline geliyordu.

5. Çiftci toplumlarda İkincil Ürünler Devrimi ya da erkeklerin bu toplumlarda da egemenliği ele geçirişi

Yiyeceğin depolanmasının keşfedilmesi, av hayvanlarının azalması, erkeğin tehlikelerle dolu avcılıktan vazgeçerek eve dönmesini sağladı. Anaerkil düzen, kadının topluluk için vaçgeçilmez rolleri üstlenmesi temelinde şekillenmişti. Erkeğin eve dönüşü sonrasında bu konum yavaş yavaş geriledi. Tarımcılığın gelişmesi, dolayısıyla daha yoğun emek gerektirmesi, erkeğin de bu çalışmaya dahil olmasını şart kılıyordu. İlerleyen zamanlarda hayvanların evcilleştirilmesi, inek, koyun, keçi, domuz gibi hayvanların yetiştirilmeye başlanması sonrasında erkek sadece belirli dönemler için değil kalıcı olarak eve döndü.

İlk başlarda erkekler daha çok kas gücü gerektiren görevleri üstlenmiş uzmanlık gerektiren konular kadınların hakimiyetinde kalmıştır. Yani erkekler işçi, kadınlar ise yönetici konumundaydı. Zamanla erkekler üretim tekniğinde uzmanlaşarak bu eksikliklerini giderdiler. Tarımda ve hayvancılıkta yükün büyük bir bölümünü zaten onlar çekiyordu. Sonuç olarak erkeğin eve dönüşü, topluluk yaşamında çok daha etkin bir rol üstlenmesiyle toplumsal statülerde tamamiyle değişikliğe uğradı. Temel üretici haline gelen erkek, evde ve toplum yaşamında kadını geri plana iterek lider-şef pozisyonunu aldı.

Kadın ve erkeğin birlikte çiftcilik yapması üretimde artı bir değer yaratmış bu da insanların genel refah düzeyini artırmıştı. Engels’e göre ‘Servetlerin çoğalması, bir yandan aile içinde erkeğe kadından daha önemli bir konum kazandırmış, bir yandan da geleneksel miras düzenini çocukların yararına değiştirmek için bu güçlenmiş konumdan yararlanma dürtüsünü üretmiştir. Ama bu, soy konusu analık hukukuna göre geçerli olduğu sürece olanaklı değildi. Öyleyse  bunun da değiştirilmesi gerekliydi ve değiştirildi. Bu iş bugün bize göründüğü kadar zor değildi. Gelecekte erkek üyelerinin çocuklarının oymakta kalmasını, kadın üyelerin ise bu oymaktan çıkarılarak babalarının oymağına gelmesini kararlaştırmak, bu iş için yeterliydi’ (Engels-Kadın ve Aile-syf:168-169)

Anaerkil hukukun yıkılışı, kadın cinsinin büyük tarihsel bozgunu oldu. Erkek evde de egemen oldu; kadınsa eski mevkiinden düştü, kullaştı; erkeğin zevkinin kölesi, basit bir çocuk doğurma aleti haline geldi. Kadının bu aşağılık durumu giderek allanıp pullandı, yumuşak biçimlere büründü, kimi zaman düzenbazlıklarla gözlerden saklandı; ama hiçbir zaman ortadan kalkmadı.’ (F. Engels-Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni )

MÖ 3000 ve 4000 yılları arasında Eski Mezopotamya toplumlarının yaratılış öykülerinde değişiklikler meydana gelirken, toplumun kendisinde de bazı toplumsal ve ekonomik değişmelerin yaşandığı bilinmektedir. Saban tarımının gelişmesi ve onunla birlikte güçlenen militarizmin, akrabalık ve toplumsal cinsiyet ilişkilerinde önemli değişmelere(kadınların kabileler arasında değiş tokuş edilmesi), bunun giderek kadınların nesneleşmesine yol açması ve bu olgunun köleliğin ortaya çıkışını kolaylaştırması - söz konusu toplumlarda güçlü krallıkların ve ilk devletlerin doğuşu da dinsel inanç ve mitoslarda değişiklikler yarattı.

Her üç tek tanrılı dinin-Yahudilik, Hiristiyanlık ve İslamiyet- doğduğu Ortadoğu bölgesinde, kadınların ikincilleşmesi olgusunun kurumsallaşması, kent devletlerinin ortaya çıkmasıyla gerçekleşmiş gibi görünmektedir. Kadınların varolan toplumlardaki ikincil statüsünü biyolojiye ve doğaya dayandıran, dolayısıyla bunun ezeli ve ebedi değişmez bir olgu olduğunu öne süren görüşlerin aksine, arkeolojik ve diğer kanıtlar, kent devletlerinin ortaya çıkışından önce kadınların konumunun yüksek olduğuna işaret etmektedir.

Tarımın erkeklerin egemenliğine geçmesi, neolotik(cilalıtaş devri MÖ 8000-5500) dönemin ilk aşamaları ile yazılı belgelerin ortaya çıkışı arasındaki bir zamanda meydana geldi ve muhtemelen tarih öncesi Avrupa’sındaki tarım ekonomileri içinde hayvanların değişen rolüyle ilgiliydi. Antropologlar, tıpkı sabanın kullanılmadığı ilkel tarımcılık ile kadınların önemi ve bunun sonucu olarak yüksek statüsü arasında sıkı bir bağ bulunması gibi, saban tarımı ile babasoyluluk ve ataerkil arazi mülkiyeti arasında çok önemli bir ilinti olduğunu ortaya koymuşlardır. Aile yapısında, zenginlik ya da mülkiyet örüntülerinde meydana gelen bu değişimler, arkeolojik çalışmalarla yerleşim yerlerinde, höyüklerde ve mezarlarda izlenebilmektedir.

Tarımda can alıcı değişmelerin, aşağı yukarı MÖ 4000-3000 yıllarında meydana geldiği sanılmaktadır. Demek ki Yakın Doğu’da tarımın başlamasından yaklaşık beş bin yıl sonra. Andrew Sherrat’a göre, erken neolotik çağda da evcil hayvanlar bulunmakta birlikte, bunlar o dönemde yalnızca etleri için besleniyordu. Süt ve süt ürünleri tüketimi önemli olmadığı gibi, hayvanların tarımda ve araba çekmekte kullanılması söz konusu değildi. Bütün bunlar daha sonra ortaya çıktı ve yalnızca tarımsal verimlilikte devrim yaratmakla kalmadı, aynı zamanda tarım için gerekli emek miktarını azalttı. Ayrıca, evcil hayvanların eskisine göre daha fazla önem kazanmaları da, vahşi hayvanların avlanması ihtiyacını azaltmış olmalıdır. İş dengesinin, yarı avlanma, yarı bahçecilikten karma tarıma dayalı bir ekonomiye doğru değişmesi, beraberinde kadın ve erkeklerin rol ve görevlerinde de bir değişiklik getirdi. Mezopotamya’daki kil tabletler ve silindir mühürler üzerinde saban ve arabaların ilk ortaya çıkışı MÖ 4000 dolaylarına tarihlenmektedir ve her ikisi de 500 yıl gibi görece kısa sayılacak bir sürede Avrupa’ya yayılmıştır. Bu süreç içinde hayvanların sütünden yararlanılması, sütlü ürünlerin(peynir, yoğurt vb) imal edilmesi, aynı zamanda da yünün iplik ve dokumaya dönüştürülmesi gerçekleşti. Dokumacılık neredeyse evrensel olarak bir kadın uğraşıdır. Belki de diğer işler ağırlıklı olarak erkeklere devredilmeden, dokumacılığın geliştirilmesi mümkün olmamıştır. İkincil ürünler devrimi, aynı zamanda birçok başka işte uzmanlaşılmasını da gerektirdi. Böylece erkekler, giderek avcılığa daha az zaman ayırıp, çiftcilikle uğraşmaya başladılar ve nihayet tarımı tümüyle devraldılar.

Günümüzdeki hortikültürel(bahçecilik) toplumların toplumsal örgütlenme kalıbı, entansif(yoğun) tarım yapan toplumlarınkinden çok farklıdır ve en önemli fark da, kadınların durumundadır. Bu gözlem de kadınların statüsünün, geç neolitik dönemde erkeklerin tarımsal işlerin büyük kısmını devraldıkları sırada, önemsizleştiği savını destelemektedir. İkincil ürünler devriminin bir diğer toplumsal sonucu, anasoyluluk ve anayerlilikten babasoyluluk ve babayerliliğe geçiştir. Erkek egemen çiftcilik ile babasoyluluk arasında çok sıkı bir etnografik bağ vardır.

Bir başka önemli gelişme ise, tarımın gelişmesinin bir dizi bağlantılı zanaatın gelişmesine yol açması, bunun da maddi zenginliği, örneğin çiftcilik ve yiyecek işleme araçları ile dayanıklı kapları artırmış olmasıdır. Bu araçlar ve evcilleştirilmiş hayvanlar, biriktirilebilir ve bir kuşaktan diğerine aktarılabilir bir zenginliğe dönüşür ve böylece özel mülkiyetin ve toplumsal tabakalaşmanın ortaya çıkışının zeminini hazırlar. Bir zamanların eşitlikçi gezici topluluklarında, zenginliğin bazı aileler içinde kuşaktan kuşağa aktarılmasıyla bir zengin-yoksul farklılaşması doğar ve zenginler, hizmet karşılığında yoksul ailelere bazı malları ödünç vererek güç kazanırlar. Yoksular ise, zengin ailelere giderek daha fazla borçlandıkça kendi adlarına artı ürün elde etme olanağından ve zamanından yoksun kalırlar ve böylece kısırdöngü başlamış olur. Bu sürecin yalnızca zenginlik açısından değil, aynı zamanda güç ve statü açısından da sürekli hiyerarşiler yaratacağını düşünmek zor değildir. Bu aynı zamanda, bir toplumun yalnızca maddi zenginlik ve araziyi değil, insanların zihinsel ve maddi çevresini oluşturur. Artık bir çocuğun, ana-babasının borçlu olduğu bir aileye emek sağlamak için ya da bir kadının gene aynı nedenle çalışmak ve fazladan çocuk üretmek için verilebilmesini düşünmek ve uygulamak mümkündür. Bunun ilerlemiş şekli köleliliktir.

Bu tür temelli değişikliklerin yavaş mı, yoksa hızlı mı gerçekleştiği bilinmiyor. Ancak bilinen, bu süreç içinde kadınların ikincil işlerle görevlendirildikleri ve neolitik dönemin sonuna gelindiğinde statülerini korumak için kullanabilecekleri kişisel kaynakların giderek azaldığıdır. Neolitik dönemin başlangıcında kadınlar için öylesine olumlu bir adım olan tarımın keşfinin, aynı dönemin sonunda onlar için önceden kestirilemeyecek talihsiz sonuçlara yol açtığı anlaşılmaktadır.

Kadının eknomik üretimde ve dağıtımda oynadığı rol ile toplumsal statüsü arasında sıkı bir bağ vardır. Paleolitik(Yontmataş devri 2,5 milyon yıl - MÖ 12000) ve mezolitik(Orta Taş Çağı. MÖ 10.000-8.000) dönem gezici(avcı-toplayıcı) toplumlarında, kadınların yiyeceğin esas bölümünü elde ediyor olmalarının getirdiği yüksek bir değer var. Bu durum, neolotik dönemin ilk evrelerinde, yani bahçe tarımının egemen olduğu dönemde de devam ediyor. Ancak daha sonra, hayvancılığın gelişmesi ve saban kullanımı ile birlikte erkekler giderek tarımda ve hayvancılıkta egemen oluyorlar ve yiyecek üretiminde de çiftcilik ön plana geçiyor. Kadınların yiyecek üretimindeki rollerinin azalması, statülerinin düşmesine yol açıyor. Kadın üretimde rol oynamazsa toplumda statü kazanması da mümkün değil. Erken Tunç Çağı’nın(MÖ 3000-2000) köy hayatı yaşayan tarımcı toplumlarında kadınlar birincil yiyecek üretiminde pek az rol oynuyorlardı ve erkekler tarafından daima ikincil sınıf vatandaşlar olarak görülüyordu. Tunç Çağı’ndan sonra kadınlar daima ikincil sınıf vatandaşlar olarak kabul edildiler ama bunun derecesi yere ve zamana göre elbette farklılık gösterdi. Kadınların toplumsal statüsü çok uzun zamandır düşük olsa bile, paleolitik ve mezolitik dönem gezici topluluklarının, neolitikten bu yana geçen yaklaşık 12 bin yıldan yüz binlerce yıl daha uzun sürdüğünü de unutmamak gerekir. Dolayısıyla insanlık tarihi boyunca kadınların büyük çoğunluğunun yakın zamanlardaki statülerinden daha yüksek bir statüde, muhtemelen erkeklerle eşit bir statüde yaşamış olduklarını öne sürmek mümkündür.

6. Antik Mısır’da kadın

Mısır, kadınlarına antik uygarlıkların hepsinden daha iyi davranmıştır. Kadınlar yalnızca çok özel durumlarda Firavun olabilmelerine karşın kanunlar karşısında erkekler ile eşitti. Emlak, arazi sahibi olabilir, borç alabilir, sözleşme imzalayabilir, boşanma davası açabilir, mahkemelerde şahit olarak bulunabilirdi. Sevgi ve duygusal desteğin evliliğin en önemli koşulu olduğuna inanılırdı. Mısırlılar çocukları potansiyel bir işçi ya da yardımcı olarak değil bir insan olarak sever ve yetiştirirlerdi.


Atinalı erkekler 30’undan sonra daha kolay kontrollerine alabilmek için için henüz dünyayı tanımamış genellikle yarı yaşlarında kızlarla evlenmelerine karşın Antik Mısır’da tam tersine erkekler ve kadınlar için evlilikte aşk ve etkileşim önemliydi. Boşanmayla ilgili kayıtlar olmasına karşın evlilik törenlerine ilişkin hiçbir kayıt yoktur. Muhtemelen evlilik töreni yapılmıyordu. Bilinen en eski Mısır evlilik sözleşmesi Yeni Krallıktan çok sonraya MÖ 7. yüzyıla adreslenir.

Fakir halk kesiminde çoğunluğun tek karısı olmasına karşın zenginlerin ve Firavunların haremi olurdu. Mısır Firavunu III.Amenhotep'in hareminde 300'den fazla genç kız bulunduğu bilinmektedir. Mısır’da boşanmaya pek ender rastlanırdı. Eğer boşanmaya sebep, kadının bir başka erkekle ilişki kurmasıysa, koca, karısını boşar ve hiçbir şey vermezdi. Ama bir başka sebeple onu terk ediyorsa servetinin bir kısmını boşadığı eşine bırakırdı. Çok eşlilik toplumda yaygındı. Özellikle yüksek çocuk ölüm oranı dolayısıyla her cinsiyetten Mısırlının birden fazla eşi olurdu. Harem evde kadınların yaşadığı alandı. Genç kızlara ek olarak anne, büyükanne, özgür kadın hizmetçiler, kadın köleler bu bölümde olurdu. 

Değişik boyutlardaki evler kerpiçten yapılır, çatıları düz olurdu. Oturma odasının arkasında ebeveyn yatak odası ve mutfak bulunurdu. Mutfağın altındaki bodrumda ise kiler olurdu.

Son bulunan firavun mezarlarındaki resimlerde Eski Mısırlı kadınların siyah saçlı, uzun boylu, düz burunlu oldukları görülüyor. Çocukların doğdukları zaman ciltleri beyaz oluyordu. Ama çok geçmeden Mısır'ın kavurucu güneşinin etkisiyle renkleri koyulaşıyordu. Kadınların en güzel tarafları iri siyah gözleri, son derece biçimli yüzleri ve bir Avrupalınınkine nazaran hayli yukarıda olan dik göğüsleriydi. Kadınlar, bu güzelliklerini mücevherat ve makyajla tamamlamakta pek hünerliydiler. Ehram duvarlarını süsleyen resimlerde, Eski Mısırlı kadının yaptığı makyajın günümüzdeki makyaja çok benzediği hayretle görülmektedir. Mısırlı kadın yanaklarını, dudaklarını, tırnaklarını boyar, saçlarına kokulu yağlar sürerdi. Heykellerde bile kadınların gözlerini boyalı olduğu fark edilmektedir.
Mısırlı kadın daha da güzelleşmek için siyah kalemle gözlerini ve kaşlarını çeker, bir anlamda far sürer, peruk kullanır, mücevher takardı. Altın başta olmak üzere değişik madenlerden yapılan gerdanlıklar usta sanatçıların elinden çıkmış, güzellik, incelik ve zevk ürünü eserlerdi. Kadınların başlarına taktıkları peruklar günümüzdeki gibi doğal saçtan değil, papirüs liflerindendi. Kadınlar başlarına peruk takmadan önce, hoş kokulu macun kıvamında bir merhem sürerlerdi. Bunun görevi, sıcağın etkisiyle eriyerek etrafa hoş kokular salmasıydı. Eski Mısır'da kadının en çok sevdiği renk sarıydı. Belden aşağısını örten kumaşlar da genellikle sarı renkte olurdu. Kadınlar, açıkta bıraktıkları göğüslerini çeşitli mücevherlerle süsler, kollarına da altın, gümüş, tunç ve fildişi bilezikler takarlardı. Ayak bileklerine bilezik takmak da zaman zaman moda olurdu. Mücevherlerin çoğu "Lacivert Taşı" denilen bir taştan, kan taşından, spat taşından ya da Mısır'da oldukça bol bulunan mercan taşından olurdu.

Mısırlı çocuklar kız olsun, erkek olsun çıplak dolaşırlardı. Ta ki büyüyüp ergenlik çağına gelinceye kadar. Hizmetçiler, halk tabakası ve köylüler, sadece kısa bir etek kuşanırlardı. Eski Krallık devrinde kadınlar da erkekler gibi bellerine kadar çıplak gezerlerdi. Bunların giyimi göbeklerinden dizlerinin hemen aşağısına kadar uzanan beyaz bir eteklikten ibaretti. Refah seviyesi artıp kumaş bollaşınca birinci etek üzerine ikinci bir etek örtülmeye başlandı. Göğsün örtülmesi ancak çok sonraları imparatorluk zamanında gerçekleşti. O çağda kadınlar da erkeklerle birlikte gezer, yer içerdi. Yine Ehram duvarlarında bulunan resimlerde tek başına dilediği yere giden, serbestçe alışveriş yapan kadınlara rastlanmaktadır. Doğuda bugün de olduğu gibi, Eski Mısır'da da oldukça genç yaşta evlenilirdi. 15 yaşına gelmeden erkekler de, kızlar da evlenip yuva kurarlardı. Erkeklerin ayrıca nikahsız eşleri de olabilirdi. Ama kanun nazarında bütün haklar, nikahlı eşine aitti.

Mısır kültüründe en önem verilen hayvanlardan biri olan kedi, kadın hayatında oldukça büyük bir yer tutardı. Üstün yaratık olan kediyi tanrıça Bastet yerine koyan kadınlar sürekli onun gibi olabilmek için kedi yürüyüşünü taklit eder, onun gibi makyaj yaparlardı. Eski Mısır’da ilk önceleri evlilik sadece üst tabaka kadınlara hak olarak verilirdi, böylece mumyalanarak gömülme hakları da oluyordu. Kocası tarafından kötü davranılan kadının babası tarafından geri alınma hakkı bulunurdu hatta çeyizini geri isteme hakkı da. Deneme evliliği denilen bir kaç yıl süren evlilikler Mısır’da oldukça yaygındı. Kardeş kardeşe evlenmek saraya özgüydü, ayrıca kadınların da boşanma hakkı vardı.

7. Eski Ahit’e göre İbrani yazıtlarında kadına bakış

İbraniler’de Antik dönemde kadınların davranışları oldukça sınırlandırılmıştı. İbrani yazıtlarına göre;
  • Bekar kadınlar babalarının, evli kadınlar kocalarının izni olmadan evden ayrılamazlardı.
  • Kadınlar aile yaşamında hemen hemen hiçbir şeye yetkili değildiler.
  • Kadınlar mahkemede tanıklık edemezdi.
  • Kadınlar kamuya açık alanlarda bulunamazdı.
  • Kadınlar tanımadığı kişilerle konuşamazdı.
  • Bir erkek istediği kadar kadını kendisine eş olarak alabilirdi.
  • Kadın babanın malı sayılır, evlenince sahiplik kocaya geçerdi.
  • Bir baba kızını köle olarak satabilir. Erkek bir köle 6 yıldan sonra özgür olurken kadın köleler ölünceye kadar köle kalırlardı.
  • Oğlan doğuran bir kadın 7 gün kirli kabul edilirken kız doğuran bir kadın 14 gün kirli kabul edilirdi.
  • Bir aylıktan beş yaşına kadar bir erkek çocuk 5 gümüş shekel(İbrani para birimi) ederken kız çocuk 3 gümüş shekel etmekteydi.
  • Nüfus sayımlarında erkek çocuklar bir aylıktan itibaren sayılırken, kızlar ve kadınlar nüfus sayımlarına dahil edilmezdi.
  • Musa, Allahın kendisine ilettiği miras ile ilgili kuralları şöyle açıkladı: Adam ölünce tüm mirası oğluna kalır, kızı hiçbirşey alamaz. Eğer oğlu yok ise o zaman miras kızına kalır. Eğer çocukları yoksa miras erkek kardeşine kalır, ölen adamın kız kardeşleri bir hak iddia edemez. Eğer erkek kardeşi yoksa miras en yakın erkek akrabasına gider.
  • Kadınlar evlilik öncesinde bakire olmalıydılar. Bakire olmayanlar taşlanarak öldürülürdü.
  • Tecavüze uğramış bekar kadın tecavüzcüsü ile evlenmek zorundaydı.
  • Boşanma süreci kadın tarafından değil yalnızca erkek tarafından başlatılabilirdi.
  • Bir kadın dul kalırsa kayınbiraderi ile evlenmek zorundaydı.
  • Kadınlar evden dışarıya çıktıklarında tesettüre girmeli, iki kat örtünmeliydiler.
  • Kadınlar din görevlisi olamazlardı.
  • Erkeklerin yeminleri bağlayıcı kabul edilmesine karşın kadınların yeminleri babaları, evliyseler kocaları tarafından bozulabilirdi.

8. Antik Yunan’da kadın

Atina dahil birçok Yunan şehrinde kadınların çok az hakları vardı. Yunanlı bir kız için evlilik, ergenlikten hemen sonra, kendisinden 10-15 yaş büyük bir erkekle yabancı bir evde yaşamaya başlamasından ibaretti. Gelinin ailesi çeyiz hazırlamak zorundaydı. Çeyizin tamamen damadın kontrolüne geçmesiyle evlilik resmiyet kazanırdı. Gelin resmi bir şekilde damat ve en yakın arkadaşı tarafından at arabasıyla alınıp, damadın evine götürülmeden önce yıkanırdı (Anadolu’daki gelin hamamı adeti). Kadınlar hayatları boyunca babaları, kocaları ya da erkek akrabalarının kontrolünde yaşarlardı. Erkek çocuk doğurmak kadının yeni evindeki değerini artırırdı. Kadınlar siyaset ile ilgilenemez, mal mülk edinemezlerdi. Adeta evlerinde hapis hayatı yaşarlardı. Kadınların toplum içinde yapabilecekleri tek önemli görev rahibe olmaktı. Ailede miras erkeğin soyuna geçerdi.

Sparta şehrinde ise kadınların durumu biraz daha farklıydı. Sparta’da erkekler ergenlikten 30 yaşına kadar askerlik görevi nedeniyle garnizonda yaşadıklarından dolayı Sparta kadınları üzerindeki baskıları daha azdı. Kadınlar bu nedenle toplum hayatında daha fazla gözükürlerdi. Kadınlar yalnız dolaşabilir, yarışlara katılabilir, arazi sahibi olabilirlerdi. Dördüncü yüzyılda Sparta’daki arazilerin beşte ikisi kadınlara aitti. Devletin gözünde ise kadının asıl görevi erkek çocuk doğurmaktı. Bu işi daha iyi yapabilmeleri için onların güçlü olmaları ve antreman yapmaları beklenirdi. Çıplak idman yaptıkları için diğer Yunanlılar Spartalı kadınları ayıplardı. Üç ya da daha fazla erkek çocuğu olan kadınlara özel ayrıcalıklar tanınırdı.

Yemek pişiren, kumaş dokuyan, köleleri yöneten, ev işlerini idare eden gene kadınlar olurdu. Zengin evlerinde kadınlar ve erkekler haremlik ve selamlık gibi farklı bölümlerde yaşarken, fakir ailelerde kadın ve erkekler birlikte yaşardı. Fakir kadınlar evin dışında çalışır, kocalarının işine yardım eder, yalnız başına pazara giderdi.

Tipik olarak bütün evler dış dünyaya kapalıydı ve çok az penceresi vardı. Daha geniş evlerde iç avlular vardı. Erkeklere ayrılmış özel oda giriş kapısının hemen yanında olurdu, böylece erkek ziyaretçiler, kadınlara ayrılmış olan mahrem mekanlara girmeden, ağırlanabilirdi. Demokratik Atina’da gösteriş yapmak hem sosyal hem de siyasi açıdan kabul görmezdi. İskeletler üzerinde yapılan araştırmalarda ortalama ömrün kadınlar için 36, erkekler için 45 yıl olduğu ortaya çıkmıştır. Kadınların ömrünün daha kısa olmasının nedeni çocuk doğurmaktan dolayı erken ölüm olarak açıklanabilir.

9. Romalılarda kadın

Romalı erkekler, özerk davranış ve özgürlük açısından kadınlardan daha üstün bir durumdaydılar. Kadınlara ev sınırları dışında oldukça sınırlı bir özgürlük tanınmıştı.  Kadın yalnızca evin idarecisi durumundaydı. Giyimi ve davranışları önce babasının, evlendikten sonra da kocasının kontrolünde olurdu.

Roma kanunları toplumun düzenini sağlamak için evliliği özendirirdi. Zinanın cezası ölümdü. Zina, kadının babasına yapılmış bir suç olarak algılandığından, babanın, kızı ile birlikte olan adamı öldürmesine izin verilirdi.  Zina yapan kadının kocası da olaydan mağdur olduğu için karısını bağışlayıp zina yapan erkeği öldürebilirdi. Fakat bu durumda karısını boşamalıydı. Bu şekilde boşanmış kadınlar çeyizlerinin yarısını eşyalarının da üçte birini kaybeder ve bir adaya sürgüne gönderilirdi. Zina yapan erkek ise sadece varlığının bir bölümünü kaybederdi.  Bir köle ile birlikte olan evli bir erkek zina suçu işlemiş sayılmazdı.

Eskiçağda birçok toplulukta olduğu gibi Romalı bir babanın da çocuğunu evlendirme ve eşinden boşatma yetkisi vardı. Küçük yaşta evlendirilen oğul ya da kız çocuğu, babanın (ya da ağabeyisinin) istediği kişiyi kabul etmek ve bazen de boşamak zorundaydı. Genel olarak kız ve erkek çocukları küçük yaşta, ergenlik çağına girmelerinin ardından evlendirildi. Dolayısıyla bu durum, (günümüzde özellikle geleneklere bağlı kırsal yerlerde süregeldiği gibi) evlenecek bireylerinin birbirini tanıması olasılığını azaltmaktaydı. Genelde kızların 12; erkeklerin ise 14 yaşa geldiklerinde evliliğe hazır oldukları düşünülürdü (soylu ailelerde evlilik yaşı 8-10 arasındayken, yoksul kesim için çeyizi toparlamak güç olduğundan genelde evlilik yaşı 14 olabiliyordu). Bununla beraber tanrılar adına törenle yapılan bir evliliğin boşanma noktasına gelmesi toplumda hoş karşılanmazdı ve bazen boşanma kız babası için utanılacak bir durum olabiliyordu. Kocasından ayrılan kadın, hayatta olan babasının (ya da kanbağı bulunan yakınlarının) yanına dönerdi.

Bununla birlikte, boşanmada en önemli etkenlerden biri, kadının çocuk doğuramamasıydı. Roma’da gerek Cumhuriyet idaresi ve gerek erken imparatorlukta yeni yasaların konulmasına karşın, toplumda, daha eskiye uzanan Krallık dönemi kuralları geçerliydi. Buna göre, kadın ahlaki bir suç işlediğinde, mahkeme değil, aile içi gelenekler geçerli olurdu; kadına ceza verme konusunda babalar, kocalardan önceliğe sahipti. Bir kadının işleyebileceği en ağır suç ise başta zina idi ve bunun cezası da aile bireyleri tarafından uygulanan ölümdü.

Babayla evladı arasındaki bir diğer konu mirastı. Eski Roma’da evlilik yoluyla kadının kocasına getirdiği çeyiz, tamamen kocanın mülkü, sermayesi oluyordu ve bu konuda kadın, özellikle boşanan kadın, çoğunlukla mağdur olmaktaydı. Çünkü kadın, kocasından hiçbir şeyini geri alamamaktaydı. Kadın, mülk konusunda bazen kanbağı olan kendi akrabalarının da mağduru olabiliyordu. Mülkünü idare etme konusunda, ne aile içinde ne de hukuki yasalarda, kadına güven yoktu. XII Levha Yasası’nın miras kısmına yerleştirilen maddeye göre kadına babasından miras kaldığında, kadın, ancak kanbağı olan akrabalarının vasiliği altında işlem yapabilirdi, aksi halde tek başına yaptığı işlem geçersizdi.

Roma’daki aile düzeni kolay değişecek bir yapıda da değildi. Zaten değişim, başta savaşlar olmak üzere, birdenbire olmuştur. Özellikle MÖ III. yüzyıldan itibaren Roma’nın ard arda savaşların içine girmesi nedeniyle babaların ve kocaların uzun süre aile ortamından uzakta olması ve çoğunun savaş nedeniyle hayatını kaybetmesi, Roma kadınının kendi yetkisini ele geçirmesinde en etkili sosyal dönüşümü oluşturmaktadır.

İmparator Augustus Dönemi’ne gelindiğinde (MÖ 27-MS 14), çocuk doğurarak ailenin ve toplumun varolması için devletin, Romalı kadınlara, Roma’nın sınırlarının genişlemesiyle birlikte askere ve erdemli Roma nüfusuna ihtiyacı vardı. Augustus’un çıkardığı yasaya göre  20-60 yaştaki erkeklerin ve 20-50 yaştaki kadınların evlenmeleri gerekmekteydi. 20-50 yaş arasındaki çocuksuz kadınların ceza görme durumu bile vardı. Kadın, kocası ölmüşse bir yıl, kocasından boşanmışsa altı ay sonra yeniden evlenmeliydi. Augustus’un evilikle ilgili yasasının en önemli özelliğinin, sorumluluğun aileden alıp resmi makamlara devretmesi olarak görülür. Ayrıca boşanan kadının çeyizini geri alabiliyor olması, yeniden evlenmesine yol açmıştı.

Bununla beraber zina dahil bazı suçların mahkeme kararına bağlanmasıyla da artık bir babanın işlediği suçtan dolayı kızını öldürmesi kısmen elinden alınmış sayılmaktaydı. Unutulmaması gereken, din esasına dayalı cezalandırmada, haksız yere adam öldürmek de suçların en ağırıydı. Haksız yere adam öldürmek, toplumsal çöküşün belirtisidir. Augustus’tan itibaren zina halinde yakalanan bir kadın ve sevgilisi sürgün edilirdi. Burada, kısmen kelimesi belirtilmek zorunda çünkü, toplumda zina söz konusu olduğunda, yasaya karşın, kadına kocası ya da babası tarafından aile içi ölüm cezası uygulamasının devam etmekte olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca eski Roma’da şarap içmesi de hukuki bir cezası olmaksızın, kadının öldürülmesine ya da kocasının boşamasına neden olabiliyordu.

Nitekim, Augustus sonrasında da yapılan yasalar, sürekli ceza yaptırımını ailenin elinden almaya yönelikti. MS II. yüzyılın sonu, orta ve geç Cumhuriyet döneminden itibaren, hukuken patria potestas’ın(babanın aile üzerindeki yetkisi)   son bulduğu kabul edilir. Fakat, değişen siyasi ortamlara ve yasalara karşın, aile yaşantısında devam etmekteydi.


10. Amerikan yerli toplumlarında kadın ve erkek eşitti.

Cherokee toplumu
ABD’nin Güneybatı eyaletlerinde yaşayan Cherokee kabilelerinde kadın ve erkek eşitliği mevcuttu. Cherokee erkeği, tarım için ormandan ağaç keserek açık alan yaratır, ağaçtan ev, kano ve köyün etrafına çit yapardı. Avcılık ve balıkçılık ile uğraşır, av için hayvanlara tuzak kurardı. Geçmişte Cherokee kadınlarının sorumlulukları ise diğer Amerikan kadınlarından farklıydı.  Cherokee kadınları savaşçıydı. Kadınlar aynı zamanda evi de idare ederlerdi. Evi erkek de yapsa ev kadınındı. Kadın aileler üzerinde etkili, kabile yönetiminde söz sahibi ve savaşçıydı. Kadınlar aynı zamanda ördükleri renkli sepetleriyle gurur duyarlardı. Yerli kadınlar genellikle çiftçiydi. Ekinleri büyütür, hasat ederler onları daha sonra tüketmek için saklarlardı. Genç kızlar mısır tanelerini ezerek un haline getirirlerdi. Kadınlar elbise ve başka eşyalar yapmak için hayvanların derisini kullanırlardı. Aynı zamanda da çocukları büyütürlerdi.

Bazı yerli kadınlar, kabilede yönetim sorumlulukları alırdı. Büyükanneler torunlarına gelenekleri görenekleri, yemek pişirmeyi, dikiş dikmeyi, deri tabaklamayı öğretirlerdi. Erkekler ise, kabileye et, kürk, post sağlamak için avcılık ve balıkçılık ile uğraşırlardı, aynı zamanda savaşlara da katılırlardı. Dayılar ailenin çocuklarının eğitimininden sorumluydu. Çoğu kabilede kadının ve erkeğin katkısı eşit düzeydeydi. Genç erkek evleneceği kızın ailesine çeyiz olarak kürkler, deriler sunardı.

Iraqua toplumu
Kuzey Amerika’da yaşayan Irokualar, anaerkil bir toplum yapısına sahipti. Toprak herhangi bir kişiye ait değildi ve Tanrının kadını toprağın koruyucu olarak seçtiğine inanılıyordu. Her Iraqua kabilesinde, herkezin uyum içinde çalışmasını sağlayan bir Kabileanası (Clanmother) olurdu. Bu göreve en yaşlı kadın seçilirdi. Her Kabileanasına bağlı, evlilik törenleri, cenazeler ve diğer ritüellerden sorumlu bir din görevlisi olurdu. Kabileanası, kabilenin refahından sorumluydu. Kabiledeki kişilere isimlerini veren o idi. Hoyaned adı verilen erkek şefi de seçen o idi. Şefi tüm toplantılarda gözler, izler ve kabile yararına çalıştığından emin olurdu. Eğer bir şekilde kabile şefi kabileyi iyi yönetemezse, kabile halkını dinlemezse, Kabileanasının şefi görevden alma yetkisi vardı.

Iraqualar, Buffalo, New York Eyaleti, 1914

Evlilikte çocuk annenin soyuna bağlı olurdu. Dayılar özellikle erkek çocukların toplum içinde yetişmesi için öğretmenleri ve mentörleri olurdu. Eğer çift bir nedenle ayrılırsa çocuk kadında kalırdı. Kabile şefi heran kabilenin yaşlı kadınlarının oluşturduğu konsey tarafından görevinden alınabilirdi. Şefin kız kardeşi bir sonraki şef adayını belirlemekle görevliydi.

Büyük Konsül kabilelerini temsil eden dokuz şeften oluşurdu. Bu yapı Kanada ve Amerikan Hükümet yapısının çok benzeridir.

11. Hepimizin Anası Toprak

Ortadoğu bölgesindeki çok çeşitli kültürlerde, neolitik çağda Ana Tanrıça kültünün geçerli olduğu ve aşağı yukarı MÖ 2000 yılına dek varlığını sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Kadınların ana olarak kutsallığı paleolitik(yontmataş) dönemde de bilinmekle birlikte, tarımın bulunması bunu önemli ölçüde artırmış olmalıdır. Artık toprağın verimliliği, kadının doğurganlığına bağlanmaktadır. Ünlü din tarihçisi Mircea Eliade’ye göre, ‘Beslenmeye yönelik bitkileri ilk kez kadın yetiştirmiştir. Tabii ki, toprağın ve hasadın sahibi haline gelen odur. Kadının büyüsel-dinsel prestiji ve buna bağlı olarak toplumsal üstünlüğü, kozmik bir modele sahiptir: Toprak Ana’

Bu Toprak Ana yaşamı tek başına yaratma gücüne sahiptir; bir bütün oluşturan kozmos üzerinde egemendir. Evrenin birliğinin yanı sıra, yaşam ile ölümü tek başına simgeleyen ve yaşamla ölümün aynı sürecin iki yüzü olduğu düşüncesini kendinde cisimleştiren de odur. Tıpkı sonradan onu izleyecek olan tek(erkek) tanrılı dinlerde Baba Tanrı’nın yaptığı gibi, o da evreni döllenmesiz cücüklenmeyle yaratır. Ölülerin, verimlilik ve tarımla ilişkili oldukları yolundaki inanç(ölüler de tohumlar gibi toprağa gömülürler), bir kez daha, Ana Tanrıça’nın (Toprak Ana/Terra Mater) herşeyden güçlü olduğunu gösterir ve buna bağlı olarak kadının saygınlığı artar. Bereket ayinleriyle, ölüm ayinleri sıkıca örtüştükleri için de kadınların tarımsal etkinliği sırasında yaşamın yeniden doğduğuna inanılır.

Tanrıçanın egemenliğinin ve aynı zamanda kadının yaşamı üreten yaratıcılığının yüceltildiği en eski yaratılış mitosları, kadın doğurganlığının kutsanıp yüceltildiği eski tapınma biçimlerinin ifadesidir. Doğadaki en önemli ve gizemli güç, yeni bir yaşam yaratan can verme gücüdür. Yaratılış öykülerindeki belli başlı açıklayıcı metaforlar ve simgeler her inanç sisteminin yanıtlamak zorunda olduğu şu üç temel soru çevresinde kümelenmektedir.

  • Yaşamı yaratan kimdir?
  • Dünyaya kötülüğü getiren kimdir?
  • İnsanlar ile doğaüstü güç(ler) arasında ilişki kuran kimdir ya da başka bir deyişle tanrı(lar) kiminle konuşur?
MÖ 4000 yıldan itibaren mitoslar, ritüeller ve yaratılış öykülerinde evrensel olarak egemen figür Ana Tanrıça’dır. Ana Tanrıça kültleri, yaşamı kim yaratır sorusuna, ‘Ana Tanrıça ve onun cisimleşmesi olan Kadın’ yanıtını verirler. Özellikle MÖ 4000 yıldan itibaren tanrıça figürleri sütunlar ya da ağaçlar arasında; keçiler, yılanlar ve kuşlarla çevrili olarak resmedilir. Yumurtalar ve bitki sembolleri de onunla ilişkilendirilir. Bunlar tanrıçanın, bitkiler, hayvanlar ve insanlar için bir bereket ve üretkenlik kaynağı olarak görüldüğüne işaret eder. Tanrıçanın ay ile olan ilişkisi, onun doğa ve mevsimler üzerindeki mistik gücünü simgeler. Ana Tanrıça kültünde yansıyan inanç sistemi, monist ve animisttir; yeryüzü ile yıldızlar, insanlar ile doğa, doğum ile ölüm arasında birlik vardır ve bunların tümü, Ana Tanrıça’nın kişiliğinde somutlanır. Ana Tanrıça, çelişkilerin birliğini ve her an birbirlerine dönüşebilme potansiyellerini temsil eder.

Yaratılışla ilgili herşey onda cisimleştiği için, tanrısallık, yaratılışla ilgili tüm güçleri kendinde toplar ve bu iki kutupluluk, karşıtların buluşması formülü, sonradan karşılaştığımız daha derin akıl yürütmelere temel oluşturur. Tanrıçanın aynı anda hem bakireliği, hem de analığı yüceltilir. Örneğin Asur ve Babil Tanrıçası İştar, cinselliğini cömertce sunan fahişelerin koruyucusu ama aynı zamanda da tanrıların kızoğlankız gelini olarak tanımlanır. Karşıtmış gibi görünen bu özellikler, eskiçağ insanı için birbirleriyle bağdaşmaz şeyler değildir. Tanrıçanın bağrında taşıdığı dualizm, doğada gözlenen dualite(gece-gündüz, doğum-ölüm, aydınlık-karanlık) içindeki birliğin bir yansımasından ibarettir. Günümüzde aşkın sembolü olan kalp şekli aslında bir bereket, aşk ve seks tanrıçası olan İştar'ın kalçalarını simgeler.

12. Yaratıştan Kutsal Birleşme’ye

İlk devletlerin ortaya çıkmasıyla Ana Tanrıça figürünün öneminin azalıp yanındaki erkek eşin/oğulun öneminin arttığını sonra da bu eşin kendi egemenliğini kurduğunu; daha sonra bu erkek tanrının, fırtına tanrısıyla birleşip kaynaşarak bir tanrılar ve tanrıçalar panteonuna başkanlık eden Yaratıcı Tanrı’ya dönüştüğünü görürüz. Bu aşamada hala yaşamı yaratan ve ölüme egemen olan Ana Tanrıça’dır; ancak soyun üretilmesi sürecinde erkeğin işlevi artık daha açıktır.

Mısır’da olduğu gibi, Tanrıça, genç tanrı ile cinsel birleşme kurmadan ve bu tanrı ölüp, daha doğrusu ritüel gereği öldürülüp (ki bu kurban geleneğinin de başlangıcıdır) yeniden dirilmeden, mevsimlerin yıllık döngüsü başlayamaz. MÖ 4000 ve 3000 yıllarında, çok çeşitli toplumlarda benzer biçimlerde kutsanan Kutsal Birleşme (Hieros Gamos) ve benzeri yıllık bereket törenleri işte bu inanç sistemini yansıtır. İki cinsli kutsal çift, üremeyle ilgili düşüncelerin değiştiğinin kanıtıdır; üremenin salt kadın cinsine özgü bir olay olarak görüldüğü dönem artık kapanmıştır.

Nitekim MÖ 3000 yılının başlangıçlarında, yaratılış efsanelerinde bir değişiklik göze çarpmaya başlar. Ana Tanrıça artık tanrılar panteonunun başındaki yerinde görünmez olur. Bu önemli değişiklik güçlü kralların yönetiminde arkaik(Antik devletler öncesi) devletlerin ortaya çıktığı döneme rastlar. Tanrıçanın yerini, genellikle fırtına ya da yıldırım tanrısı olan bir erkek tanrıya(Zeus) bırakır; o da giderek daha fazla, yeryüzündeki krala benzemeye başlar. Sümerolog Samuel Noah Kramer, tanrılar panteonundaki bu hiyerarşi değişikliğini, belirli tapınaklara, belirli kentlere ve belirli yöneticilere bağlı din adamı rahiplerin artmakta olan etkisine bağlamaktadır. Bu rahipler, toplumda yazıyı bilen tek grup olarak artık efsaneleri kendi siyasal amaçlarına hizmet edecek biçimde değiştirmeye başlamışlardır. Nitekim daha önce evrenin yaratıcısı ve tanrıların anası olarak tapınılan Sümerlerin Ana Tanrıçası Nammu’nun adını, Tanrılar Listesinden siliverirler. Artık yazının bilindiği ve bu bilginin de tapınak rahiplerinin tekelinde olduğu bir aşamada, bir kez daha bilgi ile iktidar arasındaki ilişkiyi anımsıyor ve içinde yaşadığımız ileri teknoloji çağındaki medya egemenliğinin köklerinin Eski Mezopotamya’nın yetenekli rahiplerinin bilgiyi ideolojiye dönüştürerek kendi amaçları için kullanan başarılarında yattığını görüyoruz.

Bu süreç içinde üstünlüğünü yitirmekle kalmayıp aynı zamanda çoğunlukla evcilleşerek baş tanrının karısı rolüne giren Ana Tanrıça gene de esrarlı bir biçimde kendisine ayrı bir varlık ve kimlik edinerek halk dininde gücünü sürdürmeyi başarır ve ona tapınılmaya devam edilir. Eski Ana Tanrıça kültleri, fetihler ve işgaller yoluyla bölgeden bölgeye yayıldıkça buralardaki benzer tanrıça kültleriyle birleşirler ve onların özelliklerini kendilerinde eritirler.

Mısır tanrıçası İsis, Ana Tanrıça kültünün bu yayılma ve sentez özelliğinin iyi bir örneğidir. En eski dönemde Tahtaki Kadın olarak kutsal egemenlik ve bilgi kaynağı olan İsis, daha sonra anneliğin ve sadık zevceliğin prototipi haline gelir. Helenistik dönemde ise ona Greko-Romen dünyasının Magna Mater’i olarak tapılırdı ve İsis kültü, pek de şaşırtıcı olamayan bir biçimde özellikle kadınlar arasında yaygındı.

Her türlü özelliği kendisinde toplayan hem iyilik hem kötülük getirme, hem yaşatma hem öldürme gücü olan, hem ana ve koruyucu hem de bakire ve savaşçı olan Ana Tanrıça’nın çeşitli özellikleri birbirinden koparılır ve farklı tanrı ve tanrıçalara, giderek de tek bir erkek tanrıya, sonra da gene erkek bir tanrı kavramına aktarılır. Bu dönüşüm, Ana Tanrıça‘ya tapınılan toplumlarda, ekonomik ve toplumsal ilişkilerle birlikte cinsiyet ilişkilerinde de meydana gelen değişikliklerle yakından ilgilidir ve giderek güçlenen erkek üstünlüğünün ve buna paralel olarak kadınların statü kaybetmesinin ideolojik alandaki göstergelerden biridir.

Magna Mater

MÖ 1250 yıllarında  Frigya'da (Eskişehir), Pessinius(Ballıhisar)  Kralı kızını, Attis adlı bir genç ile evlendirmeye karar vermiş. Ancak Anadolu'nun Ana Tanrıçası Kybele'de Attis'i seviyormuş. Attis, Tanrıça Kybele'ye inanan biriymiş ama tanrıça'nın kendisini sevdiğini bilmiyormuş. Komşu ülkelerin kralları ve tüm halk düğüne davet edilmiş. Düğün ziyafeti başladığında gökyüzü masmavi ve parlakmış. Birden gök kararmış ve gökyüzünden gelen korkunç bir uğultuyla kızgın Ana Tanrıça Kybele düğüne gelmiş. Tanrıça öfkesini Attis'e öylesine yöneltmişki Attis'de bu duruma çok üzülüp çılgıncasına dans etmeye başlar. Dans ederken kendinden geçer ve hançeriyle cinsel organını kökünden kesip atar. Kasıklarından fışkıran kan topraktan bitkilerin fışkırmasına neden olur.  Attis kan kaybından oracıkta ölür. Attis'in vücudu da çam ağacına dönüşür. Sevdiğini kaybeden Ana Tanrıça anısını yaşatmak için Attis'den oluşan çam ağacının hiç bozulmamasına karar verir. Böylece çam ağacı herzaman yeşil kalır ve yaprakları hiçbir zaman dökülmez.  Daha sonra insanlar törenlerini kutsal kabul ettikleri çam ağacı etrafında yapmaya başlarlar. Böylece Kybele'nin sevgilisi Attis ölümsüzleşir. Balkanlardan göçüp Pessinius'a yerleşen Galatlar, burada rahiplerin hepsinin hadım olduğunu gördüler. Muhtemelen bu efsane nedeniyle rahipler hadım ediliyordu.

MÖ 204 yılında, Roma Cumhuriyeti Kartaca ile Pön savaşlarını yapıyorlardı. Roma, Kartaca kralı Hannibal'in tehdidi altındaydı. Endişe içerisindeki Roma senatosu bir kahin kadının söylemlerine inanarak kurtuluş için Pessinius’taki Kybele kültünün Roma'ya taşınmasına karar verdiler. Galatlı din adamlarını bir şekilde ikna edip siyah göktaşından heykeli Roma'ya götürdüler. Bunun üzerine morali düzelen Roma ordusu, Kartaca'lıları yendi. Hannibal, Anadolu'daki Seleukos(Büyük İskender ölümünden sonra komutanlarının kurduğu devlet) krallığına sığındı. Romalılar, Pön savaşları sırasında Hannibal'ın Makedonya kralı ile anlaştığı zamandan itibaren, Balkanlara ve Anadolu’ya göz dikmişlerdi. Sonradan Bergama kralının destekleriyle Anadolu'ya geldiler ve kent devletlerini Roma eyaletlerine dönüştürdüler. Pessinus uygarlığı MÖ 204 yılında Ana Tanrıça Kybele(Magna Mater) kültünün, Roma’ya taşınması üzerine önemini kaybetti. Hiristiyanlıktan önceye rastlayan bu dönemde, Anadolu’da yerli tanrıça Kybele’ye ibadet ediliyordu. Ancak 4. yüzyılda burası da Hiristiyanlığı kabul edince, Kybele Kültü yasaklanmış ve Pessinus’daki tapınak da yıkılmıştır. Böylece Ana tanrıça geleneği yok olurken, Pessinus, Bizans yönetimine, önemini yitirerek girmiştir.

13. Dölleyici Söz’ün Kudreti

Çünkü erkek, kadından değil; fakat kadın erkekten yaratıldı’ Tekvin, Bap 2:23

MÖ 2000’in başından itibaren Eski Mezopotamya dinsel düşünüşüne yeni bir kavramın girdiği görülür. Adı olmayan hiçbirşey varolamaz; ad varoluş demektir. Eski Mezopotamya inanç sisteminde ad vermenin derin bir anlamı vardır. Ad onu taşıyanın özünü yansıtır, aynı zamanda sihirli bir güce sahiptir. Yeni bir güçle donanan kişiye yeni bir ad verilir. Hiristiyanlık dünyasında papa seçilen piskoposun yeni bir ad almasıyla Kralların tahta geçince yeni ad almaları bu gelenekten gelir.

Tüm yaşamın yaratıcısı olarak görülen ve yaşamın kaynağı olarak tapınılan dişil ilkeyi temsil eden kadın doğurganlığının gizemli gücü, artık yerini, bilinçli bir yaratma eylemine bırakmaktadır. Yaratılacak olanın düşüncesinde, kavramında, adında ifadesini bulacak olan bu bilinçlilik öğesi, toplumda gerçekleşmekte olan sarsıcı değişikliklerin insan bilincinde yarattığı değişmenin yansımasıdır. Bu kavrayışın ortaya çıktığı dönem, yazının keşfedildiği dönemdir. Kayıt tutma ve simge sistemlerinin geliştirilmesi, soyutlama gücünün gelişmesini gösterir. Soyutlama ve simge yaratma yönünde atılan bu adım, tek tanrılığa giden yolun da önkoşuludur.


Geçiş aşaması, mekanik bir şekilde oluşturulmuş varlıklara can üfleyen hava, rüzgar ya da fırtına tanrısını betimleyen yaratılış efsanelerinde kendini gösterir. Bu yeni ulaşılan yaratım anlayışını cisimleştirecek bir tek(erkek) tanrı imgesine ise, ancak toplumda meydana gelen ve krallık ile askeri liderliği ön plana çıkaran tarihsel gelişmeler sonucunda varılır. Bu süreç bin yıldan uzun sürer ve Kutsal Kitap’ın Tekvin bölümünde doruk noktasına ulaşır.


‘Ve Tanrı dedi: Işık olsun ve ışık oldu (Bap 1:3)

Artık yaratan Tanrı’nın sözü, Tanrının soluğudur. Tanrı tarlalardaki hayvanları ve gökteki kuşları yaratır ve onları Adem’e getirerek her birine ad verilmesini ister. Dolayısıyla tanrısal soluk can verir, buna karşılık inanın ad koyuşu var olana anlam ve düzen verir. Ve Tanrı bu adlandırma kudretini Adem’e tanır. Adem bütün varlıklara ad koyduğu gibi kadına da adını koyar. Tanrı Ademin kaburga kemiğinden kadını yaratır. Bu anlayış ingilizce de erkek ve kadın sözcüklerinde de kendini gösterir, kadın sözcüğü(woman) erkek sözcüğünden(man) türetilmiştir.

‘And the man said: This is now bone of my bone and flesh of my flesh; she shall be called Woman because she was taken out of Man’ (Tekvin, 2:20-23)

Kutsal kitaptaki yaratılış öyküsüne Sümer yaratılış efsanesinin birçok öğesi ya olduğu gibi ya da dönüştürülerek dahil edilmiştir. Sümer öğeleri arasında yasak meyvenin yenmesi, hayat ağacı kavramı ve tufan anlatısı vardır.


Kutsal kitaptaki cennet bahçesi betimlemesi de, dört büyük ırmakla çevrili Sümer yaratılış bahçesinin benzeridir. Ana Tanrıça Ninhursag, cennet bahçesinde sekiz harika meyve ağacının yetişmesine izin verir; ancak tanrıların bu ağaçların meyvelerini yemeleri yasaktır. Gene de su tanrısı Enki bu yasak meyveden yer ve Ninhursag tarafından ölüme mahkum edilir. Bu mahkumiyet kararına uygun olarak Enki’nin sekiz organı hastalanır. Ormanın zeki hayvanı tilki, Enki adına tanrıçadan bağışlanma diler, o da kararını geri alarak her hasta organ için özel bir ilah yaratır. Sıra kaburga kemiğine gelince Tanrıça, ilahi kadına ‘Nin-ti seni kaburgadan yarattım’ der. Burada ilginç olan Sümer dilinde Nin-ti sözcüğünün iki anlamı olmasıdır: Birincisi ‘kaburganın dişi egemeni’, ikincisi ‘yaşamın dişi egemeni’. İbranice de Havva ‘yaşamı yaratan dişi’ anlamına geliyor ki, bu da Sümer efsanesindeki Nin-ti ile Kutsal Kitap’taki Havva arasındaki ilintiye işaret etmektedir. Nin-ti sözcüğünün iki anlamı olduğu çok sonradan anlaşıldı. Kutsal kitap doğrudan İbranice’den değil, İbraniceden Yunancaya tercümesinden yazıldığı için kadın ile kaburga arasında talihsiz bir ilişki kurulmuş olur.




Kaynakça

Fatmagül Berktay – Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın
Friedrich Engels - The Origins of the Family, Private Property and the State,1884
Friedrich Engels - Kadın ve Aile
B.M. Metzger & M.D. Coogan - "The Oxford Companion to the Bible", Oxford University Press, New York, NY, (1993)
http://semasandalci.blogspot.com.tr/2010/05/eski-romada-babann-aile-uzerindeki.html - Eski Roma’da Babanın Aile Üzerindeki Otoritesi ve ve Kadının Aile İçindeki Yeri ile ilgili Genel Bilgi




1 comment:

  1. Dönemler geliştikçe özellikle ülkemizde kadının değeri malesef dahada düşüyor. Önceden kadın kültürümüzde önemli bir varlıkken sosyal medya ve eğitim seviyemizdeki düşüş kadını eşya gibi göstermeye çalışıyor. Bunun için herkesin çocuklarına küçüklükten itibaren ilerde ne canlar yakacak demeyi bırakıp kadınların yüceliğinin aşılanması gerekir. özel dedektif

    ReplyDelete