Wednesday, August 14, 2024

CHE’NİN İNTİKAMINI ALAN FOTOĞRAF SANATÇISI MONİCA ERTL

 'Kaybetmekten korkma; bir şeyi kazanman için bazı şeyleri kaybetmelisin. Ve unutma; kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde yenilirsin. CHE’

1 Nisan 1971 sabah 09:40 Hamburg. Gök mavisi gözleriyle güzel ve zarif bir kadın, Bolivya'ya seyahat etmek için vize isteyen Avustralyalı olarak Bolivya konsolosluğuna girer. Sekreter tarafından Konsolos ofisine alınır. Beklerken ofisi süsleyen tablolara kayıtsızca bakar. Sekreterin odadan ayrılmasından birkaç dakika sonra, Bolivya halkının "Toto" olarak bildiği koyu renk, şık bir takım elbise giyen Roberto Quintanilla Pereira, görüşme odasının kapısından içeri girer. 

Fotoğraf sanatçısı devrimci Monica Ertl

Quintanilla günler öncesinden röportaj talep eden kadının güzelliğinden etkilenerek onu selamlar. Bir an için yüz yüze gelirler. İntikam duygusu ile dolu Monica donmuş bir surat ifadesi ile karşısındaki hedefe bakar. Konsolos, ona doğru adımlarını atarken, Monica gözlerinin içine nefretle bakar ve konuşmaksızın çantasındaki 38'lik Colt Cobra tabancasını çekip göğsünden üç kurşun ile vurur. Quintanilla büyük bir şaşkınlıkla yere düşerken, Monica "Sana Bolivya devriminin selamını getirdim! Sana Che'nin selamını getirdim!" diye bağırır. Hızla kaçarken salona silahını ve “Ya zafer ya ölüm – ELN” yazılı bir bildiri bırakır. 

CIA Ajanı Roberto Quintanilla

1928’de doğan "Toto" lakaplı Roberta Quintanilla eğitimini Panama'da ABD okulunda yaptı. CIA ajanı olarak döndüğü Bolivya’da istihbarat servisinde çalışmaya başladı. Devlet Başkanı René Barrientos döneminde İçişleri Bakanlığı’nda istihbarat başkanı oldu. 


Roberto Quintanilla

Quintanilla, 1967'de Che Guevara'nın infaz edildiği operasyonu yönetti. Che’nin ölümünden ve parmak izi almak için ellerinin kesilmesi emrini vermekten sorumluydu. Operasyondaki başarısı nedeniyle albaylığa terfi ettirildi. 1969'da bu sefer Che’den sonraki ELN lideri Guido "Inti" Peredo Leigue'in öldürüldüğü operasyonu da yönetti. Hem Che’nin hem de Inti’nin öldürülmesindeki rolü nedeniyle tüm devrimci örgütlerin hedefindeki kişi idi. Inti’nin öldürülmesinden sonra Albay Roberto Quintanilla Pereira can güvenliği endişesiyle Bolivya Hükümeti'nden Almanya'nın Hamburg kentine konsolos olarak atanmasını talep etti. Bu talebi karşılık bulan Pereira hemen yeni görevine atandı.

Monica’nın babası Hans Ertl (Almanya, 1908 – Bolivia, 2000)
Alman kameraman, film yapımcısı/yönetmen ve çiftçidir. 1936 Berlin Olimpiyatları’na katılan Alman sporcularının ve Nazi liderlerinin propaganda filmlerinin kamera yönetmenliğini yaparak meşhur oldu. O artık Nazilerin önde gelen ve vazgeçilmez kameramanı idi. Hitler’in özel fotoğrafçısı olarak ünlendi. Her ne kadar verdiği demeçlerde Nazi olmadığını dile getirse de Nazi hayranlığı yaşamı boyunca belirgindi.


Yönetmen Hans Ertl

Hans, Nazi partisi üyesi değildi ama savaştan nefret etmesine rağmen Aryan zarafeti ve eski kahramanlıklarının sembolü olarak Alman ordusu için Hugo Boss tarafından tasarlanan ceketini gururla taşırdı. İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinde Nazi liderleri ve Nazi yanlıları, ABD desteği ve Almanya’nın onayı ile çeşitli ülkelere sığınarak Avrupa adaletinden kaçtılar. Hans ise alt görevlerde çalışmayı kabul ederek ailesiyle birlikte bir süre daha Almanya’da kaldı. 

Hans 3 Mart 1950 tarihinde, ailesi ile birlikte Nazi rejimi taraftarlarının Güney Amerika’ya kaçışını kolaylaştıran “farelerin yolu” olarak bilinen yoldan Bolivya’ya göçtü. Burada Santa Cruz şehir merkezine 100 kilometre uzaklıkta bulunan Chiquitania’ya yerleşti. Üç bin hektarlık bir alanda inşa ettiği “La Dolorida” adlı çiftliği onun son günlerine kadar evi olur. Sürgüne çıktığında büyük kızı Monica 15 yaşında bir genç kızdı. Ve onun hikâyesi de burada başlar…

Monica’nın İlk Yılları
Monica, 17 Ağustos 1937’de Münih’te doğar. Çocukluğunu Almanya’da Nazizm’in kargaşa ortamında geçirir. Babasıyla Bolivya’ya göç ettiği zaman ondan sinema sanatını öğrenir. 1958 yılının ocak ayında annesini kaybedince belgesel çeken babasının kamera asistanı olur. Monica uzak bir ülkede yaşıyor olsa da özünde bir Alman’dı ve 1968 kuşağının karakteristiği ‘otoriteye ve aileye isyan’ ruhunu taşıyordu. O dönemde çok sayıda genç ailelerinin Nazi geçmişine ortak olmamak için evlerini terk ediyordu. Monica ise babasına karşı ilk isyanını hızla verdiği evlenme kararı ile gösterir. 1958 yılında zengin bir aileden olan maden mühendisi Hans Harjes ile evlenir. Hans’ın “Karım olmak ister misin” sorusuna “Ben senin sevgilin olmayı tercih ederim” cevabını verir. Bu da Monica’nın evlilik kurumuna bakış açısının ipuçlarını göstermektedir. Monica’nın evlilikten beklentisi, eş olma tercihinden de anlaşılacağı gibi, eşitlikçi, toplumsal rollerin dışında bir evliliktir. Ancak Hans için böyle bir durum söz konusu değildir. Hans Harjes’in sahibi olduğu maden işletmesindeki işçiler üzerindeki baskıcı yönetimi, madencilerin zorlu yaşam koşullarını görmezlikten gelmesi, çiftin aralarındaki uçurumun derinleşmesine neden olur. Monica yoksul halk ile dayanışma için kurduğu vakıfta çalışmaya başlar. Zamanla bu evliliğin aradığı değişime yanıt olmadığını görür ve yedi yılın sonunda evliliğini bitirir.

Monica’nın Politikleşmesi
Monica her ne kadar ekonomik bakımdan varsıl bir çevreye sahip olsa da hayatında yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu düşünür. Bir dönem yardım dernekleri, vakıflar kurmak ve bağış toplamakla uğraşır. Vakfın finansmanı, Bolivya ve Almanya’dan toplanan paralar ile sağlanır. Ancak bu faaliyetler Monica’yı tatmin etmez. Üstüne babasının ve çevresinin Hitler hayranlığı da eklenince hayat Monica için tahammül edilemez bir durum alır. Radikal bir kopuş gerçekleştirmesinde ve gideceği yolu saptamasında, 1968 hareketi, silahlı mücadelenin etkinliği, bir Alman olarak Nazi izlerinin ağırlığını taşıma ve kadın olmak belirgin nedenlerdir.

Sürekli olarak eşit olmayan iki dünya arasında; ya yoksul, yarı aç-yarı tok, köle olarak ölenlerin yanında olacak ya da ticaret ve finans manipülasyonlarıyla zenginleşen para babalarının tarafını tutacaktır. Monica tercihini ezilenlerden yana yapar. Bağış kampanyaları yaparken çıktığı seyahatlerde tanıştığı insanlar, Monica’nın ideolojik olarak sola yakınlaşmasına vesile olur. Nihayet tüm eşitsizliklere karşı daha güçlü savaşabilmek için Guevarist milislerinin oluşturduğu Bolivya Ulusal Kurtuluş Ordusu (ELN) saflarına katılır.

Monica’nın ELN’ye Katılması
Monica, Nazi geçmişi olan babasından uzaklaşması ve evlilik sonrası içine düştüğü duygu karmaşasını Che’nin ideallerine bağlanarak aşar. Che’nin devrim çağrısı Monica’nın hayatında da karşılık bulur. 1965 yılında evliliğini sonlandırarak 1969 yılında ELN’ye katılır. Monica, kız kardeşi Beatrice göre “Che’ye bir Tanrı gibi tapardı”. Bolivya tepelerindeki bir mülteci kampında “devrimci Imilla” olmak için objektife ve sanata olan tutkusundan vazgeçer. O ana kadar hissettiği fakat bir türlü kontrol altına alamadığı duygusuna ve hayallerine yön verir. Monica babasına çiftliğini gerilla eğitimleri için kullanmak istediğini söyler. Ancak babası sert bir şekilde bu teklifi reddeder. Bu Monica ve babasının son görüşmeleri olur. Sonrasında yer altı faaliyetlerine girer ve ailesine sadece senede bir kez şifreli mektup gönderir.

Monica’nın ELN’ye katıldığı, kız kardeşinin arabasının bir banka soygununda deşifre olmasıyla ortaya çıkar. Monica Küba’daki gerilla kampında silahlı eğitimin yanı sıra kentlerdeki gerilla organizasyonları, lojistik ve gerilla eylemlerinin planlanması gibi konularda eğitim alır. Örgüt içerisindeki adı “Imilla”, yerel dillerde ‘genç kadın’ ya da ‘kadın arkadaş’ anlamına gelir. Bu isim hâkim sınıflar tarafından yerli kadınları aşağılama için kullanılır. Monica’nın bu ismi seçmesinin iki yönü vardır. Birincisi hâkim sınıflara meydan okuma, ikincisi ise yerli halkı sahiplenmedir.

Alman bir kadının Bolivya’da silahlı örgüte katılması ve kendine yerli dilinde bir isim bulması, bir devrimcinin en belirgin özelliği olan ezilenler ile kurduğu empatinin dinamik örnekleridir. Monica hâkim olan ulustan olmasına rağmen kolay olanı değil, ezilen ulusun yanında onunla savaşmayı tercih etmiştir. Bolivya’da yerli halktan kadınları daha çok ezmek ve itibarını zedelemek için taktıkları lakabı kendine isim olarak alması Monica’nın cüretinin bir kanıtıdır. Kampta kaldığı dört yıl boyunca ve sonrasında babasını bir daha hiç görmez.

ELN, Che’nin ve Che’den sonraki lider İnti Peredo'nun öldürülmesinden sorumlu tutulan Roberto Quintanilla Pereira’nın infazı için Monica’ya yüksek riskli önemli bir görev önerir. Che Guevara’nın ve İnti’nin intikamı alınacaktır. Bu Monica içinde bir anlamda da kendi ölüm fermanını imzalamasıdır.

Suikast Sonrası
Monica, suikast sonrasında ilk olarak Haziran 1971’de La Paz’da görüldü. 21 Ağustos 1971’de Alman kökenli General Hugo Banzer darbe yaptı. ELN’nin 60 militanı, Monica ile birlikte, La Paz sokaklarında savaşa girdi. Bu savaş, ELN bakımından hem siyasi hem de askeri bakımdan kazanılabilecek bir savaş değildi. İnsanlar kaçırılıp öldürülüyor, özel evlerde işkence yapılıyor, akla gelmedik baskı ile her yer kuşatılıyordu. Radyo ve gazeteler askerler tarafından işgal ediliyor, halkın davasına yardım eden din insanları dahi işkencelerden geçiriliyordu. ELN bu savaşta çok büyük kayıplar verdi. Geriye artık sadece 14 kişi kalan gerilla birliği ile ELN Bolivya’da savaşmayı durdurdu. Binleri bulan sürgün ve tutuklamaların ardından yeni toplama kampları açılıyordu. CIA, Bolivya’da istihbarat servislerinin yeniden yapılanması için çalışmalara başladı. Nazi suçlusu, Monica’nın “Klaus Amcası” Barbie, bu süreçte yeniden göreve döndü. Hemen ardından Barbie özel bir baskın timi oluşturdu. Bu tim daha sonraları “Ölüm Mangaları” adını alacaktı. ELN’nin üst düzey yönetim kadroları yurt dışına kaçma planları yapıyordu. Monica buna karşı çıktı. Ülkede faaliyet yürütmeye devam edilmesi gerektiğini savundu.

Monica iki yıl Fransa'da kaldıktan sonra 1973 yılında Bolivya'da görüldü. Eski bir Nazi savaş suçlusu olan ve Lyon Kasabı olarak bilinen ve hatta babasının arkadaşı olan, Monica'nın 'amca' diyerek büyüdüğü, 2. Dünya Savaşı sonrası Bolivya'ya iltica ettikten sonra 'soğuk savaş' döneminde ABD'nin Latin Amerika'daki sol-devrimci hareketi engellemek adına görevlendirdiği ve Bolivya Hükümeti adına çalışan ajanlardan biri olan Klaus Barbie tarafından tuzağa düşürülerek 12 Mayıs 1973 günü daha 35 yaşındayken öldürüldü ve bedeni Bolivya'da hiç kimsenin bilmediği bir yere gömüldü.

Monica’nın ölümünden sonra, babası Hans Erlt Bolivya’da belgesel filmler çekerek yaşamaya devam etti. İspanya ve Bolivya’da bulunan bazı kurumların yardımıyla bir müzeye dönüştürülen kendi çiftliğinde 2000 yılında 92 yaşında öldü.
 
Lyon Kasabı Klaus Barbie
Monica, ırkçı ve çok kapalı bir çevrede büyümüştü. Bu çevrede onun severek “Klaus Amca (El tío Klaus)” demeye alışık olduğu başka bir uğursuz karakter sivrilir. Nikolaus "Klaus" Barbie (25 Ekim 1913 - 25 Eylül 1991), İkinci Dünya Savaşı sırasında Vichy Fransa'sında çalışan bir Alman SS ve SD subayı idi. Lyon'daki Gestapo'nun başı olarak başta Yahudiler ve Fransız Direnişi üyeleri olmak üzere mahkumlara kişisel olarak işkence yaptığı için "Lyon Kasabı" olarak tanındı. Tarihçiler, Barbie'nin 14.000'e kadar kişinin ölümünden doğrudan sorumlu olduğunu kabul ediyor. Savaştan sonra, Amerika Birleşik Devletleri istihbarat servisleri onu anti-komünist çabaları için görevlendirdi ve Bolivya'ya kaçmasına yardım etti. Burada diktatörlük rejimine muhalefetin işkence yoluyla nasıl bastırılacağı konusunda tavsiyelerde bulundu. 
 

Nikolaus "Klaus" Barbie

1972'de Bolivya'da olduğu ortaya çıktı. Bolivya'dayken Batı Alman İstihbarat Servisi onu işe aldı. Barbie'nin 1980'de Luis García Meza tarafından düzenlenen Bolivya darbesinde rol oynadığından şüpheleniliyor. Diktatörlüğün yıkılmasının ardından Barbie, La Paz'daki hükümetin korumasını ve desteğini kaybetti. 1983 yılında tutuklanarak Fransa'ya iade edildi ve burada insanlığa karşı suçlardan hüküm giyerek ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Daha önce 1947 ve 1954'te iki kez gıyaben ölüm cezasına çarptırılmış olmasına rağmen, Fransa'da idam cezası 1981'de kaldırıldığı için Barbie, 1991'de Lyon'da 77 yaşındayken hapishanede kanserden öldü.

CHE’nin Anıt Mezarı
Che Guevara 9 Ekim 1967'de Vallegrande yakınlarındaki La Higuera'da Bolivya Ordusu tarafından ayaklarından yaralı olarak yakalandıktan sonra infaz edildi. Elleri bileklerinden kesildi ve naaşı bilinmeyen bir yere gömüldü. 
 

Che Guevara'nın Küba, Santa Clara'daki anıtmezarı

Araştırmacılar yıllarca Che’nin cesedini aradı. Guevara'nın elleri olmayan cesedinden kalanlar 1997 yılında Vallegrande yakınlarındaki bir uçak pistinin altından kazılarak çıkarıldı. DNA testiyle kimliği tespit edildi ve Küba'ya geri getirildi. 17 Ekim 1997'de Bolivya'daki gerilla harekatı sırasında ölen yoldaşlarından altısıyla birlikte, 39 yıl önce Küba Devrimi'nin başarısını belirleyen savaşı kazandığı Santa Clara'da özel olarak hazırlanmış anıtmezara askeri törenle gömüldü.

Saturday, February 5, 2022

Osmanlı’nın En Kısa Süre Padişahlık Yapan Sultanı V.Murat

 Osmanlı Sarayı’n da batılı prensler gibi yetiştirilmiş. 

Avrupa Hükümdarlarının Osmanlı tahtında görmek istedikleri şehzade.

Hayatının dönüm noktasında geçirdiği ruhsal bunalım nedeniyle kaderi değişen bahtsız Padişah.

V.Murat

Yıllarca beklediği hükümdarlığı bir rüya gibi kısa süren, belki de entelektüel birikimi hanedan tarihinin en zengin şehzadesi, hayatının dönüm noktasında yaşadığı kısa süreli ruhsal bunalım nedeniyle Osmanlı tarihine iz bırakamadan geçip gitti. 21 Eylül 1840 tarihinde dünyaya gelen Murat’ın diğer adı Mehmet olup babası Abdülmecit, annesi Şevki-Efsar Kadınefendi’dir. Sultan Abdülmecit Tanzimat döneminin ilk şehzadesi olan oğluna Murat ismini vermekle devletin geleceği hakkında iyi niyetini göstermek istemiştir. Sultan Abdülmecit’in ilk erkek çocuğu olduğu için biraz şımarık yetiştirilmişti. Küçükken mutlu ve neşeli bir çocukken genç yaşlarda içine dönük hülyalara dalan birine dönüştü. Öğrenimi ve eğitimine büyük özen gösterilen Şehzade Murat, döneminin en ünlü bilginlerinden Doğu ve Batı kültürü ve fen alanında dersler aldı. Çok iyi derecede Fransızca öğrendi. Okumaya ve edebiyata oldukça düşkündü. Fransa'dan getirttiği edebi ve felsefi kitapları, yabancı gazeteleri okurdu. 

Mızıka-yı Hümâyun komutanı Guatelli Paşa ve Augusto Lombardi adlı İtalyan hocalardan aldığı piyano dersleriyle musiki alanında ilerleme kaydetti. Hem piyano çalar hem de Batı müziği dalında besteler yapardı. ‘Aydın Hevâsı’ başlığıyla armonize ettiği zeybek, müzik tarihinde bir Türk halk türküsünün piyano için çok seslendirildiği ilk eser olarak değerlendirilir. 

V. Murat’a şehzadeliğinde hediye edilen Érard yapımı piyano
Nazik, hassas ve dikkat çekici yüz güzelliğine sahipti. Giyimine o kadar dikkat edermiş ki ona ‘İstanbul’da Paris’li bir genç adam’ denirmiş. Sultan Abdülmecit Batıya olan hayranlığının sonucu olarak şehzadesini adeta bir Avrupa prensi gibi yetiştirmiştir. Bu özellikleriyle meşrutiyete geçilmesi düşünülen imparatorlukta hanedan içerisinde hükümdarlığa en layık insan olarak düşünülür. Müsrifliği ve alkol alışkanlığı olumsuz yanlarıdır.
Şehzade Murat Efendi

V. Murad, babası, oğlu, torunu, oğlunun torunu

Sultan Vahideddin'in en büyük abisi V.Murat hakkında ‘Terazinin bir tarafına biz diğer yedi biraderi öbür tarafına Murat’ı koysalar birader ağır basardı’ dediği iddia edilir. Murat Efendi birçok defa ‘Osmanlı Hanedanına mensup olmasaydım, kesinlikle mimar olurdum’ demiştir. Bu ilgisini ve yeteneğini de Anadolu yakasında Fikirtepe’deki köşkünde sergilemeye çalışmıştır.


Veliaht Murat Efendi, kardeşleri Şehzade Reşat Efendi ve Şehzade Kemaleddin Efendi ile, 1870'ler. 


Abdülaziz ve Murat veliahtlıklarını Kadıköy’de geçirmişlerdir. Aslında Abdülaziz Padişah Abdülmecit’in kardeşi olması dolayısıyla veliaht, Murat ise oğlu olması dolayısıyla şehzadedir. O zamana kadar şehzadeler Sarayın dışında yaşayamazlardı. 3. Mehmet (1595-1603) zamanından önce sancaklara gönderilen şehzadeler, 3. Mehmet’ten itibaren oralarda güçlenip taht kavgalarına girişmemeleri için Sarayda düzenlenmiş dairelerde gözaltında yaşatılmışlardır. Abdülmecit’in, kardeşi veliaht Abdülaziz ve oğlu şehzade Murat için bu özgürlüğü tanıması Osmanlı’da 250 yıl süren olumsuz bir geleneğin sonlanması demek olmuştur. Daha sonra 1908 yılındaki 2. Meşrutiyetin ilanı ile bu geleneğe resmen son verilmiştir. Abdülaziz ve Murat Efendiler daha sonra tahta çıkmaları dolayısıyla Kadıköy’ün ev sahipliği yaptığı iki Osmanlı padişahıdırlar. Onların dışında Kadıköy’de yaşamış ama padişah olmamış başka şehzadeler de vardır. 5. Mehmed Reşat’ın büyük oğlu şehzade Ziyaeddin Efendi’nin İbrahimağadaki , 2. Abdülhamid’in büyük oğlu şehzade Mehmet Selim Efendinin Erenköy’deki, ikinci oğlu şehzade Abdülkadir Efendinin Feneryolundaki köşklerinde yaşadıkları bilinmektedir. Bunlardan sadece şehzade Ziyaddein Efendi’nin İbrahimağa’daki köşkü bugüne gelebilmiştir. Mimarlara Mektup dergisinin Şubat 2011 sayısındaki yazımda anlattığım bu köşkün değeri bilinmelidir.

Aslında Abdülaziz ve Murat’ın birlikte yaşadıkları Kurbağalıdere Köşkü ismiyle bilinen yapı Hasanpaşa’da şimdiki İETT Deposunun bulunduğu alanın biraz üst taraflarındadır. Köşkün bahçe kapısı buradadır. Altunizade de av köşkü bulunan Abdülaziz 1861 yılında padişah olunca Kurbağalıdere Köşkü ve arazisini Şehzade Murat’a bırakmıştır. Ancak Murat Efendi burada oturmamış ve1864 yılında Sultan Abdülaziz’in kendisine tahsis ettiği derenin üst tarafındaki Bugün Fikirtepe olarak adlandırılan arazinin tepelik kısmına bir köşk yaptırmıştır. İnşaat ve mimarlığı seven Şehzade Murat, köşkten başka buraya hizmetkârlar ve haremdekiler için binalar, hamam, av köşkü de inşa ettirmiştir. Kaynaklarda bütün inşaat işlerini 43.627 Osmanlı altınına mal ettiği yazılmaktadır. Selamlık dairesi o yıllarda İstanbul’un en güzel köşkü olarak gösterilmektedir. O derece ki bir gün Padişah Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Sultan bu köşkü merak etmiş ve görmeye gelmiştir. Köşkte altın yaldızlı ceviz kapılar, bugün kristal olarak bildiğimiz billurdan merdiven parmaklıkları, yatak odasında duş tertibatı bulunmaktaydı. Zevkli döşenmiş olan üç katlı binada salonların yanında üçer yatak odası yer almakta idi. Ayrıca içeride kullanılan eşyalar, duvarlardaki süslemeler ve tabloların çok değerli ve zevkli oldukları yazılmaktadır. 

V.Murat Köşkü

İki katlı Av Köşk’ünde ise salonların yanında ikişer oda bulunmakta idi. Burada Tahir Efendi hattı ile yazılmış bir levhada ‘Ya Hazreti Fatih Adli Cihan/ Ruhul Âlem… Mahmud Han’ yazılı idi. 1950 yılına kadar bomboş olan çevrede tek başına bulunan köşk ve ek binaları Kurbağalıdere’nin taşma alanları dolayısıyla adeta deniz manzaralı bir konumda imiş. O yıllarda buralar kış mevsiminde kurtların insanları parçaladığı ıssız mekanlardır.

Köşk’te 1908 yılında 2. Meşrutiyetin ilanından sonra 5. Murat’ın oğlu Selahaddin Efendi yaşamıştır. Araziye buğday ekildiği, daha sonra çilek, bamya yetiştirildiği, bahçede ise yetişmiş akasya, kestane ağaçları bulunduğu anlatılmaktadır.1927 yılında Süheyl Ünver burada yaptığı tespitte binaların harap bir şekilde içerisindeki eşyaları ile birlikte var olduklarını ifade etmektedir. 1928 yılında eşyalar müzayede de satılmış, içinde kalmış olan billurdan yapılmış merdiven trabzonları, tokmakları çalınmıştır. Köşk, cumhuriyet sonrasında bir süre darüleytam (yetimler yurdu) olarak kullanılmışsa da sonraki yıllarda çok tenha olan yörede yalnız kalmış yok olmuştur.

Gazi Muhtar Caddesi ile Minibüs Caddesinin kesiştiği noktanın karşısında Köşk arazisi içerisinde bir kuyu bulunmaktadır. O yıllarda üzerinde çıkrık bulunan ve çevrede yaşayan insanlara oldukça yararı olduğu belli olan kuyu bugün biraz alçakta kalmaktadır. Çevreye bu kuyudan dolayı Kuyubaşı denilmiştir. Kuyunun yanında bulunan, 5. Murat Köşküne ve çevresine su veren tesisata ait olan ve köşke giden suyun basıncını ayarlamaya yarayan su terazisi de bu köşkten günümüze kalmış tarihi bir parçadır.


Su Terazisi ( Arkasında Kuyu Bulunmaktadır )

V. Murat Köşkü ve yanındaki binalardan günümüze sadece hamam binasının kalıntısı kalabilmiştir. Hamam kalıntısının bugün arazide yerleşmiş olan Marmara Üniversitesi tarafından restore edilmektedir. 

V.Murat Köşkü Hamamı Kalıntısı

V.Murat’ın burada yaşamasından dolayı Feneryolu’nda karakol, okul gibi tesislere onun adı verilmiş, ayrıca arazinin hemen önünden geçen yola Saray Önü Caddesi denilmiştir. Yine orada Murat Paşa isimli bir cadde bulunmaktadır. Köşkün arazisine önce 1960 lı yıllarda Eğitim Enstitüsü, sonra 1970’li yıllarda SSK Hastanesi inşa edilmiştir. Burada kurulan Eğitim Mahallesine adını veren Eğitim Enstitüsü daha sonraki yıllarda yerini Marmara Üniversitesi Kampusuna, SSK Hastanesi ise SGK Hastanesine terk etmiştir. Bugün Köşkün arazisinin içerisinde üniversite ve hastanenin dışında yerleşimler de yer aldığı için alanını hesap edebilmek oldukça zor olmaktadır.

18. yüzyılda, o zamanlar "Kadıköy Deresi" olarak bilinen Kurbağalıdere, Hasanpaşa'ya kadar haliç şeklinde uzanırdı ve bol suya sahipti. Üzerindeki Kasr-ı Ali Köprüsü'nün doğusunda uzanan hassa çiftliklerinin çevresindeki mesire yerleri, İstanbul halkının gözde mekanları arasındaydı. Dönemin elçilik raporlarında, Kurbağalıdere üzerinde yapılan kayık gezintilerinden, mesire yerlerindeki eğlencelerden söz edilirken ressam ve şairlerin ilham almak için Fikir Tepesi'ne gittiğine değinilir. 1876'da kısa süre tahta çıkan V.Murat'ın av köşkü Fikirtepe'nin neredeyse tek yapısı olma özelliğini 1950'lere kadar sürdürmüştür. 

Veliahtlık dönemi
Amcası Abdülaziz 1861 yılında tahtta çıkınca şehzade Murat 21 yaşında veliaht ilân edildi. Sultan Abdülaziz ile beraber çıktığı Avrupa seyahati sırasında Avrupa'yı yakından görüp hayranlık duymuş, bu gezi sırasında İngiltere'de tanıştığı Prens VII. Edward (22 Ocak 1901'den 6 Mayıs 1910'daki ölümüne kadar Birleşik Krallık kralı, Hindistan imparatorluğunu sürdürdü) ile yakın bir dostluk kurmuştu. Amcasının tanıdığı kısmi serbestlik sayesinde, on beş senelik veliahtlığında vaktinin çoğunu Kurbağalıdere'deki köşkünde (Marmara Üniversitesi Göztepe Yerleşkesi) ailesi ve maiyeti ile birlikte kontrol altında ama rahat bir şekilde yaşadı. Kendisini Avrupalı prenslerden farklı görmeyen ve batılı yaşama biçimini seçen Murat Efendi, dairesinin ve köşklerinin konuklarla dolup taşmasını istediğinden Jön Türkler, yabancı ve İstanbullu aydınlar veliahtı ziyarete geliyor ve ağırlanıyorlardı. Veliaht Murat, bu dönemlerde meşruti rejimi savunan Yeni Osmanlılar ile temas kurdu. Sık görüştüğü Şinasi, Namık Kemal ve Ziya beyler ile meşrutiyet, demokrasi ve hürriyet konusunda fikir alışverişinde bulunuyordu. Fikir alışverişi yaptıkları içinde köşkünün de bulunduğu çiftlik alanına bu buluşmalardan dolayı Fikirtepe adı verildi. 

Veliaht Murat Efendi

Veliaht Murat Efendi, Ziya Paşa ve özel doktoru Kapoleon Efendi aracılığıyla, Abdülaziz’in yönetiminden hoşnut olmayan muhalif grubun lideri Mithat Paşa ile de haberleşmekteydi. Saltanatının ilk yıllarında yeğenlerini kollayıp gözeten, onlara geniş ölçüde özgürlük tanıyan Sultan Abdülaziz, siyasete karıştıklarına yönelik raporlar gelmesi üzerine şehzadelerin özgürlüklerine kısıtlama getirmiş ve onları saltanatının rakibi gibi görmeye başlamıştır. Romantik veliaht Murat Efendi artık pek de özgür değildir. Ancak gene de yurtdışı seyahatlerine dahil edilir. Veliaht Murat Efendi, Sultan Abdülaziz ile çıktığı Avrupa gezisinde çok öne çıkar. Murat Efendi’ye gösterilen ilgi, duyulan saygının bir Veliaht’a gösterilenden öte olduğu anlaşılmaktadır. Bunda Murat Efendi’nin Avrupa kamuoyunda liberal fikirleri ile tanınmasının yanında Veliaht’ın batı kültürüne hâkim olmasının da etkisi olduğu söylenebilir. Sultan Abdülaziz, Murat’ın Avrupa’da bıraktığı olumlu izlenimden, beraberinde götürdüğü oğlu Yusuf İzzeddin Efendi adına kıskançlık duymuştur. Zira Murat Efendi’ye gösterilen ilgi padişahın oğlu Yusuf İzzeddin Efendi’ye gösterilmemiştir. Kraliçe Victoria, Veliaht Murat Efendi’den övgü ile söz etmiş ona saygı duymuştur. Hatta Kraliçe Victoria’nın, Murat Efendi’ye kızlarından birini vererek onunla evlendirmek istediği söylentileri de çıkmıştır. Ancak İngiltere’nin veliahta yakınlaşmasından rahatsızlık duyan Sultan bu izdivaca pozitif bakmamıştır. Fransa İmparatoru III. Napoleon, zarafetini gördüğü, methini duyduğu Veliaht Murat Efendi ile görüşmek istemiş. Abdülaziz ile birlikteyken onun da davet edilmesini rica etmiştir. Padişah, bu istekten memnun olmasa da ricayı kabul etmiştir.


Veliaht Murat Efendi’nin Fransa İmparatoru Napoleon’a gönderdiği Fransızca mektup

Masonluk
19. yüzyılda Avrupa’da özellikle hükümdar ve hanedan üyelerinden önemli bir kısmı mason idi. İngiltere Kraliçesi Viktorya locaların koruyucusu, Veliaht Prens büyük üstattı. İsveç kralları babadan oğula, Hollanda veliahtı, Baden Büyük Dükü, Hesse-Darmstadt Dükü masondu. Almanya imparatoru Alman localarının büyük koruyucusu iken oğlu büyük üstat, Portekiz kralı, Fransız politikacılarının birçoğu, başta Washington olmak üzere birçok Amerika cumhurbaşkanı mason idiler. İstanbul’da ilk mason locası 1720 yılında Galata’da açılmıştır. Osmanlı toplumunda masonluğa olumsuz bakılmasının en önemli nedeni mensuplarının büyük çoğunluğunun gayrimüslimlerden meydana gelmesinden dolayı din karşıtı bir hareket olarak algılanması ve faaliyetlerini gizlilik içerisinde yürütmeleri olduğu söylenebilir. 

Özellikle 1856 ile 1876 yılları arasında İstanbul’da 50’den fazla loca açılmış, başlangıçta yalnız yabancıların katıldığı bu localara zamanla Osmanlı milletlerinden üyeler kabul edilmiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Avrupa üst sınıfının ve hanedan üyelerinin mason olmaları ve masonluğun toplum hayatında entelektüel bir statü gibi algılanması Osmanlı elitlerini de bu organizasyona girmeye teşvik etmiştir. 1868 yılında İstanbul’da Proodos adlı bir Fransız mason locası kurulmuştur. Grand Orient France’a bağlı Proodos Locası kurucularından Kleanti Skalyeri 20 Ekim 1872 tarihinde Murat Efendi’nin tekrisini yapmıştır. Mason kuruluşlarında, Masonluğa alınan kişilere; aydınlanma töreni, tekris ya da inisiyasyon adlarıyla bilinen bir katılım töreni yapılır. Geleneksel uygulamaları simgelerle yansıtan bu töreni başarıyla aşan her kişi aydınlanmış sayılır ve Mason sanını kullanmaya hak kazanır. Yaklaşık bir yıl sonra da kardeşi Şehzade Nureddin Efendi’de locaya dahil oldu. Şehzade Murat Efendi aynı günün akşamı yapılan törenle on sekizinci dereceye yükseltilmiştir. Ayrıca Murat Efendi’nin iki mabeyncisi (Ahmed Seyyid, Mehmed Ragıp) yakın arkadaşı Namık Kemal, doktoru Kapoleon ve kâtibi Seyyid Bey’de masondur. Öte yandan Murat Efendi için masonluk bir yönüyle amcasına karşı siyasi bir destek aracı olmuştur. Sultan Abdülaziz’in kendi oğlu Yusuf Izzeddin Efendi’yi onun yerine tahtta geçireceği şeklindeki haberlerin artmasıyla oldukça tedirgin olan veliaht, destek arayışının bir sonucu olarak Proodos locasına katılmıştır. Murat Efendi diğer kardeşlerini de mason yapmaya çalışmış ama dindar kardeşi Reşat Efendi ile bu nedenle arası açılmıştır. Kardeşi Sultan II. Abdülhamit saltanatında siyasete karışmadıkları sürece locaların hayır ve eğlence kurumu gibi faaliyet göstermesine engel olmamıştır. 
 
Müsrifliği ve borçları
Veliaht Murat Efendi, borçlarıyla da gündem olmuştur. Abdülmecit, oğlu Murat’a ilk şehzadesi olması dolayısıyla serbest bir hayat sunmuştur. Bu serbestliğin etkisiyle de Tanzimat döneminin batılı yaşam tarzı, lüks ve şatafat düşkünlüğü Murat Efendi’de kendini göstermiştir. Murat Efendi sefahat âlemlerinde vakit geçirmiş, elindeki paraları har vurup harman savurmuştur. Diğer yandan amcasına karşı giriştiği iktidar mücadelesinde başta Yeni Osmanlılar olmak üzere kendini destekleyenlere maddi imkân sunmaya çalışmış ancak şehzadelik tahsisatı ile bu mümkün olmamıştır. Tahsisatından kat be kat fazla para harcamış, dolayısıyla borçlanmıştır. Murat Efendi’nin aşırı derecede borcu olmasında iki neden öne çıkmıştır. Birincisi şehzadenin kişisel özellik itibariyle zevk ve eğlence düşkünlüğü, israfa varan harcamalarıdır. İkincisi ise saltanat uğrunda üstesinden gelemeyeceği tutarlarda borçlanmış olmasıdır. Tahtta bir an önce çıkmak için bütün şahsi imkanlarını ve şöhretini kullanmıştır. Kurbağalıdere köşkünde ikramlarda bulunmuş, hediyeler dağıtmıştır. Neredeyse tüm Beyoğlu esnafı Murat Efendi’den alacaklı duruma gelmişti. Hazineden kendisine bağlanan tahsisat yetmediğinden Galata sarraflarından yüklü miktarda borç almıştır. Galata’nın büyük bankerlerinden Hristaki Zagrofos, Murat Efendi’nin bankeridir. Murat Efendi Maliye Hazinesi’nden kendisine verilen aylık maaş senetlerini Hristaki’ye verir, karşı gelen değeri nakit olarak Hristaki’den alır ve vadesinden önce harcardı.


Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi
1875’te devletin Avrupalı bankalara olan borcunu ödeyemeyeceğini ve dolayısıyla iflasını açıklaması yurtdışı  dengelerini altüst etti. Avrupa’da büyük tepki doğdu. Bu sırada Balkanlar’da Hersek İsyanı (1875), Bulgar Ayaklanması (2 Mayıs 1876), iki konsolosun öldürülmesi ile tehlikeli bir hal alan Selanik Vak’ası (6 Mayıs 1876) gibi gelişmeler yaşanmştır. 1873 ile 1876 yıllarını kapsayan zaman içinde sık sık sadrazam ve nazır değişikleri meydana gelmiştir. Avrupa devletlerinin Osmanlı’ya müdahalesi gündeme gelmiştir. Bu gelişmeler Avrupa kamuoyunun Türkler aleyhine dönmesine sebep olmuştur. Abdülaziz muhalifleri bu ortamı değerlendirdiler ve askeri bir darbe ile onu tahttan indirme süreci başlatılmıştır. 

Sultan Abdülaziz ve yönetimine yönelik ilk ciddi protesto eylemini 10 Mayıs 1876 günü Fatih, Bayezit ve Süleymaniye medrese öğrencileri yaptı. Görünür neden, ulemanın emekliliği için gerekli sürenin 20 yıla çıkarılmasıydı. Beş bin medrese öğrencisi sokaklara çıktı. Bu öğrencilerin arkasında Osmanlı’da yönetim değişikliğini bekleyen İngilizlerin olduğu artık bilinen tarihsel bir gerçek. Bulgar ve Hersek olaylarından üzgün olan Abdülaziz dinlenmek için gittiği Ayazağa Çiftliğinde bu hadiseyi haber alır almaz Yıldız Sarayına dönmüştür. Protestocular Babıâli, Şeyhülislâm Kapısı ve Serasker Kapısında gösteriler yaparak Yıldız Sarayı’nın önüne kadar gelerek Şeyhülislam Hasan Fehmi ile Rus taraftarı olarak gördükleri Sadrazam Nedim Paşa azledilmesini istediler. Abdülaziz 12 Mayıs Cuma günü, Sadrazamlığa Mütercim Rüştü Paşa’yı, Şeyhülislamlığa Hasan Hayrullah Efendi’yi, Seraskerliğe’de Hüseyin Avni Paşa’yı tayin ettiğini, Mithat Paşa’nın da Meclis-i Vükela üyeliğine memur edildiğini ilan etti. Böylece öğrencilerin gösterisi son buldu. Ama artık düğmeye basılmıştı. İsyana çok hiddetlenen Sultan Abdülaziz, Murat Efendi’yi aşırı kontrol altında tutarak göz hapsine aldırmıştır. Darbeden dört gün önce İngiliz Times gazetesinde yayınlanmış olan bir haber enteresandır: ‘Bu oyun artık pek sürdürülemez; buradaki genel intiba, softaların artık bu sevilmeyen padişaha tahammül etmeyecekleri ve yirmi güne kalmaz, Murat Efendi’nin Eyüp Camii’nde Osman Gazi’nin kılıcını kuşanacağı yönündedir’

Sonuç olarak bu harekete kalkışanlara müdahale etmeyip müzakere eden, onları muhatap alıp taleplerini karşılayan Sultan Abdülaziz kendi saltanat ve iktidarına kast edildiğinin ya farkında değildir ya da onlara karşı acziyet göstermiştir. Devlette kritik görevlere getirtilen “Erkan-ı Erbaa” denilen dörtlüye büyük bir fırsat vermiştir. Hüseyin Avni Paşa Serasker olması yönüyle askeri cenahın, Rüşdü Paşa sadrazam olarak hükümet cenahının, Hasan Hayrullah Efendi Şeyhülislam olarak ulema tarafının, Midhat Paşa ise Şurâ-yı Devlet reisliğiyle bürokratik tarafın güç odağını temsil etmektedir. Hüseyin Avni Paşa ile Rüşdü Paşa, Sultan Abdülaziz aleyhinde Veliaht Murat Efendi ile gizli olarak iletişim halindedir. Hüseyin Avni Paşa, talebe nümayişi ile yeniden seraskerliğe kavuşsa da Abdülaziz’den öç almak istemektedir. Zira seraskerlikten azledilmiş memleketi Isparta’ya sürülmüştür. Mehmed Rüşdü Paşa ise Abdülaziz’in tahta çıkışından beri padişaha karşı kırgınlığı ve öfkesi bulunmaktadır. Midhat Paşa ise Topkapı dışında yaptırdığı köşkte Yeni Osmanlılardan Ziya Bey başta olmak üzere kendisine bağlı olanlarla bir araya gelerek, hatta Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Osman Efendi’yi ‘tahttan indirme’ amacına sırdaş ederek fikir alışverişinde bulunmaktadır. O da Şehzade Murat Efendi’nin sarrafı Hristaki Efendi ve hekimi Kapoleon aracılığı ile veliaht ile haberleşmektedir. Midhat Paşa’nın en büyük ideali millet meclisi ile devletin yönetilmesi olmuştur. Özellikle maliyenin denetim ve kontrolünün gerekliliğini savunmuştur. Bütün bunları Abdülaziz’e kabul ettirebilme ihtimali bulunmadığını düşündüğünden Abdülaziz’in yerine hürriyet fikirleri ile beslenmiş sayılan Veliaht Murat Efendi’nin tahta geçirilmesi ile istediği yönetim şekli olan meşrutiyet idaresinin gerçekleşebileceğini düşünmüştür. Veliaht Murat padişah olduğunda meşrutiyet yönetimi kurulacağı teminatını vermiştir. Anayasanın ilanına hazır olduğu bilinmektedir. Midhat Paşa’nın hazırladığı reform paketleri Veliaht Murat tarafından kabul edilmiştir. Midhat Paşa’nın kafasındaki yönetim modeli olan meşrutiyet sisteminin gerçekleşmesi Murat Efendi’nin Osmanlı sultanı olmasına bağlıdır. Zira Veliaht bu mevzuda gerekli güvenceyi vermiştir. Hüseyin Avni Paşa hal‘ meselesini ilk gündeme getiren ve bu işte en istekli kişi olmuş Abdülaziz’in hal‘ edilmesinde başrolde bulunacaktır. Görünüşte tedavi niyeti ile gittiği Avrupa’da, Paris ve Londra hükümet erkânı ile görüşmeler yapmıştır. İngilizler ile Abdülaziz’in hal‘ edilmesi hususunda anlaştığı öne sürülmüştür. Şeyhülislam Hayrullah Efendinin, Abdülaziz’i tahtan indirmek için çalışan komiteye katılması ise Rüştü Paşa’nın ısrarı ile olmuştur. Hayrullah Efendi, Hüseyin Avni, Midhat ve Rüştü Paşalar ile kendisinin Kuruçeşme’deki yalısında gizli toplantılar düzenlemiş siyasi faaliyetlerde bulunmuştur. Hayrullah Efendi padiþahı oyalama yoluna gitmiştir. Askeri Mektepler Nazırı Süleyman Paşa’ya gelince, büyük bir vatansever, meşrutiyet sisteminin destekçisi, milliyetçi yapısının dışında Batıcı ve reformist bir karakterdir. Askeri darbeden yana olup Midhat Paşa ile Hüseyin Avni Paşa arasında köprü vazifesi görmüştür. 

Gerçekten de medrese öğrencilerinin ayaklanmasından 19 gün sonra Şura-ı Devlet Reis’i Mithat Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Harbiye Mektebi Nazırı Süleyman Paşa, Şûra-yı Askeri Reisi Redif Paşa, Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi’den Padişah’ın tahttan indirilmesi için bir fetva aldılar. Operasyonun 31 Mayıs’ta yapılması kararlaştırıldığı halde Sultan Abdülaziz’in askeri bir düzenleme nedeniyle Seraskeri sorması başta Hüseyin Avni Paşa olmak üzere ihtilal komitesini telaşlandırdığı için bir gün erkene 30 Mayıs’a alındı. Yıldız Sarayı, Harp Okulu Komutanı ve Nazırı Süleyman Paşa ve İstanbul Komutanı Refik Paşa’nın birlikleriyle Dolmabahçe Sarayı karadan ve donanma ile denizden kuşatıldı. Saraya giriş çıkışlar yasaklandı ve telefon hatları kesildi. 

Sultan Abdülaziz tahtından indiren cuntanın önemli isimleri

30 Mayıs 1876 Salı sabahı şafak vakti Saray halkı uykuda olduğu için de olan bitenden haberdar olmamıştır. Ortalık aydınlanmaya başladığında sarayın kuşatıldığı ve Murat Efendi’nin dairesinden alınıp götürüldüğü öğrenildi. Donanmadan toplar atılmaya başlayınca da iş işten geçmiş olduğu anlaşıldı. Yardımcıları sabah saat sekizde yangın var diye Valide Sultanı uyandırdıklarında, pencereden bakan Valide Sultan: ‘Hayır bu yangın değildir. Arslanımı tahttan indirdiler; Murat Efendi'yi tahtta çıkardılar. Ne yapalım Allah’ın emri böyleymiş’  diyerek Sultan Abdülaziz’in dairesine gitmiş ve onu uyandırmıştır. Padişahın, ne oldu? Sorusuna Vâlide Sultan: ‘Ne olacak Allah’ın takdiri yerini bulsa gerektir’ karşılığını vermiştir. 

Sultan Abdülaziz hal‘ işinde gafil avlanmıştır. Kendisini tahttan indirecek planın farkında değildir. Ancak meseleyi öğrendiğinde bu eylemi kimlerin gerçekleştirdiğine yönelik tahminleri doğru çıkmıştır. Şahsına karşı olan bu husumeti bilmekle beraber hal‘ gibi cüretkâr bir eyleme kalkışacaklarını tahmin edememiştir. Bununla birlikte devrik bir sultanın korku ve kaygılarını yaşamaktadır. Sonunun tahttan indirildikten sonra öldürülen büyük amcası III. Selim’in akıbeti gibi olmasından çekinmektedir. 

Cevdet Paşa, Sultan Abdülaziz hal‘i kabullenmeyip o gün sarayı abluka eden askere ‘Sizi techiz eden benim. Silahlandıran benim. Birtakım hainlerin sözüne aldanmayınız’ diyerek meydana çıkmış olsaydı kuvvetle muhtemel bu hareketin önlenebileceğini ancak bunu yapacak kadar kendini güçlü hissetmeyip, kaderine teslim olup, hiçbir şey yapamadığını yazmaktadır. Bir padişahın kendi askeri tarafından kuşatılıp saltanatından etmesinin kederini yaşayan Sultan Abdülaziz ihtilali kabul ile kendisine takdir edilene razı olmuştur. Devrik Sultan Abdülaziz mahzun bir halde odasından çıkmış rıhtıma inerken ağalar ve saray halkı hıçkırıklar içinde ağlamıştır. Padişahın beş çifte kayığında oğulları Yusuf İzzeddin, Mahmut Celaleddin Efendiler, Başmabeyinci Hafız Mehmet ve Başkâtip Atıf Beyler yer almıştır. Valide Sultan, diğer şehzadeler, sultanlar ve kadınlar arkadan başka kayıklarla getirilmiştir. Sultan Abdülaziz’in kayığı şiddetli yağan yağmurun altında Sultan Murat’ın cülûsu için süslenmiş harp gemileri arasından geçerek Topkapı Sarayı iskelesine ulaşmış oradan da devrik Padişah atlı araba ile Topkapı Sarayı’na çıkarılmıştır. Kendisine ve maiyetine Haremin bir zamanların en prestişli odası olan Hünkâr Sofası tahsis edilmiş olmasına rağmen saray uzunca bir zamandır kullanılmadığı için içinde eşya olarak yalnızca kırık dökük iki sandalye bulunmaktadır. 

Hünkâr Sofası, Topkapı Sarayı'nın Harem-i hümayun bölümünde, I. Süleyman (Kanuni) tarafından yaptırılan sofa, dikdörtgen planlı ve kubbeli büyük bir salondur. III. Osman döneminde (1754-1757) duvarlarına ayetler yazılmış, yaldızlı süslemeler ve aynalarla donatılmıştır. III. Selim (1789-1809) sofaya mermer çeşmeler ekletti. Bayramlarda sofanın köşesindeki mermer sütunlar arasına taht-ı hümayun kurulur, valide sultan, öteki saray kadınları ve kadın efendiler için eğlenceler düzenlenirdi. 

Sultan Abdülaziz öldürüleceği korkusunu taşımaktadır. Paltosu yağmurdan ıslandığından giysi, karnı acıktığı için de yemek talep etmiş ancak yeni Padişah V.Murat’ın onayı alınamadığından istekleri karşılanmamıştır. Kendisine ve ailesine içme suyu bile çok görülmüştür. III. Selim’in öldürüldüğü dairede tutulmasından dolayı sonunun onun gibi olacağı endişesi ile büyük üzüntü yaşamıştır. Ağlamaya başlayan eski padişah, ‘Aman beni Sultan Selim gibi öldürecekler…’ diye feryat etmiştir. Devrik Sultan Abdülaziz’e yapılan kötü davranışlardan yeni Padişah V.Murat’ın haberi olmamıştır. Zaten yeni padişah Hal‘ erkânının elinde oyuncak olup iktidar sahibi değildir. Devrik Sultan, hem V.Murat’ın padişahlığını tebrik eden hem de Topkapı Sarayı’ndan başka bir mekâna naklini isteyen bir mektup kaleme almıştır. Amcasının bu mektubuna Sultan V.Murat aşağıdaki yanıtı yazmıştır: 
‘Mektubunuzu büyük dikkatle inceledim. Hakkımda layık gördüğünüz lütuflara teşekkürden başka söz bulamıyorum. Sadece takdir-i ilahiden kaynaklanan şu durum üzerine, hakkınızda olması gereken vefa ve dürüstlüğe uygun davranışı esirgemeyeceğime sizin kalbinizde şahittir. Dinlenmekte olduğunuz yerin harap haline gelince, bu konuda düzgün bilgim olmadığını, sadece bu yerin hazır olduğunun haber verilmesinden dolayı seçilmiş olduğunu, ama şimdi buna bir çare aranmakta olduğu gibi, başka şekillerde de huzur ve rahatınızın sağlanması için olanca kuvvetle çalışacağına söz veririm’ 

Devrik Sultan Abdülaziz kışın Ortaköy’de (Feriye Sarayı), yazın ise Beylerbeyi Sarayına ikamet edilmeyi istemiş. Sultan V.Murat bu talebi devlet erkanı ile görüşmüş Beylerbeyi sarayı güvenlik açısından sakıncalı bulunarak Ortaköy (Feriye) Sarayı’nda oturması uygun görülmüştür. 
 

V.Murat’ın tahtta çıkması
Süleyman Paşa, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirildiği günün şafak vakti saraydaki veliaht dairesine giderek Veliaht Murat Efendi’yi almak istedi. Harekâtın öne alındığından haberi olmayan Veliaht darbenin açığa çıktığını tutuklanacağını sanarak korkudan dairesinden çıkmak istemedi. Süleyman Paşa zorla ikna ettiği Murat Efendi’yi götürürken arkadan Hüseyin Avni Paşa yetişti. Hüseyin Avni Paşa, arabasına aldığı Veliaht’a cebindeki tabancayı teslim edip, ‘Efendim! Eğer kutlu vücudunuza Allah korusun, bir zarar erişmek ihtimali ortaya çıkarsa önce bu kulunuzu öldürün’ diyerek teminat verdi. Gururundan arabadan bile inmeden Veliahtı kendi arabasına alan Hüseyin Avni Paşa Dolmabahçe rıhtımına doğru hareket etti

Murat Efendi’yi taşıyan araç kontrol yapan askerler tarafından birkaç defa durdurulduktan sonra şiddetli fırtına ve sağanak halinde Dolmabahçe rıhtımına geldi. Murat Efendi ile Hüseyin Avni Paşa Dolmabahçe Cami rıhtımında arabadan inerek hazır bekleyen üç çifte kayığa geçmişlerdir. Biraz açıldıktan sonra ise Hüseyin Avni Paşa’nın beş çifte kayığına rastlanmış ve ona geçilmiştir. Zorlukla Sirkeci İskelesi’ne getirilen Velihaht buradan arabayla Beyazıt’taki Serasker Kapısı’na getirildi. Burada beklemekte olan Sadrazam, Şeyhülislâm ve diğer bazı devlet erkânı V.Murat’a biat ettiler. Arkasından Abdülaziz’in hal‘ine dair fetva okundu. Fetva gerekçesinde Abdülaziz’in cinnet geçirdiği ve devlet işlerinden anlamadığı ileri sürülüyordu. Resmi tebliğde Abdülaziz’in hal‘inin genel oybirliği alındığı söylenmişse de aslında bu iş birkaç kişinin düzenlediği bir darbe ile gerçekleşmişti. Törenin ardından Murat Efendi adet olduğu üzere Topkapı Sarayına geçerek Hırka-ı Saadet dairesini ziyarette bulunmuş, dua etmiştir. Murat Efendi’nin tahta çıkışı kendisinden büyük yenilikler bekleyen halk tarafından sevinç gösterileri ile karşılanmıştır. Bayezid Meydanına ve Babıâli Caddesine toplanan halk büyük bir coþku ve tezahürat ile yeni padişahı karşılamıştır. Sultan V. Murat, alkışlar ve ‘Padişahım çok yaşa!’ nidaları eşliğinde Sirkeci İskelesine inmiştir. Kendisine yapılan tezahüratlarda Yeni Osmanlıların uzun süredir V. Murat lehine propaganda yapmaları etkili olmuştur. Zira veliahtlığından bu yana Osmanlı hanedanında eşi gelmemiş bir şehzâde olduğuna halk inanmıştır.

Burada kendisine mahsus hazırlanan yirmi dört çifte saltanat kayığına binerek Dolmabahçe Sarayı’na gitmiştir. Top atışlarıyla cülûs duyuruldu ve sarayda toplanan devlet erkânı için ikinci biat merasimi düzenlendi. Geleneğe göre yeni padişahın Topkapı Sarayı’ndaki altın tahtta oturması gerekirken Dolmabahçe Sarayı’nda yaldızlı bir kanepeye oturtularak biat merasimi icra edildi. Hal‘ herhangi bir şiddet olayı meydana gelmeden ve kan dökülmeden tamamlanmıştır. Hal‘ olayını sonradan öğrenen ve biat dolayısıyla Dolmabahçe Sarayına gelen eski sadrazamlardan Yusuf Kamil Paşa ise, karşılaştığı Sadrazam Rüşdü Paşa’yı, ‘iyi b.k yediniz’ demek suretiyle azarlamıştır. Yeniçeri ocağının kaldırıldığından beri dağıtılamayan cülûs bahşişi, sadece İstanbul’daki askerlere dağıtıldı. Cülus bahşişi, adet olduğu gibi yeni padişahın tahta çıkışında askerler ve memurlara dağıtılan paradır. Sultan II.Mahmut döneminden beri dağıtılmayan cülusun bu kez dağıtılması devrik Sultan Abdülaziz’in tekrar başa geçirmeye yönelik olası isyanı engellemek ve darbeye karışan askerleri de susturmak için alınan bir önlem olmalıdır. 

Otuz üçüncü Osmanlı Padişahı olarak başa geçen V.Murat’ın, 30 Mayıs 1876 ile 31 Ağustos 1876 tarihlerini kapsayan 93 günlük saltanatı Osmanlı padişahları arasında saltanat süresi bakımından en kısa dönemi ifade etmektedir. Bu kısa saltanatı süresince muktedir bir sultan olamamıştır. Zira istediği kişilere memuriyet tasarrufunda bulunamaması bir yana hastalığı sebebiyle devleti idare edememiştir. Meşrutiyet hükümdarı olarak görülmüştür. Ne var ki meşrutiyete geçilmesi hususunda kendisini tahta çıkaran Erkan-ı Erbaa arasında ihtilaf yaşanmıştır. Kaldı ki bir başkâtibi dahi atayamayan V. Murat meşrutiyet gibi dönemine göre radikal bir yönetim değişikliğini nasıl gerçekleştirebilirdi?

Sultan V.Murat idareyi ele alınca Sadrazam Rüştü Paşa’dan devrik Sultan Abdülaziz’in sürgüne gönderdiği yakın dostu Namık Kemal ve arkadaşlarının geri çağırmasını istedi ancak bu talebi yerine getirilmedi. Bu arada kendisini tahtta çıkaran cunta arasında kısa zamanda fikir ayrılığı belirdi. Yeni düzenin baş mimarlarından Mithat Paşa ve Süleyman Paşa meşrutiyeti ilan etmek isterken Sadrazam Mütercim Rüştü Paşa ile orduyu elinde tutan Hüseyin Avni Paşa aynı düşüncede değillerdi. Sadrazam, Padişahın özel durumunu bahane ederek ‘Padişahın şuuru bozuktur. Bu sebepten devletin idare tarzının değiştirilmesine zaman müsait değildir’ diyerek meşrutiyetin ilanını geri çevirmiştir. Gerçekte cunta içinde hürriyeti dolayısıyla meşrutiyeti samimiyetle savunan tek kişi Mithat Paşa idi. Diğerleri eski rejimin devamından yanaydılar. Nitekim V.Murat’ın cülusunun üçüncü günü yayımladığı hatt-ı hümayununda meşrutiyet konusu birkaç parlak sözle geçiştirilmişti. Diğer taraftan Serasker Hüseyin Avni Paşa tam bir diktatör gibi davranıyor ve her işe müdahale ediyordu. Saraya giriş çıkışları kontrol altına alan Serasker, Padişah ile görüşecek kişilerin kendisinden izin alması gerektiğini bildirmekteydi. Osmanlı’da padişah değişikliğini başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa devletleri son derece olumlu karşılamışlardır. Aydın bir kişilik olarak niteledikleri Sultan V.Murat’ın hükümdarlığından memnundular. Ancak Rusya Osmanlı’nın Avrupa’ya yakınlaşacağı belki de kendi etki alanından uzaklaşacağı için bu saltanat değişikliğinden memnun olmamıştı. 

V.Murat, tahtta çıkması ile veliahtlığından beri temas halinde olduğu, sempati ve yakınlık duyduğu Yeni Osmanlılardan birçoğunu saray memuriyetine aldırmıştır. Sultanın ilk emri Mabeyn Başkâtipliğine Ziya Paşa’nın tayin edilmesi yönünde olmuştur. Ancak bu emir yirmi altı saat sonra Meclis-i Vükela kararıyla değiştirilmiş devlet sırlarının mahremiyeti ve padişahın en yakını statüsündeki pozisyona Sadullah Paşa getirilmiştir. Diğer taraftan Hüseyin Avni Paşa, padişahın hastalığını kullanarak askeri kuvvetle hükümetin yönetimini kendi tekeline almak istemiştir. V.Murat’ın, Hüseyin Avni Paşa ve arkadaşlarını kast ederek, ‘Amcamın baskısından kurtuldum şimdi de bunların eline düştüm’ sözü acziyetini göstermesi bakımından önemlidir. Hüseyin Avni Paşa’nın Çerkez Hasan tarafından katledilmesinden sonra meydan Rüştü ve Mithat Paşa’lara kalacaktır. Devletin bütün işleri Mehmet Rüştü Paşa’nın elinde olup görünüşte sadrazam iken fiilen hükümdarlık etmektedir. V.Murat on beş yıl boyunca heyecanla beklediği hükümdarlığa kavuşmuşsa da maalesef bir gün olsun saltanatın sefasını sürememiştir. Belki de yaşadığı aşırı heyecan aklını başından almıştır. 


Sultan Abdülaziz’in Ölümü
Devrik Sultan Abdülaziz ve yakınları, zor anlar geçirdikleri Topkapı Sarayı’nda iki gün kaldıktan sonra Sultan Abdülaziz’in Sultan V.Murat’a yazdığı mektup üzerine Topkapı Sarayı’ndan Feriye Sarayı’na nakledildiler. Feriye Sarayı’nda Abdülaziz’e tahsis edilen daire, zeminle birlikte üç kat olup kendisi harem katında ikamet etmiştir. Çırağan Sahil Sarayı müştemilatından olan bu daire Veliaht iken Sultan V.Murat’ın ikameti için inşa ettirilmiştir. Şimdi ise devrik Sultan Abdülaziz’e tahsis edilmiştir. Tarihçi Cevdet Paşa, ‘Abdülaziz’in V.Murat için yaptırdığı dairenin duvarlarının yüksek ve kale gibi sağlam olduğunu, meğer Abdülaziz kendisi için hapishane yaptırmış olduğunu’ yazmıştır. Kaderin cilvesine bakın ki Abdülaziz yeğeni veliaht iken gözetim altında tutmak için inşa ettirdiği dairede devrik bir padişah olarak gözetim altında tutulmaktadır. 

Feriye Sarayları (solda Kabataş Lisesi sağda Galatasaray Üniversitesi) Beşiktaş semtiyle Ortaköy semti arasında Çırağan Caddesi boyunca uzanan Osmanlı saraylarının eski adıdır. Dolmabahçe Sarayı ve Çırağan Sarayı Osmanlı ailesine yetmeyince Çırağan Sarayı'yla Ortaköy Camii arasındaki kıyı şeridinde ek binalar yaptırıldı. Bu binalara ikincil binalar ya da yan binalar anlamında Feriye Sarayları adı verildi. Abdülaziz için ayrılan daire Kabataş Erkek Lisesi’nin bulunduğu bölümdeydi.

Abdülaziz’i tahttan indiren komite, V.Murat’ın tahtta çıktığı gün Dolmabahçe Sarayı’nda haremdeki bütün odaları ve hazineyi dolaşmış, devrik Sultan Abdülaziz’e ait saray hazinesindeki mücevherler ile Harem-i Hümayununa ait mücevherler (Annesi ve diğer hanedan mensupları ile cariyeler üzerinde bulunan mücevherler) ve tahvillere Mithat Paşa’nın teklifi ile el konularak, odalar mühürlenmiştir. Para ve mücevheratın bir kısmını yeni padişahın annesi alırken bir kısmı da V.Murat’ın bir milyona varan borçları için sarrafı Hristaki Zografos’a verildi. Hristaki’de mücevherler ile birlikte İngiltere’ye sığınmıştır. Komite, Abdülaziz’e ait para kaynaklarını hazineye devrederek tahttan indirmenin tepkisel etkisini azaltacağını düşünmüş olmalıdır. Ancak bu eylem ile kendisi ve ailesi çeşitli tehdit ve aşağılamaya maruz kalan Abdülaziz son derece üzülmüş ve hayatından ümit kesecek hale gelmiştir. 

Tahttan indirilmiş hükümdar ikamet edeceği odaya geçerken, ‘Benim işim Allah’a kalmıştır’ demiştir. Cesur yürekli, kabına sığmayan mizaca sahip Sultan artık gözaltındadır. Her şeye hiddet ve öfke göstermektedir. Hükümdarlıktan indirilişini hazmedememiştir. Daha birkaç gün evvel devletin sahibi konumundaki şahsın bugün tüm kudretinin elinden alındığı, üstelik mahpus olduğu ve hayatından emin olmadığı düşünüldüğünde içinden çıkılmaz bir durumda olduğu açıktır. Abdülaziz saray bahçesinde maruz kaldığı çirkin davranıştan (Gece olduğunda odasının açık penceresinden kapı önündeki askerlerin sigara içip konuşup gülüştüklerini işitmiştir. Bu durum üzerine Abdülaziz: ‘Sizi kendi elimle silahlandırdım utanmaz herifler. Bana deli dediniz, deli ben miyim, yoksa şimdiki padişahınız mıdır?’ demiştir) etkilenmiş olarak akşama kadar kaldığı dairede dolaşıp durmuştur. Üzüntüsünden ve geçirmekte olduğu sinir krizinden dolayı o geceyi uykusuz geçirmiştir. Büyük paralar harcayarak kurduğu dünyanın en gelişmiş üçüncü donanmasının ablukası altında yaşamak kendisine pek ağır gelmektedir. Feriye Sarayı önünde demirleyen harp gemilerinin top namluları saraya çevrilmiş olması kendisini daha da tedirgin etmektedir. Bu düşünceler ile içine kapanıp, kimse ile konuşmamaya, gün ve gecelerini Kuran okuyarak, namaz kılarak, dua ederek geçirmeye başlamıştır. Abdülaziz, Feriye Sarayı’na getirildikten sonra devamlı suretle kendisinin öldürüleceğinden bahsederek, ‘Aman valideciğim bunlar beni telef edecekler’ diye söylenmektedir. 

Abdülaziz ikamet ettiği dairede bulunduğu sırada saltanattan indirilişinin beşinci günü sakallarını düzeltmek için ayna ve makas istemiş, düzenli yaptığı bir eylem olduğundan bu isteği karşılanmıştır. Görevliler bu talepte bir risk görmeyerek istediklerini vermiştir. Odasına geçen Abdülaziz, Kuran-ı Kerim okumaya başlamıştır. Kısa süre sonra odadan iniltiler duyulmaya başlaması üzerine daire halkı endişe ile kapıyı kırmış ve Abdülaziz’i ‘kolu sıvalı başı açık olarak odanın yan minderi üzerinde sağ tarafına yatmış ve kana bulanmış’ halde bulmuşlardır. Abdülaziz’in kollarından kan akmakta, önünde makas ile Kuran-ı Kerim açık halde durmaktadır. Validesi koşup geldiğinde, Abdülaziz kan kaybından kendinden geçmiş olmasına rağmen henüz hayattadır. Vefatı gerçekleşince Abdülaziz’i bir perdeye sarıp Feriye karakoluna götürdüler. Rapordan anlaşıldığına göre Abdülaziz’in vefatına kesilmiş olan damarlarından akan kan kaybı sebep olmuştur. Doktorlara kesiklere neden olduğu söylenen makas gösterilmiş onlar da ‘bu yaraların bahsi geçen aletten olduğu anlaşılmaktadır’ şeklinde kesinliği olmayan bir kanaat ortaya koymuşlardır. Abdülaziz’in intihar ettiği raporda belirtilmiştir. Ancak bir kolunu kesen bir kişinin kanlar akarken diğer kolunu nasıl kesebildiği açıklanması zor bir sorudur. Buna rağmen odaya birilerinin girdiğini gören olmaması, odada bir itiş kakış yaşanmamış olması, dev cüsseli devrik Sultanı etkisiz hale getirmenin kolay olmayacağının bilinmesi, ileride oğlu Yusuf İzzettin Efendinin de intihar edecek olması ise intihar ihtimalini kuvvetlendirmektedir. 

Feriye Karakolu

V.Murat amcasının vefat haberini Dolmabahçe Sarayında öğle yemeği yerken öğrenmiş, şok geçirerek düşüp bayılmıştır. Bu olaydan çok etkilendiği ve zaten sinirleri bozulduğu için o gün akşam üzeri Yıldız Köşkü’ne nakledilmiştir. Sarayda bir odaya geçerek o gece sabaha kadar ağlamıştır. Sabah olduğunda kendinden geçmiş ve benzi sararmış durumdadır. ‘Kan istemem padişahlık istemem’ diye sayıklamaktadır. Bu hadisenin sağlığını dolayısıyla saltanatını yitirmesinde etkisi büyüktür. Zaten hassas yapıdaki Padişah’ın kendini kaybettiği görülmektedir. 

Netice itibariyle 30 Mayıs 1876 Salı günü tahttan indirilen Abdülaziz 4 Haziran 1876 Pazar günü vefat etmiştir.  Abdülaziz’in cenazesi doktorların muayenesinden sonra deniz yolu ile Topkapı Sarayına nakledilmiştir. Burada yıkanmış ve kefenlenmesi yapılmış, Sultan V.Murat’ın iradesi gereğince babası Sultan II.Mahmut türbesine defnedilmiştir. Abdülaziz’in cenaze töreni, babası II.Mahmut ve abisi Abdülmecit’in cenaze töreni gibi kalabalık olmamıştır. Vefat haberi 6 Haziran 1878 tarihli Ceride-i Havadis Gazetesi’nde intihar olarak ilan edilmiştir. Öldürülme iddiasının Sultan II.Abdülhamit’in Mithat Paşa’yı ortadan kaldırmak için hazırladığı uydurma bir iftira olduğunu söyleyenler de vardır. 


Çerkez Hasan olayı
Sultan Abdülaziz'in eşlerinden Neşerek Kadın Efendi, Sultanın vefatından yedi gün sonra 11 Haziran 1876’da hayata gözlerini yumdu. Sultan Abdülaziz ve eşi Neşerek Kadın Efendi’nin vefatlarından Babıali’yi sorumlu tutan, Neşerek Hanım'ın kardeşi Kolağası Çerkes Hasan, 15 Haziran 1876 günü Bayezid’deki Mithat Paşa'nın konağına giderek, hükümet toplantısını bastı. Serasker Hüseyin Avni Paşa'yı ve Hariciye Nazırı Mehmed Raşid Paşa’yı ve 3 kişiyi daha öldürdü. Mithat Paşa ve Sadrazam Rüştü Paşa’ya dokunmadı. Çerkez Hasan (Şehzade Yusuf Efendi'nin yaveri hem de Sultan Abdülaziz’in kayınbiraderi) mahkemedeki sorgusunda her şeyi kendisinin tasarladığını ve Sultan Abdülaziz'in ölümünün sorumlusu olarak gördüğü için Hüseyin Avni Paşa'yı öldürdüğünü belirtti. Sultanahmet meydanında idam edildi. Çerkez Hasan’nın bir olay çıkarabileceğinden çekinildiği için 14 Haziran’da tutuklanarak Bağdat’a gönderilmesine karar verilmişti. Ancak ertesi gün yola çıkacağına dair söz verdiği için salıverilen Çerkez Hasan, serbest bırakılınca bir meyhanede epeyce içtikten sonra üç revolver ve iki kama kuşanarak önce Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın Üsküdar’daki konağına gitmiş orada olmadığını öğrenince Mithat Paşa’nın Bayezit’deki konağına yönelerek katliamı gerçekleştirmişti. Çerkez Hasan’ın Bağdat’a tayinini bir sürgün olarak algılamış ve bu sebeple Serasker Hüseyin Avni Paşa'ya kin biriktirmiş olması da olasıdır. Hem kardeşi hem de Sultan Abdüllaziz’in ölmesi kendisini 26 yaşında harekete geçirmişti.
Kolağası Çerkez Hasan
 

V.Murat’ın Hastalığı ve Tedavisi
V.Murat’ın sultan olduğu sırada akli dengesinin bozuk olmadığını kabul etmek gerekir. Çünkü vükela (Osmanlı’da devlet üst yetkilileri, nazırlar) için akli dengesi yerinde olmayan bir padişahı tahttan indirerek onun yerine günün birinde tekrar indirmek zorunda kalacakları bir şehzadeyi tahtta çıkarmak akıllıca bir iş değildir. Hassas ve zayıf iradeli bir padişah olan V.Murat’ın akıl sağlığının bozulmasında, veliahtlığının son zamanlarında denetim altında tutulması, saltanat usulünde değişiklik yani Abdülaziz’in oğlu Yusuf İzzeddin Efendiyi, Veliaht Murat yerine tahtta geçireceği söylentilerinin etkisi büyüktür. Bu söylentiler korku ve tedirginliklere neden olmuştur. Yine Abdülaziz’in, softalar hareketi (Medrese öğrencilerinin protestosu) sonrasında Veliaht Murat Efendi'nin hiçbir yere çıkmaması yönündeki iradesi onda suikast yapılacağı endişesini uyandırmıştır. Bu korkuları içkiye düşkünlüğünü artırmış, aşırı derecede konyak ve şampanya içmeye başlamıştır. Bunlarla birlikte sırasını beklemeden Abdülaziz’i tahttan indirmek isteyenler ile hedef birliği içinde bulunması, ihtilal gibi birçok risk taşıyan harekete kalkışması, bu sürecin gerginlik ve heyecanı, bütün bunlara Abdülaziz’in tahttan indirilmesi için belirlenmiş tarihin kendine haber verilmeksizin bir gün öne alınması, dramatik bir şekilde saraydan alınıp Serasker Kapısına biat (Padişahın yönetimini, egemenliğini tanıma) için götürülmesi de eklenince adeta çılgınlık alametleri göstermeye hazır hale gelmiştir. Tahttan indirilme ve cülûs günü yaşadığı büyük korku ve tedirginliklerin ardından 7 gün sonra amcası Abdülaziz’in ölüm haberi ile sarsılmıştır. Bu olaydan bir hafta sonra da Çerkes Hasan olayı gerçekleşince Yıldız Köşk’ünde kendisini korumak için köşkünü kuşatan askerlerin kendine yönelik hareket içinde olduğunu zannetmiş, hayatından emin olamamamış daha da fenalaşmıştır. Artık saltanat kudretine erişmiş ancak akıl kudretinden mahrum kalmış bir padişaha dönüşmüştür. Sultan Murat'ın veliahtlığı zamanından beri özel doktorluğunu yapan Kapoleon'un yanlış tedavi uygulayarak, boynuna ve kulak arkasına yetmiş kadar sülük yapıştırarak bünyesinin sarsılmasına ve fazla kan kaybetmesine neden olması onu zayıf düşürdüğü de bir başka gerçektir. 

Abdülaziz’in ölüm haberinin alınması ve Çerkez Hasan olayı V.Murat’ın ruh halini daha da bozdu. Anormal davranışlar göstermeye başladı. İlk Cuma selamlığının yapıldığı gün (2 Haziran 1876) hastalığın ilk belirtileri görülmüştür. Padişahın hastalığının, vükela, hizmetinde bulunanlar ve doktorları arasında gizli tutulmasına karar verilse de bu mümkün olmayacaktır. Hüseyin Avni Paşa, ‘Hanedanın içinde en değerlisi bu idi, o da böyle oldu’ diye üzüntü ve endişesini gizleyememiştir. Hastalık başlangıçta gizlenmeye çalışılacak ancak padişahın idari ve sosyal statüsü buna izin vermeyecektir. V.Murat tahtta çıkış sürecinde meydana gelen olağanüstü hadiselerin etkisiyle beş altı günden sonra baş ağrısı rahatsızlığı, cinnet haline ve şuursuzluğa dönüşmüştür. Her geçen gün artan hastalığı sebebiyle Başhekim Salih Efendi ile özel hekimi İskilipli Türk Doktor Mehmet Emin Paşa’nın tavsiyeleri ile Yıldız Köşküne nakledilmiştir. Yıldız Köşkü’nde kendisini elbise ile havuza atması cinnet halinin geldiği dereceyi ortaya koymaktadır. Bunun üzerine yeniden Dolmabahçe Sarayına aktarıldı. Tahtta çıktığı ikinci Cuma selamlığında (9 Haziran 1876) cami merdivenlerinden çıkarken inmek, inerken çıkmak ve ata ters binmek gibi anormal hareketlerde bulunmuştur. Cuma selamlığından dönüşte, resmi elbisesini çıkarmadan yatağa girmiştir. Sabah erkenden odasından kalkmış sarayın alt kat pencere camını kırmak suretiyle kan revan içinde bahçeye çıkmıştır. Demir parmaklardan geçerek sahildeki kayık havuzuna kendini atacağı sırada görevliler yetişmiştir. Bu doğal olmayan davranışlar Sultan V.Murat’ın cinnet halinin hangi boyutlara ulaştığını göstermektedir. Devlet erkanı endişelenmektedir. Zira padişahsız devleti idare edebilmek ne kadar ve nereye kadar mümkündür. Padişah bir an önce tedavi edilmelidir. Bunun için yerli, yabancı ve sefaretten doktorlara muayeneler ettirilecektir.  

26 Temmuz 1876’da Dr. Pana’nın raporunda ortaya koyduğu teşhisine göre Sultan V.Murat'ın hastalığı sinirlerinin genel olarak bozuk olmasından kaynaklanmaktadır. Dr. Pana raporunda, 
Rahatlatıcı banyolara girmek, temiz hava almak, bahçede gezinmek, mideyi yormayacak şekilde kuvvet verici yemek, özellikle uykusuzluğu gidermek için ilaç kullanmak, ıztıraba sebebiyet veren her türlü hallerden sakındırmak’ şeklinde tavsiyelerde bulunmuş ‘Tedaviye devam etmek suretiyle iyileşme ümidi olduğunu’ söylemiştir. 

Cülûsundan iki ay sonra 1 Ağustos 1876’da Dr. Akif Paşa ve Kapoleon tarafından birlikte hazırlanan raporda hastalığın nedeni ile ilgili benzer ifadeler kullanılmış Sultan V.Murat’ın iyileşme ihtimalinin pek az olduğunu belirtilmektedir. Tahttan indirmeye karar verecek yetkililer daha esaslı ve kesin bir rapor alınmasını gerekli gördüklerinden Viyana Üniversitesi Profesörlerinden akıl hastalıkları uzmanı Leidesdorf İstanbul’a getirilmiştir. Leidesdorf sarayda kalarak hastasını müşahede altında tuttuktan sonra 13 Ağustos 1876 tarihli raporunu sunmuştur. Rapordaki teşhis ve tavsiyeler şöyledir: 
‘Padişah akıl hastalığına yakalanmıştır. ...Rahatsızlığının artmasında alkolün etkisi de bulunduğundan kesinlikle alkol kullanmaması gerekir. Yaşamış olduğu acı, keder ve sıkıntı ile birlikte bu hale uykusuzluk veya yeterli uyku uyuyamama eklenince hastalığa sebebiyet vermiştir. Padişahın iyileşebileceği ancak bunun da üç aydan evvel mümkün olmayacağı bilinmelidir. Ziyadesi ile istirahate, dikkat ve iyi bir bakıma ihtiyacı vardır.’ 

Görüldüğü üzere bu rapor en az üç ay süreye ihtiyaç olmak kaydı ile V.Murat’ın hastalığının tedavi edilebileceği dolayısıyla padişahın iyileşebileceğini ortaya koymaktadır. Ancak Leidesdorf’un hastalığın tam olarak tedavisinin mümkün olmadığına ilişkin görüşler belirttiğini ifade edenler de vardır. Genel kanı hastanın iyileşmesinin zaman alacağı şeklindedir, ancak devletin iç ve dış vaziyetinin beklemeye tahammülü yoktur. Padişahın emrine muhtaç işler kaldığı gibi cülûs üzerinden iki ay süre geçtiği halde yabancı sefirler henüz güven mektuplarını sunamamıştır. Nitekim II. Abdülhamit’in tahtta çıkmasına, V.Murat’ın da tahttan indirilmesine karar verilecektir. V.Murat taraftarlarının büyük ümitlerle tahtta çıkardıkları padişahın hastalığı onları hayal kırıklığına uğratmıştır. Saltanat meselesinde yeni arayışlar içine girilse de çok fazla seçenekleri yoktur. Zira Abdülhamit Efendi veliaht olması nedeniyle Osmanlı tahtının varisi olduğundan hükümdarlık tahtına oturacaktır. Öte yandan meşruti yönetim, anayasanın ilanı gibi esasların yerine getirilmesi için Mithat Paşa başta olmak üzere acelesi olanlar bulunmaktadır. Sultanın iyileşme ihtimalini ve dahi iyileşmesini beklemeye hiç niyetleri yoktur. Kaldı ki Veliaht Abdülhamit meşrutiyet ve anayasa hususunda kendilerine taahhütte bulunacaktır. Yapılması gereken V.Murat’ın hastalığı gerekçe gösterilerek tahttan indirilmesidir.


Sultan V.Murat’ın tahttan indirilmesi 
Sultan V.Murat’ın şuursuz hali herkesin diline düşmüş, ulema arasında, onun Cuma namazı kıldırmasının caiz olamayacağı dedikoduları çoğalmıştır. Bu durum karşısında hükümet Padişahı tekrar cuma selamlığına çıkarmaya başladı. Araba ile en yakın camiye götürülen Padişahın karşısına usule aykırı olarak iki mabeyinci oturuyor, kendisi de bir köşeye çekiliyordu. Bir selamlık dönüşünde elbiselerini çıkarmadan yatağa giren padişah sabahleyin camları kırarak kendini öldürmek istedi. Bunun üzerine bir doktorlar heyeti tarafından muayene edildi. Heyetin verdiği raporda Padişahın iyileşme ihtimalinin çok az olduğu belirtiliyordu. V.Murat’ın hastalığının gizlenemeyecek boyuta ulaşması ve önemli devlet işlerinin padişah iradesi gerektirmesi, vekâlet ile devlet işlerinin sonsuza kadar devam edemeyeceği gerçeği saltanat değişikliğini gerekli kılmıştır. V.Murat’ın hastalığı sebebiyle devleti yönetemeyeceği gerçeği Babıali ve aydınlar tarafından Veliaht Abdülhamit’e güvenilmemesi dolayısıyla büyük şaşkınlığa neden olmuştur. Nazırlar, kurnaz Abdülhamit’in hükümdarlığında devlet işlerinin yeniden padişahın kontrolü altına gireceğini düşünmektedir. Ayrıca Mithat ve Rüştü Paşaları düşündüren durum, cülûstan henüz üç ay geçmiş olduğu halde yeni bir saltanat değişikliğinin Avrupa’ya karşı olumsuz etki meydana getirebileceği ve halk arasında türlü dedikodulara sebebiyet verebileceği olmuştur. Babıali, son olarak İngiliz elçisinin tavsiyesine uyarak Padişahı Viyanalı Doktor Leidesdorf’a da muayene ettirdi. O da olumsuz rapor verince V.Murat’ın hal’i gündeme geldi.

Sultan V.Murat’ın tahttan indirilmesinden yaklaşık bir hafta önce cumartesi günü sabahı bir nöbet daha geçirmesiyle sağlığından ümit kesilmiştir. Bundan dolayı cumartesiden beri devlet yetkilileri her işi bir tarafa bırakıp cülûs meselesi ile ilgilenmiştir. Bu durum ve gidişat Devlet yönetiminin aklında saltanat değişikliğine olan ihtiyacı önemli bir dereceye çıkarmıştır. Babıali’de meclis toplantısı sırasında nazırlara karar resmen açıklanmıştır. Sadrazam Rüştü Paşa: 
‘Devletin siyasi sıkıntıları çoğalıyor. Padişahımız çaresiz bir derde düştüğünden, derdimiz gittikçe artıyor. Sorumluluğu kim yüklenecek? Saltanat tahtına bir hükümdarın gelmesi farz oldu.’ 
sözleri ile nazırları görüş bildirmeye davet etmiştir. Mithat Paşa bu sözleri desteklerken V.Murat yanlısı Tophane Müşiri Rıza Paşa, ‘Şevketli efendimiz rahatsız iseler iyileşirler. Böyle sözlerin ağza alınması bile caiz değildir’ şeklinde görüş beyan edince sadrazam hiddetlenerek Rıza Paşa’yı terslediği gibi Mithat Paşa da Rıza Paşa’ya çıkışmıştır. Mithat Paşa heyete, Sultan Murat’ın durumunu, şeriat açısından saltanat değişikliğinin gerekliliğini anlatarak ‘Sırbistan ile barışmaya devletler bizi mecbur edecekler, hâlbuki sulh akdi hakkına haiz olan padişahımızın şuuru yerinde değil’ demiştir. Bunun üzerine hazirun ‘Saltanat değişikliği husûsu zarurî bir iştir’ diyerek bu değişiklikten yana olmuştur. Böylece tahttan indirme işini ilan ve biat merasiminin (31 Ağustos 1876) yapılmasına bunun için de Topkapı Sarayı’nda bir meclis toplanmasına karar verilmiştir. Öte yandan Sultan V.Murat’ın tahttan indirildiği duyulunca Namık Kemal ağlayarak hal‘in ertelenmesi için Mithat Paşa’ya yalvarmış fakat sonuç alamamıştır. V.Murat’ın hastalığı iyice artması üzerine Valide Sultan Şevki-Efsar’a, oğlunun hükümdarlık makamında daha fazla kalamayacağı nazırlar tarafından bildirilmiştir. Valide Sultan ise ‘Oğlum iyileşmeyecekse beni tahtta çıkarın! Kraliçe Viktoria, İngiltere’de hükümdar değil mi?’ karşılığını vermiştir. Annesinin sultan naipliği teklifinin hiçbir uygulanabilirliği ve geçerliliği bulunmamaktadır.

II.Abdülhamit, Topkapı Sarayı’na gelmiştir. Burada sadrazam, şeyhülislam, Mithat Paşa ile ulemanın ileri gelenleri, mülki ve askeri erkân tarafından karşılanmıştır. Kararlaştırıldığı üzere Topkapı Sarayı Kubbealtı’nda Devlet yetkilileri toplanmıştır. Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi daha önce hazırlanmış olan hal’ fetvasını okuması için Fetva Emini Kara Halil Efendi’ye söz vermiş, Halil Efendi fetvayı sesli bir şekilde okumuştur. Böylece Sultan V.Murat’ın cülûsundan üç ay üç gün sonra fiil ehliyetine sahip olmadığı tedavisi de mümkün görülmeyen hastalıktan dolayı tahttan çekilmesine, saltanat varisi Abdülhamit’e biat edilmesine karar verilmiştir. Osmanlı Devleti’nde bir padişahın tahttan indirilmesi iki esasa dayandırılmıştır. Bunlar ‘şeriata aykırılık’, veya ‘cinnet hali’dir. Sultan Abdülaziz örneğinde olduğu gibi Sultan V.Murat’ta da cinnet hali yani aklını yitirme esası kullanılmıştır.


Veliaht Abdülhamit hükümdar oluyor 
Sırası gelemeyeceği için hükümdar olması pek mümkün görülmeyen Abdülhamit, amcası Abdülaziz’in ölümü ve abisi Sultan Murat’ın cinnet geçirmesi sonucu veliaht ilan edilmişti. Osmanlı tahtına geçme ihtimali oluşmuştu. Bu doğrultuda siyasi faaliyetler içine giren Veliaht Abdülhamit, Mithat Paşa gibi hürriyetçilere karşı mülayim ve mütevazı, Rüştü Paşa gibi Sultan Murat taraftarlarına ise yerine göre mülayim yerine göre tehditkâr, din adamları ve ecnebilere karşı hoş görünen bir tarzı benimsemiştir. Tahtta çıkışını hızlandırmak için Ticaret Nazırı ve eniştesi Mahmut Paşa’yı devreye sokarak saltanat değişikliğinin gerekliliğine Sadrazamı ikna edecek kişileri elde etmeye çalışmıştır. Serasker Kaymakamı Redif Paşa ile Mithat Paşa’yı bu yola sevk etmiştir. Saltanat değişikliğini tehlikeli gören Rüştü Paşa, Mithat Paşa’nın baskısına, Redif Paşa’nın tehdidine maruz kalmıştır. Mithat Paşa Kanun-i Esasi’nin bir an önce ilanı için sabırsızlanmaktadır. 

Abdülhamit, dönemin saygın simalarından, aklı ve dirayeti ile tanınmış Yenikapı Mevlevihanesi Şeyhi Osman Efendi’ye eniştesi Mahmut Paşa’yı gönderip meşrutiyet düşüncesinden bahsetmiştir. Bundan sonra Şeyh Osman Efendi ile Abdülhamit Dolmabahçe Sarayı veliaht dairesinde bir araya gelmiştir. Görüşmeyi takiben Şeyh Osman Efendi vasıtasıyla Veliaht Abdülhamit ile Mithat Paşa arasında Kâğıthane Kasrında ilk buluşma gerçekleşmiştir. Veliaht, Paşa’ya hürriyet yanlısı görünerek, Kanun-i Esasi’yi yayınlayacağından, devletin meşrutiyet yönetimine geçeceğinden bahsetmiştir. Ayrıca kardeşinin cinnet halinden kurtulamayacağının tıbben, tahttan indirilmesinin ise şeriat gereği olduğu hakkında görüşünü bildirmiştir. Yine Kâğıthane Kasrında Sadrazam Rüştü Paşa ile görüşmesinde ise şunları söylemiştir:
‘Ben, size milletin sadrazamı gibi değil, babası nazariyle bakıyorum. Tahtta çıktığım zaman bu itikattan ayrılmayacağıma yemin ederim.’ 

Veliaht Abdülhamit böylece bir yandan, anayasaya dayalı meşruti bir yönetim kurmak için Abdülaziz’i tahttan indiren V.Murat’ı tahtta çıkaran ancak amacına ulaşamayan Mithat Paşa ve arkadaşları ile anlaşmış, diğer yandan da Sadrazam Rüştü Paşa gibi dönemin bir diğer önemli siyasi figürünü ikna etmeye çalışmıştır.

Abdülhamit’in düşünce ve kanaatlerini öğrenmek amacıyla Rüştü Paşa ile Mithat Paşa birlikte Maslak Kasrında onu ziyarete gitmişlerdir. Bu ziyareti büyük memnuniyetle karşılayan Abdülhamit, Sadrazam Rüştü Paşa’ya hitaben:
‘Habeşistan’dan gelen zenciler ile, Çerkezistan’dan gelen halayıkların elinde büyümüş bizim gibilerden ne beklenir ve siz olmadıkça bu devlet nasıl idare edilebilir?’

demiştir. Bu sözleri Paşalar şaşkınlıkla karşılamıştır. Hatta Abdülhamit daha da ileri giderek, Mithat Paşa’nın sigarasını yakma alçak gönüllüğünü göstermiş, ‘Size candan bir yadigâr vermeyi arzu ediyorum’ diyerek kol düğmelerini çıkarıp Paşa’nın koluna takmıştır. Abdülhamit kendisine saltanat yolunu açacak devlet ileri gelenlerine güven telkin etmiş, devlet idaresi konusunda beklentileri karşılayacağı izlenimini vermiştir. Çünkü iktidara giden yol şimdilik bu kişiler ile uzlaşmaktan geçtiğinin farkındadır. Mithat Paşa’nın hedefi ülkeye meşrutiyet idaresi getirmektir. Bunun için Abdülaziz’in darbe ile saltanattan indirilmesi ve yerine V.Murat’ın geçirilmesi tertibinin içerisinde yer almış ancak V.Murat’ın hastalanması ile bu mümkün olmamıştır. İdaredeki otorite boşluğunu dolduran Sadrazam Rüştü Paşa’nın da meşrutiyete soğuk bakması ile emellerine kavuşamamıştı. Mithat Paşa bu hedefi için neden Abdülhamit Efendi’nin hükümdarlığını istemesin? Abdülhamit’in Meşrutiyet ve Kanun-ı Esasi’ye olan olumlu bakışını iki yönden değerlendirmek mümkündür. Birincisi Tanzimat döneminin getirdiği değişim ve dönüşüm çabaları sonucu bu yönetim tarzının siyasi ve idari krizlere çare olabileceği inancını deneyip görmek. İkincisi ise bu kritik süreçte tahtta çıkabilmesinde siyasi bir desteğe olan ihtiyacıdır. Dolayısıyla başta Mithat Paşa olmak üzere meşrutiyeti savunanların yolundan gidecektir. Bir de Sadrazam Rüştü Paşa gibi geleneksel muhafazakâr yönetimi savunanları da ihmal etmeyecektir.

V.Murat’ın tahttan indirildiğine dair fetva alınması üzerine Sadrazam Rüştü Paşa, Şeyhülislam Hayrullah Efendi ve Mithat Paşa kutsal Hırka-i Saadet Dairesine giderek fetvayı Veliaht Abdülhamit’e sunmuşlar, Babüssaâde önüne konulan Osmanlı tahtına kendisini davet etmişlerdir. II.Abdülhamit, 31 Ağustos 1876 Perşembe günü büyük Osmanlı sultanlarının resmi cülûslarında kullandığı Kubbealtı’na konan altın tahtta oturmuştur. Cülûsu ilan olunmuştur. Eski usule göre, biat töreni icra edilmiştir. Donanmadan yüz bir pare top atılmıştır. Sultan II.Abdülhamit, Sadrazam ve Şeyhülislama V.Murat’ın Dolmabahçe Sarayı’ndan Çırağan Sahil-Sarayı’na naklini ve tahttan indirildiğinin açıklanmasını irade buyurmuştur. Talihsiz sultan, saray avlusundaki askerlerin kendisini son kez selamlamalarına güler yüzle ve elleriyle karşılık vermiştir. Uzun yıllar mahpus kalacağının idrakinde değildir. Devrik Sultan sıhhati elverip uzun süre sultan kalabilmiş olsaydı dedesi II.Mahmut’un açtığı ve babası Abdülmecit’in geliştirdiği modernleşme olgusu farklı bir ivme kazanabilirdi. Doksan üç günlük saltanatının sadece yedi gününde kendinde olan Sultan V.Murat’ın kısa hükümdarlığında kimse muradına erememiştir. Bu dönem facia ile başlamış, facia ile devam etmiş, facia ile sona ermiştir. Abdülaziz’in ölümü, Hüseyin Avni Paşa ve bazı nazırların katledilmesi, V.Murat’ın çıldırması ile tahttan indirilmesi gibi trajik olaylar zinciri yaşanmıştır. Hükümet darbesi, kan, ihanet ve suikast devrin acı bilançosunu oluşturmaktadır. 

II.Abdülhamit tahtta çıktıktan sonra V.Murat’ın rahatsızlığı için yapılan tetkikler
II. Abdülhamit döneminde de V.Murat’ın tedavisine bir müddet devam edilmiştir. 13 Eylül 1876’da tahttan indirilmesinden on dört gün sonra Doktor Akif Paşa ile Kapoleon tarafından verilen ortak raporda V.Murat’ın hastalığının devam ettiği iyileşme ümidinin tamamen ortadan kalktığı ifade edilmiştir. Bu tarihten bir hafta sonra sekiz doktorun imzasını taşıyan 20 Eylül 1876 tarihli rapor da benzer ifadelere yer vermiştir.

24 Eylül 1876’da ise içlerinden Temple hariç dört gün önceki raporu veren aynı doktorlar müşterek bir rapor daha vermişlerdir. Raporda, ‘Sabık padişah her türlü tahmin hilâfına gelecekte iyi olsa bile gerek şahsi ve gerek kamu işlerinin idaresini ele alabilecek surette akıl ve muhakemesine tamamen sahip olamayacaktır’ denilmektedir. Bu son raporda açık bir şekilde Sultan V.Murat’ın iyileşse bile aklî melekelerine tamamen sahip olamayacağından bahsedilmektedir. Bu rapordan sonra V.Murat’ın tedavisine yönelik hiçbir rapor görülmemektedir. II.Abdülhamit son raporu aldıktan sonra rahatlayacak ve hükümdarlığını sağlama almış olacaktır. Tahttan indirme işindeki devlet adamları ile V.Murat’la bağı olanları İstanbul’dan uzaklaştıracak, V.Murat’ı baskı altına aldığı gibi tedavisini de ihmal edecektir. Bir seneden kısa bir zamanda tahtından indirilmiş V.Murat gittikçe iyileşmeye başlayacaktır. Daha sonraları tamamen iyi olmuşsa da artık Çırağan Sarayı’nda sıkı gözetim altında yaşayacaktır.


Çırağan Yılları
Sultan II. Abdülhamit’in iradesiyle V.Murat ve ailesine tahsis edilen Çırağan Sarayı, Beşiktaş ile Ortaköy arasında yer almakta olup Abdülaziz tarafından yaptırılmıştır. 1863’de fiilen başlayan inşaat ancak 1871 yılında tamamlanmıştır. Burada birkaç ay ikamet eden Abdülaziz, rutubetli olduğu gerekçesiyle Çırağan Sarayı’nı terk ederek Dolmabahçe Sarayı’na dönmeyi tercih etmiştir. Çırağan Sarayı İstanbul sarayları içinde iç ve dş güzelliği açısından en ihtişamlısı idi. Çırağan Sarayı 19 Ocak 1910’da çıkan yangında birkaç saat içinde küle dönecektir. Bu yangında muhteşem bina, içindeki değerli mefruşat ve eşyalar ile birlikte yok olacaktır. Bunlar arasında II. Abdülhamit’in tablo koleksiyonu, antika eşyalar, ilk Meclis-i Mebusan tutanakları ile V.Murat’ın özel kütüphanesi de bulunmaktadır. Yangından sonra sarayın yalnız dört duvarı ayakta kalacaktır. V.Murat’ın validesi, Şevki-Efsar valide sultan vefatına kadar burada oturmuştur. V.Murat’ın başkadını Mevhibe Kadınefendi, Fehime Sultan’ın validesi dördüncü kadın Meyliservet Kadınefendi, Fatma ve Aliye Sultanların validesi Reşân Hanımefendi ve birçok büyük kalfalar burada ikamet etmişlerdir. V.Murat bu muhteşem sarayda ikamet etmemiş sarayın karşısında bulunan müştemilatında kalmıştır. 

V.Murat, tahttan indirilmesinden sonra yaklaşık üç ay boyunca gün aşırı saraya gelen Dr. Emin Paşa tarafından bizzat tedavi edilmiştir. Yazdığı reçetelerin ilaçlarını bizzat Beyoğlu’ndaki İngiliz Kanzuk eczanesinde yaptırmıştır ki bu eczane sahibi sabık sultanın sevenlerindendi. Beyoğlu’nun ilk eczanesi olan Kanzuk Eczanesi, 1859 yılında Noël Canzuch tarafından açılmıştı. Beyoğlu İstiklal Caddesi üzerinde, Çiçek Pasajı’nın tam karşısındaki apartmanın alt katında hizmet veren eczane, önce Joseph Canzuch ardından da yeğeni Vicent Giannetti kardeşleri tarafından yönetilir. Sabık sultanın hastalığı çok uzun sürmemiştir. Hastalığının iyileşemeyeceğine yönelik doktor raporlarının aksine Dr. Lidersdorf’un tahminleri doğru çıkmıştır. V.Murat gözaltında tutulmasına rağmen dokuz ay kadar dert, tasa ve endişeden uzak bir süreden sonra akıl sağlığına kavuşmuştur. Sultan V.Murat’ın Başkadını Mevhibe Hanım’ın anlattıkları eski sultanın Çırağan’daki hayatı hakkında önemli kesitler sunmaktadır. ‘V.Murat tahttan indirildiği vakit asabı gergindi... İkinci senesinde tamamen iyileşmiştir. Rahatsızlığında banyo yapmaktan haz almayan eski sultan aklı başına geldikten sonra mükemmel banyo yapardı. Şarap ve konyak içerdi.’

Sultan Murat gündüzleri ya kitap okumakla yahut ufak tefek marangozluk işleriyle uğraşırdı. Cumaları öğlene doğru ikamet ettiği Paşa dairesinden çıkar, mebusan meclisi olan salona geçerek denize karşı oturur, orada yemek yerdi. Hazinedarları da kendisini eğlendirmek için yanında bulunurlardı. Bayramlarda oğlu Selâhaddin Efendi dairesinde musiki faslı yapılır, kendisi de hazır bulunurdu. 

V.Murat’ın torunları, Abdülhamit’e ve soyundan gelenlere kırılmışlardır. Çünkü dedelerinin Abdülhamit tarafından tahttan indirildiğine ve mallarına el konulduğuna inanmışlardır. Bununla birlikte Çırağan vakasında Yedisekiz Hasan Paşa’nın, Ali Suavi’yi sopa ile bertaraf ederek sabık padişah V.Murat’ı kolundan şiddetle çektiğini öğrenen II.Abdülhamit, bunu hanedana yapılan bir hürmetsizlik olarak görmüştür. Hasan Paşa’yı kınamış ve beş yıl süresince elini ve eteğini öptürmemiştir. Olayın vahameti ve vakanın bastırmasında Hasan Paşa’nın rolü düşünüldüğünde padişahın hanedan mensubuna yapılan bu muameleyi görmezden gelmemesi, bu konuda duyarlılık göstermesi önemlidir. V.Murat ailesiyle ve maiyetindeki kadınlar ile gözaltında tutulduğu Çırağan Sarayı’nda artık kaderine küsmüştür. Münzevi hayatını okumakla, piyano çalmakla geçirmiştir. Ölen kadınların yası, doğan torunlarının sevinci hayatını kimi zaman tekdüzelikten kurtarsa da çilesini şarkılar bestelemekle ve torunlarına ders vermekle tamamlayacaktır. 31 Ağustos 1876’da tahttan indirilen V.Murat, ölüm tarihi olan 29 Ağustos 1904’e kadar 28 yıl boyunca Çırağan Sarayı’nda yaşamıştır. Veliahtlık döneminde kendisinin de bizzat dâhil olduğu taht mücadelesi bu defa yerini taraftarlarının onu yeniden tahtta çıkarma arayışlarına bırakacaktır. V.Murat’ın annesi Şevki-Efsar başta olmak üzere kendisini seven veya II.Abdülhamit’e muhalif olan kişi ve tarafların eylemleri tahtta çıkma konusunda ümitlerini artırsa da bir daha asla Osmanlı Devleti’nin başına geçemeyecektir. Tahtta çıkarma girişimleri mevcut Padişah II.Abdülhamit’in ağabeyini sıkı bir gözetim altında tutmasına neden olacaktır. Her başarısız girişim eski padişahın kafesini daha da daraltacak, hareket alanını kısıtlayacaktır. 

Devrik Sultan V.Murat’ı kaçırma faaliyetleri
V.Murat’ın annesi Şevki Efsar Kadın, oğlunun sağlığının yerinde olduğu ve II.Abdülhamit’in haksız yere saltanatına el koyduğu propagandasını yaparken, üyelerinden biri olduğu için V.Murat’ın sağlığı ve akıbetiyle yakından ilgilenen İstanbul’daki Mason teşkilatı V.Murat ile oğlu Selahattin Efendi’nin yurtdışına kaçırılması ile ilgili olarak gizli bir cemiyet kurmuştur. Plan gerçekleşir de yurtdışına çıkılırsa V.Murat’ın tahttan indirilmesinin kanun ve şeriata aykırı olduğu, Abdülhamit’in saltanatı gasp ettiği dolayısıyla meşru hükümdar olarak V.Murat’ın tanınması gerektiği bir bildiri ile yayınlayanacak ve dış ülkelerin yardımı istenecektir. Komitenin kurucusu, Prodos Mason locasının üstad-ı azamı olan Kleanti Skaliyeri’dir. Rum asıllı bir tüccar olan Kleanti, V.Murat’ı daha veliaht iken on sekizinci dereceden mason locasına kaydederek onunla sıkı bir dostluk kurmuştur. Sultan Murat’ın cariyelerinden Nakşibend Kalfa, Şura-yı Devlet Tanzimat Dairesi muavinlerinden Ali Şefkati Bey ile Evkaf Nezareti Senedat Odası Mukabelecisi Aziz Bey, gizli cemiyetin üyeleridir. Kleanti, Sultan Murat’ın hastalığını tedavi ettirebilmek için Fransa’dan Dr. Doni’yi İstanbul’a getirmiştir. Bir şekilde Çırağan Sarayı’na sokulan Doni bir hafta on gün kadar sarayda bulunmuş uyguladığı tedavi yöntemleri sabık Sultan’a iyi gelmiştir. V.Murat bir süre sonra tamamen iyileşmiştir. İyileştikten sonra Skalyeri’ye gönderdiği mektuplarda ‘Gayret edin hakkımı isterim’ diyerek harekete geçilmesini istemiştir. V.Murat’ı Çırağan Sarayı'ndan çıkarma işi 1878 yılı şubat ayı başlarında, Ali Suavi'nin Çırağan vakasından üç ay öncesindedir. Plana göre kadın kılığında saraya girecek komite üyeleri V.Murat ile oğlunu sarayın önünde duran Rusya vapuruna bindirmek suretiyle Odesa’ya kaçıracaklardır. Orada V.Murat için hükümdarlık hakkı iddia edilecektir. Ancak kadın kılığındakilerin şüphe çekip yakalanmalarının ardından kaçırma işi suya düşmüştür. Ali Suavi’nin Çırağan baskınının ardından kaçırma işine bulaşmış kişiler bir ihbar ile yakalanmıştır (8 Temmuz 1878). Komitenin reisi Kleanti Skaalyeri, Nakşibend Kalfa ile Ali Şefkati Bey ülke dışına kaçmayı başaracaktır. 

Çırağan Vakası
V.Murat’ın tahttan indirilmesinden sonra hem sabık sultan hem de validesi dışardaki taraftarlarına mektuplar yazmak suretiyle rahatsızlığın iyileştiğini belirtip saltanat değişikliği istemişlerdi. Ayrıca bunu gerçekleştirmek için bazı gizli hareketlerin içinde de yer almışlardı. Bu girişimlerde amaç V.Murat’ı tekrar tahtta geçirmek, olmadığı takdirde Avrupa’ya kaçırmakdır. Ali Suavi, aydın, vatansever, üstün zekâya sahip, çok hırslı, kabına sığmayan ateşli, atılgan bir bilim adamıdır. Genç Osmanlılar ile birlikte yurtdışına çıkan Suavi, II. Abdülhamit’in tahtta çıkmasından sonra İstanbul'a dönmüş İngiliz eşi ve basında Mithat Paşa aleyhindeki yazıları ile dikkat çekmiştir. Avrupa’daki tecrübe ve görüşleri dikkat çekince bazı konularda düşüncelerine başvurulur olmuş bundan dolayı Galatasaray Sultanisi müdürlüğüne tayin edilmiştir. Ancak denegesiz davranışları nedeniyle kısa bir süre sonra bütün resmi görevlerine son verilmiştir. Buna kızan Ali Suavi, Abdülhamit'e yüz çevirip Genç Osmanlıların destekçisi olan V.Murat’ı tekrar hükümdar yapmak gayesiyle gizli bir cemiyet kurmaya çalışmıştır. Bu dönemde 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sona ermiş, Rus orduları Istanbul önlerine kadar gelmiş ve Rusya ile çok ağır şartlar içeren Ayastefanos Antlaşması yapılmıştır (Bir milyona yakın insan Balkanlar’dan Istanbul’a ve Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmıştır). Ruslarla yapılan antlaşmayı kabullenemeyen Ali Suavi II. Abdülhamit'in de direnmeye niyeti olmadığını anladığında Çırağan Vakasını hayata geçirmiştir. Ali Suavi, eski komitacı muhacirler ile temasa geçmiştir. O günlerde İstanbul’da tahminen yüz elli bin civarında Rumeli muhaciri bulunmaktadır. Suavi, muhacirleri Bulgarlara karşı direniş gösteren Kırcaali Müslümanlarına yardım etmek üzere bir cemiyet kurduğunu söyleyerek kandırmıştır. Bahsi geçen yerlere gidecek olan muhacirlere, Padişah’ın muhtaç olanlara yardım dağıtacağını söyleyerek Çırağan Sarayı önünde toplanmalarını istemiştir. 

20 Mayıs 1878 Pazartesi günü, beş yüzü aşkın muhacir Çırağan Sarayı’na geldi. Bir kısım muhacirlerde Ali Suavi ile birlikte Kuzguncuk’tan kayıklarla Saraya yanaştılar. Ali Suavi, yardımcısı ile Harem dairesine girip V.Murat’ın nerede olduğunu sorup kendisini kurtarmaya geldiğini bildirmiştir. V.Murat gelenlerin kimler olduğunu sorguladıktan sonra silahlarını kuşanmış olarak gelenleri karşılamıştır. Buradan V.Murat’ın bu eylemden haberdar olduğu anlaşılmaktadır. V.Murat’ın bir koluna Ali Suavi diğer koluna da Nişli Salih girerek ‘Sultan Murat çok yaşa’ nidaları altında merdivenlerden indirmeye başladılar. Öte yandan Beşiktaş Muhafızı Yedisekiz Hasan Paşa hadisenin ihbarını alır almaz bir miktar zaptiye ile olay yerine yetişmiştir. Hasan Paşa harem dairesine girdiğinde, isyancıların V.Murat’ı götürdüklerini görmüştür. Sağındaki Ali Suavi ‘Yaşa Sultan Murat’ diye bağırmaktadır. Hasan Paşa, bu şahsın (Ali Suavi) elebaşı olduğunu anlayıp kendi hizasına geldiği sırada elindeki sopa ile başının sol yanına şiddetli bir şekilde vurarak yere düşürmüştür. Bunun üzerine etrafındakiler geri çekilerek dağılmıştır. Bu olayda 21 kişi ölmüştür. Ali Suavi'nin Hasan Paşa’nın darbesi ile ölmesi üzerine V.Murat büyük bir heyecan içinde kalmıştır. Aniden geri çekilerek o sırada yetişen birkaç kalfanın gayreti ile sarayda taş oda denilen hazine odasına saklanmıştır. Olayın ardından saraya gelen bazı paşaların ortalığı yatıştırıp ölenleri dışarı taşıtmalarından sonra saklandığı yerden dışarı çıkartılan V.Murat kontrol altında başka bir odaya nakledilmiştir. II. Abdülhamit olaydan sonra muhacirlerin Istanbul dışına çıkarılmasını istemiştir. V.Murat ve ailesini de Yıldız Sarayı içinde yer alan Malta Köşkü’nde göz hapsine aldırmıştır. Saraya saldırı olayı ile ilgili basına sansür uygulanmış bu nedenle halk ne olup bittiğini tam anlayamamıştır. Olaydan sonra Ali Suavi’nin İngiliz asıllı eşi bütün belge ve mektupları yaktığından olayın gerçek nedenleri açıklığa kavuşmamıştır. Baskını Ali Suavi’nin kişilik yapısına bağlayanlar, ben merkezli kişiliğinden hareketle II. Abdülhamit’den intikam almak ve önemli mevkiler elde etmek tutkusu ile izah etmeye çalışmışlardır. Diğer bir görüş ise Ali Suavi’nin idealist birisi olduğu, meşrutiyeti ve özgürlükleri geri getirmek için ülküsü uğruna böyle bir girişimde bulunmuş olduğudur. II. Abdülhamit’in V.Murat’ı ortadan kaldırmak için Suavi ile anlaştıklarını, bundan haberi olmayan Beşiktaş Muhafızı Hasan Paşa’nın Suavi’yi öldürmesiyle girişimin akamete uğradığını iddia edenler de vardır. 


Sultan Abdülaziz’in Ölümüne Dair Yıldız Mahkemesi
Abdülaziz’in intiharı veya öldürülmesi hadisesi, günümüze kadar aktüelliğini koruyan bir tartışmadır. Bu tartışma olaydan hemen sonra başlamış ve pek çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Abdülaziz’in intihar ettiği iddiasında bulunanların en önemli delilleri, Padişahın tahttan indirilmesini hazmedemeyen bir yapıya sahip olması, hor görülen bir hayat yerine ölümü tercih etmesi ve sık sık intihardan söz ederek ilk ikamete mecbur tutulduğu Topkapı Sarayı’nda zehir istemiş olmasıdır. Cinayet tezine ihtimal verenler ise delil olarak Abdülaziz’in serasker Hüseyin Avni Paşa tarafından öldürülmek istenişini ve Seraskerin bu niyetini Mithat Paşa ile Sultan Murat’a açtığını ancak reddedildiğini, bu arada Abdülaziz’in hizmetine dolgun maaşlarla yerleştirilen hizmetkarların da Hüseyin Avni Paşa’nın adamları olduğunu göstermektedirler.

Özellikle Sultan II.Abdülhamit tahta çıkınca intihar meselesi tekrar gündeme gelmişti. Bu husustaki söylentiler artınca Şura-yı Devlet Tanzimat Dairesi Reisi Mahmut Celalettin ve Mabeyinci Ragıp beylerle sorgu hâkimi Fındıklılı Mehmet Efendi, Abdülaziz’in öldürüldüğü iddiaları hususunda Sultan II.Abdülhamit’e bir yazı takdim ettiler. Mahmut Celalettin Paşa’nın gelini olan saraylı Pervin Felek Hanım’ın Abdülaziz’in öldürüldüğüne dair açıklamalarına dayanan bu yazı üzerine Sultan Abdülhamit tahta çıktıktan beş yıl sonra kontrolü tamamen ele aldığı bir dönemde kuzeni devrik Sultan Abdülaziz’in ölümü üzerindeki sır perdesini kaldırmak ve belki de kendisine muhalif olabilecek kişileri ortadan kaldırmak için kendisini tahta çıkaran darbenin hayatta kalan üst yöneticilerinin mahkeme önünde hesap vermelerini istedi. Yıldız Sarayı’nda oturan Sultan II.Abdulhamit mahkemenin kendi denetiminde olması için 27 Haziran 1881 Pazartesi günü Mahkemeyi Yıldız Sarayı’nda Malta Köşkünün bahçesinde kurdurdu. Mahkeme heyetini de zaten kendisi seçmişti. Mahkeme, 1876’da cunta kurup darbe yaparak, Sultan Abdülaziz’i öldürdüğü iddia edilenleri yargılayacaktı. Oysa darbe beş yıl önce gerçekleşmiş ve Babıali devrik Sultan’ın intihar ettiğini doktorlar heyetinin raporuna dayanarak ilan etmişti.  

Mahkeme Başkanlığına, Mithat Paşa’nın Tuna Valiliği döneminde yolsuzluk yaptığı için kadılık görevinden aldığı, Sururi Efendi Padişah tarafından atanmıştı. Sanıkların avukat tutmalarına izin verilmedi. Onları savunacak avukatları Adliye Nezareti seçti. Mithat Paşa atanan avukatı reddetti. Mahkeme Başkanı’nın hemen arkasındaki koltukta Mithat Paşa ile yıllarca ideolojik kavga eden gelenekçilerin lideri Adliye Nazırı Cevdet Paşa oturuyordu. Duruşma salonu yerli ve yabancı gazetecilere açıktı. Yazılan haberler sansürden geçmek zorundaydı.

Duruşma günü dava saat 09.00 gibi 11 sanıkla başladı. 1876 darbesini yapan sanıkların bazı tetikçileri görevlendirerek devrik Sultan Abdülaziz’i öldürdükleri iddia edildi. İddianame öyle gizli tanıklara filan dayandırılmadı. Bizzat sanıklardan Pehlivan Mustafa, Boyabatlı Hacı Ahmed ve Cezayirli Mustafa öldürdüklerini itiraf ettiler. Başsavcı Latif Bey ‘Bunlar tek başlarına böyle cinayet işleyemezler, mutlaka darbeyi yapan cuntacılardan emir almışlardır!’ iddiasını öne sürdü. Tanışıklığa ilişkin bilgi/belge yoktu ama zaten bu delilleri arayan da yoktu!

Yıllarca valilik, bakanlık ve sadrazamlık yaparak devlete hizmet eden Mithat Paşa ilk duruşmada ‘Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum, böyle bir mahkemeye hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet ve ülkede fesat çıkarmak gibi bir suçla davet edilmedim. Buraya gelişimin nedeni milletime ve vatana sevgimdir’ diye konuşmasına başlayınca Mahkeme Başkanı Sururi Efendi sertçe araya girerek Mithat Paşa’ya, ‘İddianameye ne diyeceksiniz’ diye sordu. Mithat Paşa müstehzi bir ifade ile ‘Yalnız iki yerini doğru buldum’ diye yanıt verdi, ‘birincisi iddianamenin başındaki Besmele, ikincisi ise iddianamenin altındaki tarih’. Ardından iddianamede 93 yalan ve yanlışın olduğunu söyledi. Bunların görüşülmesini istedi ama mahkeme buna izin vermedi. Sadece sorularını yanıtlaması istendi. Sanıkların ifadelerinin sobalarda yakılarak, aç susuz bırakılarak alındığını söylemek istedi, susturdular. İddia makamı duruşmaya bazı tanıklar da getirdi.

Tanıklardan biri olan Abdülaziz’in hekimbaşısı Dr. Marko Paşa her nasılsa cinayeti Boğaz’ın karşı yakasındaki yalısından gördüğünü söyledi. Abdülaziz’in sadece bileklerinde değil kalbi üzerinde de yara olduğunu söyledi. ‘Neden bu durumu ölüm raporunuzda belirtmediniz’ diye sorulunca sustu kaldı. Kendisini Meclis-i Ayan’a seçen II.Abdulhamid’e olan vefa borcu nedeniyle böyle ifade verdiği çok sonra anlaşılacaktı. Yabancı doktorların da katıldığı otopsi raporunda, oybirliğiyle Abdülaziz’in intihar ettiği yazılıydı; ama 5 yıl önceki bu belgeyi şimdi hatırlayan yoktu!

Mahkeme iki gün sürdü ve 29 Haziran’da sanıkların idamına karar verildi. Aslında tüm süreç çok önceden planlanmıştı; senaryo çok önceden yazılmıştı. Mithat Paşa için basında yıpratma kampanyası başlatılmıştı. Bunun başını II.Abdulhamit’in beslemesi Tercüman-ı Hakikat gazetesi çekti. İlginçtir ki gazetenin sahibi Ahmet Mithat Efendi’yi elinden tutan ilk kişi, dönemin Tuna Valisi Mithat Paşa idi. Ahmet Mithat ilk gazetesi Tuna’yı onunla birlikte çıkarmıştı. Yine Bağdat Valiliği sırasında da Ahmet Mithat’ı yanında götürüp gazete çıkarmasını sağladı. Sadece onu değil, ağabeyini de yanına alıp paşalığa kadar yükselmesini sağlamıştı.

Ahmet Mithat gazetesinde bir dönem hamiliğini yapan Mithat Paşa’yı itibarsızlaştırma kampanyasının başını çekiyordu. 20 Mayıs 1881’deki gazetedeki imzasız yazısının bir örneğini de II.Abdulhamid’e göndermişti. Ama bu kez imzalı olarak! Bu durum gerici isyanı bastıran Hareket Ordusu’nun 1909 Yıldız Sarayı Baskını’nda ele geçirdiği belgeler arasından çıkacaktı. ‘Aman dikkat! Cumhuriyet’i ilan edecek’

Bir dönem iktidarın gözdesi olan, 1876 Anayasası’nı hazırlayan bu devlet adamı, beş yıl sonra sanık oluvermişti? Hakkındaki iddia: Cumhuriyetçi olmak idi. Osmanlı saltanatına son vererek Cumhuriyet ilan edeceği söylentisi çıkarıldı. Güya ‘Osmanlı’dan artık hayır gelmeyeceğini ve Cumhuriyet rejimine geçilmesinin ihtiyaç olduğunu söylüyor’du. Cumhuriyetçi olduğunu II.Abdulhamid’in kulağına söyleyenlerin başında, Yıldız Sarayı’ndaki mahkemeyi yakından takip eden Adliye Nazırı Cevdet Paşa vardı. Cumhuriyetçi olmakla itham edilen Mithat Paşa önce yurtdışına sürgüne gönderildi. Oradaki politikacılarla görüşmelerinden rahatsızlık duyulup Girit’te zorunlu ikamete mecbur edildi. ‘Gitme, öldürülürsün’ uyarılarını dinlemedi, adaya gitti. Burada hürriyet kahramanı sloganlarıyla karşılanması ve halkın büyük sevinç göstermesi üzerine iki ay sonra Suriye Valiliği’ne atandı. Şam’da da büyük bir coşkuyla karşılandı. Burada da fazla kalamadı; çünkü dedikodular çıkmıştı. Kavalalı Mehmet Ali Paşa gibi, Suriye’nin özerkliğini isteyip sonra bağımsızlığını ilan edip Cumhuriyet ilan edecekti! Tayini hemen Aydın-İzmir Valiliği’ne çıkarıldı. Ve sonra Abdülaziz’in intihar etmediği, öldürüldüğü haberleri basında çıkmaya başladı. Bu sırada Aydın Valisi bulunan Mithat Paşa gelişmelerden haberdar olmuş ve İzmir’de Fransa Konsolosluğu’na sığınmıştı. Bu dönemde Adliye Nazırı olan tarihçi Ahmet Cevdet Paşa’nın kendisine serbest olarak sorgulanacağını garanti etmesi üzerine Mithat Paşa hükümete teslim edildi (19 Mayıs 1881). Cevdet Paşa bir heyetle birlikte Izmir’e giderek Mithat Paşa’yı vapurla Istanbul’a getirdi. Manisa’da oturmakta olan Mütercim Rüştü Paşa ise hasta olduğu için sorgulaması Izmir’de yapılarak tekrar Manisa’ya dönmesine izin verildi.

Sultan Abdülhamit, cezaların aynen uygulanmasını isteyenler çoğunlukta olmalarına rağmen, cezaları müebbet küreğe çevirdi. Mahkumlar cezalarını Arabistan’da Mekke bölgesinde Taif’te çekeceklerdi. Sonunda Taif Zindanı’nda boynu kırılarak öldürüldü. Resmi raporlara şirpençe hastalığından öldüğü yazıldı.

İdama mahkûm edilen Mithat Paşa cumhuriyetçi miydi? Cumhuriyet kavramı o dönem Osmanlı aydınlarına yabancıydı. Ancak başta Mithat Paşa olmak üzere Batı fikirlerine yakın aydınlar kul ve tebaa ilişkisine kafa yoruyordu. Modern devletin temelini kanun önünde eşit vatandaşın oluşturduğuna inanıyorlardı. Mithat Paşa ağzına hiç cumhuriyet sözcüğünü almamıştı ama ileri sürdüğü fikirler cumhuriyet ile örtüşüyordu. 


 
V.Murat’ın çocukları
V.Murat’ın dört kızı ve bir oğlu oldu. Kızlarından Hatice ve Naime Sultanın hayatları babaları gibi trajikti. Tek oğlu ve ilk çocuğu Mehmed Selahaddin Efendi (1861-1915), Babasının tahttan indirilmesinden sonra, henüz 15 yaşındayken ailenin diğer fertleri birlikte gözetim altında yaşamak mecburiyetinde kaldı. Babasının 1904’teki ölümüne kadar süren 28 yıllık bu tecrit boyunca Selahaddin Efendi, zamanının önemli bir kısmını anı, düşünce ve duygularını kaleme almaya ayırdı. 29 Nisan 1915' te İstanbul' da öldü. İki oğlu da Osmanlı Hanedan reisliği yapmıştır. Ayrıca küçük oğlu Osman Fuad Efendi Fenerbahçe Spor Kulübünün altıncı başkanıdır. Osmanlı hanedanını yakından tanıyanlar onun, mütevazı, ağırbaşlı, her türlü gösterişten uzak, çekingen bir kişilik olduğunu dile getirmişlerdir. Bununla birlikte Selahaddin Efendi, II. Meşrutiyetin ilanından sonra kendisinden bahsettirmek, sevgi ve hayranlık uyandırmak için halkın arasında dolaşmış, trene binmiş ve herkese iltifatlarda bulunarak aşırı derecede mütevazı görünmeye çalışmıştır. Kim bilir belki de Osmanlı kamuoyunun gündemine girmek, ileride sultanlık sırası kendisine geleceğinden şimdiden halkta olumlu bir imaj oluşturmak peşindedir. Selahaddin Efendi’nin beklenmedik ölümü olmasaydı, Sultan Reşat’ın ölümünden sonra, saltanat sırası kendisinde olmadığı halde şehzade Vahdettin Efendi’nin İTC düşmanlığından dolayı tahtta çıkarılmasına Talat Paşa ve arkadaşları tarafından karar verildiğini ileri süren görüşler vardır (Vahdettin, Sultan Reşat'ın ölümü üzerine 4 Temmuz 1918'de Osmanlı tahtına çıktı). Çanakkale savaşları sırasında vefat etmiş ve vasiyeti gereği Yahya Efendi Tekkesi mezarlığına defnedilmiştir.

Soldan sağa: Sultan V. Murad, Osman Fuad Efendi, Selahaddin Efendi, Ali Vasıb Efendi,
Ahmed Nihad Efendi

Hatice Sultan
V.Murat’ın ikinci çocuğu ve büyük kızı olarak 5 Nisan 1870 tarihinde Kurbağalıdere’deki köşkte doğmuştur. Babası Padişah olduğunda altı yaşında olup saray hayatının muhteşemliğini de Çırağan’daki tutsaklığın ruhunda yarattığı isyan ve acıları da yaşamıştı. Çoşkulu ve heyecanlı bir mizaçta, kardeşlerinin aksine seçkin bir güzelliğe sahipti. V.Murat, yaşadığı depresyonu atlatınca Hatice ve Fehime Sultanların yetiştirilmesine büyük önem vermiş, yıllarca onların eğitimleri ile meşgul olmuştur. Babalarının özel durumu nedeniyle evlenemeyen ve tutsak hayatı yaşayan Hatice ve Fehime Sultan, sonunda amcaları Abdülhamit’e mektup yazarak evlendirilip tutsaklıktan azat edilmeleri için yardımcı olmasını istemişlerdir. Sultan, yeğenlerinin Çırağan’dan çıkma isteklerini bir daha Çırağan Sarayı’na dönmemek ve babalarını görmemek koşuluyla kabul etmiştir. Bu şarta razı olan hanım sultanlar kısmetleri çıkana kadar Yıldız Sarayı’na misafir oldular. Aylarca taliplisi çıkmayan yeğenlerinin evlenecekleri kişileri sonunda Abdülhamit seçti. Padişah kendi kızlarına çeyiz, düğün, saray olarak ne yaptırmış ise yeğenleri içinde aynısı yaptırmıştır. Ancak seçtiği eşleri hem yaş hem de mensubu olduğu aile açısından bir sultanın evlenmeyi asla düşünmeyeceği seviyededir. Özellikle mağrur, hırslı ve çok güzel olan 31 yaşındaki Hatice Sultan için seçilen damat adayı. 
 
V. Murat’ın kızı Hatice Sultan

Hatice sultan Enderun’dan, eğitim görmemiş çirkin ve yaşlı bir adam olan Vasıf Bey ile evlendirilir.  Vasıf Beye Paşa rütbesi, Hatice Sultan’a da o dönemde Ortaköy sahilinde hanedan kızları için yaptırılan altı yalıdan birisi düğün hediyesi olarak verildi. Ama Hatice Sultan kendine layık görmediği eşi Vasıf’ı çok uzun bir süre yatağına almadı. Babası V.Murat’ın tahttan indirilmesine sebep olan, kendi kızlarını Mareşal Gazi Osman Paşa’nın yakışıklı oğullarıyla evlendirip kendilerine sıradan eşler layık gören II. Abdülhamit’e kin ve nefret duygularıyla dolu olan Hatice Sultan, Abdülhamit’den intikam almak için, bitişik yalıda oturan II. Abdülhamit'in kızı Naime Sultan'ın kocası Kemalettin Paşa'yı kendisine aşık etti. Mektuplarından anlaşıldığına göre Kemaleddin Paşa’yı hem II. Abdülhamit’e karşı isyana sevk etmekte hem de Naime Sultanı zehirletmek istemektedir. Hatice Sultan bir şekilde aşk mektuplarının Abdülhamit’in eline geçmesini sağladı (V.Murat bu skandalı öğrendiğinde çok üzülmüş kızı hakkında ‘Bunu da mı yaptı? Şimdiye kadar ben haysiyetimi muhafaza ettim, benim ölümüme sebep Hatice olacak’ demiştir. Nitekim bu olayın etkisiyle şeker hastalığı ilerlemiş ve sabık sultan aynı yılın ağustos ayında vefat etmiştir). Yeğeni ve damadı arasındaki skandalı öğrenen II. Abdülhamit, Naime Sultan’ı Kemalettin Paşa’dan boşadı, Kemalettin Paşa’nın sahip olduğu bütün rütbeleri geri alarak Bursa’ya sürdü (1904) Naime sultan daha sonra İşkodralı Celalettin Paşa ile evlendi. Hanedan sürgününden sonra bir süre Fransa’da yaşadılar. Geçim sıkıntısı çekmeye başlayınca eşinin memleketi Arnavutluk’a gittiler. Kocası Celalettin Paşa orada öldü. Tiran’a yerleşen Naime Sultana kocasından kalan araziye ve evine 1939 Komünist devriminden sonra rejim el koydu. Kendisi de II. Dünya savaşı yıllarında öldü. Hatice Sultan yaşanan bu olaydan dört yıl sonra kocası Vasıf Bey’den ayrılacaktır. Bu arada II. Meşrutiyetin ilan edilmesinden (1908) sonra sürgünde bulunduğu Bursa’dan Istanbul’a dönen Kemalettin Paşa, Hatice Sultan’a evlilik teklifinde bulunacak fakat Hatice Sultan bu teklifi geri çevirecektir. Yaklaşık bir yıl kadar dul kaldıktan sonra mesire yerinde görüp beğendiği kendisinden genç Hicaz Defterdarı Hayri Beyin oğlu Hariciye diplomatı Rauf Bey ile evlenecektir. Rauf Bey’den bir oğlu ile bir kızı olacaktır. Birinci Dünya Savaşının devam ettiği sıralarda bu kocasından da ayrılacaktır. 3 Mart 1924’de Hanedana yurtdışına çıkarılma kararı verilince kızı Selma Hanım Sultan ve oğlu Sultanzade Hayri Bey ile birlikte Beyrut’a gidecektir. Burada yokluk ve sefalet içerisinde yaşayacak hatta son dönemlerinde yardımcısı kadın fahişelik yaparak sultana bakacak ve 1938’de Beyrut’ta ölecekti. Cenazesi Şam’a götürülerek Sultan Selim Camii haziresine defnedilir. Son Padişah Vahdettin’de bu hazirede yatmaktadır. Osmanlı haremini, annesinin, büyükannesinin hayat hikâyelerini roman haline getiren Kenize Murat, Hatice Sultan'ın kızı Selma Hanımsultan ile Hint mihracelerinden Seyyid Hüseyin Sacid'in kızlarıdır. Dolayısıyla ünlü romancı Kenize Murat, V.Murat’ın kızı Hatice Sultan’ın torunudur.

Fehime Sultan
V.Murat’ın 2 Ağustos 1875 tarihinde Dolmabahçe’de dünyaya gelen kızıdır. V.Murat Çırağan Sarayına gönderildiğinde Fehime Sultan bir yaşındadır. Hatice Sultan gibi güzel olmasa da ağırbaşlı ve saftır. Babası kendisine Fransızca ve piyano çalmayı öğretmiştir. Fehime Sultan kültürü ile öne çıkan bir şahsiyet olmuştur. Ablası gibi Sultan ile anlaşarak izdivaç yapmak için Çırağan sarayından Yıldız Sarayı’na taşınmış. 1901 yılında 26 yaşında iken II. Abdülhamit tarafından seçilen Ali Galip Paşa ile evlendirilmiştir. Çift, Sultan Abdülhamit'in düğün hediyesi olan Ortaköy’de şu anda olmayan yalıda oturdular. Damat Galip Bey mülkiye mezunu olup vezirlik rütbesi verilerek Şûra-yı Devlet üyeliğine atanmıştı. Fehime Sultan’da ablası gibi mesire yerlerinde gezerken subaylıktan ayrılma, evli ve iki çocuk sahibi Mahmut Bey isminde bir adama gönlünü kaptırmış, 1908 yılında Galip Paşa’dan ayrılarak Mahmut Bey’le evlenmiştir. 1924 senesinde hanedan mensuplarının yurt dışına çıkarılmaları üzerine ellerinde ne var ne yok satmışlar, önce Viyana ardından Nice gitmişlerdir. Kocası Mahmut Bey sattıkları mallarından ele geçen para ile Türk usulü dondurma satmaya başlamış ancak elindeki parayı batırınca, bu dükkânda tanıdığı bir Fransız tezgâhtar kızla beraber sultanı terk edip gitmiş, Fehime Sultanı tek başına bırakmıştır. Habeşli bir cariyeden başka kimsesi kalmayan Sultan, bu cariyenin dilenerek kazandığına muhtaç kalmıştır. Yokluk içinde 15 Eylül 1929'da veremden ölmüştür. Nereye defnedildiği bilinmiyor. Hayatı ablası Hatice Sultan’ın yaşamı kadar hüzünlü ve trajiktir.
 
V. Murat’ın kızı Fehime Sultan

V.Murat’ın diğer kızı Fatma Sultan babasının ölümünden sonra 1907 yılında Refik Bey ile evlendirilmiştir. Refik Bey uzun süre mabeyn kâtipliği yapan ayrıca Aydın Valiliği görevinde de bulunan Faik Bey’in oğludur. Fatma Sultan’a eşi ile birlikte yaşamaları için Ortaköy’de ablalarının yanı başında bir yalı tahsis edilmiştir. Fatma Sultan vasat zekâlı, orta boylu, esmer ve şişmanca bir kadındır. Annesinin kıymetli mücevherlerini kendisine bırakması, sade bir yaşamı tercih etmesi yurt dışına çıkarıldıktan sonraki hayatını kolaylaştıracaktır. Fatma Sultan eşi ile 1924 yılında Türkiye’den ayrılınca yakın diye Sofya’ya yerleşecektir.

Aliye Sultan, V.Murat’ın bir diğer kızıdır. 17 Eylül 1903 tarihinde çok genç bir yaşta 23 yaşında veremden ölmüştür. Tedavisi için büyük gayret sarfedilmesine, Padişah’ında ilgilenip Yıldız Sarayı’nda bakıma alınmasına rağmen kurtarılamamıştır.  
 

V.Murat’ın vefatı
V.Murat’ın ömrünün neredeyse yarısına karşılık gelen Çırağan’daki çileli hayatına annesi, eşleri, çocukları ve cariyeleri kader ortağı olmuşlardır. V.Murat, hekim kontrolüne çıkmadan, zehirlenme korkusunda dolayı ilaç da kullanmayarak muzdarip olduğu hastalıklara dayanmaya çalışmıştır. Annesinin 1889 yılında vefatı, kızları Hatice ve Fehime Sultanların mutsuz evlilikleri V.Murat’da büyük üzüntü ve kedere sebep olmuştur. Bütün bunların yanında bir de kızı Hatice Sultan’ın, Abdülhamit’in damadı Kemaleddin Paşa ile olan münasebetini duyan sabık sultan, küçük düşürücü bu olaya çok üzülmüş: ‘Bunu da mı yaptı? Şimdiye kadar ben haysiyetimi muhafaza ettim, benim ölümüme sebep Hatice olacak’ demiştir. Nitekim bu olayın etkisiyle sürekli düşünceli bir hale bürünmüş şeker hastalığı da ilerlemiştir. Ölümünden dört ay öncesi başlayan hastalığı önce II. Abdülhamit’den gizli tutularak tedavi edilmeye çalışılmış ancak kanamaların durmaması üzerine Sultan’a haber verilmiştir.  Abdülhamit kardeşinin tedavisi için iki ayrı doktor görevlendirse de tedavi sonuç vermemiştir. Bu konuda oğlu Selahattin Efendi’nin doktora verdiği ifadesine göre: ‘Babam, çoktan beri hasta imiş, lakin bizim vaktiyle haberimiz olmadı. Çünkü o, rahatsızlığını daima bizden saklardı. Çamaşırlarında kan lekesi görülünce dizanteriden (kanlı basur) muztarip olduğunu anladık.’ Oğlu Selahaddin Efendi’nin ifadesine göre Çırağan Sarayı’na 20 yıl önce bir doktor görevlendirmesi yapılmış olmasına rağmen V.Murat doktora ilk kez vefatından iki sene önce görünmüştür. Devrik Sultan, Sultan Abdülhamit’e karşı aldığı tavırdan dolayı tedavi olmayı kabul etmemiştir.

Sabık Sultan V.Murat, doktorun kendisini muayenesinden iki gün sonra 29 Ağustos 1904 Pazartesi gecesi  vefat etmişti. Sultan iki doktora naaşı muayene ettirmiş ve ikisi de daha önceki raporlarına benzer ifadeler yazmışlardır. Rapordan anlaşıldığına göre V.Murat şeker hastalığı, damar sertleşmesi, bağırsak bozukluğu ve kanaması ile gırtlak rahatsızlığı ve dil tutulması neticesinde vefat etmiştir. Raporda cinnet/delilikle ilgili hiçbir bulgu yoktur. Zaten Çırağan'da geçen yirmi sekiz yılın dört yılı hariç olmak üzere aklı başında yaşamıştır. Sultan Murat, vefatından önce Çırağan Sarayı karşısındaki Yahya Efendi Türbesi civarına defnedilmesini oğluna vasiyet etmiştir. Merhumun bu isteği Padişaha iletilmiş o da ilk önce uygun bulup bir padişaha layık bir tören hazırlanmasını emretmişti. Ancak kısa bir süre sonra fikrini değiştirerek törenden vazgeçtiği gibi merhum Sultan’ın vasiyetini de dikkate almayarak Yeni Camii Türbesinde annesi Şevk-i Efsar kadın efendinin yanına defnedilmesini irade edecektir. Naaşı vefatın ertesi günü Topkapı Hırka-ı Saadet dairesine getirilmiş gerekli hazırlık yapıldıktan sonra diğer padişahlarda olduğu gibi selvi ağacından yapılmış tabuta konmuştur. Yahya Efendi tekkesi şeyhinin imamlığı ile cenaze namazı kılınarak herhangi bir cenaze alayı düzenlenmeden Yeni Camii Türbesi’nde validesinin mezarının biraz gerisine 30 Ağustos 1904 tarihinde defnedilmiştir.
  
Eminönü Yeni Cami Turhan Sultan ve Cedid-i Havatin Türbeleri

1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre sonra II. Abdülhamit saltanatının son senesinde V.Murat için bir türbe düzenlemesi yapılmasına karar vermiştir. Projenin hayata geçmesi ise 1909’da Mehmed Reşad’ın döneminde gerçekleşmiştir. Yeni Cami’nin kuzeyine yapılan hanedan kadınları için yapılan Cedid-i Havatin Türbesi’nin güneydoğu köşesi demir şebekeler ile çevrilecek ve V.Murat’ın sandukası buraya yerleştirilecektir. Bu türbede yirmi bir sanduka mevcuttur. Bu sandukalar Sultan Abdülmecid, Abdülaziz ve II. Abdülhamid’in kadınları, kızları ve şehzadeleriyle V.Murat’a aittir. Caminin ilk yapılan türbesinde ise eski padişahlardan IV. Mehmed, II.Mustafa, III.Ahmed, I.Mahmut, III. Osman ve Yeni camiiyi yaptıran Hatice Turhan Sultan yatmaktadır. 

V. Murat saltanat kayığı ile Dolmabahçe Sarayı’na dönerken


 
V. Murad’ın çocukları ve torunları

 
V. Murad'ın Soyundan gelen hanedan mensupları