1. İNSANLIĞIN
EVRİMİ
İnsanın yaşayan en yakın akrabası goril, şempaze ve
cüce şempazedir. Bu üç maymun türü sadece Afrika’da yaşadığı için insanın da orada evrimleştiğine inanılıyor. İnsanlık
tarihi Afrika’da yaklaşık 7 milyon yıl önce başladı. O yıllarda insansı
maymunlar çeşitli sınıflara bölündüler. Bu sınıfların birinden goril evrildi, diğerinden
şempaze, başka birinden de insan.
Dörtbuçuk milyar yaşındaki Dünyada dört milyon yıl önce insansı maymun dik durur hale geldi. İkibuçuk milyon yıl önce de gövde ve beyin büyüküklerinde göreceli olarak gelişmeler oldu. 1.7 milyon yıl önceki evrede Homo Erectus gövde büyüklüğü olarak bugünkü insana çok yakın olmasına rağmen beyin büyüklüğü bugünkü insan beyninin yarısı kadardı. Taştan yontulmuş aletler kullanıyorlardı. Yedi milyon yıl önce insanlığın ortaya çıkışından sonraki 5-6 milyon yıl bütün insanlık tarihi Afrika kıtasının içerisinde geçmişti.
1.2 Homo
Sapiens
Yaklaşık yarım milyon yıl öncesine ait insan
kafatasları daha büyük, daha yuvarlak yapılarıyle Homo Erectus’dan ayrılıyordu.
Yarım milyon yıl önce Afrika ve Avrupa’da bulunmuş bu insanlara Homo
erectus’dan farklı olarak Homo sapiens denildi. Homo sapiens, Homo erectus’un
evrilmiş haliydi. Bununla beraber Homo sapiens’ler bugünkü insandan iskelet
bakımından hayli farklıydılar. Küçük beyinleri vardı ama ateşi kullanmayı
biliyorlardı. Avustralya’da insan yoktu çünkü Avrasya’dan oralara gidecek deniz
taşıtı henüz yapılmamıştı. Amerika’da da insan yoktu çünkü insanlar Amerika’ya
geçiş yapacakları Asya’nın en uç noktası olan doğu Sibirya’da bazen suların
altında kalan bazen de kuruyan Bering boğazına henüz ulaşmamışlardı. Ayrıca Sibirya’nın
soğuğunda yaşayabilmek Homo sapiens’in becerebileceği bir şey değildi.
1.3
Homo Neanderthalensis
150.000 ile 40.000 yıl arasında Avrupa ve batı Asya’da
dünyanın diğer bölümlerinden farklı bir insan türü ortaya çıktı. Bunlara Homo
Neanderthalensis (Neanderthal) denildi.
Neanderthal’lerin çağdaş insandan biraz daha büyük beyinleri vardı. Bu
insanlar ölülerini gömüyorlardı ve hastalarına bakıyorlardı. Afrika’da
Neanderthaller ile aynı dönemde yaşamış iskeletler karşılaştırıldığında
Afrika’dakilerin modern insana daha fazla benzediği ortaya çıkıyor.
50.000 yıl önce insanlık tarihinde ilk büyük sıçrama oluştu. Doğu Afrika’da bir örnek taştan el aletleri ve deniz kabuklarından süs eşyaları bulundu. Benzer gelişmeler kısa süre sonra Orta Doğu’da ve Güneydoğu Avrupa’da görüldü. Buralarda bulununan Cro-Magnon olarak isimlendirilen iskeletler bugünkü insanın aynıydı. Cro-magnon çöp yığınlarında yalnızca taştan değil kemikten yapılmış el aletleride bulundu. Cro-magnon kazı merkezlerinde zıpkınlar, mızrak fırlatıcılar hatta ok ile yay bile bulundu.
Cro-magnon’lardan bize ulaşan en önemli ürünler sanat
eserleridir. Olağanüstü güzel mağara resimleri, heykeller, müzik aletleri.
Fransa da Lascaux mağaralarındaki normal büyüklükteki boğa ve at resimlerini
gören bir kişi onların sadece iskelet olarak değil zihinsel olarak da çağdaş
olduklarını kabul eder.
1.5
İnsanlar Dünya’ya yayılıyor
Yaklaşık 100.000-50.000 arasında insan büyük bir
değişim ve ilerleme gösterdi. Bunun nedenini bilim adamları insan gırtlağının
gelişmesine bağlıyor. Dilin anatomik gelişmesinin insanın yaratıcılığının
etkinleşmesinde büyük rol oynadığına inanılıyor. Büyük sıçrama tek bir bölgede olup
diğer yerlere mi dağıldı ya da farklı bölgelerde paralel bir şekilde mi gelişti?
Birinci görüş sıçramanın Afrika’da olduğu doğrultusunda. Bazı antrapologlar da
farklı bölgelerde paralel gelişmeler olduğunu öne sürüyor.
40.000 yıl önce Cro-Magnon’lar çağdaş iskeletleri,
etkin silahları ve aletleriyle Avrupa’ya geldiler. Birkaç bin yıl içerisinde,
yüzbinlerce yıldır Avrupa’da yaşayan Neanderthal’lerden eser kalmadı. Bu sonuç bize Cro-Magnon’ların çok üstün
teknolojileri, dil becerileri ya da beyinlerini kullanarak Neanderthal’lere
hastalık bulaştırdıkları, onları öldürdüklerini ve onların yerlerini
aldıklarını gösteriyor.
Buzul çağlarında denizlerin suları bugünkü
seviyesinden 100 metre aşağıdaydı. Dolayısıyla bugün deniz olan Bering boğazı,
Manş boğazı gibi bazı kıyı kesimleri kuru topraktı. İlk deniz taşıtları 13.000
yıl önce Akdenizde kullanılmaya başlandı.
Avustralya ve Yeni Gine’ye büyük sıçramaya kadar hiç kimse gidememişti. İnsanlar
35 bin yıl önce Avustralya’ya, Yeni Gine’ye tekneleriyle gelip yerleştikten
sonra ilk büyük katliamı yaptılar. Büyük baş hayvanlar insanlar tarafından yok
edildiler. Bugün Avustralya ve Yeni Gine’de Afrika ve Avrasya’ya oranla
büyükbaş hayvan yok. En büyük hayvan 50 kiloluk kanguru. Eskiden Avustralya/Yeni Gine’de dev
kangurular, gergedan benzeri hayvanlar gibi çeşitli büyük boy memeliler vardı.
Ayrıca 200 kg ağırlığında devekuşu benzeri uçamayan kuşlar, bir tonluk
kertenkele, dev piton, karada yaşayan timsah da vardı. Bu hayvanların hepsi
insanlar geldikten sonra yok oldular. Bu kıyımdan sonra buralarda evcilleştirilecek
hiçbir hayvan kalmamıştı.
Sıçrama sonrasında insanlar Avrasya’nın en soğuk
bölgelerine kadar gittiler. Neanderthaller Buzul çağında mağaralarda yaşamış ve
soğuğa alışmışlardı ama Almanya ile Ukrayna Kiev’in kuzeyine geçememişlerdi. Anatomik
olarak çağdaş insana benzeyenler 20.000 yıl önce Sibirya’ya gittiler.
İnsanların Dünya’ya yayılışı
Amerika’ya insanların 14.000 ile 12.000 yıl arasında
bir zaman döneminde yerleştiğine inanılıyor. Amerika kıtasındaki bulunan en
eski insan kalıntıları Alaska’da 12.000 yıl öncesine ait. O dönemde iki Amerika
kıtasında toplam yaklaşık 10 milyon avcı yaşıyor. Bering boğazı MÖ 14000
yılında deniz seviyesinin en son yükselişinde sular altında kaldı. Amerika’ya
Asya’dan geçenler çoğunlukla bu tarihten önce Bering boğazı henüz toprak iken geçtiler.
Alaska’da insanların yaşadığını gösteren kanıt MÖ 12000 yılına aittir. Bundan
kısa bir süre sonra Kanada buz tabakası kuzey güney doğrultusunda çatladı ve
bir koridor açıldı. Böylece insanlar Kanada’nın Edmonton kentinin çevresindeki
düzlüğe Great Plains’e geldiler.
Yaklaşık 15.000 yıl önce Amerika, Afrika’nın
Serengeti(Kenya civarı) düzlüklerine benziyordu. Fil ve at sürülerini aslanlar,
çitalar kovalıyor, develer bu sürülere katılıyordu. Tıpkı Avustarlya-Yeni
Gine’deki gibi bu hayvanlarda yok oldular. Avustralya’da bu 30.000 yıl önce
olurken Amerika’da 14.000 önce ile 12.000 yıl önce arasında oldu. MÖ 11000
yılında soyları tükenmişti. Grand Canyon bölgesinde yaşayan Harrington dağ
keçisinin MÖ 11000’de bir iki yüzyıl içerisinde nesli tükendi. Rastlantı da
olabilir ama bu tarih Clovis avcılarının Grand Canyon’a geldikleri tarih.
Meksika’daki yerleşim birimlerine Clovis deniyor. Amerika kıtalarında güneye
doğru yayılan avcılar daha önce hiç insan görmemiş hayvanları kolayca avlayıp
yok etmiş olabilirler. Belki bu görüş doğru olabilir ama dünyanın en iyi
avcıları Amerika kıtalarında mı yaşıyordu? Neden avcı insanlar Afrika ya da
Avrasya’daki hayvanları yok edemediler? Buna karşın başka bir iddia da,
Amerika’daki büyük memeli hayvanların buzul çağı sonundaki iklim değişikliği
nedeniyle yok olduğudur. Bu değişiklik MÖ 11000 yıllarına denk geliyor. Yanlız
Amerika kıtasından daha önce 22 kez buzul çağ yaşanmıştı ve bu hayvanlar bu
dönemleri atlatabilmiş ve canlı kalabilmişlerdi. Ne oldu da 23. buzul çağın
sonunda insanlar ile birlikte yaşarken yok oldular. Muhtemelen bu yok etmeyi insanlar yaptı.
Böylece Amerikan yerlilerince daha sonra evcilleştirilecek büyük baş hayvan
bulunamadı. Hayatta hiçbirşeyin nedeni tek değildir. Mutlaka etki eden başka
faktörler de vardır. Hayvanların yok olmasına da hem insanlar, hem iklim
değişikliği hem de şu anda bilemediğimiz bir faktör etki etmiş olabilir.
2. YİYECEKLERİN
EVCİLLEŞTİRİLMESİ
Dünyada evcilleştirmeye aday karada yaşayan 148 büyük memeli hayvan türü
mevcut. Çiçekli yaban bitki çeşitlerinin sayısı da 200.000. Yaban bitkilerinin
büyük bir çoğunluğu evcilleştirmeye uygun değildir. Odunsudurlar, yenilebilir
meyveleri yoktur, yaprakları ya da kökleri yenmez. Bu bitki kümesinden yalnızca
birkaç binini insanlar yer ve ancak birkaç yüzü ilk insanlar tarafından evcilleştirilmiştir.
Dünya üzerindeki bütün tarım ürünlerinin yıllık hacminin %80’ini bir düzine tür
oluşturur. Bunlar buğday, mısır, pirinç, arpa, süpürgedarısı, soya fasülyesi,
patates, manyok, tatlı patates, şekerkamışı, şekerpancarı ve muzdur. Bugün dünyada
insanların tükettiği kalorinin %50’den fazlası tahıllardan sağlanıyor.
Bilinen ilk çift sıralı buğday(nişastalık buğday)
tarımı MÖ 8500 dolaylarında Bereketli Hilal’de yapılmıştır. MÖ 6500’de
Yunanistan’a MÖ 5000’de Almanya’ya gelmiştir. Yiyecek üretimi dünyada birkaç bölgede
değişik zamanlarda başladı. Bazı yerlerde komşu avcı toplumlar bunu görerek
alıp deneyip çiftçi oldular. Bazı yerlerde de üretim yapılan yerlerden gelenler,
avcı toplumların ortadan kaldırarak onların topraklarına egemen oldular. Mısır ABD’ye MS 200 dolaylarında Meksika’dan
geldi. Ama MS 900’e kadar önemsiz bir besin olarak kaldı. Fasülye bir iki
yüzyıl sonra geldi. Bezelye MÖ 8000‘de evcilleştirilmişti. Zeytin MÖ 4000 de
evcilleştirildi. Meşe ağacı hala evcilleştirilemedi.
Bazı bitki türlerinin havayla uçabilen yada suda
bozulmadan yüzen tohumları vardır. Rüzgar ya da havanın etkisiyle farklı
bölgelere ulaşabilir. Çoğu bitkinin ise üremek için hayvanlara ihtiyacı var.
Tohumunu güzel kokulu çiçeğinin ya da meyvesinin içerisinde saklar, bu güzellikle hayvanlara kendisine çekerek
meyvesini ya da çiçeğini yemelerini sağlar. Hayvanların dıçkılarıyla başka bir
yere tohumunu bıraktırır. Yaban tohumların çoğu zamanla hayvanlara yem olmamak
için evrimleşerek acılaştı, tatları kötüleşti. Meyveleri lezzetli olanlar
hayvanlar aracılığıyla yayıldılar ama meyvenin içindeki tohumun tadının kötü
olması gerekiyordu aksi halde hayvan onu da çiğneyerek filizlenmesini önlerdi.
Bitkiler üç aşamada evcilleştiler:
- MÖ 10000 de buğday, arpa, bezelye Bereketli Hilal’de evcilleştirildi.
- MÖ 4000 yıllarında meyve ağaçları ve zeytin, incir, hurma, nar, üzüm evcilleştirildi. Bu ikinci grup ürün için tam yerleşik düzene geçmek gerekiyordu. Çünkü bu bitkiler ilk ürünü ekildikten üç yıl sonra meyve veriyor esas verimliliğe ise on yılda ulaşıyordu. Onun için bu kadar süre orada kalmak gerekiyordu. Bunlar aşı kalemiyle yada tohum olarak ekilebiliyordu
- Üçüncü aşama da ise elma, armut, erik, kiraz gibi yetiştirmesi zor ürünler evcilleştirildi. Bu ağaçlar aşı kalemiyle yetiştirilemezler. Çekirdekten yetiştirmek de zaman kaybıdır ve risklidir çünkü en seçkin meyvelerinin dölleri bile büyüyünce değersiz meyveler verebilir. Bunların çok sonraki bir tarihte Çin’de geliştirilen farklı aşılama tekniğiyle yetiştirilmeleri gerekir. Bu ağaçların meyve vermesi için kendi türlerinin genetik olarak farklı bir cinsi ile çapraz tozlaması gerekiyor. Bu nedenle çiftçiler meyve almak için erkek ve dişi meyve ağaçlarını aynı bahçeye dikmek zorundaydılar. Elma, Avrasya’da üretim başladıktan ancak sekiz bin yıl sonra Klasik Yunan devrinde yetiştirilebildi. Avrasya’da en son evcilleştirilen ağaçlardan biridir. Roma İmparatorluğu dönemine (yaklaşık 2000 yıl önce) gelindiğinde hemen herşey üretiliyordu. Çilek ve Ahududu ancak Ortaçağ’da hiristiyan keşişler tarafından yetiştirildi.
Bir dönüm toprak, yaban hayvan ve bitkilerle geçinen
insanlara göre 10 yada 100 kat daha fazla insan doyurabilir. Bu sayısal
üstünlük, yiyeyecek üreten kabilelerin yaban hayvan ve bitkilerle geçinen
kabileler karşısında kazandığı üstünlüklerin birincisiydi. Tüketicilecek kalori
ne kadar fazlaysa bu o kadar fazla nüfus demektir.
Bereketli Hilal’de tarım, temel bitkiler diye
adlandırılan sekiz adet ürünün evcilleştirilmesiyle başladı. Bu sekiz bitki:
tahıl olarak çiftsıralı buğday, teksıralı buğday, arpa; baklagillerden
mercimek, bezelye, nohut, burçak; liflilerden keten bitkisi. Bereketli
Hilal’de ilk evcilleştirilen dört meyvenin hepsinin Doğu Akdeniz’in çok
ötelerine kadar yayılmış yaban çeşitleri vardı. İlk olarak Doğu Akdeniz’de
evcilleştirilen zeytin, üzüm, incir İtalya’nın batısında, İspanya’da ve Kuzey
Afrika’da vardı. Hurma ise bütün Kuzey Afrika ve Arabistan’da yetişiyordu.
Muhtemelen bu dört meyve en kolay evcilleşen meyvelerdi. Bereketli Hilal ayrıca
evcilleştirilmiş bütün hayvanların anayurduydu. ABD’nin doğusunda da
evcilleştirilen tarım ürünleri oldu ama bunlar genellikle önemsiz ürünlerdi.
İçlerinden yalnızca bir tanesi mısır dünya ölçeğinde bir ürün oldu. Kuzey
Amerika yerlileri elmaları ve üzümü evcilleştirebilseydi müthiş ürünler elde
edeceklerdi. Ama yapamadılar. Ayrıca avcı/yiyecek toplumu bir halkın, yaşam
tarzlarını bırakıp çiftçi haline gelebilmesi için, tek bir yaban bitkisi yetmez,
başka bitki türlerine ve hayvanlara da ihtiyaç vardır. Yerli
yiyecek üretiminin hiç olmadığı ya da sınırlı olduğu yerlerde
evcilleştirilebilir çiftlik hayvanlarının ve tahılların atalarının çok sınırlı
olduğunu kabul etmek gerek.
2.1 Yerleşik
hayat ile yönetim ilişkisi
Yaban hayvan ve bitkilerle geçinen toplumlar yiyecek
aramak için sık sık yer değiştirirler ama çiftçiler tarlalarına, meyve
bahçelerine yakın olmak zorundadır. Bir yerde yerleşik olmak doğum
aralıklarının kısalmasını sağlayarak nüfus yoğunluğunun artmasını sağlar. Çiftçi
toplumlarda doğumların arası iki yıl, avcı toplayıcı toplumlarda ise iki misli
tam dört yıldır.
Yerleşik hayatın bir başka sonucu da yiyecek
fazlasının depolanmasıdır. Yerleşik toplumlarda, yiyecek üretmeyen yöneticiler
ve bürokratları besleyebilmek için yiyeceklerin depolanması çok önemlidir. Avcı toplumlar yiyecek depolayamazlar çünkü
yiyecekler bozulur. Ayrıca avcı/yiyecek toplayıcı toplumlar nispeten eşitlikçi
toplumlardır, bu toplumlarda tam zamanlı uzmanlar ve babadan oğula geçen şeflik
yoktur. Grup yada kabile düzeyinde çok küçük boyutlu toplumsal örgütlenme
vardır. Bunun nedeni ytişkin tüm kabile üyelerinin tüm zamanlarını yiyecek
bulmaya ayırmalarıdır. Bunun tersi
olarak bir kez yiyecek depolanmaya başladıktan sonra bir seçkinler sınıfı
başkalarının ürettiği yiyeceğin denetimini ele geçirebilir; kendi karnını
doyurma gereğinden kurtulabilir ve tüm zamanını siyasal etkinliklere
ayırabilir. Bu yüzden orta boy tarım toplulukları şeflikler şeklinde
örgütlenmiştir. Krallar ise büyük tarım topluluklarında görülür. Vergi yoluyla
oluşturulan yiyecek stoku kralların ve bürokratların yanında bazı uzmanların da
beslenmelerini sağlar. Sürekli bir ordu beslemekte kullanılabilir.
Tarımsal üretime başlayan toplumlar başlarda yabanıl
tohumları kullanıyorlardı. Bir süre sonra kendi ürettikleri tahıldan daha büyük
ve sağlıklı taneleri seçerek tohumluk olarak ayırmaya başladılar. Tarımı
yapılan diğer bitkilerde de tercih edilenlerin hasadı yapıldı, diğerlerinden
vazgeçildi. Tercih edilen tohumlar depolandı ve bir sonraki hasat için
ekildiler. Yapay seçilim olarak tanımlanan bu uygulama, insan toplulukları
tarafından ekimi yapılan bitkilerin sonunda tümüyle tercih edilir bir tür
olarak evrimleşmesine yol açtı.
2.2 Bereketli
Hilal’in avantajları
Dünyada ilk yiyecek üretimi MÖ 8500’de Bereketli
Hilal’de başladı. Bölgeye Bereketli Hilal denmesinin nedeni dağların hilal
şeklinde olmasındandır. Bereketli Hilal’in üstünlüklerini aşağıdaki gibi
sıralabiliriz.
- Bereketli Hilal’in üstünlüğü kışların ılık ve yağışlı yazların sıcak ve kurak geçtiği Akdeniz iklimine sahip olmasıdır. Dünyadaki benzer diğer Akdeniz kuşakları arasında mevsimden mevsime yıldan yılda en çok iklim değişikliği gösteren yer burasıdır. Bu özellik bitkilerin evrimine kolaylık sağlıyordu. Dünyada birinci sınıf 56 yaban otun 32’si bu bölgede bulunuyor.
- Dar bir bölge içerisinde çok çeşitli yükseltilere ve yüzey şekillerine sahip olması, bitki çeşitliliğinin oluşmasını sağlamış.
- Bu bölgede çift cinsiyetli yani kendi kendini dölleyen bitkiler çok yaygın. Burada evcilleştirilmiş ilk sekiz tahılın hepsi çift cinsiyetliydi.
- Evcilleştirilmiş büyük memeli hayvanların ataları bakımından da zenginlik içeriyordu.
- Bölge de yaşayan avcı/yiyecek toplayıcılığı yapan insan grupları, çiftçilere saldırıp engellemediler.
Amerika ve Afrika
kıtaları kuzey batı yönünde olmasına karşın Avrasya kıtası doğu batı
yönündedir. Avrasya’da çok büyük bir kuşakta Akdeniz iklimi hüküm sürer dolayısıyla
yeni ürünlerin buralara taşınıp yeşermesi kolaydır. Güney Amerika ve Afrika’da
çöller ve ekvator bölgesi doğal engel
oluşturmuştur.
3. HAYVANLARIN
EVCİLLEŞTİRİLMESİ
Evcilleştirilen ilk grup evcil memeli hayvan, inek,
koyun, keçi, domuz ve attır. İkinci grupda tek hörgüçlü Arap devesi, iki hörgüçlü
Orta Asya devesi, lama, alpaca, eşek, rengeyiği, manda, yak, bali sığırı, yaban
sığırı yer alır. Güney Amerika’da bu hayvanlardan yalnızca lama ile alpaca
(lama’nın benzeri) vardı. Kuzey Amerika’da, Avustralya’da hiçbiri yoktu. İlk
iki aşamada evcilleştirilen ondört hayvanın onüç tanesinin yaban ataları
yalnızca Avrasya’da bulunuyordu. Avrasya’nın şansı işte buydu.
Avrasya neden bitki ve hayvan çeşitliliği açısından
zengindi? Avrasya bir kere dünyanın en büyük kara parçası. Tropik yağmur
ormanlarından, ılıman iklimlere, bataklıklara, çöllere kadar her türlü
çeşitliliğe sahip. Belki zamanında Amerika kıtalarında da Afrika kadar
çeşitlilikte hayvan vardı. Yok olmasaydılar muhtemelen Amerikan atları, develeri
de evcilleştirilebilinirdi. Ama büyük memelilerin çoğu 13.000 yıl önce bilinmez
bir nedenden yeryüzünden silindiler.
Hayvanların evcilleştirilmesi yaklaşık MÖ 8000 ile MÖ 2500
arasında gerçekleşti. Yani buzul çağı sona erdikten sonra yerleşik çiftçi toplumların
ortaya çıkışını izleyen birkaç bin yıl içinde. Büyük baş memeli evcilleştirme
koyun, keçi, domuzla başlayıp deveyle sona erdi. MÖ 2500’den bu yana önemli bir
evcilleştirme olmadı. Sadece tavşanlar Ortaçağ’da(476-1517) yenmek amacıyla
evcilleştirildiler. Buradan hala evcilleştirilmeyen hayvanların evcilleştirilmeye
uygun olmadığı sonucunu çıkarıyoruz.
3.1 Evcilleştirmeyi
engelleyen nedenler
3.1.1
Beslenme
Bir hayvan bir bitkiyi ya da hayvanı yediği zaman
yiyen hayvanın biyokütlesine katkısı %10
dolayındadır. 500 kiloluk bir inek yetiştirmek için yaklaşık 5.000 kilogram yem
gerekir. 500 kiloluk etobur yetiştirmek için onu 50.000 kg yemle beslenmiş 5.000
kg otoburla beslemeniz gerekir. Buradaki verimsizlikten dolayı yiyecek olarak
hiçbir etobur memeli hayvan evcilleştirilmemiştir. Bunun tek istisnası köpektir.
Bazı toplumlar onu yer. Ama o toplumların da yemek için başka memelileri yoktu.
Aztec’lerde sadece köpek vardı. Polinezyalı’larda ve Çin’lilerde yalnızca domuz
ve köpek.
3.1.2
Büyüme hızı
Evcil hayvanın çabuk büyümesi gerekir. Goriller ve
filler bundan dolayı elenmişlerdir. Bunlar 15 yıl sonra yetişkin hayvan
boyutuna ulaşıyor. Bu nedenle Asyalılar filleri yetiştirmek yerine, yakalayıp
uysallaştırmayı daha uygun buluyor.
3.1.3
Bir yere kapatarak yetiştirmenin zorlukları
Bazı hayvanlar da insanlar gibi ortalıkta
çiftleşmekten hoşlanmaz. Çitalar çok uğraşılmasına rağmen bu yüzden evcilleştirelememiştir.
Eski Mısırlılar, Moğollar, çitaları
köpeklere tercih etmişler ama hep ormanda
yakaladıkları çitaları uysallaştırarak kullanmışlar.
3.1.4
Kötü huyluluk
Bazı hayvanlar insan öldürme eğilimleri nedeniyle
evcilleştirilmekten vazgeçilmiştir. Örneğin Boz ayı 900 kg bulur, çok iyi
avcıdır, genellikle ot oburdur. Herşeyi yer ve hızlı büyür. Eğer evcilleşseler
et üretimi açısından çok iyi olurdu. Japonlar bir yaşında ayı kesip yiyorlar
ama ayılar daha büyüyünce çok tehlikeli oluyorlar. Afrika mandası da 1 ton
ağırlığa ulaşıyor. Ama büyük memelilerin en güvenilmezi ve tehlikelisidir. Aynı
şekilde gergedanlar da tehlikeli olmasalar dört ton gövdeleriyle iyi et ürünü
olurlardı. Gergedanlar her yıl Afrika’da aslanların öldürdüğünden daha fazla
insan öldürürür. At ile Kuzey Afrika eşeği başarıyla evcilleştirilmiştir. Birde
ana yurtları Mezopotamya olan Asya’nın yabaneşeği vardır. Sümerler
yabaneşeklerini yakalıyor ve buları atlar ve eşeklerle melezliyorlardı. Fakat
yaban eşekleri hiçbir zaman evcilleştirilemedi. Çabuk öfkeleniyor ve
ısırıyorlardı. Zebralar daha da beterdir. Koşum hayvanı olarak Güney Afrika’da
denenmişler. Yaşları büyüdükçe zebralar akıl almaz derecede tehlikeli
oluyorlar. Zebraların insanları ısırma huyları var. Ayrıca zebraları kementle
yakalamak da çok zordur. Kendilerine uçarak gelen ilmiği izleme ve başlarını
eğerek ilmiğe yakalanmama gibi bir yeteneğe sahipler.
- Korku ve Kaçma Eğilimi. Otobur büyük memeli hayvanlar, yırtıcı hayvanlardan ve insanlardan gelecek tehlikelerle karşılaştıklarında tedirginleşirler; bazıları geyik ve antilop türleri (rengeyiği hariç) hızla kaçmaya programlanmıştır. Bazıları ise koyun ve keçi gibi yavaştırlar, tehlike karşısında ayak diretirler, son ana kadar kaçmazlar. Rahatsız türleri kapalı bir yerde tutmak da zordur. Kapalı bir yere konduklarında telaşa kapılırlar ve bu sarsıntının etkisiyle ya ölürler ya da kaçıp kurtulmak için çite çarpa çarpa hırpalanırlar. Ceylanlar böyledir. Hiçbir ceylan türü evcileştirilemedi. Ceylan sürüsünün çobanı olduğunuzu düşünün 10 metreye sıçarayabiliyor, 75 km hızla koşabiliyorlar, bunlarla nasıl başederdiniz?
- Toplu yaşayan hayvanlar. Evcilleşmiş büyük memeli hayvanlara baktığımızda bu hayvanların sürüler halinde yaşadığını ve sürünün elemanları arasında hiyerarşik bir düzen olduğunu görürüz. Örneğin bir aygır 5-6 kısrak ve taylarından oluşan bir at sürüsünde, en arkada aygır vardır. En önde en üst rütbeli kısrak, arkasında yaş sırasına göre en genci en önde olmak üzere tayları; ondan sonra sırasıyla diğer kısraklar ve yaş sırasına göre tayları. Bu düzeni hiç bozmazlar. Bu yapı evcilleştirmeyi kolaylaştıran bir şeydir. İnsan önem sırasının en önüne geçer. Koyun, keçi, inek, köpek ve kurt sürülerinde de benzer bir yapı vardır. Böyle hayvanlar güdülmeye yatkındır. Bir çoban ya da köpek bu sürükleri kolayca güdebilir. Onun arkasından giderler. Toplu halde yaşamaya alışkın oldukları için ağıla kapandıklarında rahatsız olmazlar.
- Bireysel yaşayan hayvanlar. Başına buyruk hayvan türlerini ise gütmek zordur. Birbirlerine tahammül edemezler. Örneğin kediler. Bu türden sadece kedi ve sansar evcilleştirilmiştir. Ama biz bunları yemek için sürüler halinde değil avcı olarak bireysel olarak evcileştirmişiz. Sürü halinde yaşayan Afrika antiloplarının erkekleri çiftleşme dönemlerinde kendi bölgelerini ilan ederler ve bu bölgeleri korumak için kıyasıya dövüşürler. Bu nedenle antiloplar kapalı yerlerde tutulamazlar.
3.2 Avrasya
ile Amerika kıtaları arasında hayvanlar açısından farklar
Evcil hayvanlara sahip insan topluluklarında çiftlik
hayvanları, daha fazla insanın karnının doymasına et, süt, gübre sağlayarak ve
saban çekerek katkıda bulunuyordu. Evcil hayvanlar toplumların başlıca
hayvansal protein kaynağı durumuna gelmiş ve yaban av hayvanlarının yerini
almıştır. Evcilleştirilmiş büyük memeli hayvanların da evcil bitkiler üzerinde
ürün artırıcı etkisi vardı. Hayvan dışkısının gübre olarak kullanımı ile verim
artıyordu, yakacak olarak değerlendiriliyordu. Saban çekerek daha önce tarıma
elverişli olmayan sert toprakların işlemesini kolaylaştırarak, daha fazla ürün
elde edilmesini sağlıyordu.
Avrasya’daki ve Amerika’daki
yiyecek üretimlerindeki en büyük fark, büyük evcil hayvanlarla
ilgilidir. Avrasya’daki 13 evcil hayvan;
- Hayvansal protein (et ve süt), yün, deri kaynağı,
- İnsan ve hayvan taşımacılığında başlıca kara taşıtı,
- Savaşlarda vazgeçilmez bir araç,
- Saban sürerek ve gübre sağlayarak, yiyecek üretimini artırmanın yolu haline gelmişti.
Oysa Amerika kıtalarında büyük evcil hayvan olarak sadece And dağları
ve Peru kıyılarında yaşayan Lama ve Alpaca vardı. Bu iki hayvanın etinden, yününden ve
derisinden yararlanılıyordu, ama;
- İnsanların tüketeceği cinsten süt üretmiyordu,
- Sırtında insan ya da eşya taşımıyordu,
- Araba ya da saban çekmiyordu,
- Güç kaynağı ya da savaş taşıtı olarak kullanılmıyordu.
Son Pleyistosen dönemde (5 milyon yıl öncesinden 2 milyon
yıl öncesine dek süren üçüncü jeolojik çağın son dönemi) Kuzey ve Güney
Amerika’da büyük memeli hayvanların çoğunun yok olmasıyla Avrasya ile Amerika
toplumları arasında büyük farklar oluştu. Bu hayvanlar eğer yok olmasaydı tarih
belki de başka türlü yazılacaktı. İspanyol Cortes ile yanındaki serüvenciler,
1519’da Meksika kıyılarına ayak bastıklarında evcillleştirilmiş yerli Amerikan
atlarına binmiş binlerce Aztec süvarisi, İspanyolları denize dökebilirdi. Aztec’ler
çiçek hastalığından öleceğine, hastalığa dirençli Aztec’lerin bulaştırdıkları
Amerikan mikroplarıyla İspanyolların kökü kazınabilirdi. Hayvansal güç temeline
dayanan Amerikan uygarlığı kendi fatihlerini Avrupa’yı talan etmeye
gönderebilirdi. Ama binlerce yıl önce
büyük memelilerin yok olmasıyla bu olasılık ortadan kalkmıştı. Bu yok olma
sürecinden sonra Avrasya, Amerika’ya oranla çok daha fazla sayıda (13 çeşit)
büyük memeliye sahip oldu.
Hayvanlar evcilleştirilmeden önce mal ya da insan
taşınacağı zaman, insan sırtında taşınırdı. Evcil memeli büyük hayvanlarla bu
değişti. Atlar, eşekler, yaklar,
rengeyikleri, develer ve lamalar yük taşımakta kullanıldılar. MÖ 4000 yılı
dolaylarında Hint Avrupa dilleri konuşan Ukraynalıların batıya doğru
yayılmalarının gerisindeki asıl askeri etmen atlar olabilir. Hint Avrupa dil
ailesi daha sonra Bask haricinde tüm Batı Avrupa dillerinin yerini aldı. MÖ
1800 dolaylarında atlı savaş arabaları ortaya çıktı ve Yakın Doğu’da, Akdeniz
bölgesinde ve Çin’de giderek savaşları kökünden değiştirdi. Daha ileriki bir
tarihte eyer ve üzengi bulunduktan sonra Hunlar ve onların arkasından Asya
steplerinden dalgalar halinde gelen atlı halklar Batı Roma İmparatorluğunu
yıktılar(MS 472). MS 13.-14.yüzyıllarda Moğol süvarileri Asya ile Rusya’nın
büyük bölümünü istila ettiler. Atların askeri stratejik önemi I.Dünya savaşında kamyonların ve tankların
ortaya çıkışına kadar devam etti. Sonrasında askeri önemlerini kaybettiler.
Buradan da anlaşılacağı gibi at ya da deve gibi büyükbaş hayvanı olan toplumlar
savaşlarda diğerlerine toplumsal üstünlük sağladılar. İspanyollar ile
Amerika’ya gelip, Kuzey ve Güney Amerika’da Avrupalıların kamplarından kaçan
atlar, otuz yıl içinde Amerikalı yerliler tarafından benimsendiler ve
yaygınlaştılar. 19.yüzyılın Great Plain’deki atlı savaşcı yerliler 17.
yüzyıldan önce at yüzü görmemişlerdi.
4. YİYECEK ÜRETİMİNİN BAŞLAMASI
Yeryüzünde yöresel bitkilerin evcilleştirilmesiyle yiyecek üretiminin
birbirinden bağımsız olarak başladığı beş bölge var: Bereketli Hilal, Çin,
Mezoamerika, Güney Amerika And bölgesi, Güney Amerika Amazon bölgesi. Bazı
toplumlar bitkileri ve hayvanları komşu çiftçi toplumlardan aldılar ve tarıma
başladılar, bazı toplumlarda kendi bitkileri ve hayvanlarıyla gelip o yörede
yaşayan avcı/toplayıcı toplumu öldürerek, yerlerinden kovarak bölgeye
yerleştiler.
Mısır halkı komşu Bereketli Hilal’in tarım ürünlerini ve çiftlik
hayvanlarını benimsediler. ABD’nin güneybatı bölgesinin avcıları Meksika’dan
aldıkları tarım bitkileriyle çiftçiliğe başladılar. Orta Avrupa’da yiyecek
üretimi MÖ 6000 - MÖ 3500 yılları arasında Bereketli Hilal’den gelen bitkiler
ve çiftlik hayvanlarıyla başladı. Güney Afrika’nın Cape Town bölgesinin yerli
Koi avcıları Afrika’nın kuzeyinden aldıkları koyun ve ineklerle hayvancılığa
başladılar ama çiftçilik yapmadılar.
Bunun tersi olarak yiyecek üretiminin, kendi tarım ürünleri ve çiftlik
hayvanlarıyla birlikte gelen yabancı insanlarla birdenbire başladığı bölgeler
var. Bu bölgeler arasında Kaliforniya’yı, Kuzey Amerika’nın Büyük Okyanus
kanadının kuzeybatısını, Arjantin pampalarını, Avustralya ve Sibirya’yı
sayabiliriz. Yakın yüzyıllara kadar bu bölgelerde hala avcı/yiyecek
toplayıcılar yaşıyordu. Bu bölgelere gelen ve yanlarında kendi tarım
bitkilerini getiren, geldikten sonra hiçbir yaban türü evcilleştirmeyen Avrupalı
çiftçi ve hayvan yetiştiricileri bu avcıları öldürdü, onlara mikrop bulaştırdı
ve onların yerini aldı.
4.1 İnsanlık Yiyecek üretimine
geçmek için neden MÖ 8500 bekledi?
Önceleri yeryüzündeki bütün insan toplulukları yaban hayvanlar,
topladıkları meyva ve bitkilerle geçiniyorlardı. Bereketli Hilal adı verilen
Akdeniz yerleşim yerlerindeki insanlar yaklaşık MÖ 8500 yılında yiyecek
üretimine geçtiler. Ama iklim açısından benzerlik gösteren Güneybatı Avrupa’nın
Akdeniz kıyısı 3.000 yıl sonra geçti. Kaliforniya’nın, Güneybatı Avustralya’nın
ve Güney Afrika Cape Town bölgesinin Akdeniz doğa özelliklerine sahip
bölgelerindeki yerliler yiyecek üretimine hiç geçemedi. Hatta Bereketli
Hilal’deki insanlar neden MÖ 18500 ya da MÖ 28500 yıllarında yiyecek üretimine
geçmediler de MÖ 8500 yılını beklediler? MÖ 18500 ya da MÖ 28500 yılında
avcılık ve yiyecek toplayıcılığı yeni başlayan yiyecek üretimine göre daha karlıydı,
çünkü;
- Avlanacak hayvanlar boldu ve kolay avlanıyordu.
- Yaban tahıllar henüz yeteri kadar yaygın değildi.
- İnsanlar tahılları uygun bir şekilde toplamak, işlemden geçirmek ve saklamak için gerekli icatları henüz yapmamışlardı.
- Ayrıca insan toplulukları, dönüm başına daha fazla kalori elde etmeyi teşvik edecek düşünce düzeyine henüz ulaşmamıştı.
Bunlardan dolayı yiyecek üretimine başlamak için insanları zorlayan bir
neden yoktu. Ve insanlar gerçekten de MÖ 8500’de şartlar değişinceye kadar
yiyecek üretimine başlamadılar.
Yiyecek üreten ilk topluluklar , üzerinde ağaç yetişmiş toprakları
yeğlediler. İstedikleri kadar ağacı gövdelerinin kabuğunu çepeçevre keserek
kurutmaları güç değildi. Ağaçlar kuruyunca orman toprağı güneş görür oldu.
Böylece kuru ağaç gövdelerinin altındaki yaprakların çürümesiyle oluşan gevşek
toprağa ekilen tohumlar büyüyüp gelişebildi. Sonra alınan iki-üç ürün toprağın
gücünü tükettiğinde, toprağın verimliliğini, kuruyan ağaçlar yakılıp külleri
toprağa yayılarak yenilenebildi. Ormanda tarla açılışından beş on yıl sonra
ilkel çiftçiler buradan ayrıldılar. Küçük toprak parçalarının gücünü
tükettikten sonra , bu tarlaları yeniden ormana, yavaş yavaş önceki durumuna
dönmek üzere bırakıp süreci başka yerlerde yenilediler.
4.2 Yiyecek üretiminin
başlamasına katkıda bulunmuş nedenler
Yiyecek üretiminin ilk evrelerinde insanlar hem yaban yiyecek topluyor
hem de kendileri yetiştiriyorlardı. Tarım ürünlerine bağımlılık arttıkça zaman
içerisinde meyve toplamaktan vazgeçtiler. Yiyecek üretiminin ortaya çıkmasına
katkıda bulunmuş beş ana neden gösterilebilinir.
- Zamanla yaban yiyecek bulmanın güçleşmesi. Son 13.000 yılda avcı/yiyecek toplayıcıların geçim kaynakları giderek azaldığı ya da kalmadığı için avcılık ve yiyecek toplama önemini yitirdi. Pleyistosen dönemi sonunda Amerika’daki büyükbaş memeli hayvanların çoğunun soyu tükendi. Bazıları iklim değişikliği yüzünden ya da avcı insanların avcılıkta ustalaşması ve sayılarının artması yüzünden yok oldular.
- Yaban bitkilerinin daha fazla bulunur olması. Bereketli Hilal’de Pleyistosen bölümün sonunda meydana gelen iklim değişikliğiyle birlikte, yaban tahılların yetiştiği, kısa zamanda büyük hasatların alındığı yerlerin alanı çok genişledi.
- Yiyecek üretimi için gerekli olan yiyecek toplama, işlemden geçirme ve saklama tecrübe ve teknolojilerinin birikmesi. Çakmaktaşından yapılmış tırpanlar, tahıl taşımak için sepetler, değirmen taşları, filizlenmesini engellemek için tahılları kavurarak saklama, erzak saklamak için toprak altında sıvanmış toprak kuyuları.
- Yiyecek üretici toplumların nüfus yoğunlukları daha yüksek olduğu için kolaylıkla avcı/yiyecek toplayıcıların yerlerini almış ya da onları öldürüp yok etmiş olabilirler.
- Yiyecek üretimiyle birlikte nüfusun da artması. Avcılık ve yiyecek toplayıcılığına göre yiyecek üretiminde dönüm başı kullanılabilir kalori ortalaması daha yüksektir. İnsanlar bir kez yiyecek üretmeye başlayıp yerleşik düzene geçince çocuk doğurmalarının arası kısalır, nüfus artar.
Sonuç olarak, dünyanın yiyecek üretimine elverişli bölgelerinin çoğunda
avcı/yiyecek toplayıcılar ya yerlerini yiyecek üreticilerine bırakacaklardı ya
da kendileri avcılığı/yiyecek toplayıcılığını bırakıp yiyecek üretimine
geçeceklerdi. Güçlü coğrafi ve ekolojik
engellerin yiyecek üreticilerinin göçlerini ya da yiyecek üretimi yöntemlerinin
yayılmasını engellediği durumlarda
avcı/yiyecek toplayıcılar, yakın zamanlara kadar var olmaya devam ettiler.
Bunların bilinen en önemli üç örneği:
- Çiftçilerin yaşadığı Arizona’dan çöllerle ayrılmış Kaliforniya’daki avcı/yiyecek toplayıcılar,
- Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğü Güney Afrika’nın Cape Town bölgesinde, en yakın çiftçilerin ekvator kuşağı ürünlerinin yetişmesine elverişli olmayan bir bölgede yaşayan Koisan avcı/yiyecek toplayıcıları,
- Endonezya ve Yeni Gine’nin yiyecek üreticilerinden açık denizle ayrılmış Avustralya kıtalarında yaşayan avcı/yiyecek toplayıcılarıdır.
Avrasya ile Amerika kıtaları bitkisel besin üretimi
bakımından da farklıydı ama bu farklılık hayvansal besin üretimine göre daha az
dikkat çekiciydi. Tarım Amerika kıtalarında da yaygın olarak yapılıyordu ama
avcı/yiyecek toplayıcılar Avrasya’dakilere göre Amerika kıtalarında daha büyük
bir yüzölçümünü kaplıyordu. Amerika kıtasında Kuzey Amerika’nın kuzey bölgesi
(Kanada’nın Great Plains bölgesi), Kuzey Amerika’nın batısı ile Güney
Amerika’nın güneyinde tarım üretimi yapılmıyordu. Avrupalılar geldikten sonra
ABD’nin Büyük Okyanus eyaletlerinin, Kanada’nın buğday kuşağının, Arjantin’in
pampalarının, Şili’nin Akdeniz kuşağının Amerika kıtalarının en verimli
alanları haline gelmesi şaşırtıcıdır. Bu topraklarda daha önce yiyecek
üretiminin olmaması bu yerlerde evcilleştirilebilir yaban bitki ve hayvan
türlerinin az olmasına, Amerika kıtalarının başka yerlerinden buralara gelebilecek
tarım bitkileri ile hayvanların ulaşmasını önleyen coğrafi ve çevresel engellerin
bulunmasına bağlanabilir. Avrupalılar uygun evcil hayvan ve bitki türleri
getirir getirmez bu topraklar yalnızca Avrupa’dan getirilenler için değil, Amerikan
yerli bitkileri için de verimli hale geldi.
Great Plains’in, ABD’nin batı kesiminin, Arjantin pampalarının bazı
yörelerinde Amerikan yerli toplumları atlar konusunda ustalıklarıyla, bazı
yerlerdeyse sığır ve koyun besiciliğiyle ünlendiler. O atlı ova savaşcıları, Navaho koyun çobanları
ve dokumacıları bugün beyaz Amerkalıların kafasındaki Amerikan yerlisinin
resmini çizmektedir ama bu resim ancak 1492’den sonra yaratılmış bir resimdir.
Bu örnekler Amerika kıtalarında büyük arazilerde yiyecek üretimini sürdürmek
için gerekli olup da bulunmayan şeyin evcil hayvanların ve bitkilerin kendisi
olduğunu gösteriyor.
Amerikan tarımı Avrasya tarımı ile karşılaştırıldığında Amerika
aleyhine beş büyük sakınca ortaya çıkar:
- Avrasya’da protein bakımından zengin çeşitli tahıllar yetiştirilmesine karşın Amerika’da büyük oranda protein bakımından zayıf mısır üretiliyordu.
- Amerika’da ekilen ürünün özelliği nedeniyle serpme ekim yapmak yerine tohumların tek tek el ile ekilmesi gerekiyordu.
- Amerika kıtalarında çiftçilerin tarım arazilerini, Kuzey Amerika’daki Great Plains gibi sert toprakları hayvanlarla saban sürerek işlemek yerine bunu kas gücüyle yapmak zorunda kalması,
- Amerika’da toprağın verimini artıracak hayvan gübresinden yoksun olmak,
- Amerika’da ürün hasatı, öğütme, sulama gibi tarım işlerinde hayvan gücü yerine yalnızca insan gücüne dayanmak.
Bu farklardan dolayı 1492’de Avrasya tarımınında Amerikan
tarımına göre ortalama olarak kişi-saat başına daha fazla kalori ve protein
elde ediliyordu.
4.3 Toplumların uygarlık
aşamalarını benimseme tarihleri
Tablo-1’de gösterildiği gibi insanların yiyecek gereksinimini karşılamaya yönelik yiyecek üretimi Avrasya’da, Amerika’dan 5.000 yıl önce başladı. İngiltere’de de yiyecek üretimi ve köy hayatı Bereketli Hilal’den 5.000 yıl sonra başlamasına rağmen diğer gelişmelere daha kısa tarihlerde ulaşıldığı görülüyor. Metal aletlerin yayılışı 2000 yıl sonra gerçekleşmesine rağmen, demir aletlerin yayılışı 250 yıl sürdü.
Tablo-1: Yaklaşık benimsenme tarihleri. Tarihler aksi belirtilmemişse MÖ olarak okunmalı
Tablo-1’de gösterildiği gibi insanların yiyecek gereksinimini karşılamaya yönelik yiyecek üretimi Avrasya’da, Amerika’dan 5.000 yıl önce başladı. İngiltere’de de yiyecek üretimi ve köy hayatı Bereketli Hilal’den 5.000 yıl sonra başlamasına rağmen diğer gelişmelere daha kısa tarihlerde ulaşıldığı görülüyor. Metal aletlerin yayılışı 2000 yıl sonra gerçekleşmesine rağmen, demir aletlerin yayılışı 250 yıl sürdü.
İnsanlar Avrasya’da yaklaşık bir milyon yıldır yaşıyordu. Bu süre Amerika kıtalarındakine göre çok daha uzun bir süreydi. İnsanlar Amerika kıtalarına MÖ 12000 yılında ayak basmışlar, MÖ 11000’de Kanada buz tabakasının güneyine yayılmışlar, MÖ 10000 yılına gelindiğinde Güney Amerika’nın en güney ucuna ulaşmışlardı. Bu tarihten yalnızca 1.500 yıl sonra Bereketli Hilal’de yiyecek üretimi başlamıştı bile.
- Acaba 5.000 yıllık gecikme süresinin büyük bölümü, ilk Amerikalıların yeni karşılaştıkları yerel bitki türlerini, hayvan türlerini, kaya kaynaklarını tanımaları için mi geçmişti? Yeni Zelanda, Yeni Gineli ve Polinezyalı avcı/yiyecek toplayıcılar, çiftçiler bir yüzyıldan daha az bir sürede yararlı kaynakları keşfettiler, yararlı bitki ve hayvanları zararlılardan ayırmayı öğrendiler. Dolayısıyla Amerikan yerlileri de bu öğrenme sürecini makul zaman dilimi içersinde halletmiş olmalı.
- Avrasyalıların teknoloji geliştirmede lider olmasını nasıl açıklayacağız? Bereketli Hilal’in avcı/yiyecek toplayıcıları yaban tahıllardan yararlanmak için geliştirdikleri taştan yapılma orakları, yeraltı depolarını, başka teknolojileri Bereketli Hilal’in ilk tahıl yetiştiren çiftçileri hazır buldular. Oysa Amerika kıtalarına ilk yerleşenler, Sibirya’nın kuzey kutup bölgesi tundralarına uygun araç gereçlerle Alaska’ya geldiler. Yeni karşılaştıkları her doğal çevreye uygun araç gereçleri kendileri icat etmek zorunda kaldılar. Bu teknolojik gecikmenin Amerikan yerlilerinin geride kalmalarına önemli ölçüde etkisi olmuş olabilir.
- Gecikmenin gerisinde yatan daha da açık bir neden evcilleştirilmeye elverişli yaban hayvan ve bitkilerin çeşitliliği olabilir. Amerika kıtalarında evcilleştirmeye elverişli yaban hayvanların eksikliği yüzünden, ilk dönemlerde yiyecek üretimi avcılık ve yiyecek toplayıcılığıyla pek yarışacak durumda değildi. Bu yüzden ilk Amerikan çiftçileri hayvansal protein gereksinimleri için yaban hayvanlara bağımlı kaldılar ve ister istemez avcılık ve yiyecek toplayıcılığını birlikte sürdürdüler. Oysa hem Bereketli Hilal’de hem de Çin’de bitkilerin evcilleştirilmesinin ardından hayvanlar evcilleştirildi ve böylece avcılık ve yiyecek toplayıcılığından vazgeçildi.
- Amerika kıtalarındaki yiyecek üretiminin rekabet gücünün fazla olmamasına, yaban bitkilerin özelliklerinin de katkısı oldu. ABD’nin doğusunda yarım düzüneden az bitki türü evcilleştirilmişti. Bunların arasında küçük tohumlu tahıllar vardı ama büyük tohumlu tahıllar, baklagiller, lifli bitkiler, meyveler, küçük kabuklu yemişler yoktu. Bereketli Hilal’in yaban buğdayı ve arpası pek az değişiklik geçirerek ve birkaç yüzyıl içinde evrimleşerek tarım bitkisi haline gelirken, Mezoamerika’nın başlıca besin kaynağı olan mısırın yaban Euchlaena Mexicana’dan evrimleşmesi için binlerce yıl geçmesi, tohumlarının kaya gibi sert kabuklarını kaybetmesi, koçan büyüklüğünün ciddi oranda büyümesi gerekiyordu.
Yiyecek üretimi ABD’nin güneybatısından ve Mississippi
Vadisi’nden Kaliforniya’ya ya da Oregon’a asla yayılamadı. Oradaki yerli
Amerikan toplumları sırf uygun evcillere sahip olmadıkları için avcı/yiyecek
toplayıcı olarak kaldılar. Andlar’ın yüksek ovalarındaki lama, kobay, patates
asla Meksika’nın yüksek ovalarına ulaşmadı. Böylece Mezoamerika ile Kuzey
Amerika, köpek dışında evcil memeli hayvansız kaldılar. Doğu ABD’nin evcil
ayçiçeği de Mezoamerika’ya ulaşamadı. Mezoamerika’nın evcil hindisi ise Güney
Amerika’ya ya da Doğu ABD’ye gelemedi. Mezoamerika’nın mısırının Meksika’daki çiftlik
arazilerinden Doğu ABD’ye ulaşması için aradaki 1.000 kilometreyi aşması 3.000
yıl, fasulyeninki ise 4.000 yıl sürdü. Mısır ABD’ye ulaştıktan sonra, Kuzey
Amerika ikliminde verimli olacak bir mısır türünün oluşması için aradan yedi yüzyıl
daha geçti. Mısırın, fasulyenin, balkabağının Mezoamerika’dan ABD’nin
güneybatısına yayılması birkaç bin yılı almış olabilir. Bereketli Hilal’deki
tarım bitkileri yeterince hızlı bir biçimde doğuya ve batıya yayılıp, evcilleştirme
süreci geçirmeden yaygınlaşırken Amerika kıtalarındaki bitkiler engeller
yüzünden sıfırdan evcilleştirildiler ve dolayısıyla buralarda yaşayan insanlar yüzlerce
yıl zaman kaybettiler.
Bitki ve hayvanların yayılmasının önündeki engeller, diğer
gelişmelerin de yayyılmasını engelledi. Doğu Akdeniz kaynaklı olan ilk
alfabeler, Çince yazı sisteminin türevlerinin egemen olduğu Doğu Asya dışında,
İngiltere’den Endonezya’ya kadar bütün toplumlara yayıldı. Bunun tam tersine
Yeni Dünya’da bir tek Mezoamerika’da görülen yazı sistemi Andlar’ın ve Doğu
ABD’nin toplumlarına yayılamadı. Mezoamerika’da çocuk oyuncaklarının bir
parçası olarak icat edilen tekerlek Andlar’da evcilleştirilmiş olan lamayla
buluşup da Yeni Dünya’ya tekerlikli bir taşıt aracı kazandıramadı. Eski
Dünya’da Büyük İskender’in Makedonya İmparatorluğu’nun, Roma İmparatorluğu’nun
doğu-batı yönündeki genişliği 4.500 kilometreden fazlaydı, Moğol
İmparatorluğu’nun ise 9.500 kilometreden fazla. Hükmettikleri coğrafya üzerinde
sıkı bir iletişim ağı kurmuşlardı. Ama Mezoamerika’daki imparatorluklarla
devletlerin, 1.000 kilometre kuzeylerinde Doğu ABD’deki yerli şefliklerle, 2.000
kilometre güneyde Andlar’daki devletler ve imparatorluklarla ne siyasal bir
ilişkisi vardı ne de varlıklarından haberdardılar.
4.4 Bilinen İlk Uygarlık - Sümerler
Dünyanın bilinen en eski uygarlığı Fırat ve Dicle ırmaklarının aşağı
kıvrımları boyunca uzanan düz alüvyon ovası üzerinde uzanan Sümer ülkesinde
doğdu. Her yıl yenilenen ırmak milinden bol ürün alınabilmesi için ilkel tarım
tekniklerinin kökten değiştirilmesi gerekti. Ortadoğunun ormanlık tepelerine
yaz başlarında gelişen ekinlere hasat zamanına kadar yetecek yağmur yağıyordu.
Ama yaz boyunca hemen hemen hiç yağmur yağmayan güneyde durum farklıydı. Böyle
olunca hasat ancak ırmak sularının ekinleri sulamak üzere tarlalara
getirilmesiyle güvence altına alınabilirdi. Ne varki sulama kanallarının,
setlerin yapımı ve bakımı binlerce kişinin birlikte çalışmasını ve sıkı bir
toplumsal disiplin gerektiriyordu. Bu ana kadar herkez eşit ve özgürdü.
Törensel ve dinsel faaliyetler dışında örgütlü işbirliğine gereksinim
duyulmamıştı. Bu basit toplumsal yapı, ırmak kıyısı ortamında kökten değişti.
Irmak sularının denetlenmesi işinin büyük ölçüde insan çabasını gerektirmesi,
halkın çoğunluğunun emeğinin bir tür seçkin yöneticiler tarafından
yönetilmesini gerektirdi. Bu seçkin yönetici sınıfın nasıl doğduğu belli değil.
Bir topluluğun bir başka topluluğu fethedişi, toplumu efendiler ile
hizmetçiler, işleri yönetenler ile yönetilenler olarak bölmüş olabilir.
Doğaüstü uzmanları (Büyücüler, Şamanlar, din adamları) gittikçe gelişen bir
görevsel uzmanlaşma sürecini başlatmış olabilir.
Çiftçiler kentlerindeki Tapınağın yiyecek, giyecek ve öteki
gereksinimlerini karşılamak zorundaydı. Bu da yılın bir bölümünde tanrı adına çalışmak
demekti. Bu yolla toplanan tahıl, tanrının özel hizmetçilerinin, yani
rahiplerin yönetimi altında yürütülen işlerde çalışanlara karşılık olarak ödenirdi.
Bu sistem, tüm becerilerini Tanrıyı hoşnut hoşnut edebilecek bir seviyede beslemek,
giydirmek, eğlendirmek ve ona tapınılmasını sağlamak yolunda kullanılan çok
çeşitli sanatçıların-dansçıların, şarkıcıların,sarrafların, aşçıların,
doğramacıların, giysicilerin- uzmanlaşmasına da olanak verdi. Bu uzmanlar artık
zamanlarını yiyecek üretmek için harcamak zorunda olmadıklarından, insanların o
zamana değin ulaşabildiğinden çok daha yüksek becerilere ve bilgilere sahip
olabildiler. Böylece uygarlık, Dicle-Fırat Vadisi’nin aşağı bölgelerinde ilk
yerleşimlerin görüldüğü MÖ 4000 dolaylarından, Sümer kültürünün toplumsal ve
düşünsel yönlerini yer yer aydınlatmaya başlayan yazılı kayıtların görüldüğü MÖ
3000 yıllarına dek, bin yıl gibi bir süre içinde ortaya çıkmış oldu.
Sümerler, tunç metalurjisi, karasaban, çarkta yapılmış çömlek kaplar,
tekerlekli araçlar, suda yüzen tekneler, anıtsal yapılar, yontuculuk,
yünlülerin dokunup boyanması gibi teknolojik icatları yapmışlardı. Ölçme
sanatında çok ileri gitmişlerdi. Kanalların, bentlerin, anıtsal tapınakların
yapılması içn gereken kesin ölçümleri yapabiliyorlardı. Zamanın ölçülmesi
doğrudan tarım zamanlamasını belirlediği için çok daha yaşamsal bir önem
taşıyordu. Ayın büyümesi ve küçülmesi zaman geçişinin en göze çarpan
göstergesiydi. Rahipler güneş ve ayın hareketlerini inceleyerek takvim
geliştirdiler.
5. AMERİKAN YERLEŞİK
HAYATI VE AİLEDE KADININ ROLÜNÜN DEĞİŞİMİ
5.1 Avrasyalıların
alıştıklarının dışında bir toplum Amerikan yerlileri
ABD’nin kuzeyinde yaşayan yerliler topuzlarını, mızrak uçlarını taştan, kemikten yapıyorlardı. Demirin ne olduğunu henüz bilmiyor, çiftçilik ile uğraşıp mısır ekiyor, kabak, bakla, tütün yetiştiriyorlardı. Çiftçilik dışındaki başlıca işleri avcılıktı. Ahşap evlerde yaşıyor, köylerini çitle sarıyorlardı. Daha güneyde Meksika’da yaşayan yerlilerin ahşap ve kemikten aletleri, altından süs eşyaları, kerpiçten yapılmış, alçıyla sıvanmış büyük evleri vardı.
Amerikan yerlilerinin uzun evi
Yeni Dünya’da para, tüccar, zengin ve fakir yoktu. Yerliler
arasında altının ne olduğunu bilen kabileler vardı ama onlarında altının değeri
konusunda bir fikirleri yoktu. Columbus’un ilk gördüğü yerlilerin burunlarında
ve boyunlarında altın gerdanlıklar vardı. Yerliler bu değerli süs eşyalarını
boncuk, cam gibi değersiz eşyalarla hemen değişiyorlardı.
Eski Dünya’dan gelenler, dünyada yaşayan insanların köle ve
efendilere, ağa ve köylülere ayrılmalarına alışmışlardı, burada nedense herkes
eşitti. Amerika’da düşman esir edilirse ne köle ne de uşak yapılır ya öldürülür
ya da evlatlığa alınırdı. Burada kişilere ait evler, şatolar, çiftlikler yoktu.
İnsanlar uzun ev denilen ortak evlerde, tüm soy birlikte yaşardı. Erzak
stokları ortaktı. Toprak bireylerin değil bütün kabilenin malıydı. Tarlada
çalışan köleler yoktu. Yaşayanların hepsi özgürdü. Derebeylik düzeninde yaşayan
Avrupalılar için bunlar çoktan unuttukları yaşam tarzlarıydı. Avrasya’da
imparatorlar, krallar, prensler vardı. Burada kabilenin işlerini, bütün kabile
huzurunda şefler kurulu çözümlerdi. Bir kimse gösterdiği bir yararlıktan ötürü
şefler kuruluna seçilir, fakat işini iyi yapamazsa görevden alınırdı. Şefliğe
seçilen soydaşlarını mutlakiyetle yönetemezdi. Zaten şef kendi dillerinde hatip
demekti. Şefi seçme işi kadınların elindeydi.
Eski Dünya’da devletin başkanı kral, ailenin reisi de
babaydı. Toplumun en büyüğü devlet en küçüğüyse aileydi. Kral uyruklarını baba
da evlatlarını yargılar gerekirse cezalandırırdı. Kral oğluna ülkeyi, baba da
oğluna mülkünü miras bırakırdı. Yeni
Dünya’da ise babanın çocuklar üzerinde hiçbir nüfusu yoktu. Çocuklar analarınındı
ve onların yanında kalırdı. Uzun evde herşeyi kadınlar idare ederdi. Avrasya’da
erkek çocuklar evde kalır, kız çocuklar ise kocaya giderdi. Burada ise tam
tersine erkek kadını değil, kadın erkeği evine alırdı. Evin efendisi kadındı.
Avrasya’da çocuklar babaların soyadlarını, buradaysa analarının soyadlarını
alırlardı. Zaman zaman yerli kabilelerde aralarında savaşırlardı. Fakat yenen
kabile yenilen kabile halkını köleye çevirmez, onlara kendi düzenlerini kabul
ettirmez, şeflerini değiştirmezdi. Sadace haraç almakla yetinirdi.
5.2 Ailede egemenliğin
kadından erkeğe geçmesi
Dünyada eski zamandan beri kadınlar toprak işiyle uğraşır,
erkekler de avcılık yapar ya da hayvan güderdi. Kabilede hayvan sayısı az
olduğu sürece kadının yaptığı iş yani çiftçilik, daha önemliydi. Et çok seyrek
yenir, süt içilmezdi. Kadınların ürettiği yiyecek olmazsa, evde yiyecek bir şey
yok demekti. Evin efendisi kadınlar olduğu için evi kadınlar idare ederdi.
Fakat her yerde durum böyle değildi. Step bölgelerinde
hububat iyi yetişmiyordu. Step yaban otları yerlerini hububata bırakmak
istemiyordu, kökleriyle toprağa sımsıkı tutunmuşlardı. Onların kapladığı
sertleşmiş toprağı tahtadan çapayla kazmak zordu. Tırmığa 3-4 kadın koşulduğu
halde yine de tırmık toprağı ancak üstünkörü kabartabilirdi. İyice
kabartılmamış toprağa ekilen tohumu ya güneş kavurur, yada kuşlar yerdi.
Kuraklık da bir kısım ürünün yeşermesine izin vermez ama yabanıl otlara birşey
yapmazdı. Ürünleri toplama vakti gelince neredeyse biçilecek bir şey kalmazdı.
Yabanıl otlar egmenliklerini sürdürürdü. Bu şartlarda ekim yapmanın emek
sarfetmenin ne gereği vardı. Fakat insanın yabanıl ot diye hor baktığı otlar
hayvanlar için yemdi. Steplerde inek ve koyunlar doya doya otlayabilirdi. Step
onlar için bereketli bir sofraydı. Son buzul çağından sonra iklim ılımanlaşmış
heryeri otlar kaplamıştı. Yıllar geçtikçe üretilen hayvan sayısı arttı. Artık erkek
avcılığı bırakmış sürüyü gütmeye, çobanlığa başlamıştı. Evcil hayvanlar insana
daha çok süt, et, yün veriyordu. Ekmek yetmiyordu ama bol bol koyun peyniri
vardı. Koyun etinden yemekler pişiriliyordu. Daha fazla protein ile beslenen
insanın gelişimi de hızlandı. Bozkırda çobanın, yani erkeğin emeği kadına
oranla daha fazla önem kazanmaya başladı. Çok geçmeden kuzey steplerinde erkek,
kadını ikincil plana attı. Kuzeyde yaşayan değişim toplumlardan toplumlara
geçerek tüm dünyaya yayıldı.
İsveç’te kaya üzerine çizilmiş bir resimde çiftçi,
öküzlerin çektiği sabanın arkasından gidiyor. İnsan öküze boyunduruk vurarak
kendi işini ona yüklemiş. Önceleri yalnızca etini, sütünü, derisini veren
hayvan artık gücünü de vermeye başlamıştı. Öküzün çektiği saban toprağı daha
derinden kazıyor, toprağı havalandırıyor, ekilen ürünün güneşten kavrulmasını,
kuşların yemesini engelliyordu. Tarımda verimi artırmıştı. Hayvan hem toprağı
sürüyor, hem harmanı dövüyor hemde ürünü taşıyordu. Hayvancılık da çiftçiliğe
yardımcı olmuştu.
Erkek hayvan gütmekle başladığı serüveninde yavaş yavaş
çiftçi oluyor evdeki ekonomik gücü de artıyordu. Kadının işi de az değildi.
Kumaş dokumak, yün eğirmek, ürünü toplamak, yemek yapmak, çocuklara bakmak onun
göreviydi ama ailede eski etkinliği kalmamıştı. Hayvancılıkta ve çiftçilikte
baş yeri erkek almıştı. Önceleri kadın evleneceği erkeği evine alırdı, şimdiyse
erkek kadını evine almaya başlamıştı. Devir değişmişti.
6. AVRASYA
TOPLUMLARININ AMERİKA’YI FETHİNİN ARKASINDAN YATAN ANA NEDENLER
Avrasya ile Amerika toplumları arasında yiyecek üretiminde farklar
vardı ama bu fark toplumlar arasındaki eşitsizliklerin en gerisinde yatan
nedeni oluşturuyor. Amerika kıtalarının Avrasyalılar tarafından fethinin
nedenlerinin en önemlileri:
- Mikroplar
- Teknolojik farklar
- Siyasal örgütlenme
- Dil ve Yazı
- Yeni ticaret yolları
6.1 Mikroplar
Evcil hayvanlara sahip toplumlarda ortaya çıkan,
çiçek, kızamık, grip gibi insanlara bulaşan mikroplar, aslında hayvanlarda
görülen hastalıkların mutasyona uğramış şekilleriydi. Başlangıçta hayvanlardan
insanlara geçen bu mikroplara binlerce yıl içinde insan vücudu bağışıklık
geliştirmişti. Hayvanları evcilleştiren ilk insanlar bu mikroplara maruz
kalmışlar daha sonraki nesillerin dayanıklıkları artmıştı. Daha önce bu mikrobu
hiç almamış insanlar mikrobu aldıklarında %99 öldüler. Böylece evcil
hayvanlardan alınan mikroplar, Amerikan yerlilerini, Avustralyalıları, Güney
Afrikalıları, Büyük Okyanus halklarını Avrupalıların egemenlikleri altına
almalarını kolaylaştırdı.
Hayvanlardan geçen ölümcül hastalıklar
Kalabalık Avrasya toplumlarında periyodik olarak görülen ve
sonuçta pek çok Avrupalının bağışıklık ya da genetik direnç kazandığı, salgın
hastalıklar arasında tarihin en öldürücü hastalıkları vardı: Çiçek, kızamık, grip,
veba, verem, tifüs, kolera, sıtma. Bu ürkütücü listeye karşılık Columbus öncesi
yerli Amerikan toplumlarına mal edilebilecek tek bulaşıcı hastalık frengiydi.
Kıtalar arasında zararlı mikropların bulunması bakımından
ortaya çıkan bu fark, yararlı hayvan varlığından doğdu. Kalabalık insan toplumlarında görülen bulaşıcı
hastalıkların nedeni olan mikropların çoğu, 10.000 yıl önce çifticilerin evcil
hayvanlarında bulunan mikropların evrimleşmesi sonunda türedi. Avrasya’da pek
çok evcil hayvan türü vardı, bu yüzden de pek çok mikrop gelişmişti, oysa
Amerika kıtalarında hayvanların da mikroplarında çeşitliliği azdı. Neden yerli
Amerikan toplumlarında Avrasya’ya oranla çok daha az çeşitlilikte ölümcül
mikrop üredi ?
- Salgın hastalıklar için eşi bulunmaz bir üreme alanı oluşturan köyler, Amerika kıtalarında Avrasya’dan beş bin yıl sonra ortaya çıkmıştı.
- Yeni Dünya’da şehirli toplumları barındıran üç bölge arasında (And’lar, Mezoamerika, ABD’nin güneydoğusu), Asya’dan Avrupa’ya vebanın, gribin, çiçeğin gelmesine yol açan sıklıkta ve büyük hacimde bir ticaret asla olmamıştı.
Mikroplar değişik şekillerde bulaşırlar. Bazıları
hayvandan hayvanı yiyene geçerler. Bazıları ise böceklerin ısırması ya da
tükürüğüyle diğer insana geçerler. Grip boğmaca gibi insanı hapşırtarak
öksürterek bulaşan hastalıklarda vardır. İnsan direnci vücut ısısını
yükselterek mikropları yakıp öldürmeye çalışır. Kanımızdaki akyuvarlar diğer
hücrelerimizdeki yabancı mikropları arar bulur ve yok ederler. Bizi hasta eden
mikroba karşı geliştirdiğimiz antikorlar bizim yeniden o mikroba karşı hasta
olmamızı önler. İnsanlık tarihinin en büyük salgını I.Dünya savaşında 21 milyon
insanın ölümüne yol açan grip salgınıydı. Kara ölüm veba 1346-1352 yılları
arasında Avrupa nüfusunun dörtte birini yok etti. Bazı kentlerde ölüm oranı %70
di.
Tanıdığımız bulaşıcı hastalıkların çoğu yakın
tarihlerde ortaya çıkmıştır. Çiçek hastalığı MÖ 1600, kabakulak MÖ 400, cüzzam
MÖ 200, çocuk felci MS 1840, AIDS 1959 de ortaya çıkmıştır. Romalılar döneminde
ticaret filolarının yaygınlaşmasıyla mikropların taşınması daha da kolaylaştı.
Veba ve çiçek hastalığı bu yolla her yere ulaştı. 20. yüzyıla kadar kentlerde
insanlar öldükçe nüfusu artırmak için köylerden sağlıklı insanlar kentlere
geldiler. 20. yüzyıldan sonra kentlerin nüfusu durağan hale geldi.
Cortes, 1519 yılında 600 İspanyol ile Meksika kıyılarına çıktığında
Meksika’nın nüfusu 20 milyondu. Cortes Aztec’leri ele geçirirken adamlarının
yalnızca 400’ünü kaybetmiş karşılığında koca bir imparatorluğu almıştı. Ama aslında
Aztec’leri esas yenen İspanyolların güçlü silahları değil mikroplardı. 1520’de
İspanyollar tarafından Meksika’ya getirilen çiçek mikrobu taşıyan bir köle, bu
hastalığı Yeni Dünya’ya taşıdı. İmparatorları dahil milyonlarca Aztec’li bu
hastalıktan öldüler. Sanki İspanyolların yenilmezliğini ilan eder gibi onlara
dokunmayan bu hastalık Aztec’leri kırdı geçirdi. Bu olay karşısında iyice
morallleri tükenen Aztec’ler direnmeyi bıraktılar. Daha önce 20 milyon olan
Meksika’nın nüfusu 1618’de 1.6 milyona düşmüştü.
Benzer bir olay 1531’de İnka İmparatorluğu’nunda
başına geldi. Az sayıda adamıyla Peru kıyılarına ayak basan Pizarro, nüfusu
milyonları bulan İnka İmparatorluğu’nu ele geçirdi. Bu başarının altında da
1526’da bu topraklara gelen çiçek hastalığı vardı. İnka İmparatorluğu’nun büyük
bir bölümü İmparatorları dahil kısa bir sürede ölmüştü. İmparatorun oğulları
taht kavgasına başlayınca durumdan yararlanan İspanyol Pizarro İnka İmparatorluğunu
ele geçirdi. Hispaniola’nın (Haiti ve Dominik) 1492’de Columbus geldiğinde 8
milyon olan nüfusu, 1535’te sıfıra düşmüştü.
1540 yılında İspanyol Hernando de Soto ABD’nin güney
doğu bölgesinde işgal amaçlı ilerlerken, içinde hiçkimsenin yaşamadığı
boşaltılmış köyler gördü. Çiçek hastalığı istilacılardan hızlı davranıp ülkeyi
teslim almaya başlamıştı bile. 1600’lerin sonlarında Fransız göçmenler Aşağı
Mississipi’ye geldiklerinde daha önceden buralarda yaşayan büyük yerli
kasabalarının hepsi yok olmuştu.
Dünyanın tropik kuşağında sıtma, Güneydoğu Asya’nın
tropik bölgelerinde kolera,, tropik Afrika’da sarıhumma bir zamanlar bu
bölgelerin dışında yaşayan insanlar için ciddi tehlike arz eden hastalıklardı.
Avrupalıların bu bölgeleri sömürgeleştirmelerinin önündeki en önemli engel bu
hastalıklardı. Zaten bu bölgeler Yeni Dünya işgal edilip, bölüşüldükten ancak
400 sene sonra sömürgeleştirilebildiler.
6.2 Teknolojik
Farklar
Avrupa’nın Amerika kıtalarını istilasının gerisinde yatan
ve mikroplar kadar önemli olan bir diğer konuda teknolojidir. İki kıta
arasındaki farklılığın nedeni Avrasya’nın yiyecek üretimine dayalı, kalabalık
nüfuslu, ekonomik anlamda uzmanlaşmış, siyasi anlamda merkezileşmiş, karşılıklı
etkileşim ve yarışma içindeki toplumlarının çok daha uzun bir geçmişlerinin
olmasından kaynaklanmaktadır. Teknolojik farklar beş grupta açıklanabilir.
6.2.1 Metal Aletler
Bütün
gelişmiş Avrasya toplumlarında 1492 yılına gelindiğinde aletler metalden
yapılıyordu. İnsanlık metal serüvenine önce bakır aletler ile başlamış, daha
sonra bronza geçmiş ve son olarak da demir kullanmıştı. Oysa Andlar’da ve Amerika kıtalarının çeşitli yerlerinde
yerliler süs olarak altın, gümüş, bakır kullanılmasına karşın iş aletlerini metalden
değil hala taş, tahta ve kemikten yapıyordu.
6.2.2 Askeri teknoloji
İnsanlar
metal olarak ilk bakır ile ilgilenmişlerdi. İşlemesi en kolay olanıydı ve
doğada cevher olarak bulunuyordu. Zamanla daha fazla metal için yer altında
maden ocakları açtılar. Maden cevheri taşlardan kazmalarla parçalanarak
çıkarılır. Bu işi kolaylaştırmak için ateşten ve sudan yararlandılar. Maden
ceheri içeren taşı daha kolay parçalayabilmek için maden de ateş yakılır, taş
kızıncada üzerine su dökülürdü. Suyun buhara dönüşmesiyle taş çatlayarak parça
parça olurdu. Çıkarılan bakır cevherinin kalıba kolay dökülebilmesi için maden
sağlam olmalıydı. Bunun için bakıra kalay karıştırılırdı. Oluşan yeni metal bakırdan
daha sağlam olan tunçtu. Avrasya uygarlıkları ise demir çağını geçeli çok
olmuştu. Çelik revaçtaydı. Tüm araç gereçlerini uygun metallerden yapıyordu.
Amerikan toplumlarında ise demir şöyle dursun bakırı bile işleyemiyordu.
Askeri
teknoloji, Avrasya’da Amerika kıtalarındakine göre çok daha güçlüydü. Avrupa
silahları çelik kılıçlar, mızraklar, küçük ateşli silahlar, ağır toplardan
oluşuyor, savaşçılar çelikten yapılmış ya da zincirden örülmüş zırhlar,
miğferler giyiyorlardı. Amerikan yerlileriyse taştan ya da tahtadan yapılmış
sopalar, baltalar, sapanlar, ok ve yaylar, yün ya da pamuklu yorgan gibi
zırhlar, yani çok daha etkisiz silahlar kullanıyordu. Üstelik Amerikan
yerlilerinin ordularında atlara karşı koyabilecek hiçbir hayvan yoktu. Hızlı
ulaşım ve saldırılar için çok önemli olan atlar, Avrupalılara ezici bir üstünlük
sağlamıştı.
6.2.3 Kas gücüne karşılık hayvan,
su, rüzgar gücü
Avrasyalılar makineleri işletecek gücü sağlayan kaynaklar
bakımından büyük bir üstünlüğe sahiptiler. İnsanın kas gücü yerine sığırları,
atları, eşekleri saban sürmede, buğday öğütmek için değirmen taşlarını döndürmede,
su çıkarmada kullanmaya başlayarak ilk adımı atmışlardı. Su dolapları
Archimed’in tasarımıyla Romalılar zamanında ortaya çıkmış, daha sonra gelgit
değirmenleri, yel değirmenleriyle birlikte ortaçağda iyice yaygılaşmıştı. Su ve
rüzgar gücünü işe koşan bu makineler, dişli çark sistemiyle birlikte yalnız
buğday öğütmekte, su çıkarmakta kullanılmadı, şeker ezmek, maden eritme ocağı
körüklerini çalıştırmak, madenleri toz haline getirmek, zeytinyağı çıkarmak,
tuz üretmek gibi pek çok üretim amacına hizmet edecek şekilde kullanıldı.
Avrasya’da 1492’de hayvan, su, rüzgar gücünün kullanıldığı bütün işler Amerika
kıtalarında hala insan kol gücüyle yapılıyordu.
6.2.4 Tekerlek ve araba
Amerika’da
tekerlek güç dönüşümünde kullanılmaya başlamadan
çok önce tekerlek Avrasya kara taşımacılığının temel dayanağı hale gelmişti. Tekerlek
yalnızca hayvanların çektiği arabalarda kullanılmakla kalmıyor, insanın çektiği
çok daha ağır yükleri taşıyabilecekleri arabalarda da kullanılıyordu. Tekerlekler
Avrasya’da çömlek yapımında ve saatlerde de kullanılmıştı. Amerika kıtalarında
ise bu tür işlerin hiçbirinde tekerlek kullanılmıyordu. Yalnızca Meksika’da tekerleğin
seramik oyuncaklarda kullanıldığı mezar kazılarında görülmüştü. Tekerleği
keşfedebilmişler ama ondan araba yapamamışlardı.
İlk tekerleğin Mezopotamya’da MÖ 5000’lerde bulunduğu sanılıyor. Ancak
o dönemde tekerleğin seramik kap yapmak için seramikçi çarkı olarak
kullanıldığı kabul ediliyor. Taşımacılık amacıyla tekerlek ilk kez, Sümerler’in
M.Ö. 3000’de geliştirdiği kağnıda kullanıldı. Sümerler iki tekerlekli savaş
arabasını M.Ö.2800’de geliştirdi. Dört tekerlekli arabalar M.Ö.2500’de yapıldı.
O dönemde tekerlekler, kağnı tekerleği gibi düz keresteden yapılırdı.
Günümüzdeki at arabalarında kullanılan tekerlek parmağı, M.Ö. 2000’de icat
edildi. Parmaklı tekerlekler hafif olduğu için önce savaş arabalarında ardından
da yük arabalarında kullanıldı.
Tekerleğin icadından önce, yükler insan sırtında taşınırdı. Hayvanlar
ehlileştirilince hayvan sırtında taşındı. Küçük köy ve kentler kurulunca
insanların taşıma ihtiyaçları da arttı. Ağır kaya ve kütükleri, hayvan sırtında
taşımak mümkün olmuyordu. Yük taşımak için üç önemli buluş yapılmıştı.
- Birinci buluş, büyük ve ağır yükleri ağaç kütükleri üzerinde kaydırmaktı.
- İkinci buluş, Buzul Çağı sonuna doğru kullanılan kızaktı.
- Üçüncü buluş, ağaçtan yapılmış merdiven benzeri bir aracın üzerine yük koyup, ön ucunu havaya kaldırıp arka ucunu yerde sürükleyerek çekmekti. Daha sonra, bu aracın ön kısmı bir sığırın sırtına bağlanarak çekilmeye başlandı.
Bu yöntem, ABD’de kızılderililer tarafından son yüzyıla kadar
kullanılmaktaydı. Merdivenin üzerindeki yük çok ağır olunca merdivenin altına
kütükler konularak ağır yükler kolayca taşındı. İnsan gücü yetersiz kalınca,
altına kütük konulan merdivenler hayvanlara çektirildi.
Sümerler, merdivenin altına kütük koyarak yük taşıyordu, ancak merdiven
ilerledikçe arkadan çıkan kütüğün tekrar öne konulması pratik değildi.
Merdivenin altındaki kütüklerin zamanla aşınması ve kütük döndükçe oyuğun
derinleşmesi, tekerlekle arabayı birleştirme fikrini doğurdu. Kütükten kesilen
daire şeklindeki parçalar, sığırlar tarafından çekilen merdiven şeklindeki
taşıma aracının arka ucuna takıldı. Böylece Sümerler ilk kağnıyı icat etmiş oldu.
Kağnıyı sığırlar çektiği için hız çok yavaştı ama ağır yükleri taşımak da
kolaylaşmıştı. Sümerler kağnıyı geliştirip savaş arabası yaptığında, sığır
yerine atları kullanmaya başladılar. Böylece savaşçılar çok hızlı hareket etme
şansına kavuştu. M.Ö.2500’de dört tekerlekli ve iki atla çekilen Sümer savaş
arabaları kullanıma girdi. Ancak bu arabalara hala kağnı tekerleği takıldığı
için arabalar ağırdı. Sümerler M.Ö.2000’de günümüzde de kullanılan parmaklı
tekerleği icat ederek arabaları hafifletti.
6.2.5 Gemi teknolojisi
Pek çok Avrasya toplumunun büyük gemileri vardı. Bazıları rüzgara karşı yol alabiliyor, okyanusları aşabiliyordu. Sekstan, manyetik pusula, kıç dümenleri vardı ve toplarla donatılmıştı. Bu özellikler taşıyan Avrasya gemileri hacim, hız, hareket yeteneği ve denize dayanıklılık bakımından Yeni Dünya’nın en gelişmiş And ve Mezoamerika toplumları arasında ticareti yürütmekte kullanılan sallardan çok üstündü.
İlk
yelkenliler Akdeniz’de, birçok kalın kirişin yanyana bağlanmasıyla yapılıp,
ortasına tek bir dört köşe yelkenin
yerleştirildiği kısa direkli teknelerdi. Bilinen en eski gemi, Mısır Firavunu Keops'un
(MÖ 2589-2566) cenaze töreni için yapılmış teknedir.
Mısırlılar ayrıca, geminin ortasına
diktikleri direğe dikdörtgen biçiminde bir yelken basarak, rüzgarın doğal
gücünden de yararlanmışlardır.
solda Roma sağda Yunan dönemi gemileri
MÖ 1000'den 250'ye kadar Akdeniz kıyılarına egemen olan Fenikeliler, Mısırlıların gemi tasarımını
geliştirmişler, yaklaşık 30 metrelik tekneler yapmışlardı. Geminin çatısı bir
omurgadan oluşuyordu. Omurga kalaslarla kaplanıp, üstü de ziftle sıvanarak,
iskelet su geçirmez bir tekneye dönüştürüldü. MÖ 450'den sonra gemilerin yük
taşıma kapasitesi arttırıldı. Gemilerde her biri yelkenli iki direk
kullanılmaya başlandı. Romalılar
yolcuları ve personeli yükten ayrı tutmak amacıyla, gemilerine güverte yapmaya
da başlamışlardı.
Çinliler junk adını verdikleri değişik
bir tekne tasarımı geliştirdiler. İçleri oyulmuş iki kanoyu birleştirerek, altı
düz omurgasız bir gövde ortaya çıkardılar. Çinliler MÖ 250'den itibaren, baş ve
kıç yelkenini kullanmaya başladılar. Sonradan
güverteli ve çok daha büyük gemiler yapıp kamaralara böldüler (Avrupa’da birkaç
yüzyıl sonra gerçekleşecektir). Çinlilerin denizcilik alanında en büyük
buluşları kuvvetlendirilmiş hasır yelkendi. Bu yelkenler, rüzgarın şiddetine
göre jaluzi gibi çekilip indirilebiliyor, gemi her havada yol alabiliyordu.
MS
7.yüzyıl'da Vikinglerin denizaşırı
akınlarını gerçekleştirdikleri tekneler uzun ve dardı. Bazen küreklerle
yürütülen bu tekneler, genellikle tek, büyük kare yelkenle yönetiliyordu.
Yüzyıl sonra Viking gemileri, 25 metre uzunluğundaydı, baş ve kıç görkemli bir
kıvrımla yükseltilmişti. Bu dönemde yelken küreğin yerini aldı. 12. yüzyıl'da
dümen gemilerin yönetimini büyük ölçüde kolaylaştırdı. Bu gelişmeleri direk ve
yelken sayısının artırılması izledi.
Kadırga, daha
çok Akdeniz'de kullanılan çektiri tipi bir savaş gemisi. Yukarıda Venedik kadırgası görülüyor. 8. Yüzyıldan
17. Yüzyıla kadar Akdeniz'de deniz savaşlarında kullanıldı. İlkçağlardan beri
kullanılan gemi modelinin geliştirilmiş şekliydi. Asıl hareket mekanizması
kürektir ve yelken buna yardımcı olması için tasarlanmıştır. Bir dönem
Akdeniz’i iç göl haline getiren Osmanlı donanması kadırgalardan oluşurdu. Standart bir Osmanlı kadırgası 40 metre
boyunda 7-8 metre genişliğinde ve 24 oturaklıdır. Bir ya da iki üçgen yelkenle
hareket eder. Osmanlı donanmasında özellikle 16. yüzyılda Türk donanmasının
altın çağında asıl savaş gemisi konumundadır.
13. yüzyıl'da Akdeniz'in kıyılarındaki gemicilikte daha
ileri ülkeler, iki güverteli, ince gövdeli karavelayı geliştirmişlerdi.
Başlangıçta, iki direk üstüne Latin yelkeni donanımlı olan karavela, kısa
sürede üç direkli oldu. İlk iki direkte kare yelkenler, üçüncüsünde Latin
yelkeni kullanılıyordu. 14. yüzyıl'da küçük bir ticaret gemisi olarak ortaya
çıkan karavela (karavel), Portekizliler tarafından daha büyük bir okyanus
gemisi niteliğinde geliştirilip, keşifler için kullanılmıştır. 15. ve 16.
yüzyıl'larda Bartolomeu Dias, Ferdinand Magellan'nın gerçekleştirdikleri büyük
keşiflerin tümü, karavelalarla yapılmıştır.
Columbus’un kullandığı karavela
Avrupa'dan Uzakdoğu'ya ve Yeni Dünya'ya ulaşan deniz
yollarının açılmasıyla birlikte, ticarette büyük bir artış oldu. İspanyollar, İngilizler
ve Hollandalılar okyanusların hava şartlarına dayanıklı Kalyon adı verilen
büyük gemiler yaptılar.
Kalyon,
İngilizler tarafından 16. yüzyıl'da geliştirilen rüzgarla giden, üç direkli,
yelkenli, büyük savaş gemisidir. Osmanlı'da ilk kez II.Bayezid döneminde
yapılmıştır. 16. yüzyıldan itibaren dünya denizlerinde kullanılmıştı. Kalyonun
mutlaka 3 direği ve mükemmel bir yelken donanımı olurdu. Bir kalyon en az
60-100 topa sahip olurdu.
Başlangıçta kadırga ince uzun yapısı ve alçak bordası
sayesinde çok süratli ve kıvrak hareket kabiliyetiyle kalyon sınıfı büyük
yelkenli gemilere karşı avantajlıydı. Kalyonlar yalnızca rüzgarlı havalarda yol
alırken kadırga rüzgarsız havalarda da yol alabilirdi. Ayrıca kullandığı Latin
yelkenler sayesinde rüzgar yönünden bağımsız yol alabilirdi. 16. yüzyılda
kadırga kalyon karşısında üstün konumdaydı. Ancak denizcilikte yaşanan
gelişmeler sonucu kalyon yavaş yavaş kadırgayı yakaladı. 17. yüzyılın
ortalarından itibaren kalyon kadırga karşısında üstünlüğünü kabul ettirdi.
Osmanlı donanması kalyona geç geçtiği için denizlerdeki hakimiyetini kaybetti.
Kadırganın yapımı da üç kat daha ucuzdu. Ancak kullanımı için çok sayıda kürekçi
gerektirmesi bu ucuzluk avantajını ortadan kaldırmaktaydı. Kalyon ise
kadırgadan çok daha dayanıklıydı. Ancak kalyonun geniş yüksek ve ağır gövdesi
sürat için hiç uygun değildi ve arkadan rüzgar almadığı sürece kalyonun yavaş
ve hantal kalmasına sebep olmaktaydı.
6.3 Siyasal Örgütlenme
Avrasya ve yerli Amerikan toplumları teknolojik ve mikroplar açısından
olduğu kadar siyasal örgütlenme bakımından da farklıydı. Rönesans çağı
sonlarında Avrasya çoğunlukla örgütlü devletlerle yönetiliyordu. Bunların arasında
Habsburg, Osmanlı, Çin ve Moğol devletleri çok ırklı, çok dilli birer imparatorluktu.
Pek çok Avrasya devletinin, vatandaşlarını bir arada tutmaya yarayan resmi bir
dini vardı, siyasi önderler bu dinin kanatları altında yasallık kazanıyor,
başka halklara karşı savaşmak için haklı gerekçeler bulabiliyorlardı.
Avrasya’da küçük kabile ve oba toplumları az sayıdaydı. Sadece Kuzey kutbu
rengeyiği yetiştiricileri ile Sibirya, Hindistan ve Güneydoğu Asya’daki
avcı/yiyecek toplayıcılar kabile düzeninde yaşıyordu.
Amerika’da iki imparatorluk vardı, Aztec ve İnka imparatorlukları. Bunlar
büyüklükleri, nüfusları, çok dillilikleri, resmi dinleri bakımından Avrasya’daki
imparatorluklara benziyorlardı. Amerika kıtalarında yalnızca iki imparatorluk
benzer faaliyetler gösterecek potansiyele sahipken Avrupa’da yedi devlet
(İspanya, Portekiz, İngiltere, Fransa, Hollanda, İsveç ve Danimarka) 1492 ile
1666 arasında diğer kıtaları ele geçirecek kaynaklara sahipti. Tropik Güney
Amerika’da, Aztec yönetimi dışında kalan Mezoamerika’da, ABD’nin güneydoğusunda
pek çok şeflikle yönetilen halk vardı. Amerika kıtalarının bunların dışında
kalan bölümü kabile ya da oba düzeyinde örgütlenmişti.
6.4 Neden bazı halklar yazıyı keşfetti de
bazıları edemedi?
Yazının tarihi resimli anlatımla başlar. Bu resimlerin sadeleşerek
birer sembol haline gelmesi için bir hayli zamanın geçmesi gerekti. Avrupa
sömürgeciliğinin yayılışına kadar Avustralya’da, Büyük Okyanus Adaları’nda,
Afrika’da, Sahra’nın güneyinde, Mezoamerika’nın küçük bir bölgesi dışında Yeni
Dünya’nın bütününde yazı diye birşey yoktu.
Uygar olmakla övünen halklar her zaman yazıyı barbarlardan kendilerini
ayıran en önemli özellik olarak
görüyorlardı. Bilgi güç demekti. Yazı, çok daha uzak ülkeler ve eski zamanlara
ait bilgiyi çok daha ayrıntılı ve sağlıklı bir biçimde aktarma olanağı verdiği
için toplumlara güç kazandırır. Yazı fetihlerin çağdaş bir aracı olarak
tüfeklerle, mikroplarla ve merkezileşmiş yönetimlerle el ele yürüdü. Filolar
daha önceki keşif yolculukları sırasında hazırlanmış haritalara ve yazılı
seyrüsefer talimatlarına bakarak rotalarını saptıyorlardı.
Niçin yazıyı bazı halklar geliştirdi de bazıları geliştiremedi?
Geleneksel avcı/yiyecek toplayıcı halklar arasında niçin hiç yazıyı geliştireni
çıkmadı? Yazı neden Bereketli Hilal’den Etopya’ya ve Arabistan’a yayıldı da
Meksika’dan And’lara yayılmadı?
Bilgi az iken insan hafızasında saklanması zor olmuyordu. Efsaneler,
masallar, tecrübeler ağızdan ağıza geçerdi. Her yaşayan ihtiyar canlı bir kitaptı.
Derken bilginin artmasıyla hafızada tutmak zorlaşmaya başladı. İnsanlık çözümü
anıtlarda buldu. Elde edilen bilgi ve tecrübeleri başkalarına iletmek için yazı
dili, sözlü dile yardım etmeye başladı. Bir önderin mezar taşında, yaptığı akın
ve savaşlar gelecek kuşaklar öğrensin diye tasvir edilmeye başlandı. Mezar taşı
ilk kitap, akgürgen kabuğu ise ilk mektuptu.
Avrasya devletlerinin çoğunda
okuryazar bir bürokrasi vardı, bazılarında ise halkın önemli bir bölümü de
okuma yazma biliyordu. Yazı Avrupa toplumlarına güç katmış, siyasal yönetimi ve
ekonomik değiş tokuşu kolaylaştırmış, keşif ve istilaları başlatıp yönlendirmiş
ve geçmişin tecrübelerinin unutulmasını önlemişti. Oysa Amerika kıtalarında
yazı Mezoamerika’nın küçük bir bölgesinde Maya toplumunda seçkinler tarafından
kullanılıyordu. İnka İmparatorluğu’nda quipu adı verilen bir hesaplama sistemi
ile düğüm esasına dayanan bir bellek aleti vardı ama yazıya ayrıntılı bilginin
aktarım aracı olarak yaklaşılmamıştı.
Avrasya ile karşılaştırıldığı zaman Amerika kıtalarının
çoğrafi bölünmüşlüğü dillerin dağılımlarına da yansımıştır. Dilciler, birkaç
Avrasya dili dışında bütün dillerin on kadar dil ailesinden çıktığına
hemfikirdirler. Bu ailelerin herbiri sayıları birkaç yüzü bulan akraba
dillerden oluşmaktadır. Örneğin İngilizce, Fransızca, Rusça, Yunanca, Hindu
gibi dilleri içine alan Hint-Avrupa dil ailesi kapsamında 144 dil
bulunmaktadır. Hint-Avrupa dil ailesi, Avrupa’daki dillerin büyük bir bölümünün,
Batı Asya dillerinin çoğunun ve Hindistan’da konuşulan dillerin kökenidir. Dilsel,
tarihsel, arkeolojik ipuçları bütün bu geniş bölgelere yayılmış dillerin
gerisinde tarihte bir zamanlar buralara yayılmış bir ata dilin bulunduğunu ve
arkasından yerel dilsel farklılaşmaların oluşmasıyla akraba dil ailelerinin
meydana geldiğini göstermekte birleşir.
Amerika’nın Eskimo-Aleut ile Na-Dene dil ailesi dışında Amerika
kıtalarında yaygınlaşmış dil yoktur. Yiyecek üreten yerli Amerikan halklarından
biri, avcı/yiyecek toplayıcıların yerini almayı başarsaydı, bu halk
Avrasya’daki gibi kolayca tanınan dil ailelerini miras olarak bırakmış
olacaktı.
Yazı sistemlerinin temeli tek bir yazılı işaretin gösterdiği söz
biriminin uzunluğuna göre değişir. Yazı sistemleri, en küçük söz biriminin tek
bir temel ses (alfabe), tam bir sözcük (logogram) ya da bir hece oluşuna göre
üç gruba ayrılır.
- Bugünkü halkların çoğu, yazının temeli olarak alfabeyi kullanmaktadır. Alfabe sisteminde dilin her bir temel sesi için bir harf bulunur. Alfabelerin çoğu 20 ile 30 harften oluşur.
- İkinci grup bir sözcüğün yerine geçen logogram denilen semboller kullanan yazı sistemidir. Mısır hiyeroglifi, Maya yazısı ve Sümer çiviyazısı bu tip yazı sistemleriydi.
- Üçüncü tip yazı sisteminde her hece için bir harf kullanılır. Yunanistan’daki Miken uygarlığının Çizgisel B yazısı buna örnektir.
Yazı birbirlerinden bağımsız olarak MÖ 3000 yılında Mezopotamya’da
Sümerler, MÖ 1300 yılında Çinliler, MÖ 600 yılında Meksika’da Mayalar tarafından
icat edildi. Mısırlıların MÖ 3000 yılında yazı sistemlerini kendilerin mi
geliştirdikleri ya da bitki üretiminde yaptıkları gibi komşularından mı
(Sümerler) aldıkları belirsizdir.
Bilinen en eski yazı sistemi Sümer
çiviyazısı’dır. Bereketli Hilal’de MÖ 3000 dolaylarında koyunların sayısını
ve tahıl miktarının kayıtlarını tutmak amacıyla geliştirdikleri sistem, dönüşerek
yazı halini aldı. Kil tabletler üzerine sivri aletler ile kazıyarak
başladıkları yazılarında sonradan düzgün işaretler koymak amacıyla kamıştan
yapılmış özel yazı gereçleri kullandılar. Sümerlerin ilk yazı göstergeleri sesçil
olmayan, söz konusu nesnenin tanınabilir resimlerinden (logogram) oluşuyordu.
Sonra Sümer dilindeki seslere karşılık sesçil simgeler kullanmaya başladılar. MÖ
3000’den az sonra, tümcelerin ve kutsal öykülerin, dinsel yakarıların,
yasaların, sözleşmelerin ve öteki birçok belgenin yazıya dökülmesi olanağı
doğmuş oluyordu.
Bağımsız olarak başladığına inanılan diğer bir yazı sistemi
Mezoamerika’da yaşayan Mayalara
aittir. Eski Dünya ile Yeni Dünya arasında İskandinavların sınırlı ve kısa
süreli ilişkisinden başka bilinen bir ilişki olmadığı için bu iki yazı
sisteminin birbirinden bağımsız geliştiğine inanılmaktadır. Ayrıca Mezoamerika
yazısındaki göstergeler şekilsel olarak Eski Dünya’dakilerden tamamen farklı. Maya
yazısında soyut sözcükleri kullanmak için okunuşu onunla aynı olan ama anlamı
farklı olan, resmi kolayca çizilebilen göstergeler kullanıldı. Sümerlerin MÖ
3000 yılında keşfettikleri yazı sistemlerini, dünyanın diğer ucundaki
Mezoamerika yerlileri MÖ 600 yılında yeniden keşfettiler.
Bazı toplumlar diğer toplumların yazı sistemlerini kendilerine adapte
ettiler. Türkiye 1928’de Latin harflerini kendi diline uyarladı. Benzer şekilde
Kiril alfabesi de Rusya’daki pek çok toplumun diline uyarlandı. Kiril alfabesinin kökeni MS 9. yüzyılda
Slavların ülkesine giden Yunanlı misyoner Aziz Kyrillos’un Yunan ve İbrani harflerinin bir uyarlamasına dayanmaktadır.
İngilizce’nin de bir ailesi olduğu, Germen dilinin ilk yazıları Gotik
alfabesiyle yazılmıştır. Gotik alfabesinin mucidi de, MS 4. yüzyılda Balkanlarda
Vizigotlarla birlikte yaşamış olan Piskopos Ulfilas’tır. Yunan Miken uygarlığı’na ait Çizgisel B yazı
sistemi de MÖ 1400 yılı dolaylarında Girit’in Minos uygarlığına ait Çizgisel A
hece yazımından alınarak uyarlanmıştı. Toplumlar yazı sistemlerini
birbirlerinden alırken bazı sorunlarla da karşılaştılar. Dillerin seslerinde
mutlaka farklılıklar vardır. Uyarlanan alfabede olmayıp da dilde mevcut olan
bazı sesler için yeni harfler geliştirmek gerekmiştir. Bu sorun bazen tek bir
ses için iki harf kullanılarak bazen de bir harfin üzerine çeşitli işaretler
konarak çözülmeye çalışılmıştır. Yunanlıların ve Germen dillerinin tek harf ile
gösterdikleri bir sesi İngilizlerin th ile göstermesi gibi. Fransızca, Almanca,
İspanyolca, Türkçe ve Lehçe’de çeşitli işaretler ile donatılmış harfler vardır.
İlk yazı biçimleri karmaşık ve zordu. Bu yazıları öğrenip
kullanan insan sayısı da çok azdı. Yazı yazmayı Kralın ya da tapınağın
hizmetinde çalışan uzman yazıcılar bilirdi. Bunlar yiyecek üreten köylülerin
yetiştirdikleri depolanmış yiyecek fazlasıyla beslenen tam zamanlı
bürokratlardı. Eski Sümer kralları ve rahipleri yazının uzman yazıcılar
tarafından vergi borcu olarak, koyunların kayıtlarının tutulması için
kullanılmasını istiyorlardı. Dünyada yazıyı icat etmiş olan toplumlar, gelişmiş
ve merkezi siyasal kurumları olan toplumlardı. Avcı/yiyecek toplayıcı toplumlar
hiçbir zaman ne kendileri yazı diye birşey geliştirdiler ne de başkalarından aldılar, yazının
kullanılacağı kurumları da yoktu, yazıcıları besleyecek yiyecek fazlası da. Yazının
bağımsız olarak ortaya çıktığı yerler yiyecek üretiminin de ilk başladığı
yerlerdi. Yazı icat olduktan sonra ticaret, fetih ve din yoluyla aynı ekonomik
ve toplumsal örgütlemelere sahip diğer toplumlara hızla yayıldı. Yazının ortaya
çıkışı için yiyecek üretimi gerekli bir koşuldu ama yeterli bir koşul değildi.
MS 1520’de Güney Amerika’daki İnka İmparatorluğu gibi bazı toplumlarda yazıya
sahip olmamıştı. Benzer şekilde Tonga (Büyük Okyanus’ta Avustralya’nın
doğusunda) İmparatorluğu’nun, Hawai devletinin, MS 600 öncesi Afrika’nın
Ekvator altı ve Batı Afrika’da Sahra’nın güneyindeki devlet ve kabilelerinin,
Mississippi vadisi çevresinde yaşayan Kuzey Amerika yerlilerinin yazıları
yoktu. Peki neden bu toplumlar yazıya sahip olmayı beceremediler?
Yazısız toplumlar, Sümerlere, Meksikalılara ve Çinlilere
göre yiyecek üretimine geç başlamış toplumlardı. Yeteri kadar zamanları olsaydı
muhtemelen onlarda yazılarını icat edeceklerdi. Ya da Sümer’e, Meksika’ya,
Çin’e yakın yaşasaydılar yazıyı kendilerine adapte edebilirlerdi. Ama ilk yazı
merkezlerinden çok uzakta yaşıyorlardı. Yazısı olan toplumlardan 6.500
kilometrelik Büyük Okyanus ile ayrılmış, yazıyı en son alan toplumlardan Hawai ve
Tonga yalıtılmışlığın önemini bize gösteriyor. Andlar, Batı Afrika krallıkları,
Mississippi vadisi, yazısı olan toplumlardan çok uzak değildiler ama buralarda
da doğal coğrafi engeller vardı. Batı Afrika’yı Sahra çölü ayırıyordu. Güney
Meksika’nın kent merkezleriyle Mississippi vadisi arasında Kuzey Meksika
çölleri vardı. Güney Meksika ile Andlar arasında ise iletişim için deniz
yolculuğu gerekiyordu.
6.5 Yeni Ticaret Yolları ve
Dünyanın İspanyollar ve Portekizliler ararsında paylaşımı
Doğuyla yapılan ipek ve baharat ticareti, Asya'nın Moğolların
kontrolüne girmesi ve ardından 1453 yılında İstanbul'un alınmasıyla,
Avrupalılar için daha da zorlaştı. Bu iki gelişme sonucunda alternatif yollara
gereksinim doğdu. Krallar yeni yolların bulunması için kaşifleri teşvik
ediyorlardı. Okyanus sularına dayanaklı gemiler yaptıktan sonra gemiciler Cebelitarık
boğazından geçip sağa ya da sola gidmeye başladılar. Portkizliler, Cebelitarık
boğazından sonra sola sapmışlardı. Batı Afrika kıyılarını izliyerek
ilerliyorlardı. Boyadar burnuna varınca fırtınadan korkup durdular. Sanki
buradan daha ileriye gitme der gibi
buraya Portekizliler ‘Hayır burnu’ dediler. Sonraki Portekizli gemiciler daha
ileriye gidip Afrika kıtasının ucunu bulup ‘Fırtınalar burnu’ adını verdiler.
Buradan Afrika’nın doğu kıyıları boyunca kuzeye çıktılar. Portekiz kralı Fırtınalar Burnu’ adını ‘Ümit
Burnu’ olarak değiştirdi. Gerçekten de Avrupa’nın ümidi bu burnun arkasındaydı.
Birkaç yıl içerisinde Portekizli Vasco de Gama Ümit burnunu geçerek 1498
yılında Hindistan’a ulaştı.
Portekizliler
Hindistan yolunu buldular. Ama Atlantik Okyanusu’nu ilk geçenler İspanyol ve
İngiliz kaşifler oldu. Cenovalı denizci Columbus İspanyolların hizmetine girip
1492’de Batı Hint adalarına kadar varmış, Venedikli Giovanni Caboto’da
İngilizlerin hizmetinde 1497 yılında Amerika’yı bulmuştu. İspanyollar Amerikan yerlilerini
insandan saymıyorlardı. Amerika’da at olmadığı için yerliler İspanyollar için
yük hayvanı işini görüyordu. Maden ocaklarında gümüş çıkaran İspanyolların
çiftliklerinde tarlaları işleyen hep yerlilerdi. Yerliler çok zor şartlar
altında yaşarken beyazlarda her zaman rahat değildiler. Tropik sıtmadan
kırılıyor, yerlilerin zehirli oklarına kurban gidiyorlardı. ABD’nin güneyinde
İspanyolları altın çekiyordu. Altın olmayan yerleri haritada gereksiz topraklar
diye işaretliyorlardı. Kuzeyde ise İngilizler ve Fransızlar bu gereksiz
alanları zapt edip oralardaki ormanlardan elde edilen değerli kürkleri
Avrupa’da altın değerinde satıyorlardı. İspanyol Pisarro ile Orellana Amazon
ırmağı çevresini incelediler. Quesada, Orinoko nehrinin kaynaklarını buldu.
Ponce de Leon Florida’yı keşfetti. Walter Raleigh ise ilk İngiliz sömürgesi
olan Virginia’yı kurdu.
Cantino haritasında Portkizlilere verilen
yerler
1481 yılında Papa IV.Sixtus, Kanarya Adaları’nın güneyinde
kalan bütün bölgeleri Portekizlere vermişti. 4 Mayıs 1493’de İspanya kökenli
Papa VI.Rodrigo Borgia’da Cabo Verde Adaları’nin 100 fersahdan öte batısındaki
bütün bölgelerin İspanyollara ait olduğunu ilan etti. Söz konusu çizginin
doğusunda kalan bütün bölgeler ise Portekizlere aitti. Portekiz kralı II.Joao
bu duruma itiraz edip, İspanya Kralı II.Fernando’yu ve Kraliçe I.Isabel’i
arayarak imtiyaz çizgisinin Cabo Verde Adaları’nın 370 fersah batısına
çekilmesini sağladı. 7 Haziran 1494 tarihli Tordesillas Antlaşması dönemin
deniz güçleri Portekiz ve İspanya arasında gerçekleşti. Cabo Verde Adaları’nı
başlangıc noktası alarak, bu noktanın 370 fersah (1550 km) batısında
Kuzey-Güney meridyeni çizildi. Çizgi, Avrupa’nın haricindeki dünyayı Portekiz
ve İspanya arasında paylaştırıyordu. Sınırın batısında kalan keşfedilmiş ve
keşfedilecek bütün bölgeler İspanya’ya aitti. Sınırın doğusunda kalan
keşfedilmiş ve keşfedilecek bütün bölgeler ise Portekiz’e aitti. İspanya
antlaşmayı 2 Temmuz 1494’de, Portekiz 5 Eylül 1494’de onayladı. Ancak iki ülke
için de birer istisna vardır. Filipinler İspanya'nın, Brezilya Portekiz'indir.
7. AMERİKA KITALARINDAKİ ÖNEMLİ
UYGARLIKLAR
7.1 Aztec İmparatorluğu
Aztec’ler, Mezoamerika'da bugünkü orta Meksika bölgesinde 14. ve 16.
yüzyıllar arasında yaşamış bir Orta Amerika halkıdır. Aztec’lerin başkenti,
günümüzde üzerinde Meksika şehrinin bulunduğu kurutulmuş Texcoco Gölü'nün
ortasında yeralan Tenochtitlan kentiydi. Çok büyük bir uygarlık kurmuşlardı.
Hernan Cortes'in Meksika'yı ele geçirme sırasında yapılan ve Tenochtitlan
kuşatması olarak bilinen savaş sonucunda Aztec’ler yenilmiş ve güçlerini
kaybetmişlerdir.
7.2 Maya şehir devletleri
Bir Orta Amerika uygarlığı olan Maya uygarlığı, Meksika'nın
güneydoğusundan, Honduras, El Salvador ve Guatemala'ya kadar uzanan Mezoamerika
bölgesinde beş şehir devleti (Campeche, Chiapas, Quintana Roo, Tabasco ve
Yucatán) kurmuşlardır. Mayalar MÖ 600 dolaylarında yükselişe geçmiş, MS 3.
yüzyılda altın çağını yaşamış, kent-devletlerinin siyasi kargaşalar sonucunda
çöktüğü MS 900'e dek, geniş bir alanda varlığını sürdürmüş ve İspanyol
işgaliyle yok olma sürecine girmiştir. Takvimleriyle biliniyorlar.
7.3 İnka İmparatorluğu
İnka medeniyeti, Güney Amerika'nın batı kıyısındaki And Dağları
bölgesindeki Cuzco şehri civarında, 11. yüzyılda Cuzco Krallığı'nın kurulmasıyla
başlamıştır. 1438 yılında sınırlarını genişleterek diğer And’lı toplulukları
egemenlikleri altına almaya başlamışlardır. Böylece, Amerika kıtasında Kolomb
öncesi varolan en büyük imparatorluk olan İnka İmparatorluğu kurulmuştur. 1532
yılında, yönetimdeki iki kardeş Huascar ve Atahualpa arasındaki iç çekişmeler
sonrasında, Francisco Pizarro önderliğindeki İspanyol işgalciler İnka bölgesini
ele geçirmişlerdir. Bunu takip eden yıllarda İspanyollar tüm And bölgesindeki
tek hakim güç konumuna gelmişlerdir. 1542 yılında Peru Valiliği'nin kuran İspanyollar,
1572 yılında Vilcabamba'daki son İnkaların direnişini de kırarak İnka
medeniyetini bitirmiş oldular.
8. AMERİKA’DAKİ İLK KOLONİLER
Bering Boğazı’ndaki Alaska kökenli İnuit(Eskimo) topluluğunun boğazın
karşısındaki Sibirya kıyısına gidip yerleşmesini saymazsak, Amerikan
yerlilerinin Avrasya’da koloni kurmak gibi hiçbir girişimleri olmadı.
Amerika’da ilk kez koloni kurma girişiminde bulunan Avrasyalılar ise
İskandinavlardı.
Norveçli İskandinavlar, MS 874’de İzlanda’yı, MS 986’da Grönland’ı istila etti, MS 1000 ile
MS 1350 yılları arasında da Kuzey Amerika’nın kuzeydoğu kıyılarını pek çok kez
ziyaret ettiler. Amerika kıtalarında tek İskandinav yerleşim yeri Kanada Newfoundland’de
bulundu.
İzlanda’nın iklimi son derece sınırlı bir tarıma imkan veriyordu.
Adanın yüzölçümü, İskandinav kökenli bir nüfusu beslemeye yetiyordu. Ama
Gröland’ın büyük bölümü buz ile kaplıydı ve en gözde iki kıyı fiyortuda
İskandinav yiyecek üretimine pek elverişli değildi. Grönland’daki İskandinav
nüfus hiçbir zaman birkaç bini geçmedi. Norveç’ten gelecek yiyecek ve demire,
Labrador (Kanada Newfounland’in kuzeyi) kıyılarından gelecek keresteye bağımlı
kaldılar. Grönland kendi kendine yeterli yiyecek üreticisi bir toplumu
besleyemezdi. İzlanda’nın, Norveç’in nüfusları da Grönland’daki kolonistleri beslemeye
devam edemeyecek kadar küçük ve yoksuldu.
13. yüzyılda başlayan Küçük Buzul çağında Kuzey Denizi’nin soğumasıyla
Norveç’ten ya da İzlanda’dan Grönland’a giden İskandinavlar için Grönland’da
yiyecek üretimi eskisinden daha güçleşti. Grönlandlıların Avrupalılarla bilinen
son ilişkileri 1410’da bir İzlanda gemisinin rüzgarla sürüklenmesiyle oldu.
Avrupalılar 1577’de yeniden Grönland’ı ziyarete gittikleri zaman oradaki İskandinav
kolonisi artık yoktu, anlaşılan 15. yüzyılda hiçbir kayıt bırakmadan yok olup gitmişlerdi.
Kuzey Amerika kıyıları, Norveç’ten yola çıkan gemilerin, MS 986-1410 yılları
arası Norveç gemi teknolojisiyle ulaşılamayacak kadar uzaktı. Bunun yerine
İskandinavlar Grönland’a gittiler ve oradan da Kuzey Amerika kıyılarına
seferler yaptılar. Ama bu küçük topluluğun Amerika’da uzun boylu keşifler
yapma, istilalarda bulunma, yerleşme olasılığı yoktu. Newfoundland’deki tek
yerleşim yeri bile 20-30 kişinin birkaç yıl oturduğu bir kış kampından öte
birşey değildi.
Son Grönland İskandinavları hastalıktan ya da açlıktan mı öldüler? Gemilere
binip başka yerlere mi gittiler?
Eskimolarla evlenip asimile mi oldular? Eskimolar tarafından öldürüldülermi? Bu
soruların malesef yanıtları yok. İskandinavlar Grönland’da ve Amerika’da koloni
kuramadılar çünkü çıkış noktaları (Norveç), ve varış noktaları (Grönland,
Newfoundland), zaman (MS 984-1410), Avrupa’nın üstünlüklerinin (yiyecek
üretimi, teknoloji, siyasal örgütlenme) etkili bir biçimde kullanılmasını
engelliyordu. Avrupa’nın göreceli yoksul ülkelerinden birinin zayıf desteğiyle
birkaç yüz İskandinav’ın demir aletleri, kuzey kutbunda yaşama konusunda
binlerce yıldır deneyim kazanmış Eskimolar ile baş edemezdi.
9. CHRISTOPHER COLUMBUS VE AMERİKA’NIN
KEŞFİ
Cenovalı denizci Columbus kardeşler 1480’lerde Okyanus'da hep batıya
giderek Hindistan'a ulaşabileceklerini söylüyorlardı. Denizciler ve bilginler
dünyanın bir küre olduğunu bildikleri halde halk dünya'yı düz sanıyordu.
Columbus eski Arap kitaplarından edindiği bilgilerle dünyanın çevresinin 25.500
km olarak hesapladı. Ona göre Kanarya Adaları ile Japonya arasındaki mesafe 3.700
km idi. Oysa dünyanın çevresinin 40,000 km olduğunu ikinci yüzyılda Eratosthenes
hesaplamıştı. Gerçekte Kanarya Adaları’ndan Japonya 19,600 km uzaklıktaydı. O
dönemde hiçbir gemi bu kadar uzun mesafede yetecek kadar yiyecek ve su
taşıyamazdı. Denizcilerin hepsi böyle bir seyahatin susuzluk ve açlıktan ölmek
demek olduğunu biliyordu. Bu durumun aksine İspanya'nın Hindistan ile ticareti
diğer Avrupa devletlerinin aleyhine olacak şekilde geliştirmek için yeni yollar
bulması gerekiyordu. Columbus'ın şansı bu oldu.
Columbus planını 1485 de Portekiz kralı II.John'e sundu. Batıya doğru
3,860 km gidecek Hindistan'ı bulacak ve dönecekti. Kralın danışmanları planı
gerçekçi bulmadılar. Hindistan bu kadar yakın olamazdı. Proje reddedildi. 1488
yılında Columbus planını birkez daha Portekiz kralına sundu. Tam o yıl
Portekiz'li kaşif Bartolomeu Dias Afrika'nın güney ucuna ulaşarak Asya yolunu
bulmuştu. Bu nedenle elinde başka bir alternatifi olan Portekiz kralı projeyle
ilgilenmedi. Columbus ardından Cenova ve Venedik yönetimlerinden de gereken
desteği alamadı. Bu arada İngiltere'de teklif götürmüştü ama karar gecikince
İspanya'da karar kıldı.
İspanya o dönem, Aragon kralı II.Ferdinand ve Castille kraliçesi
Iseballa'nın evlilikleriyle birlikte tek bir ülke gibi yönetilir olmuştu.
Columbus teklifini Castille Kraliçesi İseballa'ya sundu. Kraliçenin
danışmanları önerilen mesafenin çok kısa olduğunu söyleyerek projeye karşı
çıktılar. İki yıl süren uğraşlardan sonra Kral ve Kraliçe, teklifi kabul
ettiler ve Columbus ile bir kontrat yaparak keşfedilen yerlerden Columbus'un
ödül almasını kabul ettiler.
9.1 Columbus’un dört Amerika
seferi
- Birinci Sefer: Sonunda Columbus 3 Ağustos 1492 de üç gemi ile hareket etti. Önce Kastilya krallığına ait Kanarya Adalarına ulaştı. Burada bir süre kalıp gemilerin bakımını yaptırdı ve erzak depoladı. 6 Eylül'de yeniden denize açıldı ve beş haftalık sürenin sonunda 12 Ekim 1492'de ilk kara gözüktü. Columbus adaya San Salvador (Bahamas) adını verdi. Columbus Küba'nın kuzeydoğusunu ve Hispaniola’nın (Haiti ve Dominik Cumhuriyeti) kuzeyini ziyaret etti. Buralarda gördüğü yerlileri çok barışçıl ve sevgi dolu olarak anlattı. 39 askerini bırakarak şimdi Haiti denilen bölgede ilk yerleşim yerini kurdu ve yanına esir olarak aldığı 20 yerli ile İspanya'ya döndü. Yerlilerden ancak yedi-sekizi İspanya'ya ulaşabildi diğerleri yolda öldüler. Bu seyahat ile frengi hastalığı Amerika'dan Avrupa'ya yeniden geldi. Columbus'un adamları Fransa Kralı VIII.Charles ile katıldıkları İtalya seferi sırasında hastalığı Avrupa'ya yaydılar. Beş milyon kişi bu hastalıktan öldü.
- İkinci Sefer: Columbus 1493’de yeni yerler keşfetmek ve koloniler kurmak için 17 gemi ve 1.200 kişi ile yeniden sefere başladı. Kanarya adalarından sonra bu kez biraz daha güneye gittiler. Columbus, Hispaniola (Haiti ve Dominik Cumhuriyetlerinin bulunduğu ada) adasında Taino insanlarına katliam yaptı. Yüzlercesini yakalayıp esir olarak satılmak üzere Avrupa'ya gönderdi. Kalan insanların da altın getirmelerini istedi. Getirmeyenin ellerini kesiyor, öldürüyordu. Ada nüfusunun yarısı kabul edilen 250,000 Taino'nun öldüğü sanılmaktadır. Geri kalanı da köleleştirilip koloninin plantasyonlarında çalıştırıldılar. Columbus ilk seyahatinden 60 yıl sonra 1550’ye gelindiğinde ada da yaşayan Taino yerlisi sayısı 100 civarında kalmıştı.
- Üçüncü Sefer: Columbus'un üçüncü seyahati 1498 de altı gemiyle yapıldı. Trinidad , Tobago , Grenada ve Güney Amerika'yı Orinoco nehrini inceleyen Columbus Hispaniola'ya geri döndü. Kolonideki İspanyollar vaad edilenlerin gerçekleşmediğini söyleyerek karşı çıktılar. Columbus sertlik uygulayarak bu başkaldırıyı bastırdı. İspanya'ya dönüşünde bir süre tutuklu kaldı.
- Dördüncü Sefer: Endonezya'daki Starit of Malacca'yı bulmak amacıyla düzenlendi. Columbus, Hispaniola yakınlarındayken fırtına çıktı. Columbus limana sığındı. İspanya'ya altın götürmekte olan Koloni yöneticisi, Columbus'ın fırtına uyarısını dinlemedi, yola çıktı. 30 gemisinden 29’u battı, İspanya'ya gönderilmekte olan altınlarda denizi boyladı. Jamaica’da biraz dinlenen Columbus Güney Amerika'ya gitti. Panama’da yerlilerden başka bir Okyanus olduğunu duyan Columbus bunu araştıramadan, fırtınalara yakalandı. Gemileri karaya oturunca bir yıl süreyle Jamaica’da kaldılar. Sonunda yardım geldi, kurtuldular ve İspanya'ya döndüler.
Columbus Hindistan’a gitmek isterken Amerika yakınlarındaki
adalara çıkmıştı. Zengin giysiler içerisinde Hint mihraceleri göreceklerini beklerken
çıplak insanlar gördüler. Muhteşem saraylar yerinde kulübeler vardı. Ne altın
zincirli filler ne de altın gemli atlar vardı. Kıyılar tamamen ıssızdı.
Columbus’un aradığı yerin bu olmadığını anlaması gerekiyordu ama Hindistan’ı
bulmaya kendini o kadar şartlandırmıştı ki başka birşey düşünemedi. Yerli
halklara hemen ‘Indios’ deyiverdi. Columbus, ıssız koylarda gördüğü yoksul
kulübeleri Hindistan’ın fakir bölgeleri sanmıştı. Hele yerlilerin bazılarının
burunlarında altın iğneler görünce doğu servetinin yakınlarda olduğuna iyice
inandı. Yerliler batıyı göstererek taşlı toprak anlamına gelen ‘Sibao’
diyorlardı. Columbus bu sözü o zaman Japonya’nın adı olan ‘Sipango’ sandı.
Yerliler ‘Karayip’ diyorlardı, Columbus bunu Moğol kabilelerinden birinin adı
olan ‘Kaniba’ şeklinde anladı. Ve akşamleyin geminin seyir defterine Hindistan şahının
başkenti yakınlarında olduğunu yazdı. Columbus Küba adasının Çin’in
eyaletlerinden biri olduğuna inanıyordu. Karayip denizini Hint okyanusu
sanmıştı. Kızıldeniz ve İskenderiye yoluyla İspanya’ya dönmeyi planlıyordu.
Panama kıstağında Ganj Irmağı’nın okyanusa döküldüğü yeri arıyordu.
Columbus okyanus ötesine dört defa gitmiş fakat Hindistan’ı
gördüğüne ve Espanyola adasının Japonya olduğuna hayatının sonuna kadar
inanmıştı. Yeni çağın insanlarından olan Columbus eski kafayla düşünüyordu.
Dünyanın küçük olduğuna Doğu ülkelerine okyanus yoluyla birkaç günde
gidildiğine inanıyordu. Çünkü kutsal kitapta karaların denizlerden altı misli
geniş olduğu yazılıydı.
Columbus 1506 yılında 55 yaşında öldü. Öldüğünde Hispaniola'dan
topladığı altınlar nedeniyle oldukça zengindi. Keşfettiği yerlerin Asya'nın
doğu kıyıları olduğunu sanıyordu. Bulduğu kıtaya Columbus’un adı değil Amerigo
Vespucci’nin adı verildi. Oysa Amerika’da hiçbirşey bulmamış ama Amerika’nın
yeni bir kıta olduğunu sezmişti.
9.2 Amerigo Vespucci
Amerigo Vespucci, Medici ailesi için çalışan bir kaşif denizciydi.
Columbus'ın ilk seferinden sonra iki ya da üç kez benzer rotaları izleyerek
Amerika kıtasına ulaştı. Gezilerinde Güney Amerika’nın doğu sahili boyunca
güneye doğru indi ve buraların yeni bir kıta olduğuna inandı. Kuzey Amerika henüz
keşfedilmemişti ve varlığı henüz bilinmiyordu. Amerigo Vespucci'nin 1502-1504
de yayınlanan seyahat günlükleri Martin Waldseemüller'i Colombus'ın keşfettiği
yerlerin Hindistan değil yeni bir kıta olduğuna inandırdı. Ve Martin
Waldseemüller 1507 yılında yayınladığı yeni dünya haritasında yeni kıtayı
Vespucci'nin isminin Latin karşılığı olan Americus dan esinlenerek America olarak
tanımladı. Venedikli Giovanni Caboto’da İngilizlerin hizmetinde 1497 yılında Kuzey
Amerika’yı bulmuştu.
Amerika bir dönem Columbus’un anısına Columbia olarak da tanındı. 18.
yüzyılın sonlarında South Carolina Columbia, Columbia river gibi yerlere adı verildi.
Ama United States yerine Columbia denilmesi kabul görmedi ama gene de Columbia
Amerika'nın dişi adı , Uncle Sam da erkek adı olarak benimsendi. ABD dışında
isim 1819 da Republic of Colombia olarak yer buldu.
10. İSPANYOLLAR AZTEC
İMPARATORLUĞUNU İŞGAL EDİYOR
İspanyol keşif lideri Hernan Cortes 1519 yılında çoğu kılıç ve kalkan
ile silahlandırılmış 630 adamıyla Meksika’da Yucatan’a ayak bastı. Yerliler
yaşamlarında hiç beyaz adam görmemişlerdi. Atı da tanımıyorlardı. Toplardan
çıkan ateş ve gürültüde onlarda müthiş bir korku uyandırmıştı. İspanyol istilacıları
büyücü sandılar.
Keşif heyeti gemileriyle daha sonra Campeche’nin batısına doğru
ilerledi. Burada yerel bir ordu ile kısa süren bir savaştan sonra Cortes, Campeche
kralını barışa ikna etti. Cortes daha sonra askerleriyle Cempoala’ya
gitti. Totonac’lar Astec yönetiminden
memnun değildiler ve Cortes bu ikilemi kullanarak Totonac’ların Astec’lere
savaş açmasını sağladı. Totonac’lar, Tlaxcala’ya yürüyen Cortes’e de asker
yardımı yaptılar. Tam bu sırada Cortes’in askerlerinin bir bölümü isyan
ettiler. İsyan planını fark eden Cortes gemilerini limanda batırarak,
askerlerinin Küba’ya kaçmalarını önledi.
Göl
üzerindeki adada kurulmuş Tenochtitlan şehri resmi ve Huitzilopochtli Tapınaklar maketi
İspanyolların önderliğinde Totonac ordusu yeni müttefikler bulmak için Astec’lerin
başkentine doğru ilerlemeye başladı. Cortes, birkaç küçük çatışmadan sonra
Tlaxcala ile müttefik oldu. İspanyolar, 5-6 bin Tlaxcalan ve 400 Totonac ile
Meksika körfezine ilerledi. Cortes,
Cholula şehrinde kendilerine pusu kurulduğunu ileri sürerek şehir
meydanında büyük bir katliam yaptı ve silahsız çok sayıda yerliyi öldürttü.
Cholula katliamından sonra Hernan Cortes ve diğer İspanyollar başkent Tenochtitlan’a
geldiler. İspanyollar şehirde önceki İmparator Axayacatl’ın sarayında İmparatorun
elçisi tarafından çok değerli hediyeler ile karşılandı ve altı hafta burada misafir
edildiler. İmparator İspanyolların artık memleketlerine dönmelerini istiyordu.
Ama Cortes hediyeleri görünce daha da hırslandı. Cortes İmparatorun sarayından çok
etkilenmişti. İspanya’da böyle saray olmadığını söylüyordu. Aztec’lerde İmparatorun
imparatora derin saygı gösterilir ve çevresinde sarayın yüksek memurları yer
alırdı. İmparator günde dört kez giysi değiştirir ve bir giydiğini bir daha
giymezdi. İmparatora yaklaşan kişilerin mutlaka başlarını eğmeleri gerekirdi.
Eğer İmparator tahtarevan ile şehir sokaklarından geçiyorsa halk yere yatardır,
çünkü İmparatorun yüzünü görmek yasakdı.
Solda insan kurbanların verildiği ikiz tapınak sağda Tapınak
bölgesinden bir piramit
İspanya 1520 yılında Meksika’ya, Cortes’i İspanyol devletine ihanetten
tutuklatmak amacıyla, ikinci ve daha büyük bir keşif heyeti gönderdi. Cortes, heyetin
komutanının yardımcılarını ikna ederek heyeti kendi tarafına çekti ve
tutuklanmaktan kurtuldu. Cortes, Tenochtitla’dan uzakta İspanya’dan gelen heyet
ile ilgilenirken, yardımcısı Astec’lerin Tanrı Huitzilopochtli tapınağında insan
kurban etmelerine kızarak bir grup Aztec soylusunu katletti. Astec’ler intikam
amacıyla İspanyolların bulunduğu saraya saldırdı. Cortes, hemen Tenochtitlan’a
döndü ve esir İmparator Motecuzoma’yı sarayın çatısına çıkararak saldırganların
isyanını durdurmasını istedi. Bu esnada Tenochtitlan yönetim konsülü Motecuzoma’yı
görevden almış ve yerine kardeşi Cuitlahuac’yı
yeni imparator olarak açıklamıştı. Astec
yerlileri eski İmparatorları Motecuzoma’ya taşlar atıp yaraladılar. Eski
İmparator birkaç gün içinde öldü. İspanyollar ve müttefikleri Moctezuma’nın
ölümünden sorumlu tutulma endişesiyle hemen Tenochtitlan’da ayrıldılar. Dönüş
yolunda saldırılara maruz kalıp, kayıplar verdiler. Bazı İspanyollar
üzerlerindeki altınlarla boğularak can verdiler. İspanyollar ve Müttefikleri Tlaxcala’ya
çekilerek, bir sonraki Tenochtitlan seferi için hazırlıklara başladılar.
Bu sırada Tenochtitlan çiçek hastalığı ile kırılıyordu. Nüfusun yarısı İmparator
Cuitlahuac’da dahil bağışıklıkları olmadığı çiçek hastalığından öldüler. Yeni
İmparator Cuauhtémoc şehirdeki
salgın çiçek hastalığı ile uğraşırken Cortés, Aztec’lerin yönetiminden hoşnutsuz
Tlaxcalan, Texcocan, Totonac’lardan oluşan bir ordu topladı. 100,000 savaşcıdan
oluşan birleşik orduyla yeniden Meksika körfezine yürüdü. Birçok küçük savaştan
başarıyla çıktıktan sonra Cortes aylarca Tenochtitlan şehrini kuşattı. Sonunda
İspanyollar şehri aldılar. Aztec’ler yok edildiler. İmparator Cuauhtémoc şehirden
kaçarken yakalandı ve tutuklandı. İmparator Cortés tarafından 1525 de öldürüldü.
Cortes sonradan İspanya’ya döndü. Çok zengin olmuştu. Ama hayatının son
senelerinde tüm servetini kaybetti. 1547 yılında öldü.
11. İSPANYOLLAR İNKA
İMPARATORLUĞUNU İŞGAL EDİYOR
Eski Dünya ile Yeni Dünya arasındaki çatışmalar, MS 1492’de Kristof Columbus’un
Karayip adalarını keşfiyle başladı. Daha
sonra Avrupa ile Amerikan yerlileri arasındaki ilişkilerin en dokunaklısı 16
Kasım 1532’de Peru’nun bir dağ kasabası olan Cajamarca’da İnka imparatoru
Atahualpa ile İspanyol Francisco Pizarro arasındaki ilk karşılaşmaydı.
Atahualpa Yeni Dünya’nın en büyük, en ileri devletinin mutlak
hükümdarıydı. Pizarro ise Avrupa’daki en güçlü devletin hükümdarı, Kutsal Roma
İmparatoru V.Karl’ı (İspanya kralı I.Carlos) temsil ediyordu. 168 İspanyol
askerinden oluşan bir ayaktakımı güruhuna kumanda eden Pizarro bilmediği
yabancı topraklardaydı. Yerli halkı hiç tanımıyordu. Panama‘nın kuzeyinde, 1500
kilometre kadar ötedeki İspanyollarla bağlantısı tamamen kopmuştu, kendisine
destek olacak güçlerin zamanında yetişmesine olanak yoktu. İmparator Atahualpa
egemenliği altındaki milyonlarca insanla kendi imparatorluğunun merkezinde
oturuyordu. 80 bin kişilik ordusunun koruması altındaydı ve komşu yerlilerle
yaptığı savaşı yeni kazanmıştı. İki lider karşı karşıya geldikten birkaç dakika
sonra Pizarro, Atahualpa’yı esir aldı. Pizarro, İmparatoru sekiz ay elinde esir
tuttu ve onu serbest bırakma sözü karşılığında en büyük fidyesini topladı. Beş
metre eninde, yedi metre uzunluğunda ikibuçuk metre yüksekliğinde bir odayı
dolduracak kadar altını fidye olarak topladıktan sonra sözünde durmadı ve
Atahualpa’yı öldürdü.
Atahualpa’nın esir alınışı, Avrupalıların İnka imparatorluğunu ele
geçirmelerinde belirleyici bir rol oynadı. İspanyollar silah üstünlükleri
nedeniyle savaşı nasılsa kazanacaktı ama hükümdarın esir alınışı süreci
hızlandırdı ve kolaylaştırdı. İnkalar,
Atahualpa’ya güneş tanrısı olarak tapıyorlar, her dediğini yapıyor, hatta
esirken verdiği emirleri bile yerine getiriyorlardı. Atahualpa’nın ölümüne
kadar geçen süre içinde Pizarro, İnka imparatorluğunun içlerine kadar gidecek
keşif birlikleri gönderecek ve Panama’daki İspanyol destek birliklerden yardım
çağırtacak kadar zaman buldu. Atahualpa’nın ölümünden sonra İspanyollar ile
İnkalar arasında savaş başladığında İspanyol güçler daha etkindi.
İspanyol Vali Pizarro, Cajamarcalı yerlileri işkence ile konuşturarak
Atahualpa’nın kendilerini Cajamarca’da beklediğini öğrendi. Dağların
eteklerinde imparatorun ordusunun binlerce çadırını gördüler. 80 binden fazla
asker vardı. İmparator Atahualpa, Pizarro’yu dost ve kardeş olarak
karşılayacağı mesajını elçisi aracılığıyla ileterek, Pizarro’yu yanına çağırdı.
Bunun üzerine Pizarro birliklerini Cajamarca meydanının çevresine gizledi. Aynı
şekilde piyadeleri de ikiye böldü. İki üç İspanyol borazanlarıyla birlikte
yanlarına bir top da alarak küçük bir kaleye yerleştiler. Pizarro’nun planına
göre Atahualpa halkıyla birlikte şehrin
merkezine geldiğinde, Pizarro işaret vererek boruların çalınmasını, topun
ateşlenmesini başlatacak, süvariler mevzilendikleri avludan dışarı
fırlayacaklardı.
İmparatorun kafilesinin önünden giden 2.000 yerli İnkalı
Atahualpa’nın geçeceği yolu temizliyor, arkasından da savaşçılar geliyordu.
Kalkanlarıyla birlikte savaşçıların yarısı bir yanında, diğer yarısı da diğer
yanında yürüyordu. Temizlik yapan grubun
arkasındaki bölük rengarenk giysileriyle dans edip şarkı söylüyordu.
Arkalarında ise sekiz kişinin taşıdığı gümüş ile kaplanmış bir tahteveran
içerisinde Atahualpa geliyordu. Atahualpa’nın arkasından gelen iki tahteravanda
ise yüksek rütbeli komutanlar vardı.
İmparator meydana gelince Vali Pizarro, rahip Vincente de Valverde’yi
Atahualpa ile görüşmeye gönderdi ve onu Tanrı adına ve İspanya kralı adına
Hz.İsa’ya inanmaya ve majesteleri İspanya kralının hizmetine girmeye davet
etmesini söyledi. Rahip elinde İncil taşıyordu. Atahualpa kitaba bakmak için
istedi birkaç sayfasına baktıktan sonra fırlatıp attı. Bunun üzerine Rahip,
Pizarro’ya koşarak yardım istedi ve ‘Tanrının
adına bu adamlara hadlerini bildirin ben Tanrı adına izin veriyorum’ dedi.
Bunun üzerine Pizarro saldırı işaretini verdi ve adamları ateşe başladılar.
Silahlı İspanyollar silahsız yerlilerin üzerine saldırdılar. Yerli halkı korkutmak için atların boynuna
çıngıraklar takmışlardı. Silahların gümbürtüsü, boruların şamatası, çıngırakların
sesleri üzerine yerliler neye uğradıklarını şaşırdılar. Yerliler o kadar
korktularki panikle birbirini ezip öldürdüler. Yerliler silahsız olduklarından
saldırgan Hiristiyan İspanyollara hiçbirşey olmadı. Süvariler, yerli halkı
atlarıyla ezerek yaraladılar, öldürdüler. Piyadeler panik halindeki yerlileri
kılıçtan geçirdiler. Atahualpa tahtarevanında esir alındı. Şehrin dışında
bekleyen yerli askerler şehirden kaçanların yarattığı panikle dağıldılar. Atahualha’nın tüm üst düzey subayları ve yedi
bin askeri o gün öldü. Eğer güneş batmasaydı ölü sayıları 40 bine
yaklaşabilirdi. Çoğunun kolları kopmuştu. İmparator esir edilmişti.
11.1 Neden İnkalar değil de
İspanyollar galip geldiler
Pizarro’nun 106 tane piyade eri ve 62 adet de atlı süvarisi vardı.
Atahualpa’nın ise 80 bin kişilik ordusu. Pizarro’nun askeri üstünlüğü
İspanyolların sahip oldukları çelik kılıçlar, zırhlardan, tüfeklerden, atlardan
kaynaklanıyordu. Atahualpa’nın üzerine binip savaşacakları hayvanları olmayan
birlikleri bu silahlarla ancak taş, bronz, ya da tahta sopalarla, tahta
topuzlarla, baltalarla karşılık verebilirlerdi. Bunlara ek olarak sapanları ve
yorgan gibi pamuktan zırhları vardı.
Cajamarca çatışmasında 168 İspanyol askeri sayıları kendilerinden 500
kat daha fazla olan Amerikan yerlilerini tek bir kayıp dahi vermeden yere
sermişlerdi. Atahualpa’nın ölümünden sonra Pizarro, Cajamarca’dan İnla’nın
başkenti Cuzco’ya giderken böyle dört çatışma daha olmuştu. Bu savaşlarda
binlerce yerliye karşı savaşan İspanyollar yaklaşık 70 kişiydi.
İspanyol zaferlerini açıklamak için onlarla işbirliği yapan yerlilerin
yardımı, İspanyol silahlarının ve atların yeniliğinin psikolojik etkisi ya da
İnkaların İspanyolları geri dönen tanrıları Viracocha sanmaları gibi nedenler
göstermek yetmez. Pizarro ve Cortez’in başlangıçtaki başarıları bazı yerlileri,
İspanyolların karşı konulamaz üstünlükleri karşısında onlara direnmenin anlamsızlığını
görüp yabancıların tarafını seçmelerine neden olmuştur. Daha önce hiç
görmedikleri atlar, çelik kılıçlar, tüfekler karşısında Cajamarca’da İnkalar
donup kalmışlardı. İlk fethin üzerinden altı yıl geçtikten sonra İspanyollara
karşı iki iyi hazırlanmış, geniş çaplı, çok ciddi İnka ayaklanması oldu.
Direnmeye kararlı, artık panik olmayan İnka ordusu büyük çaba göstermesine
rağmen İspanyolların silah üstünlüğü karşısında başarısızlığa uğradılar.
İspanyolların İnkalara karşı kazandıkları zaferde tüfeklerin rolü çok
azdı. O günlerin çakmaklı tüfeklerinin doldurulması ve ateşlenmesi güçtü. Pizarro’da
bunlardan ancak bir düzine vardı. Fiziksel etkisinden çok psikolojik etkisi
daha fazla olmuştur. Esas etkiyi çelik kılıçlar, mızraklar ve hançerler
yarattı. Yerlilerin yorgan yumuşaklığındaki pamuktan zırhlarını çelik silahlar
kolayca kesip parçalabiliyordu. Buna karşın yerlilerin küt sopaları
İspanyolları ve atlarını dövmeye yarıyordu ama öldürmeye yetmiyordu. İspanyoların
çelik ya da örme demir zırhları onları her türlü saldırıdan koruyordu.
Atlar büyük üstünlük sağlamıştı. Haberciler gerideki birliklere koşup
haber verinceye kadar atlı süvariler onları yakalıyor ve yok ediyordu. Böylece
gerideki birlikleri ile iletişimlerini koparıp, etkisizleştirdiler. Açık alanda
atlı süvariyi ile savaşmanın mümkün olmadığını öğrenen İnkalar sonraki yıllarda
süvarileri pusuya yatıp yakın dövüşe zorlayarak etkisiz hale getirmeye çalıştılar.
MÖ 4000 yıllarında Karadeniz’in kuzeyindeki steplerde atların
evcilleştirilmesiyle birlikte savaşların da şeklide değişmeye başladı.
Süvarilerin ordulardaki askeri üstünlüğü I.Dünya savaşına kadar sürdü.
Daha sonraki yıllarda Avrupalıların işgal hareketlerine tek karşı
koyabilen yerli Amerikalılar tüfek ve at sahibi olabilenlerdi. Bugün kızılderili deyince aklımıza hemen iyi
ata bilen silah kullanabilen savaşçılar gelir. Oysa atı ve silahı Amerika’ya getirenler
Avrupalılardı ve yerliler o döneme kadar genellikle barışcı çiftçilerdi.
11.2 Neden Atahualpa
Cajamarca’daydı
Atahualpa ile ordusu Cajamarca’daydı çünkü İnkaların ikiye bölünmesine
ve zayıf düşmesine yol açan bir iç savaştan yeni çıkmıştı.. İspanyolların getirdiği
ve hızla yayılan ölümcül çiçek hastalığı yüzünden 1526 yılları dolaylarında
İnka İmparatorları Huayna Capac ile bir sonraki İmparator Ninan Cuyuchi
hayatlarını kaybettiler. Bu ölümler Atahualpa ile üvey kardeşi Huascar arasında
taht savaşını ateşledi. Pizarro bu bölünmeden yararlandı. Bu salgın hastalık
olmasa İspanyollar birleşik bir İnka İmparatorluk ordusuyla ile karşı karşıya
geleceklerdi.
Bağışıklığı olmayan insanlara, önemli derecede bağışıklığı olan
insanlardan bulaşan hastalıklar Avrupalıların Amerika kıtalarını fethinde
önemli rol oynadı. İlk İspanyol saldırısı 1520’de başarısızlıkla sonuçlandıktan
sonra Aztec’ler çiçek hastalığından kırıldılar. Montezuma’dan sonra tahta çıkan
Cuitlahuac’da kısa sürede hastalıktan öldü. Avrupalılarlar birlikte gelen
hastalıklar, kabileden kabileye bütün Amerika kıtalarına yayılmış ve Columbus
öncesi Amerika kıtalarının yerli nüfusunun %95’inin ölümüne yol açmıştı.
11.3 Atahualpa neden tuzağa
düştü
Atahualpa, İspanyolları çok az tanıyordu. Pizarro’nun ordusunu iki
günlüğüne ziyaret etmiş bir yerli elçi, imparatora İspanyolların savaşçı
olmadıklarını kendisine 200 yerli savaşçı verilirse hepsini yakalayabileceğini
söylemişti. Atahualpa’nın aklına İspanyolların korkunç bir savaşçı oldukları
hiç gelmedi.
İspanyollar İnkaların kuzey sınırından yalnızca 900 kilometre uzaktaki Panama’yı 1510 yılında fethe başlamışlardı ama Pizarro 1527 yılında Peru kıyılarına ilk ayak basana kadar İnkalar İspanyol diye istilacı bir halkın varlığından haberdar olmamış gözüküyorlar. Atahualpa, İspanyollara kendisini serbest bırakmaları karşılığında fidye önermiş, bu fidye ödendiğinde serbest bırakılacağına safça inanmıştı. Pizarro, Atahualpa’yı esir aldıktan sonra, imparatorun kardeşi ve ordunun komutanı Chalcuchima’yı da kandırarak ordusuyla teslim olmaya ikna etmiştir.
İspanyollar İnkaların kuzey sınırından yalnızca 900 kilometre uzaktaki Panama’yı 1510 yılında fethe başlamışlardı ama Pizarro 1527 yılında Peru kıyılarına ilk ayak basana kadar İnkalar İspanyol diye istilacı bir halkın varlığından haberdar olmamış gözüküyorlar. Atahualpa, İspanyollara kendisini serbest bırakmaları karşılığında fidye önermiş, bu fidye ödendiğinde serbest bırakılacağına safça inanmıştı. Pizarro, Atahualpa’yı esir aldıktan sonra, imparatorun kardeşi ve ordunun komutanı Chalcuchima’yı da kandırarak ordusuyla teslim olmaya ikna etmiştir.
Aztec İmparatoru Montezuma’da, Cortes’i geri dönen Tanrıları sanarak, küçük ordusuyla birlikte Aztec başkenti Tenochtitlan’a davet ederek daha büyük bir hata işlemişti. Sonunda Cortes’de, Montezuma’yı esir almış, Tenochtitlan’ı ve Aztec İmparatorluğunu ele geçirmişti.
Pizarro çok muhtemelen Atahualpa’ya pusu kurarken, Cortes’in başarılı stratejilerini okumuş ve kendisine örnek almıştı. Dolayısıyla İspanyolların başarılarının arkasında;
Pizarro çok muhtemelen Atahualpa’ya pusu kurarken, Cortes’in başarılı stratejilerini okumuş ve kendisine örnek almıştı. Dolayısıyla İspanyolların başarılarının arkasında;
- Tüfek, çelik kılıç ve atlara dayalı askeri teknoloji,
- Bulaşıcı hastalıklar
- Avrupa’nın gelişmiş denizcilik tecrübesi ve teknolojisi
- Avrupa’daki devletlerin merkezi siyasi örgütü
- Yazı sayesinde biriktirilmiş bilgi vardı.
12. AVRASYALILARIN İKİNCİ KOLONİ
KURMA GİRİŞİMLERİ BAŞARILI OLDU
Avrasyalıların Amerika kıtalarına yerleşmeye yönelik ikinci girişimleri
başarılı oldu. İspanya, Norveç gibi değildi, keşifleri destekleyebilecek ve
kolonilerine para yardımı yapabilecek kadar zengindi, kalabalık
nüfusluydu. İspanyolların Amerika
kıtalarında ayak bastıkları yerler, yerli Amerikan bitkilerine olduğu kadar
Avrasya evcil hayvanlarına, özellikle sığır ve ata dayalı yiyecek üretimine son
derece elverişli topraklardı.
İspanya’nın okyanus aşırı sömürge kurma girişimleri 1492’de Avrupa’da okyanus fırtınalarına ve
dalgalarına dayanıklı gemi teknolojisinin hızlı bir gelişim gösterdiği bir
zamanda başladı. Bunun sonucunda İspanya’da üretilen ve silahlı askerlerle donatılan
gemiler Batı Hint adalarına kadar gidebiliyordu. İspanya’nın Yeni Dünya’daki
kolonilerine kısa zamanda yarım düzine kadar Avrupa devletinin kolonisi
katıldı.
Avrupalıların 1492’de Columbus’un kurduğu yerleşim yerinden sonra
Amerika’da kurdukları ilk yerleşim yerleri Batı Hint Adaları’ndaydı. Bu
adalarda keşfedildikleri sırada tahmini nüfusları bir milyonu aşan yerlilerin
çoğu hastalıklardan ve savaşlardan dolayı kısa zamanda yok olmuştu. Amerika
kıtasında ilk koloni 1508 dolaylarında, Panama Kıstağı’nda kuruldu. Ana karadaki
iki büyük imparatorluktan Aztec İmparatorluğu 1519-1520 yıllarında, İnka
İmparatorluğu 1532-1533 yıllarında İspanyollar tarafından ele geçirildi. Ele
geçirenlerin başarısında, Avrupa kökenli hastalıkların (çiçek) payı büyük oldu.
Nüfusun büyük bir bölümü gibi imparatorların kendileri de bu hastalıktan öldü.
İşin geri kalanını da çok az sayıdaki atlı İspanyolun ezici askeri üstünlüğüyle
birlikte birbirlerine düşman yerli kabileleri kullanma konusundaki siyasal
becerileri halletti. Bunu izleyen 16. ve 17. yüzyılda Avrupalılar Orta
Amerika’daki ve Güney Amerika’nın kuzeyindeki geri kalan yerli devletleri de
yenilgiye uğrattılar.
Kuzey Amerika’nın en gelişmiş yerli toplumlarına, ABD’nin
güneydoğusunda ve Mississippi ırmak sisteminde yaşayanlara gelince, onlar daha
çok ilk Avrupalı kaşiflerin ve öncülerin getirdiği mikroplarla yok oldular.
Avrupalılar Amerika kıtalarına yayılırken Great Plains bölgesindeki Mandanlar,
Kuzey Kutup bölgesindeki Sadlermiut Eskimoları gibi daha pek çok yerli toplum
da hiçbir askeri müdahaleye gerek bırakmadan hastalıktan kırıldı. Bu şekilde
bir kırımla yok olmayan kalabalık yerli toplumlar da uzman Avrupalı askerlerin
ve yerli işbirlikçilerinin açtığı kıran kırana savaşla Aztec ve İnkalar gibi yok edildiler. Bu askerleri ilkin Avrupa’daki anavatan
ülkeleri, daha sonra Yeni Dünya’daki Avrupa koloni yönetimleri, son olarak da
koloni yönetimletini izleyen bağımsız yeni Avrupa devletlerinin siyasal
kurumları destekliyordu.
Daha küçük yerli toplumlar tek tek kişilerin küçük çaplı saldırıları ve
cinayetleriyle daha rastgele bir biçimde yok edildiler. Kaliforniya’daki
avcı/yiyecek toplayıcıların sayısı 200 bini buluyordu ama 100 küçük kabileye
bölünmüştü. Bunları yok etmek için savaşmak bile gerekmiyordu.Bu kabilelerin
çoğu 1848-1852 yılları arasında Kaliforniya eyaletine göçmenlerin akın akın
gelmesine yol açan altına hücum sırasında
ya da ondan sonra kıyıma uğradı ya da mülksüzleştirildi. 19. yüzyılın
sonu ile 20. yüzyılın başlarında kauçuk patlaması sırasında pek çok Amazon
yerli toplumu aynı şekilde sivil kişilerce yok edildi.
13. SONUÇ
13. SONUÇ
İnsanlık tarihi bir bayrak yarışı gibidir. Değişik zamanlarda farklı
toplumlar diğerlerine göre uygarlıkta ileri gittiler. Geride kalanları egemenlikleri
altına aldılar. Zaman geldi onların yerlerini de başkaları aldı. Christopher Columbus
zamanında (1492) Avrasya toplumları, yiyecek üretimi, mikroplar, teknoloji,
siyasal örgütlenme ve yazı bakımından yerli Amerikan toplumlarına göre çok
üstündü. Amerikan toplumlarından yaklaşık 4.000 yıl ilerdeydiler. Bundan dolayı
kolaylıkla Yeni Kıta’yı fethettiler. Avrasyalıları Amerikan halklarına göre
üstündüler çünkü:
- Avrasya’da insan varlığı çok daha eskiye dayanıyordu,
- Evcilleştirmeye elverişli mevcut yaban bitkiler, özellikle hayvanlar Avrasya’da daha fazla bulunduğu için yiyecek üretimi de daha etkili yapılabiliniyordu,
- Avrasya’da kıta içi yayılmaları güçleştirici coğrafi büyük engeller yoktu,
- Amerika kıtalarında şaşırtıcı bir biçimde bazı teknolojik icatlar olmamıştı.
- Amerikan toplumları yazıyı geliştirip yaygınlaştıramamıştı
Amerika kıtalarının birlikte yüzölçümü, Avrasya’nınkinin %76’sıdır. MS
1492’de nüfus sayılarıda benzer oranlardaydı. Ama Amerika kıtaları
birbirleriyle ilişkileri gevşek olan toplum adacıklarına bölünmüştü. Amerikan
ve Avrasya toplumları 13.000 yıl ayrı ayrı kendi başlarına geliştikten sonra
son beşyüz yıl içerisinde karşı karşıya gelip, çatıştılar. O zamana dek Eski
Dünya ile Yeni Dünya arasındaki ilişkiler yalnızca Bering Boğazı’nın iki kıyısındaki
avcı/yiyecek toplayıcılarla sınırlıydı.
Sonuçta Avrupalıların yiyecek üretimine ve yaşam alışkanlıklarına en
uygun bölgelerde yaşayan yerli Amerikan nüfus yok edilmiş durumda. Kuzey
Amerika’da hala ayakta kalmış olabilen yerliler koruma bölgelerinde
(plantasyon) ya da kutup bölgeleri gibi Avrupalıların tercih etmedikleri yerlerde
yaşıyorlar. Amerikan yerlilerinin yerini
Avrupalılar, Afrikalılar, Asyalılar almış durumda.
Orta Amerika’nın ve Andlar’ın bazı bölgelerinde Amerikan yerlilerinin
nüfusları başlangıçta öylesine kalabalıktı ki onca hastalıktan ve savaştan
sonra bile bugün nüfusun büyük bölümü Amerika yerlisidir ya da karışıktır. Andlar’ın
yüksek yerleri için bu özellikle geçerlidir, çünkü oralarda genetik bakımından
Avrupalı kadınlar üremekte bile fizyolojik güçlükler çekerler. Andlar’ın yerli
tarım bitkileri hala yiyecek üretimi için en uygun ürünleri oluştururlar. Ama
Amerikan yerlilerinin kültürlerinin ve dillerinin yerlerini yaygın olarak Eski
Dünya’nın dilleri ve kültürleri almıştır. Eskiden Amerika kıtalarında konuşulan
yüzlerce dilin bugün yalnızca 187’si yaşıyor. Bunların da 149’u can cekişiyor. Bir
kültürel yok ediş söz konusu. Eski Amerikalı yerlilerin Kuzey Amerika’daki
azalma oranı %95’e ulaşmış durumda. Avrupalı,
Asyalı ve Afrikalı göçmenler yüzünden Amerika kıtalarının nüfusu 1492’dekinin
on katına ulaşmış durumda.
Sioux Şefi Oturan Boğa (1831-1890) ve Apache Şefi Geronimo (1829-1909)
Dünyanın belkide en çevreci toplumlarından biri olan Kuzey Amerika
yerlileri hayata Avrasyalılardan farklı bakıyorlardı. 20. yüzyılda binlerce
yılın kültürel birikimiyle ancak başlayan çevreci hareket onların yaşam
biçimiydi, var oluş nedenleriydi. Çevreci hayatı içselleştirmişlerdi. Selam
olsun Oturan Boğaya, Geronimo’ya ve adsız doğa kahramanlarına. Beyazlar için
söyledikleri gibi..
Son ağaç
kesildiğinde,
son nehir
zehirlendiğinde,
son balık
öldüğünde;
paranın
yenilmeyeceğini göreceksiniz.
Kaynakça
Diamond,
Jared - Guns, Germs and Steel
McNeill,
William - Dünya Tarihi
İlin,M-Segal,E - İnsan Nasıl İnsan Oldu
Dorel,
Gerard - Amerikan
İmparatorluğu Atlası
.
ReplyDeleteteşekür ederim arkadaşım. güzel bir çalışma olmuş.
ReplyDelete